Arama


Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #1
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Haydi Gençler İlim Öğrenmeye

Ebû Derda (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

‘Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır.

Melekler, yaptığı işten dolayı duydukları hoşnutluğu belirtmek üzere ilim öğrenenin üzerine kanatlarını gererler. Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.

Alimin, ibadetle meşgul olan (âbid) kimseye olan üstünlüğü, ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

Ebû Davud, Tirmizî, İbn Mâce, Beyhaki ve İbn Hibban

“Oku..”4

Allah-u Teâlâ’nın, Peygamberi Muhammed’e (s.a.v.) söylediği ilk söz. Hz. Peygamber’in kalbine inen ilk vahiy nuru... Vahyin ilk ışıltısı ve ilk aydınlığı...

Okumak ilmin yolu; ilim ise bilmenin kaynağıdır. Bilgi ise aklın ve kalbin nurudur. Bilgi olmadığı takdirde akıl ve kalp, cehaletin ıssız vadilerinde, dalaletin çöllerinde nereye gittiğini bilmez şaşkın bir halde kalakalır. Bilgi olmadığı sürece akıl ve kalp asla hidayet yolunu bulamaz.

İlimden maksat; bireyin dünya ve ahiret hayâtında kendisinden faydalandığı ve başkalarına da faydalı olduğu her ilimdir. Özelikle insanı evrenin, hayâtın ve eşyanın değişmez kanunlarının kaynağı olan Yaratıcı’ya bağlayan ilimdir. Çünkü insanın öğrendiği ve keşfettiği bütün bilgilerin yegane kaynağı ve mercii ancak Allah’tır. Aynı şekilde elde edilen maddi neticelerin kaynağı da O’dur.

Çiftçinin ürün elde etmek, hasat almak ya da istifade etmek amacıyla toprağa bıraktığı çekirdek ya da tohumu düşün. Allah işte o çekirdek ve tohumun ürününü verebilmesini belli koşullara bağlamıştır. Bu koşullardan bir tanesi eksik olsa, toprağa bırakılan o çekirdek veya tohum asla beklenen ürünü vermez.

Çiftçinin ya da ziraatçinin tecrübeleri ve uygulamaları esnasında elde ettiği ilmin kaynağı ve esası Rabdir. Çekirdeğin, tohumun, havanın, suyun, güneşin Rabbi... Aynı şekilde çalışan elin, gözlemleyen gözün, şefkatli gönlün Rabbi...

Bütün bunların üstünde ise “ümit” var...

Bol ve temiz ürün elde etme ümidi...

Geçmişte ve günümüzde birtakım insanlar, ümidi ve imani ilmi temelinden saptırarak kendi zanlarınca birtakım zaruri sonuçlara bağladılar. Gerçekte onlar hakikatin etrafında dolaşmakta ama ona asla ulaşamamaktadırlar.

Çünkü ümit gayb’dır... Gayb ise yalnızca Allah’ın kudret ve tasarrufundadır.

İlim konusunda, dünyevi ilimleri ve özelliklerini mutlaka anlatacak olsaydım, dini ilimleri anlatmadan geçmezdim. Çünkü dini ilimler anlatılmaya daha layıktır. Kaldı ki, dini ilimleri anlatmak da ilim öğretme ve öğrenmenin bir çeşididir. Bazen zındıklığın amaçlandığı, yıkımın hedeflendiği ve dini ilmin ifsadı niyetiyle öğrendiği durum bunun dışında kalır... Bunda ise pek çok tehlike vardır. Allah’ın Resûlü (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

“Ümmetim hakkında en çok endişe ettiğim şey, çok bilmiş her münafıktır.”

Hadis-i şerîfe, temiz ve iffetli söze dönüyoruz:

“Hiç kuşkusuz ilim öğrenmek farzdır.”

İlmin farz oluşuna ilişkin pek çok özendirici faktör vardır. “Kim ilim tahsili için yola koyulursa Allah onun için cennete giden yolu kolaylaştırır...”

“Kolaylaştırır” sözcüğünde duralım.

Hadis-i şerîfte buyurulmaktadır ki:

“Cennet gönle hoş gelmeyen şeylerle çevrilidir.”

Öyleyse cennet yolu zorlu ve çetindir. Cennet’in etrafı meşakkat, yorgunluk ve bıkkınlıklarla kuşatılmıştır. Cennet yolcusu pek çok yanılmalara, yanlışlara, tökezlemelere düçar olacaktır.

İnsan nefsini tahrik eden şehvet çukurları, keyfi arzuların zirveleri, şehvet dikenleri ve tırmıkları... Ter, gözyaşı, mücadele, savaş ve sabır...

Bunların hepsi ilmin kaynağına sımsıkı bağlanmış ilim öğrencisinin önünde kolaylaşmaktadır. Niçin?

Çünkü ilim öğrencisi, engeller karşısında ancak apaçık bir delille hareket ederek bütün engelleri hiçbir zorluk ve sıkıntı duymadan aşmaktadır. Asla şaşkınlığa düşüp yolunu kaybetmemekte, yolda tıkanıp kalmamakta ve tereddüt etmemektedir.

İlim öğrencisinin karşılaştığı kolaylığın ilki ve en büyüğü, meleklerin kanatlarıdır.

Bu kanatlar ilim öğrencisi için yere iner ve son derece şefkat ve yumuşaklıkla onu üzerine alır. Sonra, engellerin üstüne yükselip adeta engellerle alay ederek, onlara aldırmadan geçip gitmesi için meleklerin kanatları ilim öğrencisini kaldırır, yükseklere çıkarır.

Meleklerin kanatlarında manevi dereceler kateden ilim öğrencisi dünya hayâtının ağırlıklarından hafiflediğini, yeryüzünün kir ve pisliklerinden gönlünün ve vicdanının temizlendiğini hisseder.

Vicdanında hoşnutluk nağmeleri ve mutluluk melodileri ses verir. Yüzünde derin bir neşe belirir.

Sonra bütün bunlar yola devam etme azmi ve kararlılığı biçiminde davranışlarına akseder.

Bu durum gerçekte Hz. Peygamber’in (s.a.v.) haber verdiğinden başka bir şey değildir:

“Göktekiler ve sudaki balıklara varıncaya kadar yeryüzünde yaşayan tüm canlılar ilim öğrenen kimse için mağfiret dilerler.”

Denizlerin karanlık mağaralarında ve yoğun su katmanları altında yaşayan balıklara varıncaya kadar tüm canlılar ilim öğrenen kimse için sürekli mağfiret diliyorlar. Mağfiret dilekleri su katmanlarını yarıyor, nihayet suyun yüzeyine çıkıyor ve bir ahenk içinde diğer dualara katılıyor.

Sevgili gençler...

İlim öğrencisinden bütün dünya razı ve hoşnuttur.

Aileden başlayıp tüm canlılara varıncaya kadar bütün dünya...

Makam ve onur bakımından ilim öğrencisinin sahip olduğu fazilet ve üstünlüğe denk hiçbir fazilet ve üstünlük yoktur... İbadetle meşgul olan (âbid) kimse Allah katında ve insanlar nezdinde yüksek bir derecede olduktan sonra, ilmiyle amel eden alim de, elbette daha yüksek bir makamda ve daha ulvi bir mertebede olacaktır.

Alimin âbid kimseye olan üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.

Dolunayın bulunmadığı bir gecede yıldızlar parlak bir biçimde ortaya çıkarlar ve etrafa ışık saçarlar. Hatta ışığı cılız en uzaktaki yıldız bile belirginleşir, göze gelir. Ama ay ortaya çıkıp dolunay halini aldığında o yıldızlar tutulur, gizlenir ve tevazu gösterirler.

Alim ile âbid arasındaki fark işte böyledir!!..

“Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ne de dirhem miras bırakmazlar. Peygamberler miras olarak sadece ilim bırakırlar. Kim ilmi elde ederse büyük bir pay ele geçirmiş olur.”

Büyük bir miras, ağır bir sorumluluk, zor bir emanet...

Kime bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edip kıymetini bilerek, gereğini yerine getirmiş ise muhakkak o dosdoğru bir yola (sırat-ı müstakim’e) iletilmiştir. Kime de bu miras verilmiş ve o da bunları hakkıyla takdir edemeyerek kıymetini bilmeyerek, gereğini yerine getirmemiş ise muhakkak onun ameli boşa gitmiştir. Ve kime de bu miras verilmemiş ve o da bunları elde etmek için gayret göstermemiş ise muhakkak o dünyasını ve ahiretini ziyan etmiştir.

Sevgili gençler...

Göz ve kalplerimizden cehalet örtülerini kaldırmaya ve ardından hayât yolculuğunu sürekli olarak başkalarının ardısıra giden ve onlara uyan kuyruk insanlar olarak değil; onurlu önderler olarak sürdürmek için bu mirası elde etmeye ve ona olan güveni yeniden sağlamaya ne kadar muhtacız.

Aklıma konuyla alakalı çok güzel bir hikaye geliyor.

Rivayetlere göre;

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ebû Zerr (r.a.), bir gün Medine’nin çarşılarını dolaşıyordu. İnsanları kargaşalı bir halde gördü. Dünya hayâtı onları iyiden iyiye meşgul etmiş, hayât meşgalesi onlara egemen olmuş, akıl ve duygularını esir almıştı.

Ebû Zerr (r.a.), dünya hayâtının müslümanları bu derece meşgul etmesinden endişeye kapıldı. İnsanlara seslendi:

–İnsanlar! Şimdi mescidde Muhammed’in mirası dağıtılırken siz mal ve ticarete kendinizi kaptırmış ne yapıyorsunuz?!

Bu söz üzerine insanlar derhal mescide koşuştular.

Ancak mescidde rukü ve secde eden, ibadet edenlerle birlikte, ilim öğreten alim ve ilim öğrenen öğrenciler ve fıkıh öğreten fakîh ve fıkıh öğrenen öğrencilerden başka bir şey göremediler. Derhal homurdana homurdana geldikleri gibi ökçeleri üzere geri döndüler. Ebû Zerr’e (r.a.):

–Mescidde, söylediğinden bir şey göremedik?! dediler. Ebû Zerr (r.a.):

–Muhammed’in mirası işte odur, cevabını verdi.

Bu bir hatırlatma ve öğüttü.

Sevgili gençler...

Ben de size ve kendime bu mirası hatırlatıyor ve onu öğütlüyorum. Zira hatırlatma ve öğüt, Allah’a inanan (mü’min) insanlara fayda verir.

[1] Alak, (96): 1

Namaz ve Ruh Temizliği

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

–Ne dersiniz; birinizin kapısının önünden bir nehir aksa, günde beş defa o nehirden yıkansa, onda kirden eser kalır mı?!

Sahabîler:

–Hayır, onda kirden eser kalmaz, dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :

–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder, buyurdu.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Bir nehir!

Açılıp kapatılan bir musluk değil. Bir su deposu da değil dolan ve boşalan.

Bilakis gürül gürül akan, suyu berrak ve hoş bir nehir. Suyunda bir bulanıklık ya da renk yok, tad ve kokusunda da bir bozulma söz konusu değil. Sürekli veren, daima cömert.

Herhangi birimizin kapısı önünden bir nehir aksa, temizlenmek maksadıyla günde beş sefer içine girip yıkansa, o kimsenin üzerinde hiç kir kalır mı?!

Hayır...

Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) , huzurunda kendisini dinleyen sahâbeye yönelttiği soruya sahâbe hiç düşünmeden cevap verdi:

–Hayır, onda kirden eser kalmaz..

Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.v.) :

–Beş vakit namaz da işte bu nehir gibidir. Allah, beş vakit namazla günahları yıkar, yok eder” buyurdu.

Hz Peygamber’in bir başka hadisinde buyurduğu gibi: “Temizlik imandandır.”

Bazı yönlerden ve alakalı olduğu konular bakımından farklı olsalar da bu iki hadis birbirine çok benzemektedir.

İman, kalbe bağlı ince manevi bir duygudur. Temizlik ise maddi bir dış görünümdür. Aralarında nasıl bir bağı, benzerlik ve uyum olabilir?!

İman, -Hz. Peygamber’in haber verdiği üzere- kalbe yerleşip de amelin kendisini tasdik ettiği şeydir.

Bu açıdan temizlik; imanın bir göstergesidir. İmanı haber verir, onu işaret eder ve onu çağrıştırır.

Sevgili gençler...

Birey ve toplum hayâtında İslam gibi maneviyat ile maddiyatı birbirine bağlayan bir başka din asla bulamazsınız.

Bunlar bir anda akla gelen ve kalemin pervasızca satıra döktüğü düşüncelerdir. Arzetmekte olduğum hadisle olan yakınlık, ilişki ve uyumundan dolayı bu düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Hadis-i şerîfe dönüyoruz...

Hadisin içimize fısıldadığı düşüncelerden biri de şudur:

Nehir suyunun kesintisiz bir şekilde akışının sürüp gitmesi ve insanın o suya girip yıkanması gibi, namaz kılmaya da ara vermeksizin devam etmek.

“Nehir” sözcüğü, zihnin düşünce ve hayâl dünyasında bir görüntü meydana getirmektedir. Nehir sözcüğünün zihinde bıraktığı bu görüntü aralıksız bir akıntıdır. Nehir sözcüğü telaffuz edilir edilmez zihne bu görüntü âdeta nakşoluyor.

Akıp gitmekte olan su, kimi zaman bir kayaya çarpabilir kimi zaman da bir çukur onu kolları arasına alabilir. Ancak çok geçmeden su, önüne çıkan bu engelleri süratle aşar. Yolunu kesen engeller karşısında gök gibi gürleyerek, aslan gibi kükreyerek direnir ve meydan okur. Daha sonra suyun, ardında köpük bırakarak zafer marşlarını andıran kendine has sesiyle şırıl şırıl akıp gittiğini görürsün.

Yaşam şartları, suyun kenarında veya civarında oturan insanı yaptığı işin durumuna göre, suyu kullanarak hayâtın kirlerinden temizlenmeye mecbur ediyor. Suyun kenarında veya civarında oturan insan, su aramadığı gibi aramak için herhangi bir gayret de göstermez. Zira su hemen onun yakınında, görme ve duyma alanlarının sınırları içindedir; suyun akışını görmekte ve şırıltısını işitmektedir. Kendisi hiçbir zahmet ve gayret göstermediği halde bu su onun istifadesine sunulmuştur. Temizlenmek için aralıksız olarak suya gelir temizlenir. Nehir suyunun kesintisiz olarak akışının sürüp gitmesine benzer bir şekilde o insanın da maddi temizliği sürer gider...

Temizlik sadece dış görüntüyle olmaz, sadece bedenle sınırlı kalmaz. Çünkü insan, beden ve ruhtan meydana gelmektedir.

Örneğin: Sabah namazını kılıp da işine giden insan... Kendisini geçim mücadelesinin ortasına atacak, menfaat ve kazancının peşinden koşacak, böylece nefsi tahrik edici ağlarada takılacaktır. Bu insan kaçınılmaz olarak keyfi arzularının (heva) etkisinde kalarak –bir sınıra kadar– şehevi arzuları ve çıkar peşinde sürüklenecektir. Bu durumdaki bir insan kendisine bulaşan kir ve pisliklerden ruhunu ve gönlünü nasıl arındırıp temizleyecektir?!

Bu kişi nasıl davranmalı ki, kalın bir tabaka halini almış yoğun günah kiri katmanından, kalpleri kapkara kesilmiş insanlardan da olmasın. Bunun için hemen öğle namazına koşar. Allah’ın huzurunda kıyam durarak farzı eda eder. Kendini hesaba çeker; günahını hatırlayarak Allah’tan kendini bağışlamasını niyaz eder.

Hiç şüphesiz o, bu davranışıyla, suyu berrak ve temiz olan bir nehirde yıkanan insan gibidir.

Yıkanıyor da yıkanıyor... Beş kez... Ardından gecenin karanlığı gelip onu bürüyor, kendini uykunun kollarına bırakıyor... Bu esnada hiçbir yanlış davranışta bulunmuyor, kendisine hiçbir kir bulaşmıyor. Çünkü uyuyan insan, ölü gibidir.

Sonra yaşama yeniden dönüyor...

Sevgili gençler...

Gerçekte namaz, sınırlı dakikalar içerisinde Allah’a yapılmış bir yolculuktur. İftitah tekbiri’nden selâm’a, ayaktaki başlangıcından oturarak namaz bitimine kadar yerin ve evrenin maddiliğinden kopmadır, madde ile ilişki ve bağların kesilmesidir.

Namazdaki her söz, her hareket ve tabii her görüntü bir yükseliş ve yüceliş; hem de yücelere yükseliştir. Ayrıca sürekli bir temizlenme ve devamlı bir arınmadır.

Kıyam, rüku, secde ve “Allah-u Ekber” sözüyle başlama arasındaki bağlantının anlamını kavraman gerekmez mi?!

Sevgili gençler...

Keşke bu anlamı yaşayabilseydik... O takdirde gözlerimizde ve duyularımızda varlık küçülecek ve bütün genişliğine rağmen dünya gözbebeğimizde ve vicdanımızda ufacık olacaktır.

“Allah-u ekber” sözü bizi tüm keyfi arzu ve dürtülerinden, her türlü dünyevi dalalet ve sapıklıktan kurtarır. Böylece Allah’ın huzurunda duruşumuz temiz ve saf bir kıyam halini alır.

Bu söz, namazın rüku, secde ve kıyam olarak bir bölümünden diğer bir bölümüne geçiş anında, içinde ve üzerinde bulunduğumuz gerçekleri bize hatırlatır. Hem de, saf mü’min gönle pek çok hakikatler, anlamlar ve ibretler fısıldayıp ilham ederek ve onu devamlı kesintisiz bir canlılık ve sınırsız bir güçle donatıp besleyerek.

Yeryüzünün farklı ülkelerinden milyarlarca müslüman kardeşinle aynı kıbleye yönelişteki birliğin anlamını kavraman gerekmez mi?!

Nitelikte, görünüşte ve yönde... Sözde, eylemde ve harekette birlik...

Buradaki kardeşliğin anlamını, daha da geniş bir şekilde kavraman gerekmez mi?!

Son olarak...

Söze daha fazla devam edemeyeceğiz. Zira namaz konusu bu sayfalara sığacak gibi değil. Kaldı ki daha fazla devam edersek konu dışına çıkma endişesi de söz konusu...

Yoksa namaz hakkında çok söz söylenebilir.

Bu seferlik, namazın sadece manevi temizlik boyutundan, yaşamın ve dünyanın kirlerinden sürekli bir temizliğin kaçınılmazlığından bahsetmekle yetiniyoruz.

Helal Kazanç

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kim helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse –zaten Allah ancak helâl kazançtan yapılan sadakayı kabul eder– Allah o sadakayı sağ eli[1] ile kabul eder.

Sonra onu içinizden birinin tayını büyüttüğü gibi büyütür ve sonunda o sadaka dağ gibi olur.”

Buhârî, Müslim, Nesaî, Tirmizî,

İbn Mâce ve Sahih’inde İbn Huzeyme

Sevgili çocuğum,

Sen neyinden sadaka verebilirsin ki? Hem nasıl?

Bir kazanç ve gelir sahibi olmadığın gibi bir rızık sahibi de değilsin. Babandan aldığın ve senin için ayrılmış sınırlı miktardaki günlük cep harçlığından başka hiçbir gelirin de yok. Bunun da çok az ve ancak günlük ihtiyaç ve giderlerini karşılayacak kadar olduğu da şüphe götürmez bir gerçek.

Üzüntüden bağrı yanmış dert sahibinin ateşini söndürmek, aç olanı doyurmak, Allah’ın adının anıldığı camilerin yapımı veya insanlara faydalı olan çeşitli hayır kuruluşlarının kurulması gibi faaliyetlere katılmak suretiyle kendini iyilik yapmaya alıştırır ve vicdanının da seni bu yöne sevketmesini sağlayabilirsen...

Evet, bunu yapabilirsen kazancın ne olacak?

a) Öncelikle, gönlünün derinliklerinde güzel, asil bir gelenek kök salacaktır. Böylece iyilik, senin söz ve eylemlerinde daima rehberin, olacaktır. Son derece şefkat sahibi yumuşak huylu, duyarlı, kibar ve seçkin bir şahsiyet olma yolunda ilerleyeceksin.

b) Halkın sevgisini ve güvenini kazanıp toplum tarafından sevileceksin.

Halkın sevgisi, paha biçilemeyen ve değeri takdir edilemeyen sermaye kabul edilir. Toplumun sana duyduğu güven senin en büyük hazinendir; dünya hazineleri arasında bu güvenin bir benzeri daha yoktur!.

c) Yaptığın iyilik, bu anlattıklarımızın da ötesinde, ahirette Allah-u Teâlâ katında senin için açılmış büyük bir hesap olacaktır. Bu hesabın artma ve büyüme oranı /miktarı nedir?

Allah, yaptığın her bir iyiliği on katı iyilik olarak hesabına geçmektedir![2]

Suyun ateşi söndürmesi gibi sadaka da günahı söndürür!

Sadaka olarak verdiğin şey katlanarak büyür ve on katına ulaşır. Ayrıca bir de fazlalık vardır! Nasıl?

Hadis-i şerîfinde Hz. Peygamber (s.a.v.) bize bildirmektedir ki Allah-u Teâlâ’nın bir hurma miktarı kadar da olsa helâl kazançtan verilen sadakayı sağ eli ile kabul ettiğini bildiriyor. Allah’ın sağ eli, hadiste gerçek anlamında kullanılmayıp kinayedir. Yâni Allah’ın, o sadakadan hoşnut olduğunu ve onu kabul ettiğini anlatır. Sonra daha başka?

Sonra Allah o sadakayı sahibi için büyütüyor...

Mutlak Yaratıcı olan Allah, o sadakanın, sanki yeni dikilmiş bir fidan, bir filiz ya da yeni doğan bir tay misali beslenme ve büyümesini üstleniyor, garanti ediyor.

Tay sahibinin tayına ne derece bakım ve itina gösterdiğini, tayına karşı olan şefkat ve merhametini elbette biliyoruz. Onu besliyor, temizleyip tımarlıyor, soğuktan ve kırağıdan koruyor, sıcaktan uzak tutuyor, yürüme alıştırmaları yaptırıyor. Ona en içten, en saf şefkat ve sevgiyi gösteriyor. Ta ki büyüyünceye, varlığı artıp gelişinceye ve güçleninceye kadar.

Şu kadarı var ki, bu tay ne kadar büyürse büyüsün asla dağ büyüklüğüne ulaşamaz.

Fakat,

Senin verdiğin o sadaka...

Hacim, ağırlık ve değer bakımından basit bir hurma... İrilik, yükseklik ve ululukta dağ gibi oluncaya kadar Allah’ın yemininde büyümeye devam ediyor. Onu dağ gibi büyütmek Allah için hiç de zor değil.

İşte burada iyilikler binlerce kere on katını aşıyor!

Sevgili gençler...

Her ne kadar iyilik, kendisine maddi değer biçilebilen türden birşey olsa bile, asla maddi ölçü ve kriterlere boyun eğmez! Özelikle de Allah-u Teâlâ katında...

Bir örnek vereyim:

Cebinde 10 liran olsa ve sen bu 10 liranın 1 lirasını muhtaç hak sahibine sadaka olarak versen infak etsen. Toplumun geçerli gelenek ve adetlerine göre cebindeki 10 lira 9 lira olmuştur. Fakat gerçekte ve Allah katında o 10 lira, 19 lira olmuştur.[3] Zira hayr-u hasenat yolunda harcadığın o 1 lira katlayarak büyümüş ve 10 katına ulaşmıştır. Sakın, ‘bu ahirette!..’ deme! Dünya hayâtı ile ahiret hayâtı, iman edip de takvayla kuşanan insanlar nezdinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Allah’ın Resûlü Muhammed (s.a.v.) ne kadar doğru söylemiş:

“Sadakadan dolayı hiçbir mal eksilmemiştir.”

Kavramanı istediğim diğer bir gerçek daha var:

Anlatıldığına göre; Hz. Aişe (r.a.) sadaka olarak vereceği dirhem veya dinarlara, onları fakirlere vermeden önce güzel kokular sürüyordu. Niçin böyle yaptığı kendisine sorulduğunda:

“Çünkü sadaka fakirin eline düşmeden önce Allah’ın eline düşer.” cevabını verdi.

Sadaka vermen ve böylece de verdiğin o sadakayı ebedi kılman gerekmez mi?

Allah seni korusun, sana yolunu göstersin ve adımlarını iyilik yapma yönünde doğrultsun.

Allah’ın selâmı üzerine olsun

İnsan İçin En İyi Arkadaş: Kur’an

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Kur’an okuyan mü’min, turunç meyvesi gibidir: Kokusu hoş ve tadı güzeldir. Kur’an okumayan mü’min, hurma gibidir: Kokusu yoktur ama tadı güzeldir.

Kur’an okuyan münafık, reyhan otuna benzer: Kokusu güzeldir ama tadı acıdır. Kur’an okumayan münafık, Ebûcehil karpuzu gibidir: Hem tadı acıdır hem de kokusu yoktur.

İyi arkadaş, misk taşıyan insana benzer: Misk taşıyan ya sana o kokudan hediye eder ya da ondan sana hoş kokular gelir. Kötü arkadaş ise körük çeken insana benzer. Körük çeken, ya sana kara bulaştırır ya da ondan sana pis dumanlar gelir.”

Ebû Davud

Kur’an...

Mü’min ve münafık...

Tad ve koku...

İyi arkadaş ve kötü arkadaş...

Bunlar hadis-i şerîfin konusunu ve eksenini oluşturan ana öğeler.

Kur’an’a gelince...

Kur’an, asıl hareket noktası ve merkezdir! Müsbet ya da menfi, yakınlık ya da uzaklık bakımından sözkonusu öğeler onun üzerine bina edilirler. Kur’an bu öğelerin, etrafında döndükleri eksendir.

Sevgili gençler...

Kur’an hakkında yapılacak bir konuşma alışılagelen, bayağı bir konuşma değildir. Aksine oldukça ciddi, ayrıntılı ve uzun süren bir konuşmadır. Ne var ki bu sayfalar bu konuşmanın yeri değil.

Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem bütün okyanus ve denizler de mürekkep olsa, Allah’ın sözleri bitmeden önce muhakkak bu kalemler ve mürekkepler tükenirdi. Hatta bu kalemler ve mürekkepler, aklın tereddütsüz kabul ettiği ilahi gerçekleri yazmaktan bile aciz kalırdı.

Allah’ın Resûlü Muhammed’in (s.a.v.) Kur’an hakkındaki sözlerinin sınırında durmak bize yeter. Hz. Peygamber (s.a.v.) Kur’an hakkında şöyle buyurmaktadır:

“O, Allah’ın kopmaz ipidir. O, hikmet taşıyan sözdür. O’nda sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi, aranızdaki anlaşmazlıkların hükmü ve çözümü vardır. Kim büyüklenerek O’nu terkederse, Allah o kimseyi helak eder. Kim de O’ndan başkasında hidayet ararsa, Allah o kimseyi saptırır. O hak ile bâtılı ayıran bir sözdür. O asla bir oyun değildir. İnsanı hayrette bırakan güzellikleri tükenmez. Çokça okunması sebebiyle asla eskimez.

Cinler Kur’an’ı dinlediler ve şöyle dediler: ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten harikulâde güzel bir Kur’an dinledik. Biz de ona iman ettik..”[4]

Açıklamanın bu sınırında duruyor ve en küçük bir ilave dahi yapmıyoruz...

Çünkü Allah’ın Peygamberi Muhammed’in (s.a.v.) sözüne bir harf dahi ilave etmek bizim haddimize değil. Hem ne ilave edebiliriz ki?!.

Kur’an ile birlikte yaşayan mü’min, turunç meyvesine benzer: Kokusu hoş ve tadı güzeldir. Tadı leziz, kokusu nefistir.

Hiç şüphesiz Kur’an Allah’ın sofrasıdır. Mü’min bu sofraya gelir ve O’nun temiz, güzel ve leziz yemeklerinden beslenir. Aldığı besin bedenine derhal canlılık ve dinçlik kazandırır. Hücrelerine ve damarlarına kan hücum eder. Yüzüne bir aydınlık gelir, gözleri ve alnı ışıl ışıl parlar.

Kur’an daima kurulu hazır bir sofradır. Bazen serilen bazende kaldırılan bir sofra değildir. Aklı ve kalbi aynı anda besler. Sofrada bulunanları mükemmel ve seçkin bir şahsiyet haline getirir. Toplum içinde onları en güzel bir yaşamın sahibi kılar. Onlar simalarından ve etrafa yayılan kokularından tanınırlar. Yaşamın günlük işlerinde veya karşılıklı yardımlaşma ve ticari ilişkilerde bulunma gibi sebeplerle diğer insanlarla biraraya geldiklerinde, tadlarının tatlı yakınlıklarının da leziz olmasıyla tanınırlar.

Nihayetinde insan ailesi ve toplumu içinde ahlâktan ibarettir.

Sevgili gençler...

Kur’an’ı ayrılmaz bir parçanız ve sürekli başvurduğunuz bir kaynak yaparak onu okumaya, anlamaya çalışmaya, vicdanınızda dosdoğru bir yol ve hayâtınızda dürüst bir yaşam tarzı edinmeye ne dersiniz?!.

Allah’ın sevgili peygamberi Muhammed (s.a.v.) sizin için en güzel örnektir. Mü’minlerin annesi Hz. Aişe’ye (r.a.)Allah Resûlü’nün (s.a.v.) ahlâkı sorulduğunda şöyle cevap verdi:

“O’nun ahlâkı Kur’an idi.”

Sevgili gençler...

Sakın, iyi olduğu ancak tadına bakıldığı ya da ağızda çiğnendiği zaman anlaşılan iyi cins bir meyve olmayın.

Sizden yayılan ve tekrar size geri dönen o güzel koku içinizde muhakkak kök salmalıdır.

Birden fazla ahlâkî faziletlerle süslenmek zorundasınız.

Bunun için derhal kendinizi Kur’an’a verin ve Kur’an okumaya başlayın. Gece ve gündüz huşuyla, edeple, verdiği öğüdü kabul ederek okuyun. Kesinlikle Kur’an’ı, boynunuzu süslediğiniz bir ziynet eşyası ya da duvarınızı süslediğiniz bir tablo yapmayın.

Kendilerine semavi bir kitap verilip de arkalarına atanlar ya da onu okumayıp, içindekilerle amel etmeyen de aksine onu oyun ve eğlence edinen insanlar ne zavallı, ne bedbahttırlar.

Onlar güzel kokuyu ve leziz tadı bırakıp gitmişlerdir.

Onlar demircinin körüğünü, siyah dumanını ve karasını misk sahibine tercih etmişlerdir...

Sevgili genç...

Kur’an’ı kendine, yalnız başınayken ve toplum içine çıktığın zaman her an beraber olduğun en candan arkadaşın ve yoldaşın yap. Kendin, ailen ve yakın akrabaların için bir yaşam biçimi edin. Bil ki, bütün bunları yaptıktan sonra senin iyi bir şöhretin, güzel bir namın, düzgün ilişkilerin ve aranan bir sevgin olacaktır.

Genç Kız Bedenini Örtmeli

HER GENÇ KIZ, BEDENİNİ ÖRTMEKLE YÜKÜMLÜDÜR

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

“Hz. Ebû Bekir’in kızı Esma, ince bir elbise giymiş olduğu halde Allah Resûlü’nün (s.a.v.) huzuruna girdi. Allah Resûlü (s.a.v.) Esma’yı o halde görünce ondan yüzünü çevirerek şöyle dedi:

–Ey Esma, kadın hayıza (büluğa) erince artık ondan şunun ve şunun dışında bedeninin hiçbir yerinin görünmesi uygun olmaz. (Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözlerini söylerken kendi yüzüne ve ellerine işaret etti.)”

Ebû Davud

“Anneler günü” bu asrın uyduruk bid’atı. Hakkında söylenen olumlu ya da olumsuz bütün söz ve görüntülere rağmen iyi anlamlar ve asil bir hedef taşıyor.

Fakat liderlere taç giydiren ve örnek şahsiyetler ortaya çıkaran idealizme gelince... O da, tamamı ya maddi ya da menfaatçi olan belli birtakım kriterlere tabidir.

Keşke bu kriterleri geliştirseydik; imanı ve bu imandan kaynaklanan esasları bu kriterlerin ilki ve zirvesi yapsaydık.

Sevgili gençler...

Bu başlangıç/giriş ile Allah Resûlü’nün (s.a.v.) beşinci nasihatını bildirdiği hadis-i şerîf arasında bizi bu konuşmayı yapmaya iten münasebet; Hz. Ebû Bekir’in kızı, güzide bir sahâbî hanım olan Esma’nın (r.a.) seçkin şahsiyetidir. Hz. Esma (r.a.) bebekliğinden ihtiyarlığının son demlerine kadar, hem kendi şahsında hem de aile içerisinde Allah’ın emirlerine olan tam bağlılığıyla daima ideal bir genç kız ve anne olmuştu.

Hayra yönlendirme ve annelik hakkında söylenmiş en muazzam ve ulvi sözlerden biri de Hz. Esma’nın (r.a.), oğlu Abdullah b. Zübeyir’e (r.a.)söylediği o meşhur veciz sözüdür. Oğlu Abdullah ‘Mekke’de, Abdülmelik b. Mervan’ın Haccac b. Yusuf es-Sakafi komutasındaki ordusu tarafından kuşatma altına alınmıştı.

Her birinizden o nasihat dolu sözü ciddi bir şekilde araştırmanızı ısrarla istiyorum. Çünkü o sözde sizi yakından ilgilendiren, size faydalı pek çok şey bulunmaktadır.

Bundan sonraki sözlerim sadece sevgili kızımadır. O, İslam’ın genç kızına... İslam evladının annesine... İslam’ın şimdiki ve gelecek neslin terbiyecisine ve istikbalimizin köşe taşına...

Hadis-i şerîfte geçen “uygun olmaz” sözü üzerinde biraz istiyorum. Çünkü bu söz, dayanak noktamızı oluşturmaktadır. Fitneye gelince o; sapıtmanın kavşağı, tehlikeli bir viraj, yoldan çıkışın uçurumu ve tali yolu çok olan bir caddedir. O derece ki bu caddede yürüyen insan sanki kendisini “Nasreddin Hoca’nın evinde” gibi hisseder. Ne tarafa dönse nihayetinde bir engele çarpar. Karşısına zifiri bir karanlık çıkar. Yitik vadilerde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan kör gibi aranır durur. Kurtulmak, çıkıp gitmek için ne bir yol bulabilir ne de bir gedik...

Bugün sıkıntısını çektiğimiz ya da özellikle gençlerimizin sıkıntısını çektikleri bela, fitne, şehvet, arzu, zevk ve haz kasırgaları budur. Bir çukurdan kurtulmalısın, mutlaka diğerine yuvarlanır.

Sonra cadde ve sokaklarda, halka açık genel alanlarda, park ve kulüplerde kol gezen fitne, yalnızca kendisine bela olmaz. Bilakis görünen ve görünmeyen fitneler, tellerde elektrik akımının akışı gibi, iki taraf -erkek ve kadın- arasında gider gelir.

Bugün toplumda hüküm süren ve kabul gören şey, fesad ve ahlâkî çözülmeden başka nedir?

Hangi insaf sahibi insan bunun ahlâkî çözülmeden başka birşey olduğunu söyleyebilir?

Fesad (bozgun) ve salah (huzur) bir çelişkinin iki zıt uçu.

Allah Resûlü (s.a.v.) , büluğ çağına erip kadınlık belirtileri ortaya çıkan Esma’yı ince elbiseler giymiş bir halde görünce mübarek yüzünü ondan çevirerek şöyle dedi:

“Ey Esma, kadın hayıza (büluğa) erince artık ondan şunun ve şunun dışında bedeninin hiçbir yerinin görünmesi uygun olmaz. (Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözlerini söylerken kendi yüzüne ve ellerine işaret etti.)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Esma’ya (r.a.); “Ey Esma, genç kız...” demedi; bilakis “Ey Esma, kadın...” dedi. Çünkü Esma henüz evlenmemiş olsa da genç kızlık çağını çoktan gerilerde bırakmış, olgunluk ve kemal çağına girmişti.

Bizzat kendisinin doğal olarak görülmesi caiz olan yüz; boya, krem ve pudraların doldurduğu yüz değil, aksine her türlü süs ve fitneden uzak, kozmetik sektörünün tuzağına düşmemiş olan yüzdür. Tabi bu doğal ve temiz yüzün görülmesi de ancak fitneden emin olunan durumlar için geçerlidir.

Aynı şekilde görülmesi dinimizce caiz olan el, faziletin kanına girmemiş olan eldir. Yoksa uzun, sivri, keskin ve boyalı tırnaklar değil!! Ama ne yazık ki bugün ayak tırnakları bile faziletin kanına girmekten, bu kokmuş kan balçığına dalmaktan kendini kurtaramamıştır?!

Genç kızlarımız küstahça ve hayâsızca bir meydan okuyuşla bu saygın nebevi nasihatın tam aksini yapıyorlar!.

Örneğin; genç kız önceleri bütün bu çirkin hallerden uzakta bulunurken büluğ (hayız) çağına erip olgunluk devresine girdiğinde, derhal süslenme ve güzelleştirme yöntemlerini uygulamada ve bedenin fitne çıkarıcı ve tahrik edici bölgelerini olduğu gibi açığa çıkaran elbise modellerini bulup geliştirmede son derece becerikli bir sanatkar oluveriyor!

Dosdoğru olan bir yaşam çizgisi eğrilip büğrülerek bozuluyor, yol sallanıyor ve toplum bir kargaşa içinde dalgalanıyor.

Müslüman genç kızım...

Sen ya istikamet ve hidayet kaynaklarından bir kaynak, ya da helak ve fesat uçurumlarından bir uçurumsun...

Ve bütün bunlar senin dünyana ve ahiretine yansımaktadır. Ya her türlü kötülükten uzak olmak (selâmet) ve sevap, ya da her türlü kötülük içinde olmak (şekavet) ve azap... Allah’tan kork, dürüst erkekler ve dürüst kadınlarla, Allah’a itaatkar erkekler ve Allah’a itaatkar kadınlarla, Allah’a hakkıyla iman eden erkekler ve hakkıyla iman eden kadınlarla beraber ol ki, en yüksek derecelere yükselesin.

Allah’ın selâmı üzerine olsun.

Gençler, Kendinizi Allah’ın Rahmetinden Mahrum Etmeyin

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) kadınlara benzemeye çalışan erkeklerle, erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanet etti.”

Buhârî, Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Bireyler, iç veya dış etkilerle zaman zaman değişim ve dönüşüm geçirirler. Milletler de bu özelliklerinde bireylere benzerler. Aynı bireyler gibi, kimi zaman kendi içlerinden kimi zamanlar da dışlarından kaynaklanan birtakım faktörlerin etkisiyle değişim ve dönüşüm yaşarlar.

Zaman olur bir milleti güçlü, kuvvetli, intizam içinde, ciddi, mükemmel bir yönetim ve asayiş halinde yüce bir makamda görürsün...

Bir zaman gelir görürsün ki, aynı millet zayıflamış, çökmüş bir haldedir. Güçlü milletlerin peşlerine kuyruk olmuştur. Her sesin ardı sıra koşmaktadır. Kendisini ölüme bile sürse her çobana kayıtsız boyun eğmektedir. İradesini açıkça ortaya koymaktan acizdir. Görüş ve kudreti de zorla elinden alınmıştır; kendi istediği doğrultuda hareket edemez, iş yapamaz.

Kendi keyif ve arzusuna göre konuşmayan Allah’ın Peygamberi, çağları delip geçen bakışıyla gayb perdelerinin ardını görüyor ve Allah’ın yaratmasını zorla değiştirip kadın ve erkek arasında var olan ayırıcı temel özellik, ölçü ve farkları sarsanları –lanetle– sakındırıp uyarıyor...

Hz. Peygamber belinde kılıç taşıyan bir müslüman kadın gördü. Yer savaş alanı olmadığı gibi seferberlik zamanı da değildi. Erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lanetler okuyarak mübarek sözünü söyledi.

Sadece bununla kalmadı... Bilakis bu laneti, kadınlara benzemeye çalışan erkekler için söyledikleri izledi.

Herbir kadın ve erkeğin aşmamaları gereken bir sınır, uymaları gereken toplumsal kurallar ve hayâtta taşıdıkları bir misyonları vardır. Kadın ve erkeğin kendi yaratılış, cinsiyet ve şahsiyetlerine özgün özellikleri vardır. Bu özelliklerde birinin diğerine benzemeye çalışması sınırın çiğnenmesidir. Bu ise herşeyin birbirine karışmasıdır.

Bu taşkınlık yaşadığımız çağda o kadar yayılmıştır ki artık genç kızların gözünde erkekleşmek medeni olmanın ölçüsü olmuştur. Aynı şekilde bu ölçü genç erkeklerde görülen kadınlaşma için de geçerlidir!

Bu taşkınlığı savunan ve onu revaçta tutanlar, bunun sadece bir dış görüntü -elbise, hareket ve davranış- olduğunu söylüyorlar. Onlar bu iddayı savunurlarken dış görüntünün iç âleme yansımasından ve bunun insan psikolojisi üzerindeki etkilerinden, kadın ve erkekten her birine yüklenmiş olan misyonun temellerini yitirdiklerinden gafil olduklarını zannetmiyorum. Erkek için bu misyon: Ailenin gerekli, bakım ve geçimini üstlenmeyi de içine alan babalık olurken; kadın için ise, aile fertlerinin terbiye ve eğitimini kapsayan anneliktir.

Müslüman genç kızım...

Dur, düşün ve câhillikten en güzel biçimde sıyrıl...

Ey genç adam...

Aynı şekilde sen de câhilce davranışları sürdürmeyi bırak.

Bütün asaleti, orijinalliği ve kendine has temel özellikleriyle seçkin ve saygın olan İslami şahsiyetinize dönünüz. Kendinizi ve ümmetinizi dalalet çukurlarından hidayetin zirvelerine yükseltiniz.

Ve –vallahi– bu koşunuzda Rabbinizin Kitabından ve peygamberinizin tavsiyelerinden başka bir şeye de sahip değilsiniz.

Ellerinizi Doğru Kullanın

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

“Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

Sizden hiçbiriniz kesinlikle sol eliyle yemesin ve içmesin. Çünkü şeytan sol eliyle yer ve içer.”

Mûslim, Ebû Davud, Tirmizî ve İmam Malik

Konuyla ilgili olarak aklıma Hz. Aişe’nin (r.a.) bir sözü geliyor. Hz. Aişe (r.a.)bu sözünde diyor ki:

“Allah Resûlü (s.a.v.) temizlik ve abdestinde sağdan başlamayı severdi.”

Abdest alırken yıkamaya önce sağ organlarından başlar, sonra sol organlarını yıkardı.

Hz. Peygamber (s.a.v.) temizlik ve abdestinde sağdan başladıktan sonra, diğer işlerinde de doğal olarak sağdan başlayacaktır...

Sevgili oğlum,

Çocukların pek azında sol eli ile iş yapma eğilim ve alışkanlığı (solaklık) baskındır. Bu özellikteki çocuklar bir şeyler yer ve içerken, yazı yazarken ve ellerini kullandıkları diğer işlerinde sağ yerine sol ellerini kullanırlar.

Çocukların sol ellerini kullanmaktan sakındırılmaları ve gerektiğinde de ikaz edilmeleri konusunda öncelik sorumluluk –ister anne–baba, ister öğretmen olsunlar– eğitimcilerin üzerine düşüyor.

Eğitimciler bu prensipten gafil olsalar bile sen ondan asla gafil olmayacaksın. Sağ elin başta olmak üzere tüm organlarını ‘organsal misyonlarını’[1] yerine getirmeye alıştıracak, yatkın hale getireceksin.

‘Organsal misyonları’ sözünü basa basa ve tam bir kesinlik ve kararlılıkla söylüyorum... Çünkü bedenimizdeki her bir organın, Allah’ın yaratılıştan kendisine yüklediği fıtri bir vazifesi vardır. Çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar ve gözlemler, henüz kavrayışın ilk merhale, kendilerine uzatılan nesneleri sağ elleriyle aldıklarını ve pek az çocuğun böyle bir durumda sol ellerini uzattıklarını ortaya koymaktadır.

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) seni, sol elle iş yaparak şeytanın yolunu izlemekten sakındıran nasihatı ise elbette bütün bu anlattıklarımızın üstünde bir yere sahiptir.

Evet, muhakkak sol elin de bir vazifesi vardır. Bu vazife ise, küçük veya büyük tuvaleti yaptıktan sonra temizlenirken kullanılmaktır...

Sevgili oğlum,

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) sünnetine sakın aykırı davranma. Çünkü bu, Allah’ın seçkin ve mükemmel olan kullarının sünneti (yaşama biçimi)dir.


Önünüzden Yiyin

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor:

“Bereket, yemeğin ortasına iner. Bundan dolayı yemeği kenarından yiyiniz, ortasından yemeyiniz.”

Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce

Amr b. Ebû Seleme (r.a.)ise şöyle anlatıyor:

“Ben Allah Resûlü’nün (s.a.v.) terbiye ve himayesinde olan genç bir çocuktum. Elim yemek tabağının her tarafına uzanıyordu. Bu durumumu gören Allah Resûlü (s.a.v.) bana:

–Ey çocuk!.. Allah’ın adını an (besmele çek), sağ elinle ve sana yakın yerden, önünden ye! buyurdu.”

Bereket ve edep... Mübarek peygamberî nasihatın belirgin iki teması.

Bereket nedir? Ne anlama gelmektedir?.

Bereket, Allah’ın mü’min kulları üzerine inen bir rahmettir. Onların duyu ve duygularına uğrayarak, oradan vicdanlarının en derin noktalarına nüfuz eder. Böylece Allah’ın rahmetine muhatab olan bu insanlar, gözleriyle görmeden önce basiretleriyle görürler, kulaklarıyla işitmeden önce kalplerinin titrek çarpıntılarıyla işitirler, dilleriyle tad almadan önce gönülleri ve ruhları ile tad ve haz alırlar.

Bereketin Allah katından bir rahmet olduğunu Allah Resûlü’nün (s.a.v.) geçen konuşmasındaki ‘iner’ sözünden anlamaktayız. Çünkü ‘inmek’ ancak yüksek bir yerden olur... ‘Yükseklik’ ise peygamberî örfte sadece İlahî Zât’a mahsustur!..

Bereket, nesnelerde ve somut şeylerde duyumsanamayan bir anlamdır. Bu bakımdan bereket, ruhun gıdasıdır. Ama Allah’a iman eden ve Allah ile irtibat halinde olan ruhun...

Yiyip içmeden hemen önce ve girişilen her işin başında Allah’ın adını anmak (besmele çekmek), o şeyin bereketini çoğaltacak ve hayrını arttırıp şerrini önleyecektir.

Bu durumu Allah’ın sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle açıklamıştır:

“(Bismillahirrahmanirrahim) ile başlamayan her iş noksandır.” Yâni eksiktir. Burada eksiklik, o işten bereketin kalkmasıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir başka hadisinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min bir tek mideyle, şeytan ise yedi tane mideyle yer.”

Niçin?!

Çünkü müslüman, yemeğine Allah’ın adını anarak başlar böylece o yemeğe hemen bereket iniverir. Ruh ve beden bakımından disipline olarak kontrol altına girer. Böylece az bir yemekle doyarak kendini çok yemenin getireceği zararlardan korur.

Ama diğerleri...

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) onları şeytana benzetmektedir. Onlar bereketin izlerini ve etkilerini asla göremez ve hissedemezler. Bundan dolayı onlar, yemeğe doymak bilmeyen oburlar gibi düşkünce ve müsrifçe atılırlar; ne yemekle karınları doyar ne de suya kanarlar. Sanki her birinin yedi tane midesi vardır.

Sofranın temizlik ve düzenini muhafaza etmek için kişinin aşırıya kaçmadan ve başkalarını incitmeksizin kendi önünden, tabağın kendine en yakın yerinden yemesi yemek âdâbındandır.

Sevgili gençler...

İslam, yaşamın açığa çıkan her manzara, şekillenen her görüntü ve meydana gelen her hareketinde bireysel ve toplumsal insanî ahlâka (âdâba) son derece önem verir ve özen gösterir.

Batı dünyası ‘protokol’ (yeme, içme, konuşma, oturma, kalkma, girme, çıkma, karşılıklı görüşme...vs. âdâbı) diye isimlendirdikleri bu âdâbı daha yeni tanımış ve bütün bu işler için esas ve prensipler koymuştur.

Fakat bu esas ve prensiplerin –istisnasız– tamamı, İslam ahlâkı (edebi) karşısında utanılacak bir duruma düşmekte ve eksik kalmakta; İslam ahlâkının ayakları dibinde süprüntü gibi dolaşarak günden güne gücünü ve etkisini kaybederek yok olmaktadır. Zira Batı’nın tanıdığı bu protokol, iftira yalan ve utanılacak birçok şeyle, İslam âdâbının gelişinden asırlar ve nesiller sonra iftira, yalan ve utanılacak birçok şeyle ortaya çıkmıştır.

İslam’dan başka bir dinin veya günümüzde –ya da geçmişte– mevcut olan başka bir toplumsal disiplinin, sistemin ve ideolojinin, İslam’daki gibi -insanın tuvalete giriş ve çıkışını dahi düzenleyen ve onu kontrol eden- âdâp kuralları koyduğunu bilmiyorum. İnşaallah, bu konuyu ileriki sayfalarda tekrar ele alacağız.

Sevgili genç...

Peygamberî nasihatın maksadının ne olduğunu kavrayıp, hedeflerinin sırrına erdin mi? Umulur ki peygamberi maksadı kavrayıp hedeflerin dahi sırrına erersin de Allah böylece seni dosdoğru yoluna ulaştırır

Doldurulan En Kötü Kap : Mide

Mikdam b. Ma’dikerib (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü’nü (s.a.v.) şöyle derken dinledim:

“İnsanoğlu, midesinden daha kötü bir kap doldurmamıştır. Bir kaç lokma belini dik tutmaya yeter. Eğer mutlaka midesini dolduracaksa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içmeye ayırsın ve diğer üçte birini de nefes alıp vermek için boş bıraksın.”

Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban

Sevgili genç...

Bu nasihat seninle doğrudan ilgilidir. Kaldı ki bu nasihatı öncelikle uygulamaya layık tek insan da sensin. Çünkü insan, çocukluk ve gençlik dönemlerinde ‘bedensel’ olgunlaşmanın başlangıcında olur. Yâni bedenin iç ve dış organları gelişimini tamamlayıp olgunlaşmak, yerli yerinde düzgün olmak, kuvvetlenmek ve çevikleşmek için belirli bir beslenme programına ihtiyaç duyar.

Beslenmede aşırıya kaçan veya çok fazla ihmalkar davranarak kendini zayıflıkla karşı karşıya bırakırsan, bunun etkilerini çok küçük yaşlardan itibaren görürsün. Sana hastalıklar, ağrılar ve rahatsızlıklar musallat olur. Ayrıca bütün bunların, duygu ve düşünce üzerinde de kötü etkileri bulunmaktadır. Aynı şekilde bu olumsuz etkilerin kalıtım yoluyla aile çevresinde de meydana çıkması söz konusudur.

Erken yaşlardan itibaren önlem ve tedbirini alırsan, bu kötü etkilerden ve bunların neden olacağı hastalık, ağrı ve rahatsızlıklardan korunur, sıhhatli olursun. Beden ve akıl sağlığını korur, aile çevrende afiyet üzere yaşamını sürdürürsün.

Hz. Peygamberin bu uyarı ve sakındırması mideye dâirdir. Çünkü mide hastalık yuvasıdır.

Mide yiyecek ve içecek deposu, besin fabrikası ve rahatlık ya da sıkıntı kaynağıdır. Nice tembellik, gevşeklik ve ağırlık duygusu, sevdiğin belirli bir yiyeceğe veya çok susadığın bir anda içeceğe, doymak bilmeyen bir obur gibi düşkünce ve müsrifçe atıldığın zaman sana musallat olmaktadır.

Hikaye olunur ki...

Süvarinin biri, çok önemli bir iş için çölde ilerliyoru. Elbisesi terden sırılsıklam olmuştu. Atı da ter içinde kalmıştı. Susuzluk süvarinin içini yakıp kavurmuştu... Bir müddet ilerledikten sonra uzakta bir çadır gördü. İçini kavuran susuzluk ateşini söndürecek bir içecek bulabilirim ümidiyle çadıra doğru ilerledi...

Çadırın kapısında genç bir bedevi Arap kızı onu karşıladı. Kız, yaratılıştan gelen ileri bir zeka sahibiydi. Bir bardak su getirdi. Ancak suyun yüzeyinde bir miktar çer çöp vardı... Susuzluktan içi yanan süvari suyu ağır ağır içmeye başladı. Bir yandan böyle ağır ağır suyu içerken, diğer yandan da boğazına kaçmasın diye parmak uçlarıyla suyun yüzeyindeki çer çöpleri ağzından uzaklaştırıyordu.

Adam suyu içmeyi bitirince genç kız, ona suya kanıp kanmadığını sordu. Eğer susuzluğu gitmiş ise Allah-u Teâlâ’ya hamdetmesini istedi. Fakat süvari kendisini, suyu doya doya içmekten alıkoyan çer çöpten dert yandı. Genç kız gülümseyerek ‘sendeki bu yorgunluk, ter ve susuzluğu görünce, suyun hepsini bir defada içip de kendine zarar verip eziyet etmeyesin diye onu ben kasten koymuştum’ dedi.

Süvari genç kızın zekasına ve uyanıklığına hayran oldu. Yaptıklarından dolayı teşekkür ederek oradan ayrıldı.

İşte bu Allah Resûlü’nün, aşırı susuzlukta ve diğer hallerde içeceği üç nefeste içmemizi bize sünnet kılmasıyla amaçladığı ve kastettiği şeyin ta kendisidir.

Şimdi birinin çıkıp da ‘Allah’ın Resûlü Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.) doktor muydu? Okuma yazma bile bilmeyen bir insan olduğu halde bu bilgileri nereden öğrendi? diye sorması haklı ve yerinde bir sorudur.

Bu soruya uzunca bir cevap vermek ya da ayrıntılı bir açıklama yapmak istemiyorum. Sadece şu kadarını söyleyeyim: ‘Bu, peygamberliktir!’ Hz. Peygambere iman eden, onu tasdik eden ve ona tabi olan insanlar için bu kadarı yeterlidir.

Sevgili genç,

Yüce Resûlün (s.a.v.) sünnetinin takipçisi olarak kendine, beden ve akıl sağlığına dikkat edip korumakla yükümlüsün.

Allah bütün salihlere velilik eder.

Yemekten Sonra Ancak Allah’a Hamd Ve Şükür Etmek Vardır

Enes b. Malik (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah, kulunun yemek yiyip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden ve su içip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden elbet hoşnut olur.”

Müslim, Tirmizî ve Nesaî

Sahâbe ve tâbiûn sözlerinden:

“Cennette bir kapı vardır ki oradan yalnızca çokca hamd edenler girerler.”

Gerçek hamd, hamd sözcüğünün anlattığı düşünce ve anlamı yaşamaktır. Yoksa hamd, içerikten yoksun, boş, kuru bir söz değildir!..

Hamd’in gerçek içeriği ise hoşnut ve razı olmaktır... Hareket noktası da kanaattir.

Her ne kadar biraz önce geçen hadis-i şerîf yalnızca yeme ve içmeyi söz konusu etmişse de Hz. Peygamber’in bu hadisi sadece yeme ve içmeyle alakalı değildir. Hadis-i şerîfte sadece yeme ve içmenin anılmış olması bu ikisinin, Râbbanî nimetlerin, ilahi lûtufların çok belirgin bir göstergesi olmasından dolayıdır.

İki göğüs kemiğinin arasından alıp verdiğin her bir yaşam nefesi, yaşamanın hâlâ devam ettiğinin delilidir. Bu yüzden alıp verdiğin her bir nefesle birlikte razı olmuş, kanaat etmiş, iman etmiş, huzur bulmuş bir halde Allah’a hamd eder, verdiği sayısız lütuflardan Allah’a şükür (teşekkür) edersin.

“Doğrusu Allah’ın nimetini sayacak olsanız, onu sayamazsınız.”[1]

Uzun uzun ve çokça düşünün...

Doğuştan gözlerini kaybetmiş bir kör elbet görmüşsünüzdür. Bütün yollar kendisi için karmakarışıktır. Her an ayağı sürçüp yere düşebilir. Ya da yolda giderken ansızın bir arabanın altında kalabilir... Bunu hiç düşündün mü?! Yaratmasında eşsiz olan Yaratıcı’nın, kainatın güzelliklerini her bir köşesindeki varlığının belgelerini sana gösteren ve seni tehlikelerden koruyan göz nimetinin kıymetini bildin mi?

Böylece, Allah’ın senin için takdir ettiği nimetlerden dolayı O’na hamd etmek suretiyle Allah’ın hoşnutluğunu kazanırsın. “Allah kulunun yemek yiyip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden ve su içip de bundan dolayı kendisine hamd etmesinden elbet hoşnut olur.” Allah’ın Peygamberi Muhammed (s.a.v.) elbet doğru söylemektedir.

Sevgili genç,

Her bir nimeti hatırla, onu an ve o nimetten dolayı Allah’a hamd etmenin getireceği sevabı ganimet bil. Böyle yaptığın takdirde Allah’ın şükreden (teşekkür) eden kullarından olursun.
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 11:02 Sebep: Kırık link!