Arama


Master Blue - avatarı
Master Blue
Ziyaretçi
4 Eylül 2008       Mesaj #2
Master Blue - avatarı
Ziyaretçi
Birlikte Yaşadığınız Kişilere Karşı Katı Olmayın

Cerir b. Abdullah (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İnsanlara merhamet[2] etmeyen kimseye Allah da merhamet etmez.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî ve İmam Ahmed

“Birbirinize merhamet etmedikçe gerçek mü’min olamazsınız.”

Bu söz üzerine sahâbe-i kirâm şöyle karşılık verdi:

–Ya Resûlallah. Hepimiz merhamet sahibiyiz!.

Hz. Peygamber (s.a.v.) ise onlara şöyle buyurdu:

–Bahsettiğim merhamet, sizden birinizin arkadaşına olan merhameti değildir! Fakat o, bütün insanlara, bütün herkese karşı olan merhamettir.”

Öyleyse.. merhamet ve iman birbirinden ayrılmayan iki öz kardeştir.

Fakat hangi merhamet?!

O, duyguların ağır basmasıyla gelmesiyle annenin çocuğuna, babanın oğluna, efendinin kölesine, beyefendinin hizmetçisine veya akrabanın akrabaya olan merhameti midir?!

Sevgili gençler...

Sizler en dar anlam ve sınırlarıyla merhametin abc’sisiniz. Doğal olarak bu durum, merhametin geniş ufkunu daraltmakta, kapsamlı muhtevasını küçültmektedir. Onun yayılıp genelleşmesine mani olmaktadır.

“İnsanların birbirlerine merhamet etmesi” anlamında genel merhamet, yedi kat gök üzerinden ilahi rahmetin (merhametin) bütün mahlukat üzerine inmesidir. Üzerine ilahi rahmet inen ümmet, derhal bir sevgi, şefkat ve dayanışma yumağı haline geliverir. Sağlam bir bina gibi bir güç ve desteğe kavuşur.

Halbuki mahlukat üzerine birbiri ardınca inen bu ilahi rahmet, Allah’ın yüz rahmetinden sadece bir tanesidir. İşte insanları, toprakta gezinen hayvanları ve göğün boşluğunda kanat çırpan kuşlarıyla tüm mahlukat, dünyadaki bu tek rahmetle birbirlerine merhamet ederler.

İnsan, kardeşlerinden veya arkadaşlarından tanıdıklarıyla karşılaştığı ya da bizzat onları ziyaret ettiği zaman onları görmekten dolayı sevinç duyar, içi açılır ve onlara güler yüz gösterip yakınlaşır. Maddi ve manevi ilişkilerinde eşine, çocuklarına ve yakın akrabalarına şefkat gösterir.

Mutlak insan gerçeği için bu böyle.

Ama Allah’a iman etmiş bir insana gelince; onun merhamet dairesi bütün insanlığı içine alacak kadar geniş ve kapsamlıdır. Tanısın ya da tanımasın, aralarında bir yakınlık olsun ya da olmasın karşılaştığı bütün insanlara sevgi ve merhametini gösterir.

Böylece bireysel ve toplumsal alanda başkalarından farklı olduğunu ortaya koyar. Bu farklılığıyla diğer fert ve toplumlardan seçkin ve üstün olduğunu gösterir. Ve ayet-i kerîme’nin müslüman ümmet hakkında haber verdiği durum gerçekleşir:

“İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahitler olmanız için...”[3]

Allah Resûlü’nün (s.a.v.) şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Allah gökleri ve yeryüzünü yarattığı zaman her biri göklerle yeryüzü arası büyüklüğünde yüz rahmet yaratmıştır. Bu yüz rahmetin birini yeryüzüne indirmiştir. İşte bu bir tek parça rahmet ile ana çocuğuna, vahşi hayvanlar ve kuşlar birbirlerine şefkatle davranıyorlar.”[4]

İslam, merhamet ve gözetimden çokça pay almaları gereken belli bir topluluğa dikkat çekmektedir. Bunlar da, İslami literatürde rahim denilen yakın akraba ve hısımlardır. Rahim sözcüğünün rahmet sözcüğünden türetildiğini ve aynı anlamı paylaştıklarını da hiç aklından çıkarmayasın.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Merhamet sahibi kimselere Allah da merhamet edecektir. Yeryüzünde bulunanlara merhamet ediniz ki gökte bulunan da size merhamet etsin. Rahim (akrabalık bağı) Rahman’dan bir parçadır. Kim akrabaları ile bağ ve ilişkisini sürdürürse Allah da onunla bağ ve ilişkisini sürdürür. Kim de akrabaları ile bağ ve ilişkisini koparırsa Allah da onunla bağ ve ilişkisini koparır.”[5]

Senin şefkatine ve iyiliğine en layık insan, sana şefkat ve iyiliği en çok olan insandır ki o da, anne ve babandır. Allah-u Teâlâ anne babaya iyilik yapmak hususunda şöyle buyuruyor:

“Onları (anne babanı) esirgeyerek üzerlerine tevâzu kanatlarını ger ve ‘Ey Rabbim.. onlar küçüklüğümde beni yetiştirirken nasıl merhametli davrandılar ise sen de onlara öylece merhamet eyle!’ diye dua et.”[6]

Sevgili gençler...

Peygamber Efendimizin (s.a.v.) yetime şefkat ve merhametle davranmakla ilgili hadis-i şerîfini, bu husustaki peygamberî öğüdünü ileriki sayfalarımızda inşaallah aktaracağız. Yetime kefil olarak onun bütün masraflarını üstlenip, işlerini yapmayı üstlenen kimsenin bu davranışından dolayı elde edeceği sevab ve mükafatın büyüklüğünü de o sayfalarda okuyacaksınız.

Ebû Hüreyre (r.a.)anlatıyor:

“Bir adam Allah Resûlü’ne (s.a.v.) gelerek kendi kalbinin katılığından dert yandı. Allah Resûlü (s.a.v.) ona:

–Yetimin başını okşa, fakiri doyur! buyurdu.

Aynı şekilde hasta, iş göremez, âciz, afetzede vb. insanlar da mü’minin merhamet ve iyiliğine müstehak olan hak sahibi insanlardır.

Sizler, insanlara iyi davranmaya, iyilik yapmaya, yardım etmeye, söz ve davranışlarınızda onlara karşı nazik ve yumuşak olmaya devam edin. Buna karşılık ücret ve mükafatın en güzelini size Allah verecektir.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Kötülükleri Değiştirelim

Ebû Said el-Hudri (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü’nü (s.a.v.) dinledim, şöyle diyordu:

“Sizden kim bir kötülük görürse hemen onu eli ile değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle, yok buna da gücü yetmezse kalbiyle.. Ama bu sonuncusu imanın en zayıfıdır.”

Müslim, İbn Mâce ve Nesaî

Allah-u Teâlâ ise kötülüğün değiştirilmesi hakkında Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[1]

Sevgili oğlum ve sevgili kızım...

İslam dünyası kötülükle çalkalanıyor, her yer fitne kaynıyor...

Müslüman ümmet hayâtın her alanında emrolunduğu; iyiliği emredip kötülükten men etmek (emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker) görevini âşikâre bir biçimde yerine getirmeyip hayra davet etmekten geri kalınca, toplumdaki gedik genişledi ve fitne tufanı her yeri sardı.

Üzücüdür ki bugün İslam ümmeti, genel yapısı itibariyle otudukları yerde yan gelip yatan tembel, atıl insanlardan oluşmaktadır. Dünya milletleri ilim, teknoloji ve medeniyet yarışında İslam ümmetini elbette çok gerilerde bırakmıştır.

Bu durumu hiç de yadırgamamalı. Zira Allah-u Teâlâ bize açıkca şu gerçeği haber vermiştir: Biz bu görevi yâni iyiliği emredip kötülükten men etmek görevini yerine getirdiğimiz takdirde dünya ve ahirette kazananlardan olacağız. Aksi takdirde kaybedenlerden olmak bizim için kaçınılmaz bir akibet olacaktır.

Sevgili gençler;

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) “Sizden kim bir kötülük görürse onu eli ile hemen değiştirsin...” buyurmaktadır.

Siz küçük dünyanızda, yaşıtlarınızın arasında bulunuyor iken, akranlarınızı iyiliğe çağırmakla kötülüğün değiştirilmesine yönelik bu büyük reformcu[2] hareketin de bir bölümünü yüklenmiş oluyorsunuz. Hem sadece dil ile de değil; bilakis güzel örnek, elinizi (gücünüzü) kullanarak ya da yapıcı bir hareket içinde yer alarak kötülüğü değiştirirsiniz.

Okul ortamında... arkadaşlık ilişkilerinde... ve aile çevresinde...

Okul ortamında daima çok çeşitli arkadaşlarla bir arada olursunuz. Bazen bu arkadaşlar arasında duygu ve düşünceleri kötü, yaşantısı çok fena veya sosyal ilişki ve ahlâkı bozuk olanlar da bulunabilir.

Size ‘o arkadaşınızdan uzak durun, onunla arkadaşlık yapmayın’ demiyorum. Bilakis onu değiştirerek böylece iki kazanç elde etmenizi istiyorum. Bu iki kazançtan biri o arkadaşınızın, sizin gayretiniz ile fenalık ve kötülük tuzağından kurtulması, diğeri de bu çalışmanız karşılığında Allah’ın size vereceği ücret/mükafaattır.

Arkadaşlık ilişkilerinde, o kötü arkadaşlardan bir tanesi sizi utanç verici, adi, aşağılık, çirkin işlerin içine çekebilir ya da fesatlıklar ve sapıklıklar uçurumuna ayağınızı kaydırabilir.

Ama yaratılıştan sizde var olan derin iman ve bilincinizle hem onu hem de kendinizi kurtarabilirsiniz.

Aile çevresinde, anne babanız, kardeşleriniz gibi size en yakın insanlarla ya da uzak-yakın akrabalarla beraber iken, onların yaşça sizden büyük olmaları, akrabalık şefkatiniz veya onlardan sağladığınız maddi ve manevi menfaatiniz kötülük ile onların arasına girmekten sizi alıkoymasın. Zira Hak uyulmaya daha layık ve müstehak, Allah’ın yolu gidilmeye daha uygundur.

Eğer kötülük ile toplumunuz arasında elinizle bir engel oluşturamıyorsanız, hiç olmazsa dilinizle iyiliği emrediniz. Ama bunu yaparken de sert, kırıcı sözler söylemekten şiddetle kaçınınız. Çünkü kaba sözler hedeflediğinizin aksine sonuçlar verir. Belki de sırf bu sözlerden dolayı gönüllerde kin, nefret galeyana gelebilir ve ilişkiler hiç de istenmeyen bir biçimde gelişebilir.

Güzel söze karşı sağır kesilmiş kulaklar ve bu sözün gereklerini yerine getirmekten gafil kalpler ile karşılaşabilirsiniz. Böyle bir durumda derhal onlardan uzaklaşın ve onları içinizden kınayın. Ama bu imanın en zayıfıdır!

Haşa! Allah’ın, kullarından ve davetçilerinden zayıf bir imanı kabul etmesi asla düşünülemez. Elbette öncü nesil sahâbede bizim için övgüye değer çok güzel örnekler vardır.

Sevgili çocuklarım;

Allah’tan niyazım odur ki, adımlarınızı hak yolunda sabit kılsın ve sizi iyiliği emredip kötülükten men eden kullarından eylesin.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Boş Gezen İnsanlarla Birlikte Olmak

Numan b. Beşîr (r.a.) anlatıyor:

Hz. Resûl (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah’ın sınırlarında duran ile bu sınırları aşan insanın durumu şuna benziyor:

Bir grup insan aralarında kur’a çekerek gemiye bindiler. Kur’a sonunda bir kısmı üst kata, bir kısmı da alt kata düştü. Geminin alt katında bulunanlar su almak istediklerinde üsttekilerin yanından geçerlerdi. Dediler ki:

–Biz payımıza düşen yerden bir delik açsak, üstümüzdekileri de rahatsız etmemiş oluruz.

Eğer üst kattakiler, alttakileri yapmak istedikleri ile başbaşa bıraksalar hep birlikte mahvolurlar. Eğer ellerinden tutup onları engelleseler hem kendileri, hem de onlar hep birden kurtulmuş olurlar.”

Buhârî ve Tirmizî

Allah’ın sınırları: Allah’ın yasakladığı haramlarıdır.

İnsan yaşamı boyunca iki emir arasında bulunur: Bir işi yapma emri ile yapmama, kaçınma emri... Her iki emir de insanı kötü bir yaşantıdan ve çirkin bir âkıbetten korumak içindir.

Kendi başına buyruk olup kafasının dikine giden, öğüt ve uyarılara karşı sağır kesilen, emrolunduğu şeyleri yapmayan, daha da ileri giderek, yapılması haram olan şeyleri yapan insan, hiç şüphesiz hem kendisine hem de toplumuna zulmetmiş, yazık etmiştir!

İki çeşit sorumluluk vardır:

• Bireysel (kişisel) sorumluluk

• Toplumsal (genel) sorumluluk

Bir çok sebep ve vesileyle birinci tür sorumluluk ikinci tür sorumluluğun alanları içine girer. Çünkü insan, varlık âleminde tek başına yaşayan bir canlı değildir. Bilakis toplumu meydana getiren parçalardan küçücük bir parçadır.

Sevgili oğlum;

Örneğin; sen ailen içinde bir fertsin. Ailen de ‘özgürlük’ davası ve safsatasıyla dağılması asla mümkün olmayan bir sosyal üniteyi oluşturur.

Bundan dolayıdır ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sınırlı özgürlüğün temel ilkelerini ve anahatlarını belirleyen nasihatı, asırlar ve nesiller boyunca beşeriyetin tanıdığı en doyurucu ve en mükemmel öğreti olmuştur.

İşte bu peygamberî nasihatı henüz küçük yaşında belleyip gaye ve hedefini kavrayabilirsen, hayâtının bütün aşamalarında buna göre yaşar, gelecekte de faziletli bir toplumun faziletli bir üyesi olabilirsin.

Hadis-i şerîfi, peygamberî öğüdü senin için biraz açmak ve basit bir biçimde açıklamak istiyorum:

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) anlatmak istediği şudur:

Bir grup insan denizde yolculuk yapmak istediler. Bunun için bir gemiye bindiler. Ancak sayıca kalabalık oldukları için aralarında yolculuk boyunca kalacakları yerleri bölüştüler. Kimilerinin payına geminin güvertesi, kimilerininkine de geminin bodrum katı düştü.

Geminin bodrum katında kalanlar, suya ihtiyaçları olduğu zaman güverteye çıkarak denizden su çektiler. Sağlam olmayan kaplarla o suyu taşıdılar. Kapları sağlam olmadığı için su etrafa dökülüyor ve o katta oturanların eşyalarına zarar veriyordu.

Güvertede oturanlar bu durumdan rahatsız oldular ve of çekmeye başladılar. (Hiç şüphesiz bu davranışları yanlıştı.)

Bundan sonra su taşıyan alt kat sakinleri arasında şu konuşma geçti:

– Şayet biz geminin altından bir delik açarak ihtiyaç duyduğumuz suyu oradan temin etseydik, üst katta oturanlardan hiç kimseye zarar vermezdik.

(Hiç şüphesiz bu da yanlış bir davranıştı.)

(Birinci yanlışlık, duyulan rahatsızlıktan dolayı meydana gelirken, ikinci yanlışlık ise iyi niyetten kaynaklanıyordu.)

Üst kattakiler alt kattakilerin gemiyi delerek su temin etmeye çalışmalarına ses çıkarmasalar muhakkak hepsi birden helak olurlar. Her iki gruptaki akıl sahipleri, düşüncesizce hareket eden arkadaşlarının bu isteklerine karşı gelirlerse hepsi birden kurtulurlar.

Sevgili genç...

Elbette başkalarının hürriyetinin başladığı yerde senin hürriyetin biter. Ancak çok dar bir çerçevede bireysel bir özgürlükten söz edilebilir.

Allah seni düşüncesizce hareket etmekten, başı boş kalmaktan ve pişman olacağın hataları yapmaktan korusun.

Hayırda Yardımlaşmak İslam Kardeşliğinin Sembolüdür

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu zalimlerin eline teslim etmez. Kim kardeşinin ihtiyacını karşılarsa Allah da onun ihtiyacını karşılar. Kim bir müslümanın sıkıntısını giderirse Allah da buna karşılık kıyamet gününün sıkıntılarından birini ondan giderir. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter.”

Ebû Davud ve Tirmizî

Sevgili çocuğum...

Hayât şartları ve tabii ihtiyaçlar okul ortamında, oturduğun muhitte veya sosyal çevrende seni diğer insanlarla dostça ilişkiler kurmaya zorlar. Tabi ki öncelikle seninle aynı yaşta olanlarla, ihtiyaç ve gereksinimleri seninkiyle benzer olanlarla...

Allah, bu karşılıklı yardımlaşma ve dostça ilişkilerde karşılıklı bulunma işini yerine getirmeni sana emretmiştir. Bu yardım­laşma ve dostça ilişkiler toplumu daha bir pekiştirecek, kaynaştı­racak, yek vücut yaparak gücünü arttıracaktır.

Allah-u Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“İyilik ve takvada yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yar­dımlaşmayın.”[1]

Hadis-i şerîf, iyilik ve takvada yardımlaşmanın bazı biçimle­rini şöyle açıklamaktadır:

“Müslüman müslümanın kardeşidir.”

Kardeşlik; üzerine yardımlaşma binasının kurulduğu temel­dir.

Bu, inanç kardeşliğidir; soy ve kan kardeşliği asla değildir. Bu yüzdendir ki bu kardeşlik, gözetilip önem verilmeye daha layık ve uygundur.

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hısım ak­rabalarınız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktu­ğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler (evler, konaklar, köşkler) size Allah’tan, Resûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevimli ise ve sevgili artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[2]

Ardından Hz. Peygamber (s.a.v.) bu kardeşliğin ilk adımını şu şekilde anlatıyor:

“Ona zulmetmez, onu zalimlerin eline teslim etmez.”

“Zulmetmez” sözünün anlamı gayet açık ve nettir. Yâni hiç­bir hakkına asla tecavüz etmez, inkar etmez.

Ama “Onu zalimlerin eline teslim etmez” sözüne gelince; bu sözün anlamı da şudur: Yâni onu, kendisine zulmeden zalimin eline teslim ederek zalimle başbaşa bırakmaz. Aksine zalimlere karşı onu savunup himaye eder, bunda da asla gevşeklik ve ihmal göstermez.

Birbirlerine acımak, yardım etmek, birbirlerinin davetine içtenlikle icabet etmek, birbirlerinin sıkıntılarını gidermek... vb. davranışlar kardeşlik ruhunu pekiştiren pek çok hadis-i şerîf var­dır.

Sevgili gençler...

Siz, kabiliyetiniz, gücünüz, maddi-manevi ve akli imkanları­nız nispetinde yaşıtlarınızla birlikte müslüman ümmetin gökde­lenlerinden birini meydana getirmektesiniz. Medeni bir toplu­mun binasının temellerini sabitleştirme alanında dünya milletleri için en güzel örneği bizzat ortaya koyuyorsunuz.

Dargınlık ve çatışma üzerine kurulu olan mevcut bütün ya­şam modellerinden uzak dur. Bencillik, çıkarcılık ve parçalanıp dağılmanın bütün şiddet ve katılığının görüldüğü bu yaşam mo­dellerine sakın ama sakın teslim olma.

Değişim için her an hazır ol ve değiş!.. Gaflete gömülmüş câhillerin yaşam modelini tam bir kararlılık ve ısrarla terket, on­lar gibi yaşamayı bırak. Açık bir akıl ve nurlu bir kalp ile yüce Rabbi’nin Kitab’ına ve sevgili Peygamber’in Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sünnetine dön. Zira dünya ve ahiret saadeti ancak bu ikisindedir.

Böyle yapanların Allah katındaki mükafatları ne güzeldir

İntihar Cinayetttir

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Dağdan aşağıya atlayarak kendini öldüren insan, cehen­nem ateşi içinde ebedi ve sürekli olarak kendisini dağdan aşa­ğıya atıyor olacaktır.

Zehir içerek kendini öldüren insan, cehennem ateşi içinde ebedi ve zehiri elinde sürekli zehir içiyor olacaktır.

Bir demir parçasıyla kendini öldüren insan, cehennem ateşi içinde ebedi ve o demir parçası elinde sürekli karnına vuruyor ve deşiyor olacaktır.”

Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî

Bütün bu görüntüler, intiharı, kendini öldürmeyi anlatmak­tadır.

Ayrıca kendini öldüren insana ahirette verilecek cezayı da bizlere haber vermektedir. Bu ceza; kendini öldüren insanın, cehennemde de kendisini tekrar tekrar aynı ölümle öldürmesi­dir. Ölümü yudum yudum içerek sıkıntılarını tekrar tekrar ebedi olarak tatmasıdır.

Nerede?!

Cehennem’de.

• Kendini cehennem vadilerine, tutuşmuş ateşinin derinlik­lerine doğru bırakır durur. Ateşinin alevinde tutuşur. Cehennem ateşinin derinliklerinde yuvarlanır durur. Bu onun için azap üs­tüne azap, işkence üstüne işkence olur.

• Zehiri elinde sürekli onu içip durur. İşkence ve harareti içine boşaltır. Her bir yudum zehirde tekrar tekrar helak olur. İçinden zehir dışından da cehennem ateşi onu dağlayıp kızartır. Eti ve kemiği iyice pişip fazlaca kızarınca, azap ve işkenceyi tek­rar tekrar tatması için ona yeni bir et ve kemik verilir.

• Elinde bir demir parçası sürekli kalbine saplayıp durur. Her bir saplamada ruhu uçar. Şiddetli sıcaklar ve alevlerle dört bir yandan sarılır.

Sevgili oğlum ve kızım...

Amansız bir hastalığa yakalanmış bir hastanın kendi canına kıydığını, imtihanda başarısız olan birinin intihar ettiğini, iflas etmiş bir tüccarın kendi hayâtına son verdiğini, büyük bir aşka düşmüş bir aşığın silahla kendini vurduğunu, zehir içtiğini veya kendini yüksekçe bir yerden aşağıya attığını zaman zaman duy­maktayız.

Böyle pek çok haber duymaktayız. Bu haberler sadece er­keklerle ilgili değildir. Kadınlar da aynı şekilde bu tür haberlerin konusu olmaktadırlar.

Bütün bunların sebebinin ‘ümitsizlik!!’ olduğunu, ümitsiz­likten kaynaklandığını görürüz.

İyileşmekten ümidi kesmek... başarıdan ümidi kesmek... ve hedefe ulaşmaktan ümidi kesmek...

Ne var ki ümitsizlik, Allah’a iman etmiş bir insanın kalbinde barınamaz. Mü’min bir insanın vicdanında ümitsizliğe asla yer yoktur. Çünkü;

“Kafirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümi­dini kesmez.”[3]

Kafir olmanın ötesinde, ondan daha büyük günah yoktur!

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymayın!”[4]

Muhakkak Allah cana kıymayı hem de mutlak cana kıymayı yasaklamıştır. Ya bu kıydığın, katlettiğin can senin kendi canın ise?! O can ki Allah onu sana bahşederek de yaşam ve varlığının sebebi kılmıştır.

Ey Allah’ın rahmetinden ümidini kesen zavallı insan! İntihar ederek kendi canına kıymakla ne büyük bir günah işlemektesin. Bu günahın sebebiyledir ki, dünyayı terkettiğin ölüm biçimi üzere cehennem ateşinde ebedi ve daimi kalmayı hak etmiş oluyorsun.

Sevgili gençler...

Allah hem sizleri hem de bizleri ümitsizliğe düşerek kafir ol­muş insanlar olmaktan korusun.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Anne Babaya İyilikte Bulunmak Cihad Hükmündedir

Abdullah b. Amr b. As (r.a.) anlatıyor:

“Bir adam Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gelerek cihada katılmak için kendisinden izin istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ona:

–Annen baban sağ mı? diye sordu. Adam:

–Evet sağdırlar, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) adama:

–Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et! buyurdu.

Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî ve Nesaî

İslam dinine göre cihad, menzillerin sonu ve arzuların en önde gelenidir.

Çünkü mü’min cihadı neticesinde iki güzellikten birini elde eder: Ya zafere kavuşur ya da şehid olur...

Düşmanlara galip gelip zafer elde ederek İslam sancağını yükseltmek ve yeryüzünde Allah’ın dinini hâkim kılmak ya da bu uğurda şehid olmak...

Şehidler için cennette, peygamberler sıddîklerin mertebesinden hemen sonra gelen ve pek çok insanın kıskandığı bir mertebe ve makam vardır. Şehidler bile şehâdet makamının yüceliğinden dolayı dünyaya tekrar gönderilmeyi, orada Allah için savaşıp tekrar şehid olmayı çok fazla arzularlar. Doğru sözlü, güvenilir Peygamber Muhammed (s.a.v.) bize bu şekilde bildirmiştir.

Her konuda önde gelen öncü nesil sahâbe, Allah’ın dinini savunmak, İslam’a zarar vermek isteyen müşriklerin kökünü kazımak için cihad meydanlarına koşuyorlar ve savaşçı birliklerin saflarına tereddüt etmeden katılıyorlardı.

Yaşı küçük sahâbîlerin halleri de aynıydı. Cihada katılmak isteyen topluluğun içinde, büyüklerinin hemen yanında duruyorlardı. Savaşa katılacak sahâbenin arasında, savaşçı olmak, savaşabilecek yaşta göstermek için ayak parmaklarının uçlarına basıyorlar ve böylece kendilerini uzun boylu göstermeye çalışıyorlardı.

Örneğin, Semre b. Cündeb adlı genç sahâbî böyle yapanlardan sadece biriydi. Yaşının küçük olması nedeniyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisini geri çevirmesinden korktuğu için parmak uçlarına basarak boyunu olduğundan uzun göstermeye çalışmıştı. Bununla da yetinmeyerek, yeterlilik ve gücünü ispat etmek için akranı olan bir başka genç ile güreşe tutuşmuştu.

Cihad bu...

Allah Resûlü (s.a.v.) cihadı, anne babanın nafakası için çalışmak ve onların rızasını kazanma uğrunda çabalamak ile bir tutmuş. Cihada katılmak için izin isteyen adama:

–Annen baban sağ mı? diye sormuştu. Adam:

–Evet, sağdırlar, cevabını verince bu kez ona:

–Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et! buyurmuştu.

Hz. Peygamber (s.a.v.) cihada katılmak için kendisinden izin isteyen adama yine cihad sözcüğünü kullanarak cevap verdi. Örneğin, ‘Onlar için çalışıp kazan’ ya da ‘onları koru, gözet’ yahut ‘onların işlerini idare edip yürüt’ gibi bir söz kullanmadı. Bilakis bu sözlerin yerine ‘Öyleyse onların rızasını kazanma uğrunda cihad et!’ dedi.

Allah Resûlü (s.a.v.) bu sözüyle, anne babanın –özellikle de iyice ihtiyarlayıp işten güçten kesildiklerinde– işlerini görüp yürütmenin ne derece önemli ve saygın bir davranış olduğunu anlatıyordu.

Sevgili gençler...

Hiç şüphesiz anne babalar, ciğerpareleri olan çocuklarını ilim ve ahlâk sahibi kılmak, onlara rahat bir yaşamı sağlaya bilmek için ellerinden gelen hiçbir çabayı esirgemezler. Çocukları için hayâtın acılarına, her türlü sıkıntılarına göğüs gererler, katlanırlar.

En azından, bize ikram ettikleri ya da bizim için yaptıkları fedakarlıkların basit de olsa bir bölümünün bedelini ödeyebiliriz. Bir gün bizim de aynı ömür merhalesinden geçeceğimizi ve aynı durumlara düşeceğimizi aklımızdan hiç çıkarmayalım.

Hikaye olunur ki;

Bir ihtiyar adamcağız vardı. Elleri ve ayakları titriyordu. Bir gün sofrada yemek yerlerken tabağını elinden düşürdü ve tabak kırıldı. İçindekiler sofranın üzerine döküldü. Evin gelini bu duruma çok sinirlendi ve bundan sonra yemeğini mutfakta yalnız başına ve tahta bir tabaktan yemesi gerektiğini ihtiyara öfkeyle söyledi.

İhtiyar adam bir gün bu şekilde yalnız başına mutfakta yemeğini yerken, kendisini çok seven ve onunla oturmaya alışmış olan küçük torunu yanına geldi. Dedesine niçin bu şekilde ezilip büzülerek mutfakta, evin bir köşesinde, tek başına yemek yediğini sordu. İhtiyar dede, torununu kucağına aldı, poposuna hafif hafif vurarak pışpışlamaya başladı.[1] Bir yandan da torununa bunun ihtiyarlığından dolayı böyle olduğunu anlatıyordu.

Küçük çocuk derhal dedesinin kucağından kalktı. Bir tahta parçası alarak onunla bir şey yapmak istermişcesine keserle yontmaya başladı. Bu durumu gören annesi ne yaptığını sordu. Çocuk derhal cevap verdi:

–İki tahta tabak yapacağım. İhtiyarlayınca kullanasınız diye, birisi senin diğeri de babam için...

Kadın kendinden utandı. Artık tekrar eskisi gibi ihtiyar dedeye saygılı davranmaya, ona karşı sevecen olmaya ve onunla iyi geçinmeye başladı



İslamî Şahsiyet, Her Türlü Durumda Olumlu Ve Yapıcı Rol Oynar

Huzeyfe b. el-Yeman (r.a.)anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Biz insanlarla beraberiz. İnsanlar iyilik yaparlarsa biz de iyilik yaparız, onlar kötülük yaparlarsa biz de kötülük yaparız, diyen düşünce yoksunu, kararsız, zayıf karakterli insanlar olmayınız. Aksine nefsinizi iyilikte sabit tutunuz da insanlar iyilik yaptıklarında siz de iyilik yapın, kötülük yaptıklarında zulme yer vermeyiniz.”

Bir başka rivayette ise son bölüm şu şekildedir:

“Kötülük yaptıklarında kötülüklerinden uzak durunuz.”

Tirmizî

Muhterem hocamız Prof. Dr. Muhammed Gazali bu konuda şu açıklamaları yapmıştır:

“Zayıf insan; toplumdaki yaygın geleneğin kendisine baskın geldiği ve bütün amellerine tahakküm ettiği insanlardır. Hatta bu gelenek onu dünya ve onun ahirette sıkıntılara soksa bile bu böyledir.”

İnsanlar sevinç ve üzüntülerini ortaya koyarlarken çeşitli bid’atler uydurdular. Dinin bizzat kendi gerçeklerine sarıldıklarından daha sıkı bir biçimde bu bid’atlere sarıldılar.

Ama gerçek mü’min, Allah’ın dininde herhangi bir dayanağı olmayan şeyleri önemsemez. O, bu örf ve geleneklere cesurca karşı koyduğu için ileride pek çok sıkıntı, meşakkat ve inkarla karşılaşacaktır. Ne var ki, Allah’ın dinini yaşama hususunda kendisini kınayan insanların kınamalarından endişe etmek ve korku duymak ona yakışmaz. Ona yakışan; eleştirilerin şiddet ve katılığına, ağır sözlere aldırmaksızın hedefine doğru yol almaktır.

Bir dönem insanlar nezdinde revaçta ve değerli olup da, ardından güçlü mü’minlerin başını ezdikleri bâtıl,[2] taraftarları ne kadar çok olursa olsun varlığını uzun süre devam ettiremez. Günümüzde, bâtıl uğrunda mücadele veren nice insan sonradan mü’minlerden doğruyu öğrenerek İslam’ın saflarına katılmaktadır.

İbn-i Abbas (r.a.)anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Her kim insanları hoşnut etmek pahasına Allah’ı kızdırırsa, Allah ona hem kendi öfkesini indirir, hem de Allah’ı kızdırmak pahasına hoşnut ettiği insanların öfkesini üzerine çeker. Her kim de insanları kızdırmak pahasına Allah’ı hoşnut ederse, Allah ondan hem kendisi hoşnut olur, hem de Allah’ı hoşnut etmek pahasına kızdırdığı insanları ondan hoşnut eder. Hatta o insanın hem kendini, hem sözünü, hem de amelini kendisine kızan o insanların gözüne güzel gösterir.”[3]

Müslüman kesin olarak iman ettiği şeyler üzerinde sebat etmelidir. Câhil insanların örf ve geleneğine aykırı olarak, kendisi için Allah’ın hoşnut olacağını umduğu bir yaşam modeli belirlediği zaman insanların alay ve inkarlarını asla önemsememelidir.

Madem ki asılsız şeylere olan iman, birtakım müntesiplerini mü’minlerle alay etmeye ve öfkeyle üzerlerine hücum etmeye kadar götürebilmektedir; o halde İslam dinine olan imanda, mü’minleri, yerinde sabit duran ulu dağlar gibi güçlü kılmalıdır:

“Seni gördükleri zaman ‘Bu mu Allah’ın peygamber olarak gönderdiği?’ diye hep seni alaya alıyorlar. ‘Şayet tanrılarımıza sebat göstermeseydik, gerçekten bizi neredeyse tanrılarımızdan saptıracaktı!’ diyorlar. Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler!”[4]

Sevgili genç...

Evet... artık müslüman, İslamî şahsiyetindeki gücünün ve gönlündeki iman şaheserinin bilincinde olmalıdır. Sahip olduğu bu inancı ve imanı çevresindeki insanlara kabul ettiremiyorsa bile kendisi ulu bir çınar gibi dimdik ayakta kalacak, her yanı sarmış olan çirkinlikler onu beraberinde sürükleyemeyecek, birbirini döven şiddetli dalgalar onu içine çekemeyecektir.

İmanından güç ve izzet alan ve Rabbiyle olan irtibatının, dininde istikamet üzere olmasının kendisine verdiği gücün bilincinde olan bir mü’mine insanlar ne yapabilirler ki?!.

Hepsi birden onun üzerine çullansalar bile, ona asla ne küçük ne de büyük bir zarar veremezler.

Haya İmandandır

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) anlatıyor:

“Bir gün Alah Resûlü (s.a.v.) Ensar’dan bir adamın yanından geçiyordu. Bu adam, bir din kardeşini hayâ etmekten men ediyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) ona dönerek:

–Ona ilişme, zira hayâ imandandır! buyurdu.

Buhârî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce

Yine rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün Hz. Aişe’nin (r.a.)evinde istirahat ediyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.)girmek için izin istedi, izin verildi. Allah Resûlü (s.a.v.) bu sırada arkasını bir şeye yaslamış oturuyordu. İnciklerinin[1] bir bölümü açılmıştı.

Ardından Hz. Ömer (r.a.) girmek için izin istedi, ona da izin verildi. Ancak Allah Resûlü (s.a.v.) istifini hiç bozmadı.

Biraz sonra Hz. Osman (r.a.) geldi, girmek için izin istedi. Ona da izin verildi. Fakat Allah Resûlü (s.a.v.) bu kez oturduğu yerde derhal doğruldu, kendine çeki düzen verdi.

Gelenler gidince Hz. Aişe (r.a.) Allah Resûlü’ne (s.a.v.) bu davranışının sebebini sordu. Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle cevap verdi:

“Kendisinden meleklerin bile utandığı bir kimseden ben utanmayayım mı?!”

Sevgili gençler...

Her ne kadar bu olay Hz. Osman hakkında bir menkıb[2] gibi görünse de, gerçekte O’nun hayâ ahlâkını gözler önüne sermektedir.

Hz. Osman’ı ‘çok utangaç, çok iffetli... diye niteleyen yine bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisidir. Ama elbette Hz. Peygamber, hayâ vasfında çok daha ileri bir derece ve makamdadır.

Sevgili gençler...

Saygı, şefkat, nezaket, güleryüzlülük ve alçakgönüllülük bakımlarından hayâ, insandaki ahlâkın doruk noktasıdır.

Hayâ ancak şu üç şeyle; söz, bakış ve davranışla ortaya çıkar.

• Söz...

Hayâlı söz; müstehcenlik, çirkinlik ve aşağılıktan uzak, iffetli, onurlu, her türlü ilişkilerde inci taneleri gibi uyumlu, düzgün ve güzel sözdür.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) : “Güzel söz sadakadır..” demedi mi?!

Ne gariptir ki kimi ailelerin, daha konuşmaya başlar başlamaz çocuklarına ilk öğrettikleri söz, küfür literatüründen özenle seçilmiş çirkin sözleridir. Çocuklarının küfürlü konuşmaları, aileleri memnun ediyor, onlar bununla sevinç duyuyorlar. Kahkahalar atıyorlar. Bu çocukların hayâ üzerine eğitilmeleri nasıl mümkün olacaktır?!

• Bakışlar...

Zira gözü haramdan ve rahatsızlık veren her görüntüden sakınmak hayâ ahlâkındandır.

Rivayet edilmektedir ki; Allah Resûlü (s.a.v.) Antere b. Şeddad el-Absi’nin:

İndiririm görünce komşumu karşımda bakışlarımı

Girinceye değin evine yeniden komşumun kadını.

Şeklindeki şiirini duyunca şöyle buyurmuştur:

“Ben Antere dışında, bana vasıfları anlatılan hiçbir Arap gencini görmeyi arzu etmedim.”

Bu sözüyle Hz. Peygamber (s.a.v.) hayânın faziletine dair beğenisini açığa vurarak onun sahâbesinin ve tüm müslüman-ların gönüllerinde olması gereken değerini göstermek istemiştir.

Sizler öyle durumlarla karşı karşıya kalacaksınız ki, bu durumlar karşısında siz bakışlarınızı indirmek, başınızı çevirmek zorunda kalacaksınız gerektirecektir. Böylesi durumlar yaşadığımız çağda ne kadar çoktur!.

Kendisiyle çocukluğunuzu ve gençliğinizi süsleyeceğiniz ve hem kendiniz hem de toplumunuz doğru yolu bulsun diye vicdanlarınızın derinliklerinde kökleştireceğiniz hayâ ahlâkına olan ihtiyacınız ne kadar da fazladır!.

• Davranış...

Bu ise ancak bedenin organlarıyla gerçekleşir.

Hareket, davranışın yönü ve adresidir. Gidişat ve davranış hakkında haber verir. Hareket, iç denetim ve vicdan kontrolünden uzak olduğunda bir sağa bir sola yalpalar ve... zararlı olur.

Aileyle, tanıdıklarla ve bütün insanlarla olan ilişkilerde hareketin durumu budur.

Sevgili gençler...

Elbet, siz de biliyorsunuz ki hayâ, kişinin kendi şahsından başlayarak basamak basamak diğer insanlara uzanır. Aynı şekilde yine çok iyi biliyorsunuz ki gönlünüzde taşıdığınız derin Allah inancı, adım adım her yerde her an sizinle birliktedir.

Yalnız başınıza kaldığınız kimi zamanlarda hayâ edebini aşan birtakım davranış ve eylemlerde bulunabilirsiniz. Ancak o çirkin işi yaptığınız esnada yalnız başınıza olduğunuzu zannetmeniz, saçma bir düşünceden başka birşey değildir! Zira siz her an Allah ile berabersiniz... Bilesiniz ki Allah, yalnız kaldığınız zamanlarda bile kendisinden utanılmaya en layık ve uygun olanıdır. Yanınızda hiç kimsenin bulunmadığı bir zamanda bile hayâ edebine aykırı o çirkin davranışı yapamamışken insanlar içinde nasıl yaparsınız?!

Söz buraya gelmişken, doğru sözlü ve güvenilir Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisine tekrar kulak veriyor ve O’nun: “Hayâ imandandır!” öğüdünü hatırlıyoruz. Hatırlatma, ancak akıl sahibi olan, düşünen ve bütün kalbi ile kulak veren insanlaradır.

Bütün kalbinizle bu peygamberî öğüde kulak vereceğinizi ümit ediyorum,

Güzel Ahlâk, Olgun İmanın Göstergesidir

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“İmanca mü’minlerin en olgunu, ahlâkı en güzel olan ve ailesine en yumuşak davranandır.”

Tirmizî ve Hakim

Ahlâk...

Pek çok biçimi ve bölümü vardır.

Yaşantıyı ilgilendiren hiçbir alan veya davranışa ilişkin saha olmasın ki, orada ahlâktan söz edilmesin. Ahlâk derinleşip kök salmış ve iyice yerleşmiş ise, birey ve toplumu sağlam, sabit, dosdoğru bir karakter üzerine kurar. Ama zayıflamış, yavaş yavaş çözülmeye ve dejenere olmaya yüz tutmuş ise, birey ve toplumu dönüşü olmayan bir sona yuvarlar.

Hikmet ehlinin öyle sözleri var ki, ne yazık ki çokça tekrarlanmaktan ve olur olmaz yerlerde delil olarak öne sürülmesinden dolayı etkisini kaybetmiş, değerlerin ulvi dünyasından donuk harflerin alçak zeminine düşmüştür.

Bu güzel sözlerden birisi de Hafız İbrahim’in aşağıdaki şiiridir.

Bir millet ancak ahlâkı ile ayakta kalır

Ahlâkı çökmüş bir millet ergeç yıkılır.

Bu şiiri güzel bir yazı halinde yaldızlı bir çerçeve içinde asılı olarak pek çok yerde görmüşüzdür. Ama ne yazık ki sadece bulunduğu mekanı süslesin diye asılmıştır!

Bu şiiri görürüz, okuruz, sonra geçip gideriz. Gönlümüzde ne bir etkileşim meydana getirir ne de bir tepkime.[3]

Hakikat şu ki, milletlerin varlıklarını devam ettirebilmeleri ve ilerleyebilmeleri, hiç şüphesiz ahlâk ile paralellik arzetmektedir.

Tarihi derinlemesine inceleyip milletlerin hayâtlarına inceden inceye vâkıf olan, onların yaşantılarının özüne ve görünen dünyalarına nüfuz etmiş insanlar çok iyi bilirler ki, tarihten silinmiş milletler önce güç, egemenlik ve saltanatlarını; ardından da kalıcılık ve devamlılıklarını ziyan etmişlerdir. Bunların sebebi ise ahlâkî çözülme ve İslam dini dairesi dışına çıkmaktan, sapmaktan başka birşey değildir.

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) bu nasihatında bize iki şeyi öğretiyor. Bunlardan biri genel, diğeri de özel karakterdedir.

• Genel olan şudur: Genel çerçevesiyle, geniş anlamıyla güzel ahlâk... Hz. Peygamber (s.a.v.) güzel ahlâkı mü’min insanın kalbindeki imanın olgunluk ve mükemmelliğine bağlamıştır. İmanca mü’minlerin en olgunu ahlâkı en güzel olanıdır.

Sevgili gençler...

Hiç kuşkusuz bu durum, müslümanın inancına göre, dünya hayâtı ile ahiret hayâtı arasında var olan kopmaz bağlantının bir tezâhürüdür. Bu iki hayâtı birbirinden koparmak, ayırmak asla mümkün değildir. Bu bağlantı nedeniyledir ki ne dünya hayâtında bir zarara uğramak söz konusudur ne de ahiret hayâtında... Ne çökme, ne dağılma, ne yokolma ve ne de cehennem. Doğrusu cehennem ne kötü sondur...

Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Kıyamet günü meclisce bana en yakın olacak olanlarınız, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.”

Dünya kazancı olan mutlu ve onurlu bir yaşam da, ahiret kazancı olan Hz. Muhammed’e (s.a.v.) yakın olmak da güzel ahlâklı olmayı zorunlu kılıyor.

Bize kaça mal olur?! (Ticaret dili ile anlatım). Hiçbir şeye!!

Tüccar, insanlarla olan ticaretinde zaman zaman zarar edebilir; ama Allah ile yapılan bir ticarette asla kesada uğramak yoktur.

• Özel olan da şudur: Aileye ve akrabaya yumuşak, nazik davranmak iyi muamelede bulunmaktır. Aşağıdaki hadis-i şerîf de bu anlamı pekiştirir:

“Sizin en iyiniz, ailesine ve akrabalarına en iyi davrananınızdır. Ben kendi aileme ve akrabalarıma hepinizden daha iyi davranıyorum.”

Anne babaya, kardeşler ve akrabalara iyi davranmanın vesile ve yolları elbette bir taneyle sınırlı değildir.

Onları dinleyip isteklerini yerine getirmek, onlara karşı saygılı olmak, hürmet etmek, nazik davranmak gibi yol ve vesilelerle iyi birer evlat olun; siz kazanıp siz kârlı çıkarsınız. Allah sizi en güzel şekilde gözetsin ve korusun.

İslam Yumuşaklık Dinidir

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Allah yumuşak huylu ve naziktir. Bütün işlerde yumuşaklık ve nezaketi sever.”

Buhârî ve Müslim

Bir önceki hadis-i şerîfte yer alan aile ve akrabaya yumuşak davranma ahlâkını ele almıştık. Bu hadis-i şerîfte ise, bir derece daha ileri giderek, bütün işlerde yumuşak ve nazik olma vasfını anlatacağız.

Bütün işlerde yumuşak ve nazik olmak niçin?!

Çünkü Allah yumuşak huylu ve naziktir.

Yumuşaklık; nezaket, şefkat ve acıma duygularından kaynaklanır.

Çünkü Allah-u Teâlâ, en yüce nazik dosttur. Bunu yüce Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.) bize böyle öğretmiştir.

Nasihatın özünden uzaklaşmak ya da sözü çok fazla uzatarak hedefinden sapmak istemiyorum.

Çünkü Allah yumuşak huylu ve naziktir. Bundan dolayı her işimizde ve her halimizde bize kolaylık gösterir, hoşgörü ile davranır. Himayesi bizi dört bir yandan sarar, şefkat ve merhameti bizi çepeçevre kuşatır. Varlık âlemindeki en küçük atomdan, sonsuz kainata ve ezelden ebede kadar içine alır bizi kuşatır.

Bu yüzden... kendimize, diğer insanlara, eşyaya ve hayvanlara kolaylık gösterip yumuşak davranmamız ve nâzik olmamız farzdır.

Bütün hal ve hareketlerimizde, bütün işlerimizde kendimize karşı yumuşak ve nazik davranırız. Zira Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükler ve ancak onunla yükümlü tutarız.”[4]

Irkı rengi ve yaşı ne olursa olsun bütün insanlara yumuşak ve nazik davranırız.

Allah’ın bizim için, yaşantımızı kolaylaştırsın diye yarattığı eşyaya da yumuşak ve nazik davranırız.

Aynı şekilde hayvanlara da...

Yumuşaklık ve nezaketi Allah’ın Kitab’ında bizim için koyduğu prensipler ve kriterler çerçevesinde ve sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.) sünneti doğrultusunda belirler ve bir disipline bağlarız. Bu konuda en küçük bir ifrat ve tefrit, aşırılık ve gevşeklik göstermeyiz. Her işimizde ve davranışımızda akıl ve mantığı hakem yapar, bunların gösterdiği doğrultuda hareket ederiz.

İyilik ve Takvada Yardımlaşmak

İYİLİK ve TAKVADA YARDIMLAŞMAK GERÇEK KARDEŞLİĞİN SEMBOLÜDÜR

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm verdiğinde selâmını almak, hastalandığında ziyaret etmek, vefat ettiğinde cenazesini uğurlamak, davet ettiğinde davetine icabet etmek, aksırdığında rahmetle dua etmektir.”

Buhârî, Müslim ve Ebû Davud

Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı çoktur. Bu haklar­dan bazıları, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkladığı ve yerine getirilmesini tavsiye ettiği beş haktır.

Bu beş hakkı kısaca açıklayalım:

Selâmı Almak

Bilakis selâmı yaymak ve yaygınlaştırmak.

Sevgili gençler...

Çünkü, Allah Resûlü (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Yemek yediriniz, selâmı yayınız, insanlar uyurlarken gece namaz kılınız; selâmetle cennete giresiniz.”

Allah-u Teâlâ da Kur’an’ında bakın şöyle buyurmaktadır:

“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha gü­zeli ile o selâmı alın; yahut aynı ile karşılık verin.”[1]

“Orada birbirlerine esenlik dilekleri ise ‘selâm’dır.”[2]

Pek çok İslam ülkesinde, müslüman bireyin şahsiyetini ve hatta genel sosyal yapıyı sarsan, sıkıntıya sokan işlerden bir ta­nesi de, müslümanların hem biçim hem anlam olarak gayr-i müslim milletlerin selâmını benimsemiş olmalarıdır. Müslüman halklar selâmlaşırlarken, ‘bonjour’ ve ‘bonsuar’,[3] ‘günaydın’ ve ‘tünaydın’[4]... ya da ‘iyi günler’, ‘iyi akşamlar’, ‘iyi sabahlar’, ‘hayırlı akşamlar’, ‘hayırlı sabahlar’... diyorlar.[5] İslam’ın saygın selâmı ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetûllahi’ sözünü unutmuşlar, çok ender kullanıyorlar.

Selâmı yaymak, herkese selâm vermekle gerçekleşir. Zira herkese selâm vermek, davranış edebine ve dostça ilişkiler ku­rup tanışık olma prensibine bağlılığın bir gereğidir.

Sevgili gençler...

Sizler bu edebi ve prensibi yerine getirmeye en layık, en uygun müslümanlarsınız. Çünkü sizler, henüz sosyal hayâtın başlangıcındasınız. Küçüklüğünüzden itibaren kendinizi bu edeb ve prensibe alıştırır ve birbirinize selâm verip alırsanız... gönül ve ruhlarınız peygamberî edebin ışıltılarıyla büyür, yetişkin birer insan olursunuz.

Hastayı Ziyaret Etmek

Hasta ziyareti, bir çeşit tesellidir; bireyler arasında sosyal bağları sağlamlaştırır ve dostça ilişkileri güçlendirir. Zira Pey­gamberimiz’in (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde haber verdiği gibi “Müslüman müslüman için, birbirine kenetlenip destek ve­ren müstahkem bir binanın tuğlaları gibidir.”

İşte bu peygamberî edeb ve yüce tâlimat, küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın vicdanlarına nüfuz edip orada yer edine­bilirse, geçen zamanla birlikte orada iyice yerleşecek, derinlere kök salarak büsbütün sağlamlaşacaktır. Kökleri, tertemiz besini emerek iyice beslenecektir. Gövde ve dalları güçlenip sertleşe­cek, artık ona hiçbir rüzgar zarar veremeyecek ve hiçbir fırtına onu yerinden sarsamayacaktır.

Beraber ilim meclislerine gittiğimiz arkadaşlarımızdan ya da okulda birlikte olduğumuz sınıf arkadaşlarımızdan bir tanesi hastalanarak, ilim meclislerinden ve derslerden kesilmiş, bir sü­redir ortalıkta görünmemektedir. Öncelikle yapmamız gereken şey, ondan haber almaya çalışmaktadır. Sonra da ziyaret et­mek... Ziyaretimiz, onun üzerinde öyle olumlu, öyle güzel etki ve duygular bırakacaktır ki, belki de bu ziyaretimiz, hasta arkada­şımızın üzerinde birtakım psikolojik etkiler yapacak ve bu da hastanın iyileşmesini hızlandırıp tekrar eski sağlığına kavuşma­sını sağlayacaktır.

Cenazeyi Uğurlamak

Bazı insanlar, çocukların cenazelerde hazır bulunmamalarını gerektiren bir masumiyet ve yaşama arzusu taşıdıklarına inanır­lar. Bazıları da, çocukların cenazelerde hazır bulunmaları engel­lenmeli, der.

Biz böyle düşünmüyoruz. Çünkü, ölüm her gün yaşadığımız ve tanık olduğumuz bir hak ve hakikattir. Çocukların cenazede hazır bulunmalarının, onu kabre kadar uğurlamalarının ve aynı şekilde bizzat defin işlemini izlemelerinin hiçbir zararı yoktur. Zira küçük yaşta bu hakikati kavramak, çocuğu bu hakikatle yoğuracak ve dolayısıyla çocuk sürekli olarak bu duygu ve bi­linci içinde taşıyacaktır.

Ayrıca cenazeyi uğurlamak, çocukta her davranışını kontrol eden daimi bir iç denetim mekanizması kuracaktır. Bütün hal, hareket ve davranışlarında bu korkuyu, Allah’ın sorgulamasın­dan ve azap etmesinden duyduğu korkuyu beraberinde taşıya­caktır.

Aynı şekilde çocuk, bedenin toprak altına terkedilişini bizzat gözleriyle izleyecektir. Görecektir ki, bütün dünya onu orada kendi haline terketmekte; malı, çocukları ve hanımı, onu hayâta bağlayan her şeyi ondan uzaklaşmaktadır.

Cenazeyi uğurlamak sadece erkeklere özgü bir davranıştır. Hanımların, ister küçük olsunlar ister büyük, cenazeyi uğurla­maları yasaklanmıştır. Eğer onlar cenazeyi uğurlayacak olurlarsa bu davranışlarından dolayı sevap alamayacakları gibi günaha girerler.[6]

Ayrıca insanın cenazeyi uğurlamayıp, bu amelden dolayı sevab alabilmesi için mutlaka gerekli olan cenaze uğurlama âdâbını en güzel biçimde öğrenmelidir.

Davete İcabet Etmek

Faydalı ve güzel şeyler anlatılacaksa konferans davetine, dostça ilişkileri pekiştirip yardımlaşmayı sağlayacaksa için yapı­lacak ise ziyaret davetine ve çağrılan düğün ziyafetine icabet etmek.

Aksırana Dua Etmek

Aksırmak, bronş yollarının açılmasından dolayı meydana gelir. Bu esnada dimağda biriken mikroplar ağız ve burundan dışarı atılır.

Bunu bu şekilde planlayıp düzenleyen ve insanı en güzel bi­çimde yaratan Allah ne yücedir!

Aksırma halinde ve diğer bütün hallerde Allah’a hamd et­mek farzdır.

Aksıran kimse: “elhamdülillah...” der.

(Bu esnada kenara çekilmiştir. Zira Hz. Peygamber bize böyle öğretmiştir.)

Aksıranın bu hamdini duyan kimse de ona: “yerhamükellah...” diye dua eder. Kendisine dua edildiğini du­yan, aksıran kimse de: yehdina’llahu ve yehdiküm ve yuslih baleküm (ya da yağfirullahu lena ve leküm) diye karşı duada bulunur.[7]

Sevgili gençler...

Müslümanın müslüman üzerindeki bu beş hakkını inceledi­ğimiz zaman, bu beş şartın sosyal ahlâkın zirvesinde yer almadı­ğını göreceğiz. Daha önce de söylediğim gibi bunlar müslümanın müslüman üzerindeki haklarından sadece birkaç tanesidir. Hiç şüphesiz bu haklar, insanların alıştığı ve oy birliği ile “protokol” adını verdikleri batıcı kör taklidin çok üstünde ve ondan çok yücedir.

Allah bizi de sizi de taklidin kötülüklerinden korusun, adım­larımızı dosdoğru yoluna doğru yöneltsin. Allah elbet doğru söylemektedir:

“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Başka yollara uymayın. Zira o yol, sizi Allah’ın yolundan ayırır.”

Selâmı Almak

Bilakis selâmı yaymak ve yaygınlaştırmak.

Sevgili gençler...

Çünkü, Allah Resûlü (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde şöyle buyurmaktadır:

“Yemek yediriniz, selâmı yayınız, insanlar uyurlarken gece namaz kılınız; selâmetle cennete giresiniz.”

Allah-u Teâlâ da Kur’an’ında bakın şöyle buyurmaktadır:

“Bir selâm ile selâmlandığınız zaman siz de ondan daha gü­zeli ile o selâmı alın; yahut aynı ile karşılık verin.”[1]

“Orada birbirlerine esenlik dilekleri ise ‘selâm’dır.”[2]

Pek çok İslam ülkesinde, müslüman bireyin şahsiyetini ve hatta genel sosyal yapıyı sarsan, sıkıntıya sokan işlerden bir ta­nesi de, müslümanların hem biçim hem anlam olarak gayr-i müslim milletlerin selâmını benimsemiş olmalarıdır. Müslüman halklar selâmlaşırlarken, ‘bonjour’ ve ‘bonsuar’,[3] ‘günaydın’ ve ‘tünaydın’[4]... ya da ‘iyi günler’, ‘iyi akşamlar’, ‘iyi sabahlar’, ‘hayırlı akşamlar’, ‘hayırlı sabahlar’... diyorlar.[5] İslam’ın saygın selâmı ‘es-selâmü aleyküm ve rahmetûllahi’ sözünü unutmuşlar, çok ender kullanıyorlar.

Selâmı yaymak, herkese selâm vermekle gerçekleşir. Zira herkese selâm vermek, davranış edebine ve dostça ilişkiler ku­rup tanışık olma prensibine bağlılığın bir gereğidir.

Sevgili gençler...

Sizler bu edebi ve prensibi yerine getirmeye en layık, en uygun müslümanlarsınız. Çünkü sizler, henüz sosyal hayâtın başlangıcındasınız. Küçüklüğünüzden itibaren kendinizi bu edeb ve prensibe alıştırır ve birbirinize selâm verip alırsanız... gönül ve ruhlarınız peygamberî edebin ışıltılarıyla büyür, yetişkin birer insan olursunuz.

Hastayı Ziyaret Etmek

Hasta ziyareti, bir çeşit tesellidir; bireyler arasında sosyal bağları sağlamlaştırır ve dostça ilişkileri güçlendirir. Zira Pey­gamberimiz’in (s.a.v.) bir başka hadis-i şerîfinde haber verdiği gibi “Müslüman müslüman için, birbirine kenetlenip destek ve­ren müstahkem bir binanın tuğlaları gibidir.”

İşte bu peygamberî edeb ve yüce tâlimat, küçük yaşlardan itibaren çocuklarımızın vicdanlarına nüfuz edip orada yer edine­bilirse, geçen zamanla birlikte orada iyice yerleşecek, derinlere kök salarak büsbütün sağlamlaşacaktır. Kökleri, tertemiz besini emerek iyice beslenecektir. Gövde ve dalları güçlenip sertleşe­cek, artık ona hiçbir rüzgar zarar veremeyecek ve hiçbir fırtına onu yerinden sarsamayacaktır.

Beraber ilim meclislerine gittiğimiz arkadaşlarımızdan ya da okulda birlikte olduğumuz sınıf arkadaşlarımızdan bir tanesi hastalanarak, ilim meclislerinden ve derslerden kesilmiş, bir sü­redir ortalıkta görünmemektedir. Öncelikle yapmamız gereken şey, ondan haber almaya çalışmaktadır. Sonra da ziyaret et­mek... Ziyaretimiz, onun üzerinde öyle olumlu, öyle güzel etki ve duygular bırakacaktır ki, belki de bu ziyaretimiz, hasta arkada­şımızın üzerinde birtakım psikolojik etkiler yapacak ve bu da hastanın iyileşmesini hızlandırıp tekrar eski sağlığına kavuşma­sını sağlayacaktır.
Son düzenleyen nötrino; 10 Şubat 2014 10:54 Sebep: Kırık link!