ALTIN parlak sarı rengi ve ışıltısıyla göz alan çok ağır bir metaldir. Üstelik kolay kolay tepkimeye girmeyen çok kararlı bir element olduğu için havadan ve sudan etkilenmez. Bu yüzden hiçbir zaman paslanmaz, kararmaz ve donuklaşmaz. Bir başka özelliği de saf haldeyken çok yumuşak olmasıdır; bu nedenle kolayca dövülerek biçimlendirilebilir. Altın bütün bu özellikleriyle tarih boyunca en değerli metallerden sayılmıştır. Kimyasal simgesi Au olan altının atom numarası 79, atom ağırlığı 196,967'dir.
Bugün Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenen bu altın kapların çoğu Alacahöyük'ten çıkarılmıştır ve İÖ3. bin yılın ikinci yarısından kalmadır. Yalnız kulplu tasın üstündeki kadeh (sağda) bir Kültepe buluntusudur ve İÖ 18. yüzyıla tarihlendirilmiştir.
Altın çok eskiçağlarda insanın ilgisini çeken ilk metallerden biridir. Yaklaşık 5.000 yıl öAce Sümerler'in yapmış olduğu altın taslar, kupalar ve süslü takılar günümüze kadar ulaşmıştır. Bu metal doğada az bulunduğu için sonraki çağlarda da önemini hiçbir zaman yitirmedi. İnsanlar, ellerindeki altını başka mallarla değiş tokuş ederek bütün gereksinimlerini Karşılayabileceklerini anladılar. Böylece altın herkesin gözünde belirli bir değer kazandı ve altın sahibi olmak insanlara bir güven duygusu vermeye başladı. Bugün bile dünyada birçok insan para yerine altın biriktirmekle geleceğini güven altına aldığına inanır. Altın ilk kez İÖ 700'lerde para yerine kullanıldı ve yüzyıllar boyunca birçok ülkede para sisteminin temelini oluşturdu. Bugün sanayideki önemi nedeniyle altının para olarak kullanımı pek yaygın değildir.
Dünyada üretilen altının üçte ikisi çeşitli ülkelerin ulusal servetleri içinde yedek olarak tutulur; yüzde 30'u ise ABD'nin Kentucky eyaletinde, Fort Knox kentindeki yeraltı kasalarında saklanır.
Eskiçağlarda altının büyük bölümü Mısır, Anadolu ve Hindistan'dan çıkarılırdı. Eski Yunanlılar ile Romalılar savaşta yendikleri ülkelerin altınına el koyar ve tutsak ettikleri kişileri köle olarak altın madenlerinde çalışmaya gönderirlerdi. O çağlarda Avrupa'nın en zengin altın madenleri kıtanın güneydoğusundaki Transilvanya'da bulunuyordu; ama üretim çok fazla değildi. Ortaçağda simyacıların tek amacı "filozof taşı" denen büyülü bir maddeyi bulmaktı; böylece, kurşun gibi daha bol bulunan metalleri altına dönüştürebileceklerini umuyorlardı.
Bu tür araştırmalar 19. yüzyıla kadar sürdü, ama hiçbir zaman sonuç alınamadı. Ancak çağımızın nükleer bilimcileri platini altına dönüştürmeyi başardılar. Ama platin de altın kadar az bulunan değerli bir metal olduğu için çok pahalıya mal olan bu üretim tekniği bir yarar sağlamadı.
16. yüzyılda Amerika'ya ayak basan İspanyol kâşifler, Meksika'daki Aztekler'den ve Peru'daki İnkalar'dan yağmaladıkları , ayrıca bugünkü Kolombiya yataklarından çıkardıkları altınları Avrupa'ya götürdüler. Daha sonraları Orta ve Güney Amerika'nın öbür bölgeleri ile Rusya' nın Ural Dağları bölgesinde de altın bulundu, ama yıllık üretim ancak 12 ton dolayındaydı. 19. yüzyılda birçok ülkede zengin altın yataklarının bulunması bu üretimin hızla artmasına ve kısa sürede zengin olmak isteyen birçok maceracının yeni altın bölgelerine akın etmesine yol açtı Günümüzde en çok altın üreten ülkelerin başında Güney Afrika Cumhuriyeti gelir; öbür büyük üreticiler de SSCB, Kanada, ABD ve Avustralya'dır.
Doğadaki metallerin çoğu toprak ve kayalarla öylesine kaynaşmıştır ki, bu metalleri ayırıp katışıksız halde elde etmenin tek yolu cevheri (ya da maden filizini) eritmektir. Oysa altın ya kumların ve çakıl taşlarının arasında küçük parçacıklar halinde ya da kayaçlarda damarlar halinde yalın olarak bulunur. Akarsu yataklarında ya da eskiden bir akarsuyun
yatağı olan vadilerde dip kumlarının arasına karışmış olan altın genellikle küçük tanecikler halindedir. Alüvyon altını ya da plaser altın denen bu altın tanecikleri, akarsu yatağındaki çökeltileri suda yıkayarak daha hafif olan kum ya da çakıl taşlarından kolayca ayrılabilir.
Bildiğimiz bir kızartma tavası bu işlem için yeterlidir. Tavaya üçte bir oranında kum, üstüne de bol su doldurduktan sonra tava iki yana sallanarak döndürülür; böylece suyla sürüklenen kumlar tavanın kenarlarından akarken ağır olan altın tanecikleri dibe çöker. Altının tavada yıkanarak ayrılması çok fire veren ilkel bir yöntemdir. Bu nedenle tanecikleri yıkayarak ayırmak için tarak makinelerinin ve titreşimli eleklerin kullanıldığı daha verimli yöntemler geliştirilmiştir. Bazen ırmak yataklarında külçe denen oldukça büyük altın topaklarına rastlanır. Bugüne kadar bulunmuş en büyük altın külçesi 78 kg ağırlı-ğındadır ve 1869'da Avustralya'nın Victoria eyaletindeki küçük bir kasabanın yakınlarında, at arabalarının tekerlekleriyle oyulan toprağın hemen yüzeyinde bulunmuştur.
Gene de yeryüzündeki altının büyük bölümü kayaçlar arasına yerleşmiş damarlar halinde bulunur. Nitekim bir sanayi dalı olarak binlerce yıllık geçmişi olan altın madenciliği de bu damarların işletilmesine dayanır. Altını elde etmek için önce kayaçların parçalanarak toz haline getirilmesi gerekir. Eskiden kayaç lar çekiçlerle parçalanır ve içinde altın parçalan bulunan bu tozlar yıkanarak altın ayrılırdı. Bu arada çok küçük altın parçacıklarının suyla sürüklenip gitmesini önlemek için, bu tozlar koyun postu üzerinden geçirilir ve postun tüylerine yapışan küçük parçacıklar da toplanabilirdi. Yunan mitolojisindeki Altın Post efsanesi de belki bu işlemden doğmuştur. Bugün altın ocaklanndaki kayaçlar önce dinamitle parçalanır, sonra çelik bölmelere alınarak motor gücüyle çalışan ağır tokmaklarla dövülür. Daha sonra bu bölmelere su doldurulur ve çamur haline gelen tozlar kanallara akıtılır. Büyükçe altın parçalarını ayırmak için bu çamur sık dokulu eleklerden geçirilebilir; ama altının büyük bölümü kimyasal yöntemlerle ayrılır. Bu yöntemlerden biri, altın tozuyla yüklü çamurları cıva kaplı metal levhalar üzerinden akıtmaktır. Böylece cıva altını çözer ve amalgam denen bir macun oluşur. Bu macun cıvanın buharlaşma derecesine kadar ısıtıldığında cıva uçar ve geriye altın kalır.
Çok daha yaygın olan başka bir yöntem de siyanürleme işlemidir. Bu yöntemde, kayaç tuzlan ve sudan oluşan çamur tanklara doldurulur; üstüne de altını çözebilen seyreltik sodyum siyanür eklenir. Daha sonra bu kanşım süzülür ve elde edilen altın siyanür çözeltisine çinko eklenir. Bu kez çinko çözünürken, altın ince bir çamur halinde dibe çöker. En sonunda asitle temizlenen altın eritilerek kalıplara dökülür. Ama gene de katışıksız olmadığı için arıtılarak içindeki yabancı maddelerden temizlenmesi gerekir. Arıtma işlemi ya elektrolizle yapılır ya da erimiş altın üzerinden klor gazı geçirilir. Saf altın kullanılamayacak kadar yumuşaktır; bu yüzden bakır ya da gümüşle, bazen her ikisiyle birden kanştırılıp alaşım haline getirilerek sertleştirilmesi gerekir. Alaşımlardaki altın miktarı ayar (ya da kırat) cinsinden ölçülür. Bir ayar, alaşımın kütlesinin yirmi dörtte biridir.
Demek ki saf (som) altın 24 ayardır. 18 ayarlık bir altın kütlesinde ise 18 birim altına karşılık 6 birim gümüş ve bakır bulunur. Dişleri kaplamak için kullanılan altın genellikle 22 ayardır; daha düşük ayarlı altın kaplamalar zamanla kararıp do-nuklaşır. Altın ne kadar safsa o kadar az kararır. Bakır içeren altın alaşımları saf altından daha koyu renkte, neredeyse kırmızıya yakın, gümüş içeren alaşımlar ise daha açık san renktedir. Altın, üç ya da dört birim derişik hidroklo-rik asit ile bir birim derişik nitrik asitten oluşan ve "kral suyu" denen bir karışımda çözünür. Buna karşılık tek başına hiçbir asit altını etkileyemez; bu yüzden bir mücevherin altın olup olmadığını anlamak için asit testi uygulanabilir. Bunu anlamanın daha basit ve güvenilir bir yolu da mücevheri suya daldırarak yoğunluğunu ölçmektir. Bu yöntemi Eski Yunanlı bilgin Arşimet bulmuştur.
Altın ve altın alaşımları özellikle madeni para, mücevher ve süs eşyalan, dolmakalem ucu, gözlük çerçevesi yapımında, dişçilikte, aynca elektrik ve elektronik sanayisinde kullanılır. Daha çok mobilyaların süslenmesinde kullanılan ince yaprak (varak) halindeki altın, bu metalin haddeden geçirilerek posta pulu büyüklüğünde ince levhalara dönüştürülmesi ve varakçı derisine (öküzün kalınbağırsağının dış zan) sanlarak sert bir blok üzerinde dövülmesiyle elde edilir. Bu varaklar öylesine incedir ki 1.000 tanesi üst üste konup sıkıştı-nldığında kalınlığı bir kitap sayfasını bile bulmaz.
Altın varaklar, süslenecek nesnenin üstüne özel bir tutkalla yapıştırılır. Altının başka maddeler içindeki çözeltisi olan "altın suyu" ise süslenecek yüzeye püskürtülerek ya da fırçayla sürülerek kullanılır. Daha sonra bu yüzey ısıtıldığında yabancı maddeler uçar ve geride incecik, parlak bir altın katmanı kalır. Ayrıca elektroliz yöntemiyle de bazı nesnelerin yüzeyi altınla kaplanabilir. Eskiçağlarda insanlar altını biçimlendirerek birçok kullanım eşyasını bu metalden yaptılar. Uygarlık ilerledikçe altın işçiliği de ince bir ustalığa dönüştü. Altından takılar ve süs eşyaları yapan ilk insanların Mezopotamya'da yaşamış olan Sümerler olduğu sanılıyor. Sonraları Batı Asya ve Akdeniz uygarlıklarını kuran halklar bu işçiliği Sümerler'den öğren diler. Günümüze kadar ulaşan en eski altın eşyalar, bundan 5.000 yıl önce Eski Mısırlılar' ın yaptığı bilezik, gerdanlık gibi basit takılardır. Eski Mısır'ın sonraki dönemlerinde firavunların değerli eşyalarıyla birlikte gömülmesi gelenek haline geldi. 1920'lerde Firavun Tutanhamon'un mezarında yapılan kazılarda altın süs ve kullanım eşyalarından oluşan zengin bir hazine ortaya çıkarıldı. Kralların değerli eşyalarıyla gömülmesi geleneği Anadolu'da kurulmuş eski uygarlıklarda da yaygındı. Alacahöyük'teki kral mezarlarından çıkarılan en az 4.000 yıllık altın kaplar ve takılar bugün müzelerde korunmaktadır. 1870-99 yılları arasında arkeolog Heinrich Schliemann'ın yaptığı Truva kazılarında da, İÖ 2500-2000 yıllarından kaldığı sanılan, olağanüstü güzellikte altın eşyalar bulunmuştur. 16. yüzyılın büyük İtalyan heykelcisi Benvenuto Cellini'nin kuyumculuk alanındaki başyapıtı sayılan bu görkemli Tuzluk, bugüne kadar yapılmış en gösterişli altın eşyalardan biridir. Altın işçiliğiyle ünlü eski uygarlıklardan biri de İÖ 2000 dolaylarında Girit'te kurulmuş olan Minos uygarlığıdır. Minoslar'ın telkari işlerinde, yani altını çok ince tel haline getirip örerek yaptıkları takılarda Asya etkisi görülür. Yunanistan'ın güneyinde yaşamış olan Mikenler de altın işçiliğiyle ünlüydü. Bu halklar da krallarını altın vazo, kupa, takı ve silahlarıyla birlikte gömerlerdi. Yaklaşık aynı dönemde Güney ve Orta Amerika'da da altın işleniyordu. Bu kıtadaki altın dövme teknikleri büyük olasılıkla Peru'da, İÖ 2000'lerde geliştirildi. Çok daha sonraları, İS 300-800 yıllarında İnkalar altın döküm yapmaya başladılar. Oysa Meksika' daki Aztekler bu sanatı yüzyıllardır sürdürüyorlardı. Aztekler'in son imparatoru 16. yüzyılda yaşamış olan Montezuma idi ve mezarı eşsiz altın işleriyle doluydu. Ama bunlardan hiçbiri günümüze ulaşamadı; çünkü bu mezarı yağmalayan İspanyollar bütün altınları eriterek yerlerinden çıkardılar. İrlanda'daki metal işçiliğinin ilk ürünleri İÖ 1800-1500 yılları arasında yapılan altın gerdanlıklardı. İÖ 4. ve İS 1. yüzyıllar arasında Keltler de bu tür takılar yapmayı sürdürdüler. Eski Yunanistan, Fenike ve Anadolu'da yaşayan halklar çok güzel altın takılar yaptılar; onların bu geleneğine sonradan Romalılar ve Etrüskler sahip çıktı. Persler'in İÖ 5. ve 4. yüzyıllar arasında yaptıkları altın işleri göz alıcıydı. Eski Hindistan'dan da günümüze 2.000 yıllık çok önemli altın eşyalar kaldı. Bu erken dönem altın işçileri çok kaba ve basit aletlerle çalışıyorlar, altını arıtmak ve biçimlendirmek için gerekli ısıyı büyük olasılıkla açık ocaklarda odunkömürü yakarak sağlıyorlardı. Bu altın parçaların çoğu yapıldıkları günkü kadar güzel ve değerlidir. Çünkü altın, yerin altında binlerce yıl gömülü kalsa bile parıltısından ve güzelliğinden hiçbir şey yitirmez. Ortaçağda en yaygın altın işçiliği, döverek inceltilen altın levhaları daha değersiz metaller üzerine kaplamaktı. O çağda altın işlerinin çoğu kilise için yapılırdı ve kuyumcuların çoğu keşişlerdi. Ne yazıktır ki ortaçağda yapılan altın işlerinin çoğu kralların ve soyluların savaş giderlerini karşılamak üzere eritilerek paraya dönüştürüldüğünden, bu çağdan günümüze pek az örnek kalmıştır. Rönesans Dönemi'ndeki ressamların ve heykel ustalarının büyük bölümü kuyumculuktan yetişmeydi. Bu sanatçılardan bazıları çok yetenekliydiler ve soylular için yaptıkları takılar ya da eşyalar karşılığında çok yüklü paralar alırlardı. Bu kuyumcuların en ünlüsü olan İtalyan Benvenuto Cellini'nin Fransa Kralı I. François için yaptığı görkemli altın tuzluk bugün Viyana Sanat Tarihi Müzesi'n-dedir . Rönesans'ın altın işlerindeki abartılı süslemeler sonraki yüzyıllarda yerini daha yalın çizgilere bıraktı ve üretilen parçalar seyredilecek birer sanat yapıtı olmaktan çıkıp gerçek kullanım eşyalarına dönüştü. Osmanlılar özellikle ciltçilikte, hat, minyatür ve kitap süslemelerinde altın varakları ve altın yaldızları (özel bir karışımda eritilmiş altın tozları) büyük bir ustalıkla kullanarak çok değerli ve güzel sanat yapıtları ürettiler. Bütün el sanatları gibi altın ve metal işçiliği de 18. yüzyılın sonlarında başlayan Sanayi Devrimi'nden büyük ölçüde etkilendi. Sanayileşmenin sonucu olarak yeni teknikler gelişti ve el işçiliğinin yerini makineler aldı. Böylece el sanatları hemen hemen unutuldu. Ama 19. yüzyılın ikinci yarısında el sanatlarının makineleşmesine karşı çıkan ve eski zanaatların canlandırılması için uğraşan bazı sanatçılar bu geleneği sürdürdüler. Bugün de geçmişin ince ve zarif yapıtlarını esin kaynağı olarak gören bazı ustalar el işçiliğiyle bu sanatı yaşatmaya çalışıyorlar. ALTINA HÜCUM
15. yüzyıldan başlayarak insanlar dünyanın değişik yörelerinde altın aramaya ve bulmaya başladılar. Ama tarihte "Altına Hücum" dönemi olarak adlandırılan, üstüne kitapların yazıldığı, filmlerin yapıldığı Bataklık bir vadiden akarak Klondike Irmağı' na karışan bu derenin çamurlu sularından, sekiz günde iki kilogramdan fazla altın çıkardı. 1850'lerde Avustralya'daki Victoria'da bir altın arayıcısı dükkânda altınını tarttırıyor Bunu duyan öbür madenciler de bu yöreye akın ettiler. Onlar da zengin altın yatakları buldular. Henüz birkaç yüz kişi olan bu ilk altın arayıcıları büyük servetler elde ettiler. Haberin güneye doğru yayılması üzerine 1897'de 4.000 kişinin yaşadığı Davvson adlı yeni bir kent doğdu. 1898'e gelindiğinde altın artık topraktan kazılarak çıkarılmaya başlanmıştı. Oysa önceleri delikli tavaları dereye daldırarak çamurlu suların arasında altın aranıyordu. Altına hücum doruk noktasına ulaştığında Davvson'da ve ırmak kıyılarındaki teknelerde 30.000'den çok insan yaşıyordu. Ama bir yıl sonra büyük akın sona erdi ve Davvson'un nüfusu hızla azaldı.
Makinelerle topraktan altın çıkaran şirketler ise bu değerli madeni aramayı sürdürdüler. 1848'de California'da bulunan altın, dünyadaki altına hücum olaylarının en heyecan vericilerinden biriydi. San Francisco'da yaşayanların çoğu altın aramaya gitti. Hatta denizaşırı ülkelerden insanlar, "Altın Devlet" dedikleri California'ya akın ettiler. Ama aşırı kalabalık ve kötü yaşam koşulları bu insanların birçoğunun açlıktan ya da hastalıktan ölmesine neden oldu. California'dan sonra Avustralya'nın çeşitli yörelerinde altın bulunması üzerine bu ülke de altın arayıcılarının akınına uğradı. 17.-19. yüzyıllarda Brezilya'da, 19. yüzyıl boyunca Sibirya'da altına hücum olayları birbirini izledi. Güney Afrika'da altın 1880'lerin başında Transvaal'da bulundu. Johannesburg kenti çevresine yayılmış olan Güney Afrika altın madenleri, bugün de dünyanın en zengin altın madenleridir. 19. yüzyıl sonunda altına hücum dönemi bitti ve ilk madencilerin kazma, kürekli çalışmaları yerini büyük şirketlerin makinelerine bıraktı.
Kaynak: MsXLabs.org & Temel Britannica