Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Aralık 2008       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türk milleti gibi, Türk ordusunun da şanlı, şerefli bir tarihi vardır. Türklerde siyasî hayat, orduyla birlikte doğmuş ve gelişmiştir. Ordu-millet bütünlüğü, tarihin her devrinde değişmeyen bir gelenektir. Türk tarihinin bu geleneği, Orta Asya’daki ana yurtlarında ve göçlerden sonra dünya tarihinde önemli roller oynamıştır. Orta Asya’da kurulan Hun İmparatorluğu, ilk Türk Devleti kabul edilir. Bunu, Göktürk ve Uygur devletleri takip etmektedir.

Orta Asya’da hüküm süren Türk devletlerinin düzenli orduları vardı. Süvari birlikleri, ordunun esasını teşkil ediyordu. Cesur ve cengâver askerlere sahip bu ordular, Asya’ya hakim oldukları gibi, Avrupa’nın içlerine kadar ilerlemişlerdir. Hun Türkleri, Hakan Mete’nin kumandasında 400.000 süvariyle, M.Ö. 201’de Çin karargâhını kuşatmıştır. Bunlardan sonra gelen Türk devletleri daha batıdaki topraklar üzerine kurulmuştur. İslâmiyet'in yayılmasıyla, Türkler kitleler hâlinde Müslüman olmuş, böylece İslâmiyet'in şerefi, Türklüğün asaletiyle yan yana gelince tarihe şan veren büyük devletler kurulmuştur. Bu devletlerin ordularının müşterek gayesi; İslâmiyet'i insanlara duyurmak, onları dünyada ve ahirette rahat ettirecek bir yolu onlara bildirmek olmuştur. 1040 yılındaki Dandanakan Savaşından sonra Oğuz Türkleri tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti ve 1071’de Malazgirt’te büyük kuvvetlere sahip Bizans hükümdarı Diyojen’i yenen Alparslan, aynı inançla hareket etmişlerdir. Büyük Selçukluları, Beylikler, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı Devleti zamanı takip etmiştir. Bu devletlerin devamı ve ülkeler fethetmeleri, hep orduları sayesinde olmuştur. Bir ideal için savaşan Türk orduları, tarih boyunca Asya, Afrika ve Avrupa’da bayrak ve sancaklarını dalgalandırmışlar, inanç, örf ve âdetlerinin o beldelerde yerleşmesinde öncülük etmişlerdir. Bu idealin Allah tarafından kendilerine verildiğine inanan Türkler, tarih boyunca bunu hiç kaybetmemişlerdir. Bu bakımdan, hiçbir zaman gelişi güzel yapılmayan savaşlarda, milyonlarca Türk evlâdının kanı, katî surette boş yere dökülmemiştir. Türk ordularını kıtadan kıtaya dolaştıran hep bu ideal olmuştur.

1071 yılında Malazgirt zaferiyle kapıları açılan Anadolu topraklarına giren Türkler, bir çok beylik, Anadolu Selçuklu Devleti ve Türklüğün en önemli devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğunu kurdular. Bu Türk topluluklarında değişmeyen unsurlar; dil, din, töre ve geleneklerdi. Yüzyıllar boyunca Türk Bayrağı bir uçtan bir uca dalgalanmış, atlarını Tunada sulayan Türkler, Viyana kapılarına dayanıp, Akdeniz’de kesin egemenlik kurarak Arap yarımadasını, Kuzey Afrika’yı ellerine geçirmişlerdi.

Kişi olarak askerliğe gönül veren Türkler tüm dünyaya ordu-millet olduklarını kanıtlamışlardı. Orta Asya’daki Türk uluslarından başlayarak, her Türk savaşçı durumunda olduğundan askerliğe özel meslek gözü ile bakılmamıştır.

Göktürk kitabelerinde belirtilen tanrı vergisi askerlik misyonu, Türklerin bütün zamanlarda ülküsü kabul edildi.

Türkler, bulundukları her yerde, ıstırap çeken, hor görülen, yanlış inançlara sapmış milyonlarca insanı korumuş, oralarda hak ve adaletin temelini atmışlardır. Türk ordusunda; sömürü, soygun, katliam ve ahlâksızlık yoktur. Aksine, insanlık, hamiyet, şefkat, hakka saygı ve adalet vardır. Zalimlerin karşısında, mazlumların yanında, hakkın müdâfii olan Türk ordusu, gittiği her yerde kurtarıcı olarak karşılanmıştır.

Ateşli silahların bulunmasıyla, Türkler bu yeniliği derhal askerî sahada kullanmasını bildiler. Selçuklu ordusunda top kullanılmıştır. Osmanlılar, kendilerinden önceki Türk devletlerinin ordularının kuruluş teşkilatlarından istifade ederek kendilerine has bir ordu meydana getirdiler.

Çaka Beyin İzmir’de tersane kurmasıyla Türklerde başlayan denizcilik, Osmanlılar zamanında çok gelişti. On altıncı yüzyılda Türk donanmaları, Akdeniz, Kızıldeniz ve Umman Denizinde serbestçe dolaşabiliyordu. Bu yıllarda Osmanlı Devletinin Donanması; Devlet Filosu, Derya Beyleri Filosu ve Garp Ocakları (Cezâyir, Tunus, Trablusgarb) Filosu olmak üzere üç filodan kurulu bir kuvvet halindeydi. On sekizinci yüzyılda duraklama devresine giren deniz kuvvetleri, 19. yüzyılda süratle makine devrine geçti. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasıyla zamanın deniz kuvvetleri kuruluşuna geçilmiş, modern deniz araçları yapım ve alımına devam edilmiştir.

On dokuzuncu asrın sonunda, 20. asrın başında dünya ordularında Hava Kuvvetlerinin kurulması ve gelişmesi neticesinde Türk Hava Kuvvetlerinin temelleri 1911 yılında atıldı. Balkan Savaşında ilk defa savaş görevi yapan pilotlar, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşlarında ellerindeki imkânların azlığına rağmen, büyük hizmetlerde bulundular.

Daima düzenli, tertipli ve uzun ömürlü devletler kurma özelliğine sahip olan Türkler, yurtlarında iç güvenlik ve huzurun sağlanması için kanunlar koymuşlar ve teşkilâtlar kurmuşlardır. Göktürklere ait Orhun Kitâbelerinde 'yargan' kelimesiyle ifade edilen bir zabıta teşkilâtının, hakanın emrinde olarak, emniyet ve âsâyişi sağladığı bilinmektedir.

Osmanlı ordusunun kuruluş ve yükselme devrinde tam uyguladığı görevi; iç ve dış düşmana karşı devleti savunmaktır. Bu görevin mesuliyeti çok ağır, başka işle uğraşmaya izin vermeyecek kadar kutsaldır. Ordu politikayla uğraşmaz. Politikaya bulaşan ordu, devleti savunacağı yerde politikacı olarak onu yıkacaktır. Osmanlı ordusunun politikaya karışması 1876 yılından sonra önü alınmaz bir hâle geldi. İlk defa subaylarda başlayan bu hal, 1908 yılından sonra bütün orduya sirayet etti. Bâbıâli Baskını, Balkan Harbi üniformaların siyaset meydanlarına asılmasına sebep oldu. Bu ise ordunun mahvında, devletin yıkılmasında önemli rol oynadı. İstiklâl Harbinde bundan arınan ordu, yıkılmayan inancıyla zor şartlar altında istiklâlini yeniden kazandı.

Bilhassa 1950 yılından sonra modern silahlarla teçhiz edilen Türk ordusu, her geçen gün gelişen silah teknolojisinden istifade ederek kendini yenilemekte, dostlarına güven, düşmanlarına korku vermektedir. Kanunî zamanında fevkalâde büyükelçi olan, amansız Türk-İslâm düşmanı Baron Von Busbecq, Türk ordusu için şöyle diyor:

“Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve payidar olacak, diğeri de mahvolacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam surette devam edemezler. Türklerin tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var. Sefer görmüş askerler, zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umumî fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş maneviyat, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamahkârdır. Disiplini hor görüyoruz. Sebatsızlık, serkeşlik, sarhoşluk, sefahat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır... Bizim askerlerimiz arasında olduğu gibi, hiçbir tarafta bir sarhoşluk, cümbüş yâhut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler, kâğıt ve zar oyunu bilmezler...”

Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, ordu-yu hümâyun ile Uyvar Seferine katılmıştır. Müşahedelerini şöyle anlatır:

“...Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk, ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde herşeyi peşin para ile satın alır, hanlarda geceleyen asker parasını öder. Türk ordugâhında, kızlarına tecavüz edildiği için şikâyete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir davranışla karşılaştığını söyleyerek şikâyete gelen de yoktur. Zira böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hıristiyanların ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksini husule getirmiştir...”

Aynı konuda Iorga ise şöyle demektedir:

“Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi, o ülkenin halkı için felâket, bir Türk ordusunun geçişiyse saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi. Zengin Türk askerleriyle geniş ölçüde alış veriş yaparlardı. Balkanlarda genç Hıristiyan kızları, tek başlarına, mal satmak için, endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Aynı durum Avrupa orduları için hayal bile edilemezdi.

On sekizinci asrın başlarında ise Kont Bonneval; “Mâhir bir kumandan, Türk askeri ile dünyayı bir kutuptan diğer kutba kat edebilir...” demektedir.

II. Dünya Savaşının alevleri sınırları yalarken Türk ordusu görevi başındaydı. Savaş sonrası Dünya üzerindeki gelişmeleri izleyen Türk Silahlı Kuvvetleri, insanlık idealleri uğruna 1950 yılındaki Kore Savaşlarına katılarak tüm dikkatleri üzerinde topladı. Kore’ye gönderilen takviyeli piyade tugayı girdiği savaşlarda, azmiyle, kahramanlığıyla, ruhuyla, bir çok ülke ordularına örnek gösterildi. Türk Silahlı Kuvvetleri KORE’de 731 şehit verdi.

18 Şubat 1952’de NATO’ya katılan Türkiye Cumhuriyeti, Silahlı Kuvvetlerinde modernizasyon çalışmalarını başlattı. Caydırıcılık gücü sürekli artan Türk ordusu 1974 Kıbrıs Barış Harekatında güç ve yeteneğini bir kez daha kanıtladı. Türk Silahlı Kuvvetleri, 1980'li yılların sonunda yeniden yapılanma sürecine girdi.

Günümüzde birbirlerinden farklı siyasi rejimlerin, dinlerin, ekonomik sistemlerin ve askeri güçlerin karşı karşıya geldiği bir bölgede yer alan Türkiye, Karadeniz’e, Ege’ye, Akdeniz’e, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya hakim olan konumu ile, üç kıta arasında kara ve deniz ulaşım yollarının kesiştiği Cebelitarık Boğazı’ndan başlayıp, Orta Doğu ve Orta Asya’ya uzanan stratejik halkalar zincirinin odak noktasını oluşturur. Türk Boğazlarına sahip olan Türkiye, Süveyş’i ve dolayısı ile bölgedeki deniz ulaştırmasını kontrol edebilecek bir mevkiidedir.

Jeopolitik ve jeostratejik önemi bu denli büyük olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığına bağlı olan Kara, Hava, Deniz Kuvvetleri’nden oluşmaktadır. Barış zamanında iç güvenlik kuvvetlerinin bir parçası olarak görev yapan, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlıkları, savaş zamanında Kara ve Deniz Kuvvetleri komutası altına girmektedir.

Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetlerin komutanıdır. Savaşta Başkomutanlık görevini Cumhurbaşkanı adına yerine getirir. Silahlı Kuvvetlere komuta etmek, savaşa hazırlanmasında personel, istihbarat, harekat, teşkilat, eğitim-öğretim ve lojistik hizmet ilkeleri ve programları Genelkurmay Başkanlığının sorumluluklarıdır.