Arama


fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
17 Şubat 2009       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
HARF DEVRİMİ

Bilindiği gibi cumhuriyetin kuruluşundan itibaren inkılap hareketleri hız kazanmış ve bir çok alanda yenilik yapılmıştır. Başta eğitim olmak üzere siyasal, kültürel, hukuksal ve ekonomik alanlarda yapılan yenilik hareketleri değişime ivme kazandırmış ve toplumsal yapıyı etkilemiştir.
İnkılap hareketlerinde ülkenin ihtiyaçlarının göz önüne alındığı ve batı medeniyetinin hedeflendiği görülmektedir. Bu nedenle çağın gerisinde kalan ve batı uygarlığı yolunu tıkayan her alan köklü bir değişime uğramıştır. Eğitim ve kültür alanında kendini gösteren ve toplumsal yapıyı etkileyen gelişmelerin başında ise dil alanındaki gelişmeler gelmektedir. Bu alandaki gelişmeler Harf Devrimi ile sonuçlanmış, böylece dilde reform yapılmasını ve Türkçe’nin zengin, milli ve bilim dili haline gelmesini sağlamıştır.


Cumhuriyet Öncesinde Türk Dilinin Durumu
Her dilde olduğu gibi Türk yazı dili de çeşitli safhalardan geçmiş ve gelişim göstermiştir.Arapça ve Farsça’dan büyük ölçüde etkilenmiş, çoğunlukla bu dillerin kelimelerini alarak karma bir dile dönüşmüştür.
Osmanlı Devleti’nin çökmeye başlamasıyla, bozulan düzeni yeniden kurmak ve düşünce hayatında batıya dönerek yeni uygarlığın gidişine ayak uydurmak amacıyla bir takım ıslahat hareketlerine başlanılmıştır. Tanzimatın getirdiği yeni düzenlemeler içerisinde batı kültürünü tanıyan Osmanlı aydınları tarafından ( bilhassa edebiyat çevrelerinde) Osmanlıca’ya karşı tepkiler dile getirilmiştir. Tanzimat dönemi sonrasında Servet-i Fünun ve Meşrutiyet dönemlerinde edebiyatçıların çoğu ağırlaşan Osmanlıca’ya karşı yeni bir dil uslup arayışlarına girmişlerdir. Şinasi, Muallim Naci, Ahmet Cevdet Paşa gibi şahsiyetler yazı dilinin sadeleşmesini söyleyen şahsiyetlerdir. Ancak Tanzimat’tan Cumhuriyet’e gelene dek dil ve alfabenin ıslah edilmesi gerektiği söylenilmiş, fakat pek yol alınamamıştır. 20. yy’a gelindiğinde çağın milliyetler çağı olması dolayısıyla toplumumuzda bir milliyet şuuru uyanmaya başlamış bunun neticesinde de dilde Türkçeleşme akımı hızlanmıştır ( Aktaş, 2004, 339).
Cumhuriyete kadar, Arap kültürü etkisiyle, Arap dili ve grameri ile türetilmiş uzmanlık terminolojileri (ıstılâhları)'nı kullanıyorduk. Büyük Atatürk, batılılaşma yolunda, batı terminolojilerini millileştirmeyi de dikkate alarak dilimize kazandırmış, böylece batı bilimine kolaylıkla ayak uydurmak ve batı uygarlığına yetişmek için, ulusumuza büyük bir atılım hızı kazandırmıştır ( Olcayto, 1998, 111-112).
Dinin etkisiyle Arapça, edebiyatın etkisiyle de Farsça kullanılması sonucu gelişen Osmanlıca’nın yazı diline tamamen hakim olması, Türk yazı dilinin doğal gelişmesini engellemiş sadece konuşma dili olarak kalmasına sebep olmuştur. Osmanlıca denilen bu karma dilin, edebi yazı dilinde, nesir dilinde, bilim dilinde yaygınlaşmasına karşılık şikayetler başlamış, Osmanlıların batıya açılmasından sonra da artmıştır (Aktaş, 2004, 341).
Dildeki sadeleşme akımına etkili olan bir başka hareket, Türkoloji alanındaki çalışmaların önem kazanması ve diğer Türk kültür merkezlerindeki meydana gelen “Sadeleşme ve Türkçe’nin ıslahı” gibi akımlardır. Bütün Türk dünyasında anlaşılabilecek ortak bir yazı dilinin kullanılması ve dilde birlik sağlanabilmesi gayesi ile İsmail Gaspıralı’nın 1883 yılında Kırım’da çıkardığı “Tercüman” adlı gazete dilde Türkçe kullanma akımını hızlandırmıştır. Devam eden dönemlerde 2. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle milli şuurun yayılmak istenmesi Türkçe kullanma taraftarlarını çoğaltmıştır. “Türk Derneği”, “Genç Kalemler”, “Yeni Lisan” gibi adlar altında toplanan yayınlarda İstanbul ağzının esas alındığı bir dilin kullanılması gerektiği söylenilmiştir (Aktaş, 2004, 342).
Tanzimat döneminde “Dilde sadeleşme” olarak başlayan hareket 20.yy başında Türkçeleşme olarak kendini göstermiştir (Aktaş, 2004, 342-343). İkinci Meşrutiyet dönemine gelindiğinde, Türk alfabesi konusunda kuvvetli tartışma ve girişimlerle karşılaşılmaktadır. Önemli bir gelişme, bu dönemde artık uygulamaya yönelik girişimlerin de başlamasıdır. 20. yüzyıl başlarındaki Türkiye, bir grupta imla ıslahatçılarının ve bir yandan da Latin harflerini isteyenlerin tartışmasına sahne olmaktadır. Fakat bu değişikliğin gereğine inanılsa bile, uygulanması için gereken cesaret kimsede yoktur. Bu tür “idare-i maslahatçılığın” en belirgin örneği Sultan Abdülhamid’tir. Ona göre “ Halkımızın büyük cehaletine sebep, okuma yazma öğrenimindeki güçlüktür. Bu güçlüğün nedeni ise harflerimizdir”. Sultan Abdülhamid “Belki bu işi kolaylaştırmak için Latin alfabesini kabul etmek yerinde olur.” demektedir. Fakat hükümdarın kendisi bu işi uygulayacak cesarete sahip değildi ( Ortaylı, 1977,410).
Bütün bu sadeleşme ve Türkçeleşme çabalarına rağmen Cumhuriyet devrine gelindiğinde Türk dilinin sadeleşmesinde henüz istenilen seviyeye ulaşılamamıştı. Kullanılan yazı dili yine halkın kolayca anlayabileceği bir biçimde değildir. Türk dilinin tarihi ve sosyal gelişmesi içinde normal gibi görünen bu duruma Atatürk dil inkılabı ile son vermiş, yazı dili ile konuşma dili arasındaki farkın mümkün mertebe kapatılmasını sağlamıştır (Aktaş, 2004, 342-343).


Cumhuriyet Döneminde Türk Dili

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman henüz yazı dili, bir hayli ağır ve halk tarafından anlaşılmaz durumdaydı. Milli bir dilin kullanılmasının gerekliliğini duyan Mustafa Kemal daha 22.11.1924 tarihinde Samsun’da öğretmenlere yaptığı konuşmasında;
“Efendiler’ Mili terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık bir kargaşa tarzı kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra onun lisanını usulünü vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayri kabili münakaşadır ( tartışması dahi olanaksızdır)” diyerek konunun önemini belirtmiş, 1928 yılına gelindiğinde ise mili dilin yaratılması yolundaki çalışmalara hız kazandırarak gelişmeleri bu yöne çekmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923-28 arasında beş yıl Arap abecesini kullanmıştı, eğitimde yapılan tüm yeniliklere karşın, okuryazar sayısı 1920 devrimcilerinin beklediği hızla artmamıştı. Çünkü toplumun önünde öğrenilmesi, kullanılması son derece zor olan bir abece, anlaşılması zor, yapay bir dil olan Osmanlıca gibi iki büyük engel vardı ( Özel, 2004).
Arap harfleriyle yazılan Türkçe’nin imlası karışık, sistemsiz ve rasyonel olmaktan uzaktı. Tanzimat’ın başından beri özellikle bu durumun sıkıntısını çeken bürokrasi üyelerinin hepsi şikayetçi idi ( Ortaylı, 1977,409). Ortaylı, ( 1977) imla üzerindeki ıslahat önerilerinin bunlardan geldiğini, diğer yandan özellikle Çarlık Rusya periferisinde ortaya çıkan ulusalcıların daha 19. yüzyılda ulusal dil araştırmalarına yöneldiğini ve bu iki tür yönelim sonunda, giderek Latin harflerinin alınması gibi radikal tekliflerin ortaya atılmasına neden olduğunu belirtmektedir.
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra,ülkemizin her alanda kalkınması gerekiyordu. Sosyal, kültürel ve ekonomik yönden gelişme, ancak aydın insanlar tarafından yapılabilirdi.Oysa halkımızın okur-yazarlık düzeyi çok düşüktü; % 7 dolayındaydı ( Öz, 2003,).
Halkımızın aydınlanması için ilk önce okur-yazarlık düzeyinin yükselmesine ihtiyaç vardı.Bunun için büyük atılımların, okuma-yazma seferberliklerinin yapılması gerekiyordu. ( Öz, 2003,). Okur yazarlık, insanların eğitim ve kültür olanaklarından yararlanabilmelerinin zorunlu, fakat tek başına yeterli olmayan bir ön koşuludur. Gerek bireysel gelişmeyi sağlamada, gerekse topluma katkıda bulunabilmede okuryazarlık vazgeçilmez bir öğedir. Bu nedenle Harf Devrimi ile birlikte bir okuma yazma seferberliği ve halk eğitimi girişimlerinin örgütlenmesi doğaldı ( Kocabaşoğlu, 1978, 113).
Atatürk’ün eğitimle ilgili en önemli hedefi, halkımızı cehaletten kurtarmaktı.Bunun ilk ve temel koşulunun, yeni bir harf sistemine kavuşmak olduğunu çok iyi biliyordu. Harf devrimini bir eğitim ve kültür devrimi olarak görüyordu.Bu amaçla kapsamlı çabalardan ve hazırlıklardan sonra 1 Kasım 1928 günü Millet Meclisi’nin açış söylevinde Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu( Öz, 2003,):
“Değerli ve sevgili arkadaşlarım! Her şeyden önce, gelişimin ilk yapıtaşı olan soruna değinmek isterim. Büyük Türk ulusu cehaletten az emekle kısa yoldan ancak kendi güzel ve soylu diline uyan böyle bir araç ile sıyrılabilir. Bu okuma-yazma aracı ancak Lâtin kökünden olan Türk alfabesidir.”
Latin Harflerinin 1928’de kabul edilmesi, 70 yıllık bir arayışın ve tartışmaların sonucuydu. İşte Atatürk bu konuda ortaya atılan çeşitli görüş ve tartışmaları gerçek bir Türk aydını olarak yakından izlemiş, o tarihlerde yurt düzeyinde yüzde birkaçı geçmeyen okuma yazma oranını yukarı düzeylere çekebilmek noktasından hareketle Türk toplumu için çok önemli gördüğü bir eğitin sorununa gereken ağırlığı vermiştir( Büyükakalın, 1991, 174-175).

Alfabe Değişikliği

Tanzimat döneminde Osmanlıca’ya karşı doğan tepki kullanılan alfabe sistemini de tepkiyi beraberinde getirmiştir. Türklerin Arap alfabesini kullanması Anadolu Türkçesinde 13. yy’a Doğu Türkçesinde 11.yy’a gider. Arap alfabesi ve İslamiyet’in de tesiriyle Arapça-Farsça kelimelerin Türk Dili’ni istila ettiği duruma tepki gösteren aydınlar alfabe sisteminin de ıslah edilmesi gerektiği düşüncesini Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar sürekli tartışılagelmişlerdir. Tüm bu tartışmalarla beraber Tanzimat döneminden Cumhuriyet dönemine gelinceye değin Alfabede kısmi bir düzenleme yapılmış, dönemin ıslahatçıları tarafından Arap alfabesinin ıslah edilmesi savunulmuştur. Ne var ki 519 harf şeklinden ancak 110 şekle indirilmiştir (Aktaş, 2004, 343).
Alfabe konusu, Cumhuriyet döneminde ilk defa İzmir İktisat Kongresi’nde gündeme gelmiş, maarifi ilgilendirdiği için reddedilmiştir. Daha sonra 1924 yılında Şükrü Saraçoğlu tarafından TBMM’de gündeme getirilmiş, ancak sonuçsuz kalmıştır. Bu sıra kültür alanındaki gelişmeler de peş peşe devam etmektedir. 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” ile öğretimde birliğin sağlanabilmesi için “dil birliği”nin kurulması, bunun için de Latin harflerinin kabulü gerekliliği düşünülmeye başlanmıştır. Uygulanan kültür programı doğrultusunda yavaş yavaş Latin harflerine doğru gidiş başlamıştır. 26 Aralık 1925 tarihinde uluslar arası takvim ve saatin kullanılması kabul edilmiş, Hicri Takvim yerine miladi Takvim alınmıştır. Daha sonra 1926 yılında çıkarılan bir kanunla ticaret alanında Türkçe kullanılması öngörülmüştür. Ticaret alanında aksamaların önüne geçmek gerekçesiyle Cuma günleri olan tatil Pazar gününe alınmıştır. 1927 yılında çıkarılan bir kanunla da sokak adları Türkçeleştirilmiştir. Arkasından 20 Mayıs 1928 tarihinde Arap rakamları bırakılarak Latin rakamları kabul edilmiştir ( Aktaş, 2004, 344).
Türkiye Büyük Millet Meclisi 20 Mayıs 1928 tarihli toplantısında “ Beynelminel rakamlar”ın kullanılması hakkındaki 1288 sayılı bu kanunu kabul etti ve 1 Haziran 1928’den başlanarak Türkiye’de milletlerarası rakamlar resmen uygulanma alanına girdi. Milletlerarası rakamların Meclis’te kabulü sırasında bir çok hatipler “Harflerin değiştirilmesi” eğilimini gösterir konuşmalar yaptılar. İşte bunun üzerine bütün gazete ve dergilerde Latin harflerinin kabulü meselesi tartışılmaya başlandı. Bu alanda yazılanların çoğu Latin harflerinin kabulünden yana idi. Ama bu arada Arap harflerinin ıslahıyla eskisi gibi kullanılmasını savunanlar da oldu ( Ülkütaşır, 1973, 60).
Devletin hazırlık ve girişimleri sürüp dururken, bazı kişiler de, Latin harflerini Türkçe’ye uyguluyorlardı. Bunlardan Paris’te oturan Dr. Rıza Nur, 1928 yılında Oğuzname’yi İskenderiye’de Latin harfleriyle bastırmıştı. Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine, Maarif Vekaleti’nde yazar ve eğitimci uzmanlardan kurulan özel, geçici bir komisyonun çalışmaları da Latin esasından alınmak ve Tükçe’nin yapısına uygulanmak suretiyle güzel ve kolay bir “Yeni Türk Alfabesi” meydana getirileceğini kesinlikle göstermişti( Ülkütaşır, 1973, 60).
Yönünü çağdaş uygarlığa çeviren genç Cumhuriyetin amaçladığı devrimlerin yaşama biçimi olması için ilk engellerden biri yazıdır, kaldı ki Cumhuriyet öncesi yazı ile dil, Osmanlı aydınlarınca da yoğun tartışılara yol açmıştır. Atatürk’ün yazının değiştirilmesine ilişkin düşüncesi, yeni değildir, bu düşünceyi çevresiyle tartışarak geliştirmiş, o güne değin yapılan çalışmalar da göz önüne alınarak bir kurul oluşturulmuş, bu kurula "Alfabe Komisyonu" denmiş, bu adın yanına bir de "Dil Encümeni" eklenmiştir ([Linkleri sadece üyeler görebilir. Ücretsiz üye olmak için tıklayın...])
Bu geçiş döneminden sonra, artık harf inkılâbına el atma zamanı da gelmiş olduğundan, Atatürk'ün direktifi ve Bakanlar Kurulunun kararı ile daha önce kurulmuş olan Dil Encümeni 26 Haziran 1928 tarihinde resmen çalışmaya başlamıştır. Falih Rıfkı (Atay), Yakup Kadri (Karaos-manoğlu), Ruşen Eşref (Ünaydın), Ahmet Cevat (Emre), Ragıp Hulûsi (Özdem), Fazıl Ahmet (Aykaç), Mehmet Emin (Erişirgil) ve İhsan (Sungu)'dan oluşan bu encümen, Lâtin alfabesi temelinde, ancak, her yönü ile Türkçenin ses yapısına uygun millî bir Türk alfabesi hazırlama görevini yüklenmiş bulunuyordu. Encümen çok dikkatli ve titiz çalışmalar yaparak, bir tasarı hazırlamıştır. Encümen tarafından hazırlanan bu tasarıda ne Arap alfabesindeki harfler yer almış ne de Avrupa milletlerinin yazılarında görülen ch, sch, tsch gibi ikili, üçlü ve dörtlü harflere yer verilmiştir. ç, c, s, j, ğ gibi harfler de başka dillerin alfabesinden alındığı hâlde, ses değerleri bakımından kendi dilimize göre ayarlanmıştır. Çalışmalar sırasında komisyon güçlükle karşılaştıkça, Atatürk devreye girmiş ve bu güçlükleri keskin görüşü ile aydınlığa kavuşturmuştur ([Linkleri sadece üyeler görebilir. Ücretsiz üye olmak için tıklayın...])
Latin esaslı yeni alfabenin kabulüne doğru giden bütün bu gelişmeler, gerçekte önceden düşünülmüş olup, Atatürk’ün Türk toplumunu çağdaşlaştırmaya yönelik çalışmalarıdır. Atatürk’ün inkılaplarındaki köklü ve kalıcı özellikler ile beraber başarısının sırrı bu değişikliklerin yeri ve zamanı geldiğinde yapılmasıdır. Nitekim 1919 yılında Erzurum Kongresi’nin yapıldığı sıralarda M. Müfit Kansu’ya Latin harflerinin kabul edileceğinden söz etmiştir. Aynı şekilde 1922 yılında Latin harflerinin kabulü imkanından söz ettiği Halide Edip tarafından da ifade edilmektedir (Aktaş, 2004, 344-345).
Dini toplum olan Türk toplumunu”Millet” olmaya doğru hazırlayan gelişmeler, laikliğe doğru gidişin basamaklarıdır. Egemenlik hakkının halka verilmesi, Halifeliğin kaldırılması, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, Medeni Kanununun kabulü gibi gelişmelerle milli toplum özelliklerini kazanmaya başlayan Türk toplumunun üzerinden dinin olumsuz etkileri silinmeye başlanmıştır. 10 Nisan 1928’de “Türk Devleti’nin Dini İslamdır” maddesinin kaldırılması ile din tesirinden uzaklaştırılarak milli toplum yaratma düşüncesindeki önemli bir engel ortadan kalkmış oluyordu. Kuran dilinin Arapça olması dolayısıyla Arap alfabesinin kutsal olduğu ve değiştirilemeyeceği yargısı da böylelikle değişiyordu. Latin harflerinin kabulüne karşı engel olabilecek din unsuru laiklik ve milliyetçilik prensipleri doğrultusunda yapılan çalışmalarla kaldırılmaya çalışılırken 1926 yılında toplanan Bakü Konferansı’nda Türkiye dışındaki Türklerin Latin harflerini kabul etmesi, dilde birlik düşüncesinin uygulanması için uygun zemini hazırlamıştır (Aktaş, 2004, 345).
Yeni alfabenin öğrenme kolaylığı ve okuma yazma bilmeyenlerin oranının %91.8 olması sebebiyle hızla başarıya doğru gidilmiştir. Ciddi bir tepkiyle karşılaşılmamış olması da bu başarının hızını arttırmıştır (Aktaş, 2004, 346).

Latin Harflerine karşı eleştiriler

Türk harfleri, geriye dönüşü olanaksız biçimde hayatımıza yerleşmiştir. Bununla birlikte bunun tartışması halen devam etmektedir. Tutucuların dışında, radikal ve ilerici çevrelerden de bazı eleştiriler gelmektedir. Bu daha çok, Türkiye tarihine ilerici ve bilimsel bir yorumla yaklaşma çabasında olanların, birincil tarih kaynaklarına yönelmekte çektikleri sıkıntıdan ileri gelen bir tepkidir ( Ortaylı, 1977,407).
Latin harfleri kültürel yaşamımızı etkileyen önemli devrimlerden birisidir. Latin harflerinin kabulü de, bir çok devrimde olduğu gibi karşıt görüş ve düşüncelere sahne olmuştur. Çeşitli grup ve çevrelerce eleştirilmiş, toplumsal yapıya etkileri tartışılmıştır.
Arap harflerinden yeni harflere geçişin bir anda okuryazarları da okumaz yazmazlar haline dönüştürüp yayın hayatında bir durgunluk yaratacağı sanılmıştır. Kocabaşoğlu (1978) böyle bir durgunluğun olmadığını, 1923-1928 yılları arasında yayınlanmış eski harf Türkçe kitapların yıllara düşen sayısının 580-940 arasında değiştiğini ; oysa Harf Devrimi’nin başladığı yıl olan 1928’in son aylarında 99, 1929’da 591, 1930’da 870 ve 1931’de 919 kitabın yeni harflerle yayınlanmış olmasını, kitap yayıncılığının olumsuz yönde etkilenmediğinin göstergesi olduğunu ifade etmektedir.
Öte yandan yeni harflerin kabulü, 1929-1930 ders yılında, okul,öğretmen ve öğrenci sayılarındaki önemsiz azalmalar dışında, eğitim alanında, ileri sürüldüğü gibi bir tahribat yapmamıştır. 1929-1930 yılında gözlenen gerilemelere karşılık, 1930-1931 ders yılından başlayarak ( öğretmen okullarına ilişkin veriler dışında) her alanda ilerleme sağlanmıştır. Açıkça görülmektedir ki Harf Devrimi, milli eğitimin gelişmesi için potansiyel olanakları beraberinde getirmiş, ancak sonraki yıllarda bu olanaklardan gerektiği gibi yararlanılamamıştır. Dolayısıyla harf değişikliğinin, yaygın ve örgün eğitim alanında olumsuz etkiler yaratacağına ilişkin kehanet kesinlikle yadsınmıştır ( Kocabaşoğlu, 1978, 115).
Latin Harflerinin kabulü konusunda tutucu çevrelerin dışında, bazı radikal ilerici çevrelerden de eleştiriler geliyor. Bu grubun eleştirileri daha çok, Türkiye tarihine ilerici ve bilimsel bir yorumla yaklaşmak istediklerine, birincil tarih kaynaklarını kullanmakta çektikleri sıkıntı ve olanaksızlıktan ileri gelen bir tepki olarak değerlendirilebilir. Oysa bu durum harf devriminin yarattığı olumsuz bir sonuç değildir. Çünkü dil sürekli değişen bir öğedir. Özellikle Türkçe yüzyıllardır en hızlı değişim geçiren dillerdendir. Dil ve tarih kaynaklarındaki zamanın getirdiği imla, sentaks farklılıkları gibi olaylar nedeniyle bu kaynakları inceleyip işlemeye salt Arap harfleri bilgisi yetmez. Tarihi metinleri okuyup değerlendirmek bütün ülkelerde her aydının değil, ancak karşılaştırmalı filoloji, etimoloji, tarih bilgisine sahip uzmanların becerisidir (Kocabaşoğlu, 1978, 123).

Harf Devriminin Amacı

Harf Devrimi geniş yığınların hızla okuma yazma öğrenmesini olanaklı kılmanın yanı sıra, Türk dili ve kültürünün Arap ve Doğu kültürünün etkisinden kurtarılmasını amaçlıyordu(Ana Britannica, 1980, 391).
Atatürk Türkiye’sinde, eğitim tabana hızla yayılamamakta; ulus, çağdaş düşünceye kavuşamamaktaydı. Bu durumun nedenleri olarak, Arap harflerinin okuma yazmayı güçleştirdiği, Arap harfleriyle okuyup yazmanın, batılı düşünceye geçişi frenlediği, vurgulanmaktaydı ( Özgen, 1993, 29).
Olcayto (1998) harf devriminin üç amacı olduğunu ifade etmektedir:
1.Özleşme: (Gittikçe öz haline getirme),
2.Geliştirme ve arındırma (Dilimize yeni girecek sözlere Türkçe karşılık bulmak ve kullanılan yabancı kelimelerin yerine öztürkçelerini yerleştirmektir).
3.Sadeleştirme
Dil devrimi, gerçekte milliyetçilik devriminin bir bakıma tamamlayıcısı olmuştur. Yeni harflerin kabulünden sonra ilk 10 yıl içinde dilimizdeki "özleşme" "arındırma" ve "gelişme" hızlanmıştır. Zira yeni yazı bizi Arapça ve Farsça sözlerden uzaklaştırıp, Türkçe konuşup yazmaya zorlamıştır ( Olcayto, 1998, 111-112).
Arap harflerinin Türkler tarafından kullanılması, İslamiyet'in kabulünden sonra başlamış ancak bu harfler, Türk diline hiç bir zaman uyamamıştır. Türkçe, Arap harfleri ile kolay yazılıp okunamıyordu. Harf İnkılabının hedefi, okuyup yazmayı kolaylaştırmak ve yaymak, modern öğretim ve eğitimin gerçekleşmesini sağlamaktı ( [Linkleri sadece üyeler görebilir. Ücretsiz üye olmak için tıklayın...].
Dil devrimi, ulusal bir kültürün gelişmesi için, ulusal bir dilin yeniden canlandırılması prensibine dayanır. Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleri ve devlet felsefesi ile bağlantılı olarak, Atatürk'ün yazı inkılâbı konusunda dayandığı gerekçe, Arap dilinin ihtiyaçlarından doğmuş olan Arap yazısının Türk dilinin özelliklerine aykırı düşmesidir. Bu gerçek, ülkede okuyup yazma güçlüğü doğuruyor ve kültür alanındaki gelişmelerin önünü tıkıyordu ( Korkmaz, 2004).
Bilindiği üzere Atatürk inkılâplarının dayandığı temel ilke, Türkiye Cumhuriyetini siyasî yapısı bakımından olduğu gibi, sosyal yapısını şekillendiren kültür değerleri bakımından da çağdaş bir devlet hâline getirmekti. Dolayısıyla harf inkılâbı da millî değerlere bağlı bir çağdaşlaşmanın ifadesidir. Ayrıca, sosyal ve kültürel alandaki öteki yeniliklere de temel oluşturan bir özellik taşımaktadır. Türk toplumunun kendi diline, kendi tarihine sahip çıkabilmesi, eğitim birliğine ve millî bir eğitim sistemine kavuşabilmesi, okuyup yazma öğrenmenin kolaylaştırılması ve kültür alanındaki gelişmelerde gerekli hamlelerin yapılabilmesi, her şeyden önce Türk ulusunun kendi dilinin özelliklerine uygun, kolay öğrenilir bir alfabe sistemine sahip olması ile gerçekleştirilebilirdi. ( Korkmaz, 2004).



Harf Devrimi’nin Sonuçları

Alfabe değiştirmenin Türk eğitim ve kültür yaşamındaki etkilerinin ne olacağı Harf Devrimi’nden çok önceleri başlayarak günümüze dek tartışılagelmiştir. Latin Harfleri temeline dayalı yeni alfabenin kabulünün okuma yazmayı güçleştireceğine, Türk yayın hayatını alt üst edeceğine, geçmişin kültür mirasıyla ilişkilerimizi kopartacağına, böyle bir girişimin 4-5 aydan fazla ömrü olmayacağına, İslam birliğini bozacağı gibi bir dizi düşünce tezleri ortaya atılmıştır ( Büyükakalın, 1991, 171-172).
Harf Devrimi, başka ülkelerde olduğu gibi bizde de, toplumsal yapıdaki değişimin dayattığı bir zorunluluktur (Kocabaşoğlu, 1978, 113). Kocabaşoğlu (1978) Harf Devrimi’nin etkilerini; okuryazarlık ve dolayısıyla yaygın ve örgün eğitim üzerindeki etkileri ve basın ve yayın yaşamı dolayısıyla kültür yaşamımız üzerindeki etkileri olmak üzere iki kümede toplamaktadır.
1927 nüfus sayımına göre, okur yazar olması gereken yaş grubundaki insanların sayısı 10.5 milyon kadardı ve bunun ancak bir milyonu okuma yazma bilmekteydi. Bu durum okuma yazma bilenlerinin oranının yaklaşık %19 dolaylarında olduğunu göstermektedir. Sekiz yıl gibi oldukça kısa bir süre sonra, 1935’te okuma yazma bilenlerin sayısı yaklaşık2.5 milyon olmuştur. Bu ise okuma yazma bilenlerin oranında % 150’lik bir artışı belgelemektedir (Kocabaşoğlu, 1978, 114)
Harf devrimi’nin genel olarak yayın yaşamı üzerindeki etkileri ise üç kümede ele alınabilir. Harf Devrimi’nin, kitap basımı ve yayımı, kütüphaneler ve süreli yayınlara etkilerinin saptanması, aynı zamanda, Harf Devrimi’ne yönelen eleştirilere de cevap niteliğinde olacaktır (Kocabaşoğlu, 1978, 115). Çünkü Kocabaşoğlu’na göre ( 1978) Harf Devrimi’ne karşı olanların ileri sürdükleri savlardan biri de, harf değişikliğinin basın ve yayın hayatını felce uğratacağı( ve uğrattığı) iddiasıdır.
Harf Devrimi’nin genel kütüphaneler üzerindeki etkileri arasında, yamaların kataloglanması, yeni harfli Türkçe eserlerin bibliyografyalarının yayınlanması ve eski harfli Türkçe basmaların kataloglanması vb. düzenleme çalışmalarının başlatılması ve hızlandırılması yer alır. Harf Devrimi’nin genel olarak “kütüphanelerde yansımasını” Meral Alpay şöyle özetlemektedir ( Aktaran; Kocabaşoğlu, 1978, 120):
1.Milli Kütüphane kurma eylemini getirmiş, Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu ile bu eylemin gerçekleştirilmesine yardımcı olmuştur.
2.1920-1938 yılları arasında çeşitli kütüphane türlerinin kuruluş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur.
3.Devletin kütüphane hizmetlerini bir kamu görevi olarak benimsemesi ve bir meslek olarak kütüphaneciliğin gelişmesinde etkili olmuştur.
4.Yayın hayatının canlanması, dolayısıyla bibliyografya ve kataloglama hareketinin başlamasında önemli etkileri olmuştur.
Kocabaşoğlu’na (1978) göre yukarıdaki açıklamalar harf değişikliğinin basın ve yayın hayatını felce uğratacağı( ve uğrattığı) iddialarının geçersizliğini yansıtmaktadır.
Cumhuriyete kadar, Arap kültürü etkisiyle, Arap dili ve grameri ile türetilmiş uzmanlık terminolojileri (ıstılâhları)'nı kullanıyorduk. Büyük Atatürk, batılılaşma yolunda, batı terminolojilerini millileştirmeyi de dikkate alarak dilimize kazandırmış, böylece batı bilimine kolaylıkla ayak uydurmak ve batı uygarlığına yetişmek için, ulusumuza büyük bir atılım hızı kazandırmıştır. ( Olcayto, 1998, 112).
1 Kasım 1928'de Latin alfabesine dayalı yeni Türk Alfabesinin kabulünden sonra, 24 Kasım 1928'de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince, yurdun her köşesinde Millet Mektepleri açılmış, halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Atatürk bu çalışmalara "Millet Mektepleri Başöğretmeni" sıfatıyla katılmıştır ( [Linkleri sadece üyeler görebilir. Ücretsiz üye olmak için tıklayın...]).
Millet Mektepleri, Halk Odaları, Halk evleri gibi kurumsal düzenlemelerle bu seferberlik yürütülmek istenmiştir. Özellikle Millet Mektepleri’nin okuma yazma seferberliğinin önemli bir yönü olan, okuma yazma bilmeyen yetişkin kitleyi eğitmek sorununun çözümünde bir araç olarak düşünüldüğü görülmektedir. Yalnızca 1928-1929 ders yılında bir milyondan fazla kişinin derslere devam etmiş ve %50 oranında başarıyla bir yılda 500 binden fazla insanın okuma yazma öğrenmiş olması, en azından yeni harflerin okuma yazma öğretimindeki hızlandırıcı rolünü belgelemektedir ( Kocabaşoğlu, 1978, 113-114).
Harf Devrimi’nden sonra açılan Millet Mektepleri ile okuma-yazma bilmeyen geniş yığınların en kısa sürede eğitilmesi için çaba harcandı. 1935’te okuryazarlık oranı yüzde 25’e çıktı. Harf Devrimi’yle birlikte yalnızca eğitim alanında değil, yayıncılık ve buna bağlı başka alanlarda da gözle görülebilir ilerlemeler oldu (Ana Britannica, 1980, 391).
Görülüyor ki, gerçekleştirilen dil inkılâbı ile dil ve kültür tarihimizin çetin bir dönüm noktası başarı ile aşılmıştır. Plânlı ve düzenli sosyal değişimin mükemmel bir örneği ortaya konmuştur. Tasarlanan daha sonraki inkılâpların hedeflerine ulaşabilmesi için de sağlam bir temel hazırlanmıştır. Getirdiği sonuçlar bakımından da eğitim ve kültür hayatımızda verimli gelişmeler sağlanmıştır (Korkmaz, 2004).
Harf Devrimi’nin Türk Kültür hayatında, Türk Tarih Kurumu ( 1931), Türk Dil Kurumu (1932), Halk Evleri (1932) gibi kurumların oluşmasında; Basma Yazı ve Resimleri Derleme Kanunu’nun (1934) çıkarılmasında, genel anlamda halk eğitimi çabalarının hızlandırılmasında, ortak bir konuşma dilinin oluşmasında ayrıca olumlu katkıları olmuştur ( Kocabaşoğlu, 1978, 121).
Görüldüğü gibi Harf Devrimi kültür hayatında birtakım yapılanmalara neden olmuştur. Devrimle beraber çeşitli kurumlar kurulmuş, kanunlar çıkmış ve eğitim çabaları ivme kazanmıştır.
Harf Devrimi bir eğitim hareketi olduğu kadar bir kültür değişimi hareketi idi. Nitekim İsmet İnönü inkılaptan sonra geriye bakarak yaptığı değerlendirmede Harf İnkılabı’nı “ Orta Çağ’dan çıkıp XX. Yüzyıl uygar topluluğuna girmemizin en etkili aracı olarak nitelemiş, bu inkılabı Atatürk inkılaplarının en önemlisi saydığını” belirtmiştir (Büyükakalın, 1991, 174).
Alfabe tartışmalarının köklü bir çözüme ulaşması, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin takip ettiği siyasal amaçlı kültür politikasının yönünü tayin etmiş, Millileştirme çalışmalarının pek çok konusuna da çözüm getirmiştir. “Çağdaşlaşmak” ve “Medenileşmek” hareketlerinin bir parçası gibi görünen Latin esaslı alfabenin kabulü aslında dilde millileştirmeyi başlatmış, laikleşmeyi de kolaylaştırmıştır. Doğu kültüründen kopup batıya yönelme çabalarının bir neticesi olmuş bununla beraber Türk benliğinin işlenmesine de kapıları açmıştır(Aktaş, 2004, 346-347).
Aktaş’ın da ifade ettiği gibi Latin esaslı alfabenin kabulü dilde millileşme ve laikleşmeyi kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla Latin esaslı alfabe siyasal yapının da şekillenmesinde etkili olmuştur.


SONUÇ

Harf Devrimi, cumhuriyet aydınlanmasının en büyük devrimlerinden biri olarak görülebilir. Osmanlıdan devralınan karma dil, milli bir dile dönüştürülmüş ve bu dönüşümde Harf Devrimi belirleyici olmuştur.
Harf Devrimi’yle, okuryazarlığın önündeki en büyük engel kaldırılmıştır. Ulusal bir kültürün gelişmesi sağlanmış ve milli bir dil yaratılmıştır. Ayrıca Harf Devrimi, kendisinden sonra yapılması planlanan bir çok devrimin temelini oluşturmuştur. Özellikle eğitim ve kültür alanlarında etkili olmuş, toplumsal yapıdaki bir çok değişimin de alt yapısını hazırlamıştır.