Arama


ThinkerBeLL - avatarı
ThinkerBeLL
VIP VIP Üye
7 Temmuz 2009       Mesaj #2
ThinkerBeLL - avatarı
VIP VIP Üye
İnsan ve İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
MsXLabs.org & Temel Britannica

İnsan, kendisine bütün öbür canlılar arasında önemli bir ayrıcalık kazandıran gelişmiş zihinsel yetilerine, konuş­ma yeteneğine ve yarattığı kültür ürünlerine karşılık, biyolojik özellikleriyle hayvanlar âle­minin bir üyesidir. Nitekim bilim adamları insanı, memeli hayvanların en gelişmiş grubu olan primatlar (Primates) takımı içinde may­munlarla birlikte sınıflandırırlar. Bu takımın üyeleri iki alttakıma ayrılır. İlkinde, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde ağaçlar üzerin­de yaşayan ve maymunlara benzeyen makiler, cadımakiler, lorisler, galagolar gibi küçük yapılı, gececi hayvanlar yer alır. İkinci alttakım ise Eskidünya ile Yenidünya'da dağılmış gerçek maymunları, Eskidünya'nın tropik bölgelerinde yaşayan gibon, şempanze, goril, orangutan gibi insansımaymunları ve insanı içerir.
Primatların bugünkü ayırt edici özellikle­rinden birçoğu, bu hayvanların ağaçlarda yaşamaya başlamasından sonra gelişmiştir. Bu yeni yaşam ortamına uyum sağlarken koku duyularını daha az kullandıkları için primatların burunları giderek kısaldı. Dallara tutunup sallanırken ya da ağaçtan ağaca atlarken uzaklığı daha iyi kestirebilmeleri için gözleri yüzün ön bölümüne doğru yaklaştı; böylece iki gözün görme alanlarının üst üste binmesiyle nesneleri üçboyutlu olarak görme­ye başladılar. Başparmağın öbür parmaklarla karşı karşıya gelebilecek biçimde esnek ve bükülgen bir yapıya kavuşması da ağaç dalla­rını sıkıca kavramalarını sağladı. Ağaçlara tırmanırken ya da daldan dala atlayıp zıplar­ken gövdelerini dik tutuyorlardı. Bütün bu grubun içinde insanın en yakın akrabası olan insansımaymunlar ağaçlardan yere indiklerin­de gövdelerini arka ayaklarının üzerinde den­geleyerek birkaç adım atmayı öğrendiler. Ağaçlardan ayrılıp sürekli yerde yaşamaya başladıklarında da gövdelerini dik tutarak yalnızca arka ayakları üzerinde yürümeye alıştılar. Böylece elleri serbest kaldı ve bir zamanlar dallara tutunmalarına yardımcı olan kavrayıcı başparmaklarıyla tuttukları taşları ya da sopaları gerektiğinde araç ya da silah olarak kullanmayı öğrendiler. Bu arada, kü­çük ve hareketli maymunların ağaçlarda den­gelerini sağlamalarına yardımcı olan kuyruk­ları, yerde yaşayan iri insansımaymunlarda işlevini yitirdiği için zamanla körelip yok oldu. İnsansımaymunlarda ve insanda omur­ganın alt ucunda bulunan ve kuyruksokumu denen ince kemik bu kuyruğun kalıntısıdır. Kısacası, bütün bu primatların izlediği evrim ve gelişme çizgisi, iki ayağı üzerinde dik duran ve alet kullanan insanın ortaya çıkma­sıyla sonuçlandı. Öbür gelişmiş primatlar gibi insanın da en ayırt edici özellikleri zekâsı ve toplumsal örgütlenme yeteneğidir. Belki de bu iki özel­lik birbiriyle doğrudan bağlantılıdır. Çünkü zekânın temeli, bir canlının yaşadıkça öğren­me ve öğrendikleriyle sorunların üstesinden gelebilme yeteneğine dayanır. Hayvanların çoğunda öğrenme yeteneği yoktur; karşılaş­tıkları her durumda, ana babalarından kendi­lerine kalıtım yoluyla aktarılmış olan içgüdü­lerine göre davranırlar. Böylece, içgüdülerinin yardımıyla kısa sürede ana babalarından ayrı yaşamaya başla­yabilirler. Oysa öğrenmek çok uzun zaman alır. Bu yüzden, primatların yavruları öbür hayvanların yavrularından daha geç büyür ve yaşaması için gerekli bilgileri öğrenip kendi başının çaresine bakacak duruma gelinceye kadar bir topluluk içinde yaşamak zorun­dadır.
Toplu yaşamanın gereklerinden biri iletişim kurmaktır. Bu nedenle, yavrularını topluluk içinde büyüten ve her an birbirleriyle dayanı­şarak bir arada yaşamayı seçen gelişmiş pri­matlar da mimikler ve ses aracılığıyla anlaşır­lar. Şempanzelerin, ayrı ayrı anlamlara gelen 35 değişik ses çıkarabildikleri, hatta eğitildik­lerinde sağır-dilsizlerinkine benzeyen basit bir işaret diliyle aralarında iletişim kurabildikleri biliniyor. Bireyler arasındaki iletişimin en üst aşaması ise yalnızca insana özgü olan dildir. Böylece bütün bilgi ve düşünceler kuşaktan kuşağa aktarılabilmiş, ayrı ayrı toplumlarda değişik dillerin ve inançların gelişmesi de yeryüzünde çeşitli kültürlerin doğmasına yol açmıştır.

İlk İnsana İlişkin Kanıtlar
Bugün bütün yeryüzünde, bilimsel adı Homo sapiens olan tek bir insan türü yaşamaktadır. Çünkü insanın ilkel atalarından bu türe kadar uzanan evrim sürecinin ara basamaklarındaki öbür türler geçen zaman içinde yeryü­zünden silinmiştir. Yalnızca fosillerinden ta­nıdığımız bu ilk insan türleri ile bugünün insanı, insangiller (Hominidae) adıyla tek bir familyada toplanır. Bütün primatlar takımı içinde bu familyanın en yakın akrabası insan-sımaymunlardır. Bu akrabalık, insanın goril, şempanze ya da orangutan gibi bir insansı-maymundan türediğini göstermez; yalnızca bu iki grubun evrim sürecinin ortak bir ataya dayandığı anlamına gelir.
İnsan ilk kez doğu yarıkürede ortaya çık­mış, batı yarıküreye yayılması oldukça uzun bir zaman almıştır. Dryopithecus cinsinden ilk insansımaymunların fosilleri Doğu Afrika'da,
22 milyon yıllık kayaçların arasında bulun­muştur. O dönemde Afrika kıtası, Tetis Denizi denen büyük bir denizle Avrupa ve Asya kıtalarından ayrılmıştı. Yaklaşık 16 milyon yıl önce, Arabistan Yarımadası yoluy­la Afrika'yı Asya'ya bağlayan bir kara "köp­rüsü" oluştu ve Dryopithecus Afrika'dan İs­panya ile Çin'e doğru yayıldı.
İnsangillerin bilinen en eski fosili yaklaşık 16 milyon yıllıktır ve Hindistan'da bulunmuş­tur. Ramapithecus cinsinden olan bu fosilin Pakistan, Çin, Macaristan ve Afrika'da bulu­nan benzerleri de 14 ile 8 milyon yıl öncesine tarihlendirilir. Ne yazık ki Ramapithecus'un yalnızca fosilleşmiş çene kemikleri ile dişleri bulunduğu için bu ilk insangillerin yaşamı konusunda fazla bir şey söylenemiyor. Ama 3,5 milyon yıl öncesine dayanan daha ayrıntılı kalıntılar insanlık tarihinin başlangıcına iliş­kin bilgi vermektedir. Bu kalıntılar Homo cinsinin, yani gerçek insanın atası sayılan Australopithecus'a aittir.
Yaklaşık 1,40 metre boyunda olduğu anla­şılan Australopithecus'un en eski kalıntıları Kenya ve Etiyopya'da (eski adıyla Habeşis­tan'da) bulunmuştur. Kenya'daki ayak izlerinden anlaşıldığı kadarıyla insanın bu atası insansımaymunlar gibi dört ayağı üzerinde değil, bugünkü insan gibi iki ayağı üzerinde yürüyordu. Ama beyni çağdaş insanınkinden daha küçük, çene ve diş yapısı da farklıydı.
Günümüzden aşağı yukarı 2 milyon yıl ka­dar önce Afrika'da insangillerin iki ayrı türü yaşıyordu. Türlerden birinin çenesi çok güçlü ve dişleri çok iriydi; bu yüzden, cins adına "gürbüz ve güçlü" anlamındaki Latince robustus sözcüğü eklenerek Australopithecus robustus olarak adlandırıldı. Bu türün yakla­şık 700 bin yıl önce yeryüzünden silindiği sanı­lıyor. Öbürü ise daha ince yapılıydı ve vücut orantısı, diş ve çene yapısıyla bugünkü insana daha yakındı. Üstelik beyni daha büyüktü ve taştan aletler yapıp kullanabiliyordu. Bu türe de "becerikli insan" anlamında Homo habilis dendi. Homo habilis belki de bugünkü insa­nın doğrudan atasıdır. Güney ve Doğu Afri­ka'da bu iki türe ait pek çok kalıntı bulunmuş­tur. Özellikle Kenyalı antropolog Louis Lea-key'in Tanzanya'daki Olduvai Boğazı'nda ve oğlu Richard Leakey'in Kenya'daki Koobi Fora'da buldukları fosil parçaları insan soyu­nun evrimine ışık tutan çok önemli buluntulardır.
Bu ilk insandan daha gelişmiş bir türün 1,5 milyon yıl öncesine ait kalıntıları ise Avrupa, Afrika, Çin ve Cava'da bulunmuştur. "Dik duran insan" anlamında Homo erectus adıyla anılan bu türün ilk örnekleri 1891-92'de Cava' da bulunduğu için "Cava insanı" olarak ad­landırılmıştı. Pithecanthropus ya da "Pekin insanı" da bu türün artık kullanılmayan eski adıdır. (Fosilleşmiş kalıntıları Çin'de, Pekin ya­kınlarında bir mağarada bulunmuştu.) Austra­lopithecus''tan yaklaşık 30 cm daha uzun, beyni de hemen hemen iki kat daha büyük olan Homo erectus'un daha uzun, kalın ve ba­sık bir kafatası, gözlerinin üzerinde de insan-sımaymunlardaki gibi belirgin bir kaş kemeri vardı. Bu insan, kendisinden öncekilerden çok daha değişik aletler kullanmaya başladı. Buzul Çağı'nın başlangıcında Avrupa ve Asya'da yaşayan Homo erectus ateşten nasıl yararlanacağını biliyordu ve usta bir avcıydı. Homo erectus'un en yakın tarihli kalıntısı, 1921'de bugünkü Zambia'da bulunan hemen hemen hiç parça­lanmamış bir kafatasıdır. Aşağı yukarı 40 bin yıllık olduğu sanılan bu kafatasının sahibi "Rodezya insanı" olarak bilinir.
Yaklaşık 200 ile 500 bin yıl önce Homo erectus yerini Homo sapiens'e ("düşünen adam") bırakarak yeryüzünden silindi. Bu ta­rihi kesin olarak söyleyebilmek çok güçtür. Çünkü beyninin daha büyük olmasına karşı­lık, Homo sapiens'in en eski tarihli örnekleri­nin kafatası Homo erectus'un kafatasıyla ge­nel olarak aynı yapıdadır. Özellikle, bundan aşağı yukarı 70–40 bin yıl önce Avrupa'da ya­şamış olan Neanderthal insanının kafatasında bu benzerlik açıkça görülür. Neanderthal in­sanı başlangıçta Homo neanderthalensis adıy­la ayrı bir tür olarak sınıflandırılmıştı. Oysa bugün bu insan, Buzul Çağı'nın son dönemin­deki çok soğuk hava koşullarına uyum sağla­mış ve sonradan soyu tükenmiş bir Homo sa­piens alttürü olarak kabul edilir.
Neanderthal insanıyla hemen hemen aynı zamanda, Homo sapiens'in başka örnekleri de Afrika'da, Yakındoğu'da, Ortadoğu'da ve Asya'da belirdi. Özellikle Yakındoğu'dakilerin kafatasları Neanderthal insanınkinden da­ha kısadır ve çağdaş insanınkine daha çok benzer; bu nedenle de genel olarak bugünkü insanın doğrudan atası sayılır. Ama bugünün insanına tam anlamıyla benzeyen ilk tipler, bilindiği kadarıyla günümüzden 30 bin yıl ön­ce Avrupa ve Asya'da ortaya çıkmıştır.
Tanrı varsa eğer, ruhumu kutsasın... Ruhum varsa eğer!