Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Temmuz 2006       Mesaj #1138
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Rüya

Ter içinde uyandı. Başucundaki saat gecenin üçünü gösteriyordu. Hep böyle oluyordu. Yıllardır, başını yastığa koymasının üzerinden iki üç saat geçer geçmez uyanıyor, bütün geceyi uykusuz geçiriyordu. Üzerinde siyah saten elbisesi, boynunda tek sıra incisi, çelik ökçeli rugan iskarpinleriyle hep aynı ezginin eşliğinde, rengarenk bir duman içinde dönüyor, dönüyordu.
Rahmetli eşinin zarif parmakları udun tellerine dokunuyor, arada, bir tamburun içli yakarışını duyar gibi oluyor, dönerken hissettiği mutluluğun ezginin kesilmesiyle birlikte bir acıya dönüştüğünü fark ederek, kendini dar keçiyollarında çıplak ayaklarıyla koşarken buluyordu. Şimdi seksenlerinde olan bu kadına yirmili yaşlarındaki yüzünün her gece eşlik etmesi, biraz tuhaf değil miydi? Üstelik hep aynı bestenin eşliğinde…Kalkıp sırtına şalını aldı ve mutfağa doğru yürüdü. Balkonun açık kalmış kapısı, gece çıkan hafif rüzgârla sallanıyordu. Balkona çıktı ve şezlonga oturdu.
Geceleri bir bahçe hangi kıpırdanışlarla değişir, artık ezberledim. Çiçeklerin içine kapanışlarını, dalların hışırdayışını, türlü böceklerin toprağı karıştırıp bahçe duvarında sürünüşlerini, ay ışığının üstümüze saldığı bütün ışık ve gölge oyunlarını…bir bir sayabilirim şimdi boğazıma yük gelen kelimelerle. Sonra bu evin gittikçe değişen, bana bile yabancılaşan çehresini gördüm acıyla. Geceleri benim evim olmaktan çıktığını, odalarımın, eşyaların alışık olmadığım hâllerine şahit oluğumu meselâ canım efendim benim, anlatsam duyar mısın? Bazen piyanodan çıkan ani bir sesle uyandığımı, bir tamburun telinin koptuğunu meselâ kimselere söyleyemiyorum. Ne o doktor bozuntularına, ne de evlâtlarıma. Kapağını iyice kapattığıma emin olduğum bir dolap gürültüyle açıldığında, ya da merdivenler alışık olmadığım bir öfkeyle gıcırdadığında, korkmuyorum ama, yokluğundan sonra bir bardağın bile yerini değiştirmediğim bu eve emniyetim sarsılıyor. En çok çalışma odana girmeye çekiniyorum. Çünkü o odaya ne zaman girsem, rüyalarımdaki ezgi çınlıyor kulaklarımda. Senin yarım kalmış bestendir can çekişen, biliyorum. Ruhun muazzep olmaktadır, canım efendim, buna üzülüyorum.
Ürperdiğini hissetti. Hava serinlemişti iyice. Eskiden üşümezdi yaz geceleri. Sabaha yakın saatlerde bitkiler bile ürperir, domur domur olurdu da, o, titremezdi hiç. Balkondan çıkıp salona geçti. On iki kişilik yemek masasına, porselen yemek ve çay takımlarının bulunduğu büfeye, sonra koltuklara, perdelere baktı uzun uzun.
Ne kalabalık misafirler ağırladım şimdi yalnız yemek yediğim bu masada. Vakit geceye yaklaşırdı da servis devam ederdi. Rahmetli elinde udu, arada bir ellerimle hazırladığım gül şerbetinden yudumlayarak yeni bestelerini çalardı davetlilere. Bazen göz göze gelirdik de bakışlarındaki sevgi ışıltıları kalp atışlarımı hızlandırırdı. Masadaki bütün kadınların bana hasetle baktıklarını fark ederdim. O gün büyük oğlana “Hep beraber bir akşam yemeği yiyelim.” diyecek oldum, işlerin çokluğundan, kendilerinin bile artık aynı saatte sofraya oturamadıklarından söz etti. Evlâtların vefasız çıktı canım efendim. İnceliğinden, inceliğimizden, bizim hayatımızı güzelleştiren ve mutluluğumuzu borçlu olduğumuz küçük teferruatlardan habersiz, büyük mutluluklar peşinde, hep geleceğe erteleyerek yaşamayı, şimdiki bütün gençler gibi hayatı ıskaladıklarının farkında bile olmadan, büyüttüler içlerinde gündelik telâşları ve kazanma hırslarını…
Tam karşısındaki odaya çevirdi bakışlarını.Kapısı kapalı. Onu gömdüğünden beri kapalı…Yüreği göz göz olmuştu bu eve yalnız girdiği ilk gün. Artık onsuz, hatta belki yaşamın o doyumsuz ritmini hiç hissedemeden, sevgisiz ve heyecansız kaldığını ne kadar da ağır bir yük olarak üstlenmişti kalbi. Oysa o hayattayken, kapı hep açık durdu yıllarca.Odanın önünden her geçişinde sevgiyle uzattı başını içeri, notaların arasında kaybolmuş efendisine baktı her seferinde, içinde müziğini yakaladı hayatın. Ani bir hareketle ve yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle yürüyüp açtı kapıyı. Aziz bir hatıraya dokunur gibi dokundu eşyalara tek tek. En son udu aldı eline…
***
Elindeki udu bıraktı. Dantel işlemeli başörtüsü, küçük yuvarlak gözlükleri ile ellisinde gösteren bu kadının seksenlerinde olduğuna kimse inanmazdı. Udunu bırakmıştı ama az önce odaya yayılan notaların insanı tesiri altına alan büyüsü ve berraklığını yitirmemiş sesinden dökülen o billûrlaşmış âhenk ancak Azize Hanım’ın mütebessim bakışlarıyla karşılaşınca beni kendime getirdi. İlk defa dinlediğim şarkının ilginç hikâyesi de şaşkınlığımın bir başka mazeretiydi. Zira bu şarkı bestekârının ölümüyle yarım kalmıştı. Belki de bu yüzden insanı böylesine etkiliyordu.
-Hanımefendi, inanın çok etkilendim, diye kekeledim. Rahmetli eşiniz çok ince bir insandı muhakkak. Üstelik bir bestekâr eşi olmak hiç kolay olmasa gerek.
Azize Hanım hafızasının bir antikacı vitrinine benzeyen el değmemişliğinde bir müddet dolaştı. Konuşmaya başladığında, bakışları çok uzaklara dalıp gitmişti.
-O öldüğünde uzun süre kabullenemedim durumu. Bu evi yazlık olarak kullanırdık. Bestelerinin çoğunu da bu evde yaptı. Vefatından sonra buraya yerleştim. Kendimi âdeta dış dünyadan tecrit ettim. Rahmetliyle geçirdiğim otuz yıl boyunca bir kere incinmedim. Onunla beraberliğimiz beni çoğaltan bir beraberlikti. Belki de o yüzden hayata kaldığım yerden devam etmek istemedim. Kim bilir belki cesaret edemedim, belki de buna değmeyeceğini düşündüm.
-Peki çocuklarınız? Onlar karşı çıkmadılar mı kendinizi bu denli soyutlamanıza?
-Benim evlâtlarım hayırsız çıktı kızım, söylediğiniz incelikleri düşünecek durumda değillerdi.. Ya da sadece bir yaşlılık psikolojisi benimki…Neyse, vakit geç oldu. Üstelik yorgun olduğunuz halde gecenin bu saatinde ihtiyar sesimi dinlediniz. Dinlenmek istersiniz. Odanız koridorun sonunda, sağdan birinci kapı. Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenin, ben senelerdir uyuyamıyorum nasılsa…
-Neden uyumuyorsunuz?
-Uyuyamıyorum desem daha doğru olur. Onu da yarın konuşuruz. Torunum kim bilir kaçıncı uykusundadır şimdi, siz misafirsiniz. Daha fazla yorulmanızı istemem.
Odama çıktığımda derin bir nefes aldım. Hayatımda ilk defa böyle bir yalana ortak olmanın ve bir yalanın içinde rol almanın utancını ve ezikliğini yaşıyordum. Az önce bütün samimiyetiyle bana evini ve duygularını açan bu kadın, misafir kisvesi altında bu eve girmiş bir doktor olduğumu bilse, ne yapardı acaba?
Azize Hanım’ın oğlu ve gelini arkadaşımdı. Oğlu dün beni aramış ve annesinin ruh sağlığından ciddî şekilde endişe ettiklerini, babası öldüğünden beri kendisini yazlık eve kapattığını, evdeki eşyaların bile yerini değiştirmeden âdeta bir münzevî hayatı yaşadığını,geceleri hiç uyumadığını, üstelik geçenlerde geceleri garip sesler duyduğunu iddia ettiğini, kendisinin şaşkınlığını ifade etmesiyle birlikte bunu inkâr ettiğini söylemişti. Birkaç defa onu doktora götürdüklerini, ama doktorların yaşlı kadınla hiçbir şekilde iletişim kuramadığını da sözlerine eklemişti. Benden ricası şuydu: Kızı, yani Azize Hanım’ın torunu Ayla, hafta sonu tatilini babaannesinin yanında geçirecekti. Ben de Ayla’nın arkadaşı sıfatı ile- çünkü ufak tefek bir yapım vardı ve Ayla ile hemen hemen aynı yaşta görünüyordum- annesinde iki gün kalıp onu gözlemleyecektim. Biraz tereddüt etmekle birlikte kabul etmiştim. Akşama doğru geldiğimiz bu yazlık ev, Azize Hanım, misafirperverliği, yemekten sonra bana verdiği müzik ziyafeti, her şey o kadar normaldi ki…bir an kendimi gerçekten Ayla’nın arkadaşı gibi hissettim. Hele gözleri dolarak, sesi titreyerek söylediği son şarkı, bir ölümün yarım bıraktırdığı o eşsiz ezgiler, beni bir başka âleme götürmüştü sanki… Şarkıya başlamadan önce dalıp gitmiş, sonra kendi kendine konuşur gibi anlatmıştı:
-Ölmeden bir saat önce bana çalmıştı. Heyecanla çağırmıştı beni. O çağırdığında her işimi yarım bırakırdım. Yeni bir çocuk doğmuş gibi hissederdik ikimiz de. Bana bir türlü tamamlayamadığını söyledi. Biterse müthiş bir eser olacak, dedi. Bir saat sonra kahvesini götürdüğümde, koltukta başı yana kaymış, udu kucağında, uyukluyor sandım.
Yürüyüp pencereyi açtım. Hiç uykum yoktu ve işin doğrusu kafam karışmıştı. Bu kadın şimdiye kadar geçirdiğimiz zaman içinde hiçbir anormal harekette bulunmamıştı. Bir terslik olsa hissederdim, anlayabilirdim. Niçin uyuyamıyordu acaba?
***
Bu gece hiç girmeyeceğim o yatağa. Üstelik yalnız da değilim. Ayla ve o tatlı kız. Biraz hareket ve heyecan getirdiler evime. Gerçi kız Ayla ile aynı yaşta gibi görünmüyor ama! Fiziği yaşını ele vermese de, bakışlarından anladım bunu. Yaşananlar en çok gözlere siner çünkü. Bir tortu gibi birikir ve bütün yüz çizgilerini değiştirir insanın. Nasıl da dikkatle dinledi beni. Etkilendi. Aylardır çalmamıştım şarkıyı.
Biliyor musun, yaşlı bedenim artık evin içinde bir eşyaya dönüştü sanki. Belki bir gün beni, odanın döşemelerine, ya da oturduğum koltuğun kadifesine karışmış halde bulacaklar. Hem Ayla dinlemedi bile çaldıklarımı. Sanki bir vazifeyi yerine getirir gibi geldi, yemeğini yedi ve çok yorgun olduğunu söyleyerek yatmaya gitti. Ama o kız…Kaç yaşında acaba?
***
Oda tıpkı bir müze gibi. Bir sürü enstrüman hepsi özenle bir yere yerleştirilmiş. Evin en güzel odası olmalı. Pencere bahçeye bakıyor. Elli yıl öncesinin eşyaları, koltuklar, konsol…
-Biliyorum, siz gençlere saçma geliyor bu. Ölen birinin arkasından senelerce yas tutmak, Bu, hayat arkadaşınız bile olsa. Ayla şarkı söylüyordu geçenlerde “Yeniden de sevebiliriz..” diye. Oysa seneler geçtikçe, birbirinin uzvu gibi olur iki insan. Bunadım sanıyorlar, bir vefa duygusunu huysuz bir ihtiyarın inadı gibi algılıyorlar.
-Peki neden uyuyamıyorsunuz?
Bir rüyadan uyanmış gibi bakıyor bana. Utanıyorum.
-Yani dün gece öyle söylemiştiniz de merak ettim, diye geçiştiriyorum aceleyle…
-O rüya yüzünden.
-Rüya yüzünden mi?
-Evet. Biliyor musun, senelerdir aynı rüyayı görürüm ben. Her gece. Her gece aynı besteyi dinlerim. Rahmetli ud çalar, ben rengarenk bir duman içinde dönerim. Sonra ezgi kesilir birden. Hani bir şiir vardı, hatırlamıyorum şâirini şimdi.” Bir tel kopar âhenk ebediyen kesilir.” diye bir mısra kalmış aklımda. Tıpkı onun gibi. Dar keçiyollarında çıplak ayaklarımla koşarım. Üstelik yirmili yaşlarımdaki hâlimle…Uyandığımda yastığa başımı koyalı en fazla üç saat geçmiştir. Evin odalarını dolaşırım. Bazen merdivenler gıcırdar, öyle hissederim. Bazen piyanodan bir ses gelir. Bir dolap açılır gürültüyle. Çünkü eşyalar ihanet eder geceleri. Hepsi alışık olmadığım çehrelerde çıkarlar karşıma. Küçük beyaz bir mendil bile korkutucu bir varlığa dönüşebilir. En çok neye üzülürüm bilir misin, hissederim ki rahmetlinin ruhu azap çekmektedir. Yarım bırakılmış işleri hiç sevmezdi o.
Bu tonton kadının yaşlı gözlerine dalıyorum. Birden aklıma bir fikir geliyor.
-Anladığım kadarıyla siz de anlıyorsunuz müzikten? Neden o besteyi siz tamamlamıyorsunuz?
-Ama ben şimdiye kadar hiç beste yapmadım ki! Sadece ud ve tambur çalarım. Biraz da ney üflerdim eskiden.
-Bence bu besteyi siz tamamlayabilirsiniz. Hani birbirinizin uzvu gibiydiniz. Canlı kalan sizsiniz. Onu en iyi tanıyan da…
Gözleri yine uzaklara dalıyor. Sonra bana dönüp
-Gerçekten Ayla ile aynı yaşta mısınız, diye soruyor.
Ürperiyorum.
****
-Annen gayet normal Fuat. Hatta bazen şüpheye düşüyorum o mu ben mi psikoloji eğitimi aldık diye? Üstelik çok da zeki. Bana gerçekten Ayla ile aynı yaşta olup olmadığımı sordu…. Efendim, hatlarda bir sorun var galiba, bazen kesiliyor sesin. Garip sesler mi? Sen yanlış anlamışsın bence. Geceleri algı yanılsamaları olur ya. Ondan bahsetmiştir. Bana da anlattı zaten. Çok ince, nahif bir dünyası var. Gerçeklerden filân kopuk değil. Bu onun kendi seçimi. Her şeyin o kadar farkında ki! Ayrıca haberin olsun, ben ona kim olduğumu söyleyeceğim. Çok utanıyorum yalan söylediğim için. Alo, alo Fuat, anlamıyorum…
****
Dar keçiyollarında koşuyor yine. Ama rüya kesilmiyor. Bir ormanda buluyor kendini birdenbire. Sonra o sesi duyuyor. Kesilen ezginin devamı gibi. O kadar uyumlu. Bir ışık selinin ortasına düşüyor. Işık ve ses içindeki yalnızlık duygusunu yavaş yavaş azaltıyor, bir berraklık yayılıyor düşüncelerine. Sesi ve ışığı takip ediyor.. Dar dehlizlerden, karanlık yollardan geçiyor. Ellerinde cam kırıkları, avuçları kan revan içinde. Ama hiç acı hissetmiyor. Sadece duyduğu sese ulaşmak fikriyle ilerliyor. Geniş bir meydanda, ışık selinin ortasında, efendisini görüyor. Gülerek udunu uzatıyor ona. Yürüyüp alıyor…
****
Bu ses, bu yarım kalmış beste. Ama…Ama kesilmedi. Hızla odamdan çıkıp, merdivenleri iniyorum. Tam karşıdaki odadan geliyor ses. Odaya girdiğimde Azize Hanım’ın titreyen bedeni ve ağlamaktan kızarmış gözleriyle ezgiyi tamamladığını görüyorum. Başını kaldırdığında göz göze geliyoruz. Koşup ona sımsıkı sarılıyorum.
****
Saat sabahın onu. Azize hanım hâla kalkmadı. Dün gece yarım besteyi tamamladı ve ondan sonra bir bebek gibi uyudu. Yalanımı ancak bunu hatırladığımda affedilebilir buluyorum. Bunu ona söylediğimde:
-Ben anlamıştım zaten, dedi. Bu bakışlar, yirmi yılda elde edilmez. Biliyor musun, yaşananların tortusu en çok gözlere siner…