Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2009       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İnsan Hakları

İnsan hakları, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklardır. Bu haklardan yararlanmak bakımından vatandaş ve yabancı arasında fark yoktur. Diğer yandan insan hakları terimi bir ideali içerir. Bu terimi kullananlar, bu alanda olanı değil, olması gerekeni dile getirirler. İnsan hakları terimini daha çok tabii hukuk anlayışına mensup yazarlar kullanmaktadır.

İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır. İnsan hakları, her bir bireye bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe zorunluluğu ile dengelenmektedir. Bir başka deyişle, birçok hakkın yanında bir sorumlulukta bulunmaktadır.

Tüm erkek, kadın ve çocukların temel insan hak ve özgürlüklerinin belirlendiği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (The Universal Declaration of Human Rights) 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından benimsenmiştir. Bu bildirge birçok ulusal ve uluslararası yasanın temelini oluşturur.

İnsan, medeni yaşamak için yaratılmıştır. Medeniyet ise, tamir-i bilad ve terfih-i ibad’dır. Yani beldeleri bayındır hale getirmek, memleketleri kalkındırmak, fenni her çeşit gelişmeyi insanların, milletlerin hürriyetleri, rahat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. İlk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselamdan itibaren insanlar, medeni olarak yaşamış ve şahsi haklarını kullanmışlardır. Peygamberlerin bildirdiklerine iman edip bu yolda gittikleri müddetçe, insanlık huzûr içinde yaşamıştır.

İnsanlar, ilahi dinlerden uzaklaşınca sahib oldukları bütün haklardan mahrûm kaldılar. Zalim diktatörlerin, kralların zulmü altında inlediler. Siyasi, iktisadi ve içtimai haklarını elde edebilmek için mücadeleye başladılar. Miladi altıncı yüzyılda İslamiyetin doğuşu ile insanlık, medeni hakların zirvesine ulaştı. Peygamber efendimizin Veda Hutbesi’nde bu husus açıkça görülmektedir. İslamiyetin yayıldığı, hakim olduğu yerlerde din, dil, ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlar, insanlık hak ve hürriyetlerini asırlarca kullandılar, adalet içinde müreffeh bir hayat yaşadılar. Bu haklardan mahrum kalan milletler ise mücadelelerini devam ettirdiler. Ancak 18. yüzyılda Fransız İhtilali ile bazı haklar elde edebildi. 20. yüzyıldaki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile de bu hakları genişlettiler. Halbuki İslamiyet, Fransız İhtilalinden 12, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden 14 asır önce insanların hak ve hürriyetlerini garanti altına almıştı. Veda Hutbesi’nde; “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvası en çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” “Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.” “Kan davaları tamamen kaldırılmıştır.” “Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü tealadan korkmanızı tavsiye ederim. Sizin kadınlar üzerinde, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.” “Din kardeşinizin hakkına tecavüz helal değildir.” “Ey insanlar! Allahü teala her hak sahibine hakkını (Kur’an-ı kerimde) vermiştir.” buyrularak insanların can, mal emniyeti, fikir, vicdan hürriyeti gibi bütün hakları teminat altına alınmıştır. On dört asır sonra kaleme alınan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki “Herkesin yaşama hürriyeti, hiç kimseye zulmedilemeyeceği, kanun önünde herkesin eşit olduğu, erkek-kadın ve ırk ayırımı yapılmayacağı” gibi değişik maddeler Veda Hutbesi’nde “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız...” ifadesi ile özetlenmektedir. Eğer yeryüzündeki insanlar, İslamiyetin kendilerine temin ettiği bu hak ve hürriyetleri öğrenselerdi seve seve Müslüman olur veya bunların tatbik edilmesini isterlerdi. Nitekim batıdaki insan hakları ile alakalı çalışmalar, İslamiyetin tesiri ile olmuştur.

Bilhassa ortaçağda, Müslümanların hakim oldukları yerlerde, Müslüman olsun veya olmasın herkese adil muamele yapılıyordu. Renk, dil, ırk farkı gözetmeksizin herkes inancında, ibadetinde mülk edinmede, ticaret yapmakta, mahkemelere müracaatta hep hürdü. Aynı çağda Hıristiyan aleminde ise durum, İslam aleminin tam aksineydi. Hıristiyanlar, kendi dindaşlarına bile zulüm, işkence yapmaktan geri durmuyorlardı. Asil denilen itibarlı aileler ile kilisenin haklı-haksız her dedikleri oluyor, istekleri yerine getiriliyordu. İslam alemindeki huzûru, refahı, adaleti işiten, bizzat gidip gören Hıristiyan ülke insanları, kendilerinin de Müslümanlarca yönetilmesini, arzû eder hale geldiler. Hıristiyan batı dünyasındaki reform hareketlerinin itici gücü, İslam alemi oldu.

Batı dünyasında hor görülen, ezilen insanlar; İslam aleminden görüp öğrendikleri hürriyet düşüncesinden etkilendikçe Avrupa’da insan hakları konusunda gelişmeler başladı. 18. yüzyılda yaşıyan John Locke, Montesquieu, Voltaire ve Jean Jacques Rousseau gibi filozofların bu gelişmelere önemli katkıları oldu. İnsan hakları olarak istenenler ise, kanun önünde eşitlik, kişinin güvenliği, düşünce-inanç hürriyeti, siyasi ve mülkiyet hakları gibi şeylerdi.

Batı dünyasındaki bu mücadele, ancak Birinci Dünya Savaşından sonra devletler tarafından kabul edilip müzakere edilmeye başlandı. İlk olarak 1919’da “Milletler Cemiyeti” kuruldu. Bu cemiyette ezilen, hor görülen insanların durumu, çalışma şartlarının düzeltilmesi, kadın ve çocukların durumu gibi konular ele alındı. Bu cemiyetin akabinde bunun yerine 1945 senesinde Birleşmiş Milletler kuruldu. Bünyesinde hemen hemen her konu ile alakalı bölümler, konseyler teşkil edildi. İnsan haklarının korunması husûsunu, Ekonomik ve Sosyal Konseye bağlı olarak çalışan İnsan Hakları Komisyonu üzerine aldı.

Bu teşkilatlanmanın akabinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 10 Aralık 1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayıp kabûl etti. Beyanname’de bütün insanlar ve devletler için geçerli olacak ortak ölçüler kondu. Bunlar , kanun önünde eşitlik, keyfi yakalama ve tutuklamalara karşı korunma, adil yargılama, mülkiyet, din ve vicdan hürriyeti, toplantı yapma, dernek kurma hürriyeti gibi hususlardı.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu, çeşitli senelerde toplanarak mevcut hak ve hürriyetleri genişletici kararlar aldı ise de, bunları tatbik gücünden mahrumdu. Zaten her devlet, içinde bulunduğu çeşitli şartlar sebebiyle alınan bu kararları uygulayacak durumda değildi. Halen de durum geçerliliğini devam ettirmektedir. Bir de Birleşmiş Milletlerin iktisaden gelişmiş, süper devletlerden meydana gelen daimi üyelerinin menfaatleri söz konusu olunca, bu hakların kullanılması kullandırılması daha da güçleşmektedir.

Birleşmiş Milletlerin ve ILO’nun hazırlayarak uygulamaya sokmaya çalıştığı diğer mühim sözleşmeler arasında; soykırımın önlenmesi ve uygulayanların cezalandırılması, savaş esirlerine insanca muamele edilmesi, mültecilerin durumu, köleliğin zorla çalıştırmanın kaldırılması, ırk ayrımının önlenmesi ve uygulayanların cezalandırılması, işkence ve keyfi işlemlere karşı korunma gibi hususlar da vardır. Fakat bütün bunlar Hıristiyan batı dünyasının menfaatleri ile çatıştığı zaman uygulamadan kalkmakta ve adeta bunların tersinin uygulanıldığına şahid olunmaktadır. Çünkü BM kararlarının mutlak müeyyide (yaptırım) gücü yoktur. Sadece aldığı kararları ilan ederek manevi bir baskı niteliği taşır.


Kaynak:Rehber Ansiklopedisi