Arama


asla_asla_deme - avatarı
asla_asla_deme
VIP Never Say Never Agaın
30 Aralık 2009       Mesaj #22
asla_asla_deme - avatarı
VIP Never Say Never Agaın

8.Bektaşilik (Hacı Bektaş Veli):Burada üzerinde durulacak olan konu, tarihsel gelişim içinde oluşan Bektaşilik değil, kısaca Hacı Bektaş Veli'nin kişiliği ve tasavvufi inançlarıdır.

Hacı Bektaş Veli,İran'ın kuzeydoğusunda Horasan eyaletinin Nişabur kentinde doğmuştur. Horasan hükümdarı II. İbrahim'in oğludur. Annesi Şeyh Ahmet adlı Nişabur'lu bir bilgininin kızı Hatem Hatun'dur (Yılmaz, 1999:31). Doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte Miladi 1210-1220 yılları arasında doğduğu kabul edilmektedir (Gülşan,1975:10).

Bektaşi an'anelerine göre Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi'nin halifelerindendir. Bir rivayete göre de Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi'nin halifelerinden Şeyh Lokman Parende'nin müridi idi. Anadolu evliyasından Geyikli Baba, Abdal Musa ve Horoz Dede de Ahmet Yesevi'nin halifeleri arasında sayılmaktadır (A.Yesevi. 1991:45-46).

Hacı Bektaş Veli, hocasından pozitif ve dinsel bilimleri öğrenmeye başlayınca zekâsı ve bilim öğrenme yeteneği hemen fark edilmişti. Çünkü bir konuyu öğrenmek için arkadaşları günlerce beklerken o konuları kısa sürüde anlıyor ve diğer konulara geçmek istiyordu. Öğrenimini tamamladıktan sonra Allah'la baş başa kalmayı tercih ederek yalnız olarak bir yere çekilmişti. Ahmet Yesevi Hazretleri ile görüşmüş, Ahmet Yesevi ona; "Senin için Sulucakarahöyük'ü vatan olarak seçtik", diyerek onu Anadolu'ya göndermiştir (Yılmaz,1999/10:3 1).

Hacı Bektaş Veli buna uyarak önce Necef e giderek Hz. Ali'nin kabrini ziyaret etti ve 40 gün o ulu kişinin yanında kaldı. Bu süre içinde her zamandan fazla ibadet yaptı ve Allah'ı andı. Oradan Mekke'ye geçerek haccını yaptı ve Medine'ye giderek Hz. Muhammed'in kabrini ziyaret etti. Oradan ayrıldıktan sonra 40 gün kadar Şam ve Kudüs'te kaldı. Oradan Haleb'e gelerek Bustan mevkiinde bulunan Ashab-ı Kehf’in mağarasını ziyaret etti. Sonra Sulucakarahöyük'e gelinceye kadar yolda rastladığı bütün türbe ve yatırları ziyaret etti ve 1433 yılında Orhan gazi dönemindeki ölümüne kadar burada insanları aydınlatma ve öğretme görevini sürdürdü (Yılmaz, 1999/10:31-32).

Hacı Bektaş Veli, Hıristiyanlığın çok yaygın olduğu bir bölge olan Sulucakarahöyük'e yerleşti. Bugün yer altı kilise kalıntılarından da bu durum anlaşılmaktadır. Bu bölgede insanları irşat etti ve gayri Müslimleri de sevgi ile İslam dinini çağırarak onların bu dine inanıp benimsemelerini sağlamış böylece Anadolu'nun Türkleşmesine ve İslamlaşmasına katkıda bulunmuştur.

Bundan başka Hacı Bektaş Veli, dedelik örgütünü kurarak Türk boylarını birbirine bağladı ve bugün için bile hayranlıkla baktığımız muazzam bir dayanışma ve sosyal kontrol mekanizmasını geliştirdi. Ayrıca Bektaşilik tarikatını kurarak soydan Alevi olmayan insanların manevi eğitimlerini üzerine aldı. Böylece kendisinden feyz alan bütün insanları ahlak bozukluklarından kurtararak topluma ve insanlığa faydalı olgun birer insan olarak yetiştirmeye çalıştı.

Hacı Bektaş Veli, Arapça ve Farsça'yı bilmesine rağmen Türklük bilinci ile Türkçe yazan buna karşılık edebiyat, geometri, astronomi gibi pozitif bilimlerden haberdar olan (Eğri,99/10:184) aydın bir erendi, İrene Melikoff un iddia ettiği gibi O bir meczup değildi.

Hacı Bektaş Veli, sade yaşayan, samimi, yapmacıksız bir insandı. Bütün yaratıkları severdi. Aynı zamanda alçak gönüllü, ciddi ve hiçbir zaman kutsal liderlik taslamamıştı. Saygılı, terbiyeli, güler yüzlü idi. O vücudunun ve giyim eşyalarının tertemiz olmasına çok dikkat ederdi. İyilik yapmak başlıca isteği idi. Kendisi de hoşgörü örneği idi. Kimsenin ayıbını, kusurunu görmez, yüzüne vurmazdı. "Gördüğünü ört, görmediğini söyleme derdi (Sümer, 1975:4-6).

Hacı Bektaş Veli, bilimi, yıldızlara benzetir. Nasıl insanlar gökte yıldız olmadığı zaman karanlıktan yolu bulamazlarsa, akıl ve bilim marifeti olmayanlar da Hakk'dan yana olan yolu göremezler. O, bilim büyüklerini ana ve babadan daha değerli bulur (Eğri,99/10:183).

Hacı Bektaş Veli, çalışmayı teşvik etmiş "Gündüz şevk ile dünya işine, gece aşk ile ahiret işine sarıl" buyurmuştur (Noyan,98/5:56). Alevi cemlerinin gece yapılmasının sebebi bu olsa gerektir. Çünkü Aleviler gündüz dünya işi ile meşgul olup cem törenlerini genellikle gece veya tatil günlerinde yaparlar.

Hacı Bektaş Veli'ye göre cömertlik dörttür; mal cömertliği beylerindir, zenginlerindir. Ten cömertliği, zahitlerindir. Can cömertliği, aşıklarındır. Gönül cömertliğ ise ariflerindir (a.g.y:57).

Rıza Zelyut (1990:6)'a göre Karamanoglu Mehmet Bey'in 1277 yılında Anadolu'yu işgal etmesi ve burada "Bundan sonra devlet dairelerinde evlerde, sokaklarda, Tükçe'den başka dil kullanılmayacaktır. Aksi hareket edenler, idam olunacaktır", fermanını yayınlanmasına Türkçe bilincini uyandırdığı için Hacı Bektaş Veli etkili olmuştur. Yine Zelyut'a göre, Hacı Bektaş Veli'nin (1240) Babailer İsyanı lideri olan Baba İshak'ın halifesi olduğu, görüşü geleneksel bilgilere uymaz. Çünkü Hacı Bektaş düşüncesinde, bir şeyhin bir komutana mürit olması mümkün değildir.

Alevi inancına göre Hacı Bektaş Veli, öldükten sonra kendi cenazesini kendisi yıkamıştır. Hacı Bektaş Veli bir gün Sarı İsmail'i çağırdı ve ona şunları söyledi: " Bugün günlerden Perşembe ve ben bugün ahirete göçeceğim. Ben ruhumu teslim edince sen kapıyı ört ve dışarı çık. Çile Dağı tarafını gözle, oradan bir boz atlı gelecek ve yüzüne yeşil örtü takmış olacak. Bu zat atını dışarıda bırakacak ve içeri girip bana "Yasin" sure sini okuyacak. Attan inince selamını al, onu ağırla. Hulle donumdan kefenimi getirecek, beni yıkayacak, beni yıkarken su dök. Bana ceviz ağacından taput yapacak ve beni ona koyacak. Sakın onunla söyleşmeyin. Öğüdümü tut, ölümümden sonra bin koyunla yüz sığır kurban et, bütün halkı çağır, onları doyur ve onlara hizmet. Ne kadar mürit ve muhip varsa hepsini davet et, onlara öğüt ver, ağlamasınlar (Zelyut, 1990:19).

Hacı Bektaş Veli'nin ölümü üzerine erenlerin anası Fatma Bacı, Seyyid Mahmud-ı Hayrani, Karaca Ahmet, Kolu Açık Hacı Sultan, Resül Baba, Cemal Seydi vb. bütün erenler atlı-yaya hepsi geldi, yanıp ağlaştılar. Bir müddet sonra Çile Dağı tarafından vasiyet edildiği gibi bir atlı göründü ve Hacı Bektaş Veli'nin önceden anlattığı gibi cenazeyi yıkadı, kefenledi, taputa koydu, cenaze namazını kıldırdı ve götürüp kabre koydular. Boz atlı er, erenlerle vedalaşıp atına atladı ve atı koşturdu gitti. Sarı İsmail, bu kişinin kim olduğunu merak etti ve eğer Hızır ise daha önce görüşmüştüm, tanırım dedi ve ardından koşup yetişti ve şunları söyledi: "Namazını kıldığın er yüzü suyu hürmetine kimsin? bana bildir." Boz atlı er, Sarı İsmail'in niyazına dayanamadı ve örtüsünü açtı. Sarı İsmail'in karşısında birden Hacı Bektaş Veli beliriverdi. Sarı İsmail, atının ayağına düşüp hayranlığını bildirdi ve "Lütfen erenler Şahı, 33 yıl hizmetindeyim, kusurum var, seni bilememişim, suçumu bağışla" dedi. Bunun üzerine Hünkar Hacı Bektaş Veli şunları söyledi: " Er odur ki, ölmeden önce ölür, kendi cenazesini kendisi yıkar. Git var, sen de buna gayret et." Bu sözleri söyledikten sonra birden gözden kayboldu (Zelyut, 1990:19-20).

Eserleri: 1.Kitab'ül Fevaid 2. Fatiha Suresi Tefsiri 3.Şathiyye 4. Hacı Bektaş'ın Nasihatları 5. Hadis-i Erbain Şerhi 6. Şerh-i Besmele 7. Makalat.

Bütün tasavvuf erbabı tarafından benimsenen 4 kapı ve 40 makam inancını Hacı Bektaş Veli'nin Makalatı'nda şöyle açıklanmaktadır: Allah'a giden yollar yaratıkların nefesleri sayısıncadır; gerçeğe ulaşmış kişiler bunların arasından içinde şu 4 mertebenin bulunduğu bir yolu tercih etmişlerdir: 1. Şeriat 2. Tarikat 3 .Marifet 4. Hakikat (Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Vakfı,1988:72-85).
Şeriat ve Makamları
1.İnanmak (Amentüye)
2.İslam
3.İlim öğrenmek
4.İhsan (Allah'a sanki O'nu görüyormuş gibi ibadet etmektir.
5.Evlenmek
6.Helal yemek ve helal giyinmektir
7.Kulun Ehl-i sünnet ve'l cemaat üzere bulunmasıdır.
8.Şefkat ve merhamettir (Peygamberimiz'in bir hadisinde;"Şefkat imandandır. Yeryüzündekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet etsinler", buyrulmaktadır.)
9.Helal kazanmak ve faizi haram kılmaktır
10.İyiyi emretmek ve kötülükleri yasaklamaktır.

Tarikat Makamları
1.Yola koyulmak, pirden el almak ve günahlardan tövbe etmektir
2.Kulun bir mürşide mürit olmasıdır
3.Başı tıraş etmek, giyimini ve kişiliğini tasavvuf ehline benzetmeye çalışmaktır
4.Kulun korku ile umut arasında olmasıdır
5.Hizmet etmektir
6.Nefsi ezmek ve kahretmektir.
7.Allah'a dönmek ve Ondan başkasını bırakmaktır
8.Hırka, makas, zenbil (meslek edinmek ve geçimini bir meslekle sağlamak), seccade, icazet, ibret ve hidayettir.
9.Cemaat ve nasihat sahibi olmak ve Allah'ın kullarına karşı sevgi beslemektir.
10.Aşk, şevk, fakirlik ve kanaatkarlıktır.

Marifet Makamları
1.Edepli olmak (İnsan ancak saygı ve edep ile erer. Hz. Ali şeref, mal ve soy ile değil ancak
bilgi ve edep iledir, buyurmuştur.)

2.Allah'tan korkmaktır (Allahüteala, Allah'tan ancak bilgili kullar gerektiği şekilde korkar,
buyurmuştur)

3.Nefis terbiyesi, açlık ve kanaatkarlıktır
4.İkrar ve tasdik etmektir.
5.Utanmaktır (peygamberimiz; haya, imandandır, buyurmuştur)
6.Cömertliktir
7.İlimdir (Bir Hadiste; dünya, bilim adamlarının bilimi, hükümdarların adaleti, cömertlerin el
açıklığı, yoksulların duaları üzerinde durur, buyrulmuştur)

8.Daima sakin olmak; hırs, kin, öfke gibi olumsuz davranışları terk etmektir.
9.Kalp ve gönlü hoşnut etmektir.
10.Kendini bilip tanımaktır (Hz. Peygamber, Kendini tanıyan Rabbi'ni tanır, buyurmuştur.)

Hakikat Makamları
1.Kulun diğer yaratıklar arasında toprak gibi olmasıdır (Bir kişinin incitmesinden incinmemesi ve her şeyi Allah'tan bilmesi ve her şeye rıza göstermesidir)
2.Bütün evrene tek bir gözle bakmak.(kişilerin işlediğine iyi veya kötü dememek, yalnızca iyiliğin ve kötülüğün kendisini görmektir)
3.Cömert olmaktır(Kişinin mal, yiyecek ve giyeceklerden bol bol vermesidir)
4.Ölmedenönce ölmek ve nefsini yok etmektir.
5.Yaratıklardan hiçbirine zarar vermemek ve onlardan cefa görmemektir.
6.Kulun sohbet sırasında gerçekleri söylemesidir.
7.İyi ve olgun kulların girdiği yola girmektir
8.Kendisinde görülen kerametleri gizlemesidir
9.Sabretmektir (Tanrı'ya yakarmak ve O'na ulaşmak)
10.İç gözüyle gözlemde bulunmak Tanrısal bilimi (İlm-ü ledün veya tasavvuf.) öğrenmektir

Dede Güvenç (1999:48)'e göre Şeriat, Hz. Ademden Hz. Muhammed'e kadar olgunlaşarak gelen ilahi kaynaklı İslam'a inanmaktır. Tarikat, şeriatta gaip olarak inanılan ve iman getirilen Allah'a ulaşmak için tutulan yoldur, takva ehli olmaya çalışmak ve nefis ile mücadele etmektir. Marifet; her şeyin yaratılışının aslına varmak ve bu konudaki bilgilere ulaşmaktır. Hakikat ise ölmeden önce ölmek, aslına dönmek ve Hak ile Hak olmaktır. Eğer bu 40 makamdan birisi eksikse olsa, gerçeğe (Hakikat'e) ulaşılamaz. Hacı Bektaş Veli'nin Bazı Sözleri (Göçgün,1998:148-153):

İlimden gidilmeyen yolu sonu karanlıktır.
Gerçek erenlerin izinden çıkma.
Biz olduğumuz gibiyiz, öyle kalacağız.
Alimin ve olgunun sohbeti, cahilin ibadetinden daha hayırlıdır.
Özünle, gözünle, sözünle işinde ol.
Kadınları okutunuz, kadınları okumayan millet yükselemez.
İlmi, bilgiyi aziz, yüce tutan kimse, hiçbir zaman küçülmez, alçalmaz.
Her insanın üç yoldaşı vardır: sabır, kanaat ve utanmaktır. Elinle
koymadığın şeyi alma.
İnsanın olgunluğu, davranışlarının olgunluğudur.
Fikirsiz ilim; kanatsız kuş, Nuhsuz gemidir.
Kimsenin ayıbını arama; kendi ayıbını gör.
Sorulmadan söyleme.
Cahillere ve hak tanımazlara sükut ile karşılık veriniz.
Alimlere ve kendini bilenlere alçak gönüllülük yaraşır.
Allah, cömertleri sever.
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız.
Dost yüzlü düşmandan sakın.
Doğruluk göster, yalanla uğraşma, konuşurken mübalağa etme, abartma.
Çağrılmadan gitme.
Sevgi ve acıma insanlık; hiddet ve şehvet hayvanlıktır.
Hakiki derviş, olgun kişi; kimsenin kınamasından incinmez.
Özünde ve sözünde temiz olmayanların imanı tam değildir.
Allah'tan başka dost aramayınız.
Allah'tan başka her şeyi unutunuz.
Allah'ım iyi, güzel, doğru, faydalı düşünce ve davranışla beni şereflendir.
Hacı Bektaş Veli'nin Diğer Sözleri (Zelyut, 1990:21):
Eline, diline, beline sahip ol.
İbadet, cennet için değil, Hak için yapılmalıdır.
İnsanın gerçek güzelliği sözünün güzelliğidir. İbadetin
yeri başka, işin yeri başkadır.
Yiğit odur ki, kırılmaya değer bir kimseyi bile kırmaz.
Aşıkların tenleri ölür, canları ölmez.
Okunacak en büyük kitap insandır.
Bilgelerin düşünceleri ibadetleridir.
İnsan Tanrı'ya ancak iyi işlerle ulaşabilir.
Kendini bilmeyen Tanrı'yı bilemez.
Çalışmadan geçinen bizden değildir.
İnsan, yerde ve gökte Tanrı'nın vekilidir.
Gönül Kabe'den bile üstündür, Çünkü gönül Tanrı'nın belirdiği yerdir. Kişi,
ilim büyüklerini anadan babadan bile üstün tutmalıdır. Gönüldeki hakikat
yemişi, marifet suyu ile yetişir.
Allah'ı özümüzde, özümüzü Allah'da biliriz.

Hacı Bektaş Veli'nin hemen bütün düşünceleri, günümüzde de geçerli olmakla birlikte kanımızca en dikkate değer ve modern toplumsal anlayışla uygunluk gösteren ikisi: Kadınlarını okutunuz" ile "İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır" sözleridir. Ortaçağda Batıda kadın, Adem'i baştan çıkararak cennetten kovduran günahkâr varlık olarak görülürken Hacı Bektaş Veli, kadınların okutulmasını öğütlemiştir. 21. Yüzyıl, bilim çağı olarak nitelendirilmektedir. Şu halde Hacı Bektaş Veli,"Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır", diyerek kendi çağını aşarak 21. Yüzyılın anlayışına sahip son derece ileri görüşlü bir düşünür olduğunu kanıtlamış olmaktadır.

8. Şamanlık: Şamanizm kelimesi Tunguzca'dır ve Şamanlık Sibirya'da ortaya çıkmıştır. Türkler Şaman yerine Kam derler. Kam, tabiatüstü kuvvetlerle temasa geçebilen insandır. Bunlar kendilerine göre bir takım usullerle trans haline girerler, yani kendilerinden geçer ve normal insanların görüp işitemediği şeylerden haber verirlerdi. Bu halleriyle kam veya şamanlar, din adamı olmaktan çok birer kabile büyücüsü durumundaydılar. Gelecekten haber verirler, hastaları iyileştirirler, ruhlar aleminde neler olup bittiğini bilirlerdi. Halbuki din deyince. Her şeyden önce evren ve insan hakkında, en uzak geçmişi ve en uzak geleceği de içine almak üzere, belli bir açıklama getiren inanç sistemini anlıyoruz (Güngör, 1992:61).
Yine Abdülkadir İnan (1976:179,1829)'a göre, Göktürk yazıtları Türkler'in dini hakkında pek az bilgi vermektedir. Bu yazıtlar, koyu Şamanist ruhda yazılmıştır. Eski Türklerin dinleri hakkındaki bildiklerimiz Çin yıllıklarında verilen bilgilerden ibarettir. Çin kaynakları Hun Türkleri'nin Gök Tanrı'ya inandıklarını ve buna kurban sunduklarını kaydederler (İnan, 1976, 179,182).

Kafesoğlu (1984:289,295)'na göre, bir sihir karakteri taşıyan Şamanizm, Türk inanç sistemi olamaz. Bozkır Türk topluluklarının asıl dini "Gök Tanrı Dini"dir. Bu inanç sisteminde Tengri (Tanrı) en yüksek varlık olarak inancın merkezinde yer almıştı. Aynı zamanda semavi mahiyete haiz olup, çok kere "Gök Tanrı" diye anılıyordu.

Şamanizm bir dinden çok, kendi özel usulleri ile kazandığı (extase) hali içinde ruhun bedenden ayrılarak göklere yükseldiğini hisseden bir trans ustasıdır. Ancak Türk inancı ile Şamanizm arasında hayret edilecek bir uyum meydana gelmiştir. Özellikle Türklerdeki atalar kültü, kartal inancı, demircilik ve at kurbanı şamanik vasıf kazanmıştır. Esasen Şamanlığın en büyük özelliği nüfuz ettiği bölge halkının ruh alemine bürünme kabiliyetidir. Şamanlık, ruhun gezip dolaşması"extase", tanrılarla bağlantı kurması konusunda eski Türk topluluklarının tabiata atfettiği gizli kuvvetleri istismar etmiş, yavaş yavaş gelişerek ona yeni unsurlar ekleyerek adeta bir din kimliği kazanmıştır (Kafesoğlu, 1984:288-289).

Şamanizmin en önemli özelliklerinden birisi kadına verdiği değerdir. Bu değer neredeyse bir kadın-erkek eşitliği yaratabilecek kadar önemlidir. İran'ın İslam öncesi inancı olan
Zerdüştlükte kadın; kötü, kirli, şeytanın yansıması iken Şamanizmde kadın kutsaldır (Kışlalı, 1997:122).

Prof. Türkdoğan (1995:102)'a göre Şamanizm, adeta günümüz Alevi-Bektaşi geleneğinde varlığını sürdürmektedir. Cem törenlerine kadınların erkeklerle birlikte katılmaları, musahiplik merasimlerinde çift oluşturmaları, erkeklerle birlikte semah yapmaları, alkollü içkileri(dolu) hoş görmeleri, İslam öncesi Şamanizmin izlerini taşır. Bunun gibi dervişler, pirler veya dedeler Şamanizm kültündeki Kam (ozan)'ların izlerini taşır. On iki imam ile 12 muharrem yas günü 12 ayaklı Türk takvimi ile bağlantılı olabilir.

Şamanizmde kurban sunulmadan ayin ve tören yapılmaz. Kurbanların en önemlisi attır, bundan sonra koyun gelir ve kurbanın makbulü, erkek olanıdır (Eröz, 1990:295). Alevi cem törenlerinin çoğunluğu kurban kesilerek yapılır.

Şamanların olağanüstü halleri olduğuna inanılır. Don değiştimek, ateşte yanmamak, akıldan geçeni bilmek, tabiat güçlerine hükmetmek, ölüyü diriltmek v.s. Bunlar Alevi-Bektaşilikte "Evliya Kültü" olarak devam eder (Aydın: 1998/8:40). Bundan başka Şamanların hem kendi hastalıklarını ve hem de başkalarının hastalıklarını iyileştirdiklerine inanılır (Eröz, 1990:262).

Orta Asya ve Ön Asya'dan Anadolu'ya gelen kitleler, Müslümanlığı kabul etmekle birlikte eski Şaman dinlerine ait İslam'a aykırı bir çok kültürü de İslam'la kaynaştırmışlardı. Anadolu'nun ortasında gezinen bu Şaman babaları, Horasan dervişleri bir lokma bir hırka prensibini kabul etmiş olarak Anadolu kentlerinde geziyor, dolaşıyor, örgütsüz ve sistemsiz fikirler yayıyorlardı. Anadolu'ya daha önce gelip yerleşen kişilere Rum Abdalları denirken, Anadolu'ya gelen her dervişe de hangi kökten gelirse gelsin Horasan erenleri deniyordu. İşte Hacı Bektaş da bunlardan birisi idi (Türkdoğan, 1995:284). Horasan erenlerinin çoğunun düşünceleri sistemsiz ve çalışmaları örgütsüz olabilir. Fakat Hacı Bektaş Veli, düşüncelerini sistemleştirdiği gibi dağınık halde yaşayan Türkleri dedelik örgütü ile bir araya getirmiş ve bu eksikliği mükemmel bir şekilde gidermiştir.

9. Yunan Felsefesi

Özellikle Yunan filozoflarından Platon ile Plotinos'un düşünceleri tasavvufla ve dolayısıyla Alevilikle bağdaşmaktadır. Çünkü sevgi unsuru ve bu unsurun büyük ölçüde Tanrı'ya dayanması düşüncesi her iki felsefede de ortak olan noktalardır. Şimdi bu iki filozofun düşüncelerine kısaca yer verelim.

Platon (Eflatun)
Platon'un ideler teorisine göre bu dünyada gördüğümüz bütün varlıkların (insan, hayvan, bitki veya cansız bir eşya olsun) ideler dünyasında bir idesi, yani aslı, özü ve esası vardır. bu dünyada gördüklerimiz ise onların gölgesi veya görüntüsüdürler. Bir cismin varlığa gelebilmesi ancak idesinden alabildiği pay kadar mümkün olmaktadır.

Bundan başka insan ruhu dünyaya gelmeden önce ideler dünyasında bulunmakta ve şu anda dünyada bulunan bütün varlıkların öz (ide)'lerini orada temaşa etmişti. Bu dünyaya geldikten sonra o idelerin gölgesini görünce onların idelerini hatırladı. Onun için bilgi bir hatırlamadır. Örneğin güzelliğin ne olduğunu bilmeseydik, karşımızdaki nesnenin güzel olduğunu söyleyemezdik. Şu halde ruhumuzda uyuklama halinde de olsa bir güzellik ideali vardır.

Karşımızdaki objenin güzel olup olmadığını içimizdeki güzellik ideali ile karşılaştırır ve güzel olduğu hakkında bir hükme varırız. Algılar insan ruhunda, daha önce ideler dünyasında iken temaşa etmiş olduğu asli şekillerinin hatıralarını uyandırmaya yarar. Uyanan bu hatıralar, insan ruhunu, bu asli şekillere karşı derin bir özleyişle doldururlar. İnsan, güzelliğin kendine karşı duyduğu bu derin özleyişin zoru ile bu ideal formları bu dünyada gerçekleştirmeye çalışır. İşte gerçek "eros"u yani platonik sevginin kaynağını, ruhun bu asli şekillere karşı duyduğu sonsuz istek ve özleyiş meydana getirir (Birand, 1987:54-55).

İnsan öldükten sonra bedeni parçalanır ve ruhu daha önce bulunduğu ideler dünyasına geri dönmektedir. İnsan bu dünyaya geldikten sonra bedenin tutkuları yüzünden sıkıntı içine düşmüştür. İnsan, ancak doğuş çarkını kırarak gerçek mutluluğa erişebilir. Platon'un bu düşünceleri Pisagorculardan gelmektedir. Pisagorcular ruhun ölümsüzlüğüne ve ruh göçüne (tenasuh) inanıyorlardı (Birand, 1987:54).

Platon Timaos diyalogunda, evrene idelere göre düzen veren daha doğrusu maddeyi idelere göre şekillendiren Demiorgus adını verdiği bir Tanrı'dan söz eder. Ona göre tanrıları maddi zevklerin esiri olarak gösteren şiir ve mitolojiler reddedilmelidir. Tanrı'nın iyi ve adil olduğuna inanmalı ve O'nun en üstün varlık, iyiliğin, adaletin, doğruluğun ve mükemmelliğin kaynağı olduğu kabul edilmelidir. Tanrı iyiliğin kendisidir ve yeryüzündeki iyi şeylerin sebebini meydana getirir. Mükemmelliğin kendisi olan Tanrı, ideler sisteminin en tepesinde yer alan İyilik İdesidir (a.g.e: 57,62,63,68). Ona göre Tanrı, tıpkı bir ressam gibi dünyadaki cisimleri onların ideler dünyasındaki idelerine bakarak çizer, şekillendirir ve onları varlığa getirir.

Platon İyi idesini güneşe benzetir. Nasıl güneş hem varlık veriyor hem de aydınlatıyorsa, İyi idesi, öteki idelere hem varlıklarını verir hem de onları aydınlatır. Başka deyimle idelerin doğru bilgisini edinmek için, onları İyi İdesinin ışığında görmek gerekir. ideler yüzdeki göz ile değil akıldaki göz ile görülür. İdeleri bilmek için yol, bilimle özellikle matematikle uğraşmaktır. Onun için Platon, Akademisinin kapısına "Geometri bilmeyen buradan içeri girmesin" diye yazdırmıştır (Küyel, 1977:29).

İyi idesini bilmek için doğrudan doğruya onu görmek şarttır. Bu, onunla birleşmek anlamına gelir. Onunla birleşmek güçtür, ilkin birleşmeyi hazırlamak gerekir. Hazırlık mağaradaki bağlardan (beş duyu) kurtulmakla gerçekleşir. Bilimle uğraşmak ve matematik yapmak, insanı görünmeyenin bilgisini edinmeye alıştırır. Matematik tamamen duyular evreninden kurtulmaya yetmez. Onun için mükemmel olan İyi İdesine kadar yükseltmez. Mağaradan kurtulmak için matematik yapmak, Pisagorcuların istedikleri gibi "doğuş çarkını kırmak"tır. Doğuş çarkını kırmak, insanın ruhunu bedenin etkilerinden kurtarmasıdır. Çünkü onlara göre beden ruh için bir hapishanedir. Beden kendi istekleri ile ruhu tutuklamıştır, ruhu bu durumdan bir an önce kurtarmak gerekir. Kurtuluşun yolu, bilimle sanatla özellikle müzik ve oranlar konusuyla ilgilenmektir. Demek ki, İyi İdesine yükselebilmek için önce matematik ve sonra sevgi yolunu denenmelidir. Sevgi, ideler idesi olan İyiy'e önceden tanınmış, bilinmiş olan o güzele doğru, ruhun kanatlarıyla yükselmek ve sonsuzlaşmak isteğidir (Küyel, 1977:30).

Plotinos

Plotinos, Hellenistik dönemde yaşamış bir filozoftur. Hellenizm, birbirine zıt ve çeşitli felsefeleri ve dini inançları kaynaştırmıştı. O dönemde felsefeden çözmesi beklenen iki problem vardı. Birisi ruhun geleceği, ikincisi ise gerçekliğin felsefe yoluyla açıklanması sorunu. Bu iki problem birbirine bağlıydı. Ruhun geleceği problemini Sırlar dini, Mitra dini kendilerine göre cevaplandırmışlardı. Şöyle ki, ruh yaratıldıktan sonra işlemiş olduğu günahlardan dolayı kirlenmişti, düşmüştü ve kurtuluşu gerekliydi. İşte Plotinus, ruhun kurtuluşuna uygun bir varlık anlayışını tasarlamayı başarmış bir filozoftu. Onun varlık teorisi Bir, Nus ve Ruh olarak üç hipoztazda toplanmıştı. Bu hipoztas birbirine içten içe bağlıydı. Ruh temizlenmek için bu üç hipoztası iner, gerisin geriye çıkardı. Ruh kurtuluşa ermek için çırpınır dururdu, felsefe yapardı (Küyel, 1 977:45).

Plotinos'un felsefesinin hareket noktasını, her türlü maddi olana karşı bir aleyhtarlık teşkil eder. Çünkü Aristo'dan sonra ortaya çıkan felsefi akımlar (Epikuroscu ve Stoalılar) materyalist idiler. Her iki okul da Platon'a tam bir karşıtlığı ifade ediyordu. İşte Plotinos, Platon'un idealist felsefesine geri dönüyordu. Plotinos, ilgisini ruh ve beden ilişkilerine çevirmiştir. Ona göre ruh, görülmesi ve algılanması mümkün olmayan bir cevherdir. B eden ve ruh birbirinden tamamen ayrı olan iki cevherdir. Yalnız ruh bedene hakimdir ve ona şekil verir ve onu ayakta tutar. Nitekim beden ruhu terk edince beden, çürüyüp dağılır. Ruh aynı zamanda bedeni güzel yapan cevherdir. Güzel olan yalnızca ruhtur. Bedenin güzelliği ancak ruhun güzelliğinin bir yansımasıdır. Ruh bizatihi güzeldir, halbuki beden ruhun bir aynası olmak bakımından güzeldir, çünkü bedene şekil veren ruhtur. Ruh ölümsüz, beden ise ölümlüdür (Aster, 1971:1 6a- 17-a).

Plotinos'a göre bireysel ruhların başka bir de külli bir ruh, bir evren ruhu vardır. İnsanların bireysel ruhları bir şekilde bu külli olan evren ruhunun içinde yer alırlar (Aster, 1971,19-a). Ayrıca herbir insan varlığı kendi ruhsal rehberine (spirit-Guides) de sahiptir (Plotinus, 1952:104).

Plotinos için Allah, kendisinden her şeyin sudur ettiği kaynaktır, var olan her şey Allah'ın emanationu (suduru)'dur. Allah her türlü varlığın kaynağı olduğu için bir şeyin var olması Allah sayesinde mümkün olur. Bundan dolayı Allah mevcuttur, diyemeyiz, çünkü o mevcudiyetin kendisidir ve bizatihi varlıktır. Sonra "Allah birdir" de diyemeyiz çünkü Allah birliğin kendisidir. Yine bunun gibi Allah için müessir ve faildir" de diyemeyiz, çünkü Allah mües sir ve fail olmanın kendisidir (Aster, 1971,20-a).

Plotinus için kendi olgunluğuna ulaşan her varlığın kendiliğinden ve zorunlu olarak bir başka varlığı meydana getirmesi, oluşun bir yasasıdır (Kurtoğlu,1992:63).

İlk varlıktan son varlığa kadar sudurda her şey kendine özgü olan yerinde kalır; sudur eden şeyin sırası, kendisinden sudur ettiği şeyden aşağıdadır ve her şey rehberini izledikçe bu rehberine (zamanla) eşit konuma gelir (Plotinus, 1952:215). Bu durum, tasavvufta, talibin zorlu ve uzun bir eğitimden geçtikten sonra vecd halini yaşayarak Tanrı ile iletişim kurmak suretiyle kamil bir insan olmasını andırmaktadır.

Plotinos'a göre asıl varlık, gerçek varlık, bütün varlık hipoztazlarının en tepesinde olan Bir'dir. O hiç belirleme almaz, her belirleme onun birliğini bozar. O öylesine varlıklarla doludur ki, ondan dolayı varlık ondan taşar yayılır. Bir iyiliğinden dolayı varlığını taşırır, yayar, geçirir, verir, akıtır. Her şey Bir ile varlık kazanır. Birliğini kaybeden, varlığını kaybetmiş olur (Küyel,1977:45-46).

Birden taşan bu dünya, zorunlu olarak, O'nun güzelliklerine sahip olmalıdır (Plotinus,1952:76). Bu demektir ki, Bir güzel olduğuna göre, O'nun eseri olan evrendeki bütün varlıklar da mutlaka güzeldir. Kısacası güzel olan Tanrı, güzel eserler yaratacaktır.

Bir öyle mükemmel bir varlıktır ki, onun bolluğundan ve mükemmelliğinden taşar. Taşan her varlık ötekiyle ilgilidir. Taşan ilk taşkın kendi üzerine kıvrılır, kendine döner, kendine bakar, bu bakışta Nus olduğunu anlar. Taşkın, Nus'tan öteye akıp gider Ruh olduğunu anlar. Ruh kendi üzerine döndüğünde Nus olduğunu, Nus da kendi üzerine döndüğünde Bir olduğunu anlar. Demek ki, Bir taşarak Nusa, Nus taşarak ruha varlığını vermektedir. Ruh, Nusun sonu, duyuların başıdır. Ruh vecd halinde iken kendisinin Nus ve Bir olduğunu bilir. Ruhun yukarı tarafı, Bir ile birleşebilen tarafıdır. Ruh için beden bir kirlilik, bir kötülüktür. Ruhun aşağı tarafında beden, ruh için bir iyilik, bir zarurettir. Düşmüş ruhu aşağı seviyesinden yukarı seviyeye çıkarmak gerekir. Bunun yolu extase (vecd)'dir. Extase ile ruh, yukarı seviyesine çıkar ve Bir ile birleşir, Bir olduğunu bilir. İnsan ruhları evren ruhunun kısımlarıdır, hepsi aynı şeyi (Nus'u) görürler (Küyel, 1977:46)

Plotinos'a göre Bir'den Nus, Nus'tan Ruh, Ruhtan duyu varlıkları nasıl ortaya çıkarlar? Nus kendi kendini düşünmeye başlayınca o, düşünen ve düşünülen olarak ikileşir. Bu ikilikten öteki varlıklar çıkar. Kendi kendini düşünmek, varlıkları düşünmektir. Varlıkları düşünmek varlıkları yaratmaktır (Küyel,1977:46). Plotinos'da Bir'in bilgisine iki yolla varılır:

1.Adım adım düşünerek, diyalektikle
2.Vecde kapılıp sevgiyle.

Sevgi, her varlığı kendi iyiliğini aramaya götüren güçtür. Madde için iyilik surettir, beden için iyilik ruhtur, Ruh için iyilik fazilettir, Nus'tur (akıldır), Bir'dir. Ruhun Bir'e erişmesi mistik bir deneme konusudur ve bir hazırlık gerektirmektedir. Örneğin duyulardan yüz çevirmek ve perhiz yapmak gibi. Bunun sonunda vecd birden bire gelir ve Bir'le birleşmek mümkün olur (Küyel, 1977:47).

Plotinos, evrenin Tanrı'dan nasıl çıktığını ışık örneği ile açıklamaya çalışır. Nasıl güneş her türlü ışığın kaynağı ise Tanrı da var olan her şeyin varlığı, Tanrı ile açıklanabilir. Tanrı, varlığın kendisidir, birliğin kendisidir, etki ve eylemin kendisidir. Plotinos'un Tanrısı, büyük evrensel dinlerde olduğu gibi evreni yoktan var etmemiştir. Ayrıca Aristo ve Platon'da olduğu gibi mevcut malzemeye şekil ve düzen veren değildir. Her şey, Tanrı'dan yayılıp çıkmış ve gelişmiştir (Birand, 1987:124).

Plotinos'a göre vücut ölümlü, ruh ise ölümsüzdür ve kendiliğinden bir birliktir. O ruhun ölümsüzlüğünü tenasuh teorisi ile açıklar. Bir vücuttan ayrılan ruh bir başka vücut kalıbı içinde yeniden dünyaya gelir. Bununla birlikte ruhun asıl hedefi, vücuttan büsbütün kurtulup, saf ruh haline gelmektir (Birand, 1987:125).

Plotinos sisteminde estetik önemli bir yer tutar. Eski Yunan düşüncesinde güzellik, iyilik ve mükemmellik aynı anlamlarda sayılmıştır. Güzelin öteki kavramlardan ayrı olarak tek başına ele alınması denemesi ilk defa Platon'un Symposion adlı eserinde yapılmıştı. Bu konu Plotinos tarafından yeni baştan ele alınır. Plotinos'un estetiği idealistir. Ona göre kendiliğinden güzel olan şey ruhtur, vücut ancak ruhu aksettirdiği ölçüde güzel sayılabilir. Güzelin temaşasına dalan kimse, duyular dünyasında idenin aksini bulur (Birand, 1987:126-127).

Plotinos'a göre insanın ulaşabileceği en üstün bilgi derecesini extase(cezbe) anı meydana getirir. Cezbeye ulaşan insan ruhu Tanrı'ya açılır ve O'nunla birleşir. İnsanın Tanrı'yı doğrudan doğruya bilip kavradığı anlar, ruhun vücuttan ayrılıp Tanrı'ya yöneldiği ve
yükseldiği mutlu anlardır. Bundan dolayı cezbe, en üstün bilgi derecesini ve insanın en yüksek hedefini meydana getirir (Birand, 1987:127).

İnsan her türlü varlığın kaynağı olan Bir'i (Allah) nasıl bilebilir? Plotinos'a göre insanın Allah'ı bilmesi için mistik bilgisinin mesut anlarından faydalanması gerekir. İnsanın Allah'ı doğrudan bildiği anlar, kendi bilincini kaybedip kendi dışına çıktığı extase (vecd) halleridir. İnsan cezbe halinde Allah ile birleştiğini hisseder. Plotinos'un kendisi hayatında bir defa bu anı yaşadığını söylemesine karşılık onun öğrencilerinden olan Prphyrios, Plotinos'un hayatında üç defa extase(vecd) haline geçtiğini iddia etmiştir. Cezbe halinde insan kendi bedeninden sıyrılarak Allah ile birleşme imkânını elde eder(Aster, 1971,22-a).

10. Tasavvuf: Anadolu Aleviliği, İslam tasavvufundan etkilenmiştir. Tasavvufun diğeradı İslam mistisizmidir. Felsefede mistisizm, aklın kavrayamayacağı gerçekleri mistik sezgi ile bilmek anlamına gelir. Hindu mistisizmi, Yahudi mistisizmi, Hıristiyan mistisizmi gibi İslam mistisizmi de vardır. Buna tasavvuf denir (Güngör, 1982:17-18).

Tasavvufi din anlayışının en belirgin özelliği, Kur'an ve hadisin zahiri anlamından çok batıni anlamına önem vermek ve Yaratan ile yaratılan arasında ayrılık kabul etmemektir. Çünkü Allah'tan başka varlık yoktur ve insan Allah'tan gelmiştir, yine Allah'a dönecektir. Ancak bunun için ölümü beklemeye gerek yoktur, nefsi terbiye ederek ezeldeki Birliğe (Tanrı'ya) dönülebilir (Güngör, 1982:22).

Tasavvuf, söz (kal) yolu değil hal (iyi ahlak) yolu, velayet (ilm-ü ledün) vasıtalı bir yol olup Hakikat adı verilen değişmezliğe ulaşmayı amaçlamaktadır (Fırat, 1999:131). Kısacası tasavvuf, insanın eğitimini esas alan ve onu olgun insan (kâmil insan) yapmaya çalışan bir yoldur.

Tasavvuf, kafanda ne varsa atmak, elinde ne varsa dağıtmak, önüne ne çıkarsa çıksın ona yüz çevirmemektir. Yani zihni kötü düşüncelerden arındırmak, cömert olup başkalarına ikramda bulunmak, karşına hangi çeşit insan çıkarsa çıksın (iyi-kötü, güzel-çirkin, kadın-erkek, dinlidinsiz) hepsine iyi gözle bakabilmektir.

Tasavvuf, herkese dost olmak, kimseye yük olmamak, gül bahçesinin gülü olmak, diken olmamaktır (Tercüman, 1987:199).

Tasavvuf, ilahi ahlakla terbiye olmak demektir. Tasavvuf, bencillikten kurtulup diğerkâm olmak, kendisinden çok başkasını düşünmektir (Tercüman, 1987:199).
Cüneydi Bağdadi'ye göre tasavvuf, Allah'ın seni sende öldürmesi ve kendisinde diriltmesidir ve ayrıca O'nun dışındaki her şey ile alakayı keserek Allah ile olmaktır (Kısakürek,1982:101). Gazali'ye göre sufiler, nefsi kötülüklerden uzaklaştırmak, ahlakı kötü sıfatlardan arıtmayı öngörürler. Öyle ki, kalbi Allah'tan gayrı her şeyden ayırmak ve sadece O'nunla doldurmak gerekir (Güngör, 1982:81).
Dinin hem zahiri ve hem de batıni yönünü en iyi anlayan Hz. Muhammed olduğuna göre tasavvuf Hz. Muhammed'le başlaması gerekir. Hz. Muhammed Medine'ye göç ederken Hıra mağarasında Ebubekir 'e Kelime-i tevhid'i sessiz olarak söylemesini telkin etmiş buna gizli zikir denilir. Daha sonra Hz. Ali'ye değişik zamanlarda üç defa aynı sözü sesli olarak tekrarlattığı rivayet edilir. Bunun için Hz. Ali'ye dayanan tarikatların hepsi açık zikir yaparlar (Tercüman, 1987:195). Nitekim Çubuk Yöresinde katıldığımız iki cem töreninde Alevilerin "Allah Allah" diye bağırarak açık zikir yaptıklarına şahit olduk.
Allah, mutlak cemal ve kemal sahibi olarak her türlü güzelliğin kaynağıdır. Hz. Peygamber'in ifadesi ile "Allah güzeldir, güzelliği sever" İnsan, Allah'ı ne kadar tanırsa (marifeti artarsa) O'na karşı olan sevgi ve aşkı da o oranda artar (Tercüman,1987:26).

Tasavvuf ehli arasında meşhur olan bir kutsi hadis vardır: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler, tanısınlar diye mahlukatı yarattım." Buna göre başlangıçta sevgi, Allah'tan çıkmış ve evrenin yaratılmasına sebep olmuştur. Bunun için tasavvufta esas olan ulvi ve ilahi aşktır. Gerçek aşk, insan ruhunun, Allah'a karşı özlemidir. Bu durum Kur'an-ı Kerim'de: "...İman edenlerin Allah'a karşı pek şiddetli sevgileri vardır" (Bakara: 165). Ayrıca "Allah kullarını sever, onlar da Allah'ı severler" (Maide:54).

Bir başka anlamda tasavvuf, Allah'ı görür gibi kulluk etmektir. Çünkü biz O'nu görmesek bile Onun bizi görmekte olduğunu bilmek, daima Allah'la beraber olmak ve O'nu hatırdan çıkarmamaktır (Tercüman, 1987:199).

Nitekim Kur'an-ı Kerim'in bazı ayetlerinde bu konu ile şöyle buyrulmaktadır: ". . .Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir" (Hadid:4). "Andolsun, Biz insanı yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını biliriz ve Biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf: 16). "Kullarım sana Beni sorarlarsa (söyle onlara) Ben çok yakınım..." (Bakara186).

Tasavvufun temeli, insanın yaratılışına dayanmaktadır. Zamanın başlangıcından önce Allah Mutlak Güzellik idi. Mutlak Varlık, Mutlak Güzellik veya mutlak Gerçek olan Tanrı, var olmayan bir dünya, yani yokluk dünyası ile bilinebilirdi (Fığlalı,1996:217-218). Yüce Tanrı, kendi sanat ve sıfatını göstermek isteyince dünyayı yarattı, Kendi zatını göstermek isteyince de Ademi yarattı (A. Eflaki II, 103).

Adem yaratılmadan önce Tanrı, Adem oğullarının bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dede ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar "Evet" şahit olduk dediler (Araf Suresi: 172). Alevi-Bektaşilere göre Elesti Bezmi ile Yaradan'ın aşkı başlamış ve insan bu Mutlak Güzellik karşısında kendinden geçmiştir (Fığlalı,1996:223). Cenab-ı Allah, kullarından aldığı bu sözleri bir sözleşme olarak yazıp cennetten getirilen Hacer'ül Esved Taşı içine koydu. İşte bu taşı ziyaret etmek, insanların verdikleri bu söze sadık olduklarını göstermek anlamına gelir. Bu taş cennetten çıktığı zaman yeşil zümrüt renginde olup etrafa ışık saçarken, zamanla Ademoğulları'nın yaptıkları kötülükten dolayı utanarak siyahlaştı. Hz. İbrahim Kabe'yi yaptığı zaman bu taşı Kabe duvarına koydu. Hacer'ül Esved'e yüz sürmek, kendi bedenine yüz sürmek anlamına gelir (Bozkurt,?:12). Çünkü Hacer'ül Esvet (Siyah Taş), Adem topraktan yaratıldıktan sonra onun bedeninden arta kalan topraktan oluşmuştur.

Alevi teolojisine göre Hz. Allah, ruhları yaratıp onların ikrarını aldıktan sonra Elestü Bezmi denilen ruhlar Meclisini topladı. Bu mecliste ruhlara bir içki ikram edildi, ruhlar bu içkiden içtikten sonra şad olup neşelendiler. Bu içkiyi fazla kaçıranlar dünyaya zahiri olarak insan sıfatlı divane olarak geldiler ki, bunlara elestü sarhoşu denildi (a.g.e: 14).

İnsanın yaratılışı, kutsallığı ve cennetten çıkarılışı ile ilgili Kur'an-ı Kerim'deki ayetler şunlardır: "Rabbin, meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye kapanın. Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız İblis etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu" (Sad Suresi:7 1-74). "Biz: Ey Adem, sen ve eşin (Havva) beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yeyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendinize kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları (cennetten) onları çıkardı. Bunun üzerine: Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır, dedik. Bu durum devam ederken Adem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tövbe etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır" (Bakara:35-37).

Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi Adem bunun üzerine cennetten yeryüzüne indirildi ve yaptıklarından pişman olarak tövbe etti. Bu durum, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilmiştir: "(Adem ile eşi) dediler ki: Rabbimiz, Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz." (Araf:23). İşte tasavvuf burada başlamaktadır. Çünkü Tasavvufun temeli, yaptığı kötülükten pişman olmaya dayanır. İnsan noksan bir varlık olduğu için daima hata yapabilir. Önemli olan hatayı kabul etmek ve bundan pişman olarak doğru yola yönelmektir. Nitekim Adem, cennetteki yasak meyveyi yedikten sonra günahkar olmuş ve cennetten çıkarılarak dünyaya gönderilmişti. Sonuçta yaptıklarından pişmanlık duyarak tövbe etti ve günahı bağışlandığı için tekrar peygamberliğe kadar yükseldi.

"Sen olmasaydın evreni yaratmazdım", hadis-i kutsisi gereğince Allah Hz. Muhammed'in hatırı için diğer insanları ve evreni yarattı. Adem yasaklanan meyveyi yiyip günahkar olduktan sonra cennette Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nunResulüdür yazısını okudu ve Muhammed'in aşkına kendisinin Allah tarafından affedilmesini diledi (Kısakürek, 1982:106).

Alevi inancına göre. Hz. Allah, Adem Sefiyullah'ı yarattı, alnına Muhammed Ali'nin Nübüvvet ve Velayet nurunu koydu ve Adem'e ruh üfledi. Bunun üzerine Adem aksırarak uykudan uyanır gibi uyandı. Bu sırada bir ses işitti. Adem bu sesi Allah-u Teala'ya sordu. Allah-u Teala buyurdu: "Ya Adem seni ve bütün kainatı hürmetine yarattığım benim Habibim Muhammed Mustafa ve O'nun vasisi muttakilerin imamı, benim veli kulum Ali'nin nurunu senin alnına koydum. Sen aksırınca o nurlar birbirine dokundu. İşittiğin ses odur." Adem, "Ya İlahi, çok sevdiğin Habibin ve dostun veli kulunu ben dahi çok sevdim. İzzet ve azametin hürmetine ve sevdiklerinin hatırı için o nurları bana göster." Allah-u Teala, "Ya Adem sağ elinin şahadet parmağını kaldırıp tırnağına bak" buyurdu. Adem babamız bakınca, Hz. Muhammed ile Hz Ali, televizyon ekranındaki gibi göründüler. Bunun üzerine Adem babamız, "La ilahe İllallah, Muhammedün Resulüllah, Aliyyun Veliyullah" dedi. İçinden bir sevgi ve muhabbet hasıl olup aşkla iştiyakla o nurlara bakarken Cebrail, Ademin karşısında işaretle " Ya Adem, elini ağzına götürerek takbil et(öpme veya yüz sürme) ve "Hu" diye selam ver, dedi. Adem atamız da öyle yaptı, bu davranış, ümmetine sünnet oldu ve o parmağa şahadet parmağı denildi. Günümüzde Sünnilerin camilerde kamet okununca el başparmağını tırnağına takbil ederek gözlerine sürmeleri ve şahadet getirirken baş parmağı kaldırmaları oradan gelir. Alevilikte buna niyaz denilir (Güvenç,99/9:43).

İbn Arabi'nin vahdet-i vücut anlayışına göre, varlık özde birdir, ancak çokluk halinde tezahür etmektedir. Mutlak varlık Allah'tır, var olan her şeyin tek kaynağı O'dur. Her şey yaratılmadan önce Allah'ın ilminde mevcuttu. Şu halde varlıkların suretleri ezelde Allah'ın zatı ile birdir. İnsanın Allah'la bir olmasından kastedilen budur. Yoksa insanın Allah'la birleşerek bir varlık olması değildir (Güngör, 1982:89).

Tasavvufta ikilik yoktur, birlik vardır, yani hiçbir şey yoktur, yalnız Tanrı vardır. Fena Fillah kulun Tanrı'da yok olmasıdır. Tasavvuf eğitiminde kulun, derece derece kötü huylarını terketmesi, onların yerine iyi huyları koyması, cehaleti yok etmesi, bilgi ile bezenmesi, gafleti yok etmesi ve her an Allah'ı hatırına getirmesi gerekir (Tercüman,1987:67).

İkilik ortadan kalkıp birliğe ulaşılınca Allah yüzünü gösterir: Gökteki her yıldızdan parlar, tabiattaki her çiçekten bakar, her güzel yüzde gülümser, her tatlı seste hitap eder, herşeyde Tanrı vardır ve O'ndan başka bir şey yoktur (Eröz, 1990:204). İşte Hallac-ı Mansur'un "Enel Hak" demesinin anlamı budur. Alevilikte insanın kutsallığı ve cem törenlerinde kılınan halka namazlarında dede ile talibin birbirlerinin kıblesi olmaları bu inanca dayanmaktadır. Sünni inançtaki namazda da Kabe bir işaret olmak üzere herkes aynı yöne dönmekle bütün müminler, namazda birbirlerine ve birbirlerinin gönüllerine yönelmiş olmaktadırlar. Yoksa kutsal olan Kabe'nin binası değildir.

Mutasavvuflar, bir dünya menfaati veya cennete gitmek için değil, sadece Allah'ı sevdikleri için ibadet ederler. Tanrı bizi ister cennetine koyar, ister cehennemine, bu tamamen Tanrı'nın bileceği bir iştir, derler. Nitekim kadın erenlerden olan Rabia(714-804) şöyle dua etmiştir: "Allah'ım, sana cehennemden korkarak ibadet ediyorsam, beni cehennem ateşinde yak, yahut cennet özleyerek Sana ibadet ediyorsam, cenneti bana haram kıl. Yalnız seni sevdiğimden dolayı Sana ibadet ediyorsam, beni ezeli cemalinden mahrum etme ya Rabbi" (Tercüman, 1987:165).

Burada dikkati çeken husus, Rabia'nın sadece güzeller güzeli olan ve güzelliği hiçbir yaratığın güzelliğine benzemeyen ve bütün insanlığın ilk ikrarını verdiği "Kalu Bela'da" O'nun güzelliği karşısında mest olup kendisinden geçtiği o olağanüstü güzelliği istemesidir. Özet olarak tasavvuf Allah aşkına dayanır.

Türk tarihinde Horasan erenleri denilen kimseler tasavvufi İslâm anlayışını yayan şahsiyetlerdir. Bunların çoğunun okuma-yazması yoktu. Fakat Horasan bölgesindeki mutasavvıflardan tasavvufi İslâm anlayışını öğrenmiş, sonra bunları başkalarına öğretmeye başlamışlardı. Bu basitlikleri sayesinde göçebelere nüfuz etmeyi başardılar. Çevrelerindeki halktan oldukça soyutlanmış bir hayat yaşıyorlardı, bu hayat onlara olağanüstü özellikler yakıştırılmasına çok müsait bulunuyordu. En önemli özellikleri bir başka alemle temasa geçebilmeleri idi, işte ermişlik tabiri buradan doğmuştur (Güngör, 1982:186). Bunların Anadolu'nun Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük hizmetleri olduğunu biliyoruz.

Sonuç olarak tasavvuf, başta Allah aşkına, sonra işlenilen günah ve kötülüklerden tövbe etmeye, yani hatayı kabul etmeye, bütün insanları Tanrı'nın yaratığı olmalarından dolayı hoş görüp sevmeye, bütün canlıları korumaya, dolayısıyla adalete, almak yerine bol bol vermeye ve açları doyurmaya, buna karşılık kendi nefsini terbiye etmek için fazla yememeye, kötü söz söyleme ihtimaline karşı az konuşmaya, vaktinin çoğunu uykuda geçirmeyerek çalışmaya topluma ve insanlığa faydalı olmaya dayanır.

Doç. Dr. İbrahim ARSLANOĞLU
G.Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi

Şeytan Yaşamak İçin Her Şeyi Yapar....