Arama

Sait Faik Abasıyanık - Tek Mesaj #4

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Ekim 2010       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Sait Faik Abasıyanık6.jpg
Gösterim: 1779
Boyut:  41.8 KB

Sait Faik Abasıyanık (1906 - 1954)


1906 yılında Adapazarı'nda dünyaya geldi. Babası Mehmet Faik Abasıyanık, kereste, ceviz kütüğü üzerine iş yapan bir tüccardı. Dedesi Sait Ağa'nın Adapazarı'ndaki kahvesi, aydın kişilerin toplantı yerdi. Annesi Makbule Hanım, Adapazarı'nın ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey'in kızıdır. İstanbul Erkek Lisesi'nin onuncu sınıfından Bursa Lisesi'ne geçerek oradan mezun oldu. Bir süre Edebiyat Fakültesi’nde okudu. Babasının isteği üzerine ekonomi tahsili için İsviçre’ye gitti. 15 gün sonra Fransa’ya geçti. 3 yıl orada yaşadı. Geri dönünce, aile mesleği olarak ticaretle uğraştıysa da başarılı olamadı. Fransa'dan döndükten sonra kısa bir müddet Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe grup dersleri öğretmenliği yaptı.

Bütün ömrünü, bazan Şişli'de Bulgar Çarşısı'ndaki apartmanında, çoğu zaman da Burgaz Ada'daki köşklerinde annesi ile geçirdi. Evlenmedi. 11 Mayıs 1954 Salı günü sirozdan ölmesinden sonra evi, müze haline getirildi. Annesi bir Sait Faik Hikaye Armağanı düzenledi. Şiir, roman ve hikâye türlerinde eser vermiştir.

Dülger Balığının Ölümü


Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine kadın kulaklarına kadın göğüslerine takılmağa değer. Nedir o elmaslar yakutlar akikler zümrütler şunlar bunlar?...

Mümkün olsaydı da balolara canlı balık sırtlarının yanar döner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki soluverir ölür ölmez öyle ki büzülmüş böceklere döner balık sırtının pırıltıları. Benim size ölümünü hikâye edeceğim balığın öyle parıltılı yanar döner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe belirsiz bir yeşil renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman dişsiz ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.

Vücudu kirlice esmer renkte demiş miydim?
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser biçer; doğrar mahmuzlar; takar yırtar; kopararır atar; çeker parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan hayvandan fırtınadan yıldırımdan belâdan işkenceden yılmaz korsanı dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.

İsa günlerden bir gün deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü balık tutamaz olduk açlıktan kırılırız."

İsa yalınayak başı kabak dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş eğilmiş kulağına bir şeyler söylemiş...

O gün bu gündür dülger balığı denizlerin görünüşü pek dehşetli fakat huyu pek uysal pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye kesere eğriye kerpetene destereye eğeye benzer çıkıntıları kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.

Bütün bu alat ü edavatın dört yanını şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır rengi koyulaşır bir balık kuyruğunun biçimini alır.

Oltaya tutuldu muydu dünyasına sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kimbilir? Onun için dünya bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya sesini! Bir o bir de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zardan ağzını bir kere ağlara vurmasın küstüğünün resmidir dülger balığının.

Bir gün balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik ipekten bile yumuşak zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının oyunuydu. Vücutta görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı. İlk bakışta insana zevkli eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger balığının ruhu rüzgâr rüzgâr bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışcasına.

Hani bazı yaz günleri hiç rüzgâr yokken deniz üstünde bir meneviş peydahlanır. İşte böyle bir cazip titremeydi bu. İnsanın içini zevkle saadetle dolduruyordu. Ancak balığın ölmek üzere olduğu düşünülürse bu titremenin anlamı hafifçe acıya yorulabilirdi. Ama insan yine de bu anlam’a almamağa çalışıyordu. Belki de bu harikulâde tatlı bir ölümdür. Belki de balık hâlâ suda derinliklerde bulunduğunu sanıyordur. Karnı tok sırtı pektir. Akşam olmuştur. Denizin dibinin kumları gıdıklayıcıdır. Altta dişi yumurtaları üstte erkek tohumları sallanıyor sallanıyor sallanıyordu. Vücudunu bir şehvet anı sarmıştır… Birdenbire dehşetli bir şey gördüm: Balık tuhaf bir şekilde ağır ağır ağarmağa rengini atmağa hem de beyaz kesilmeğe giden bir hal almağa başlamıştı. Acaba bana mı öyle geliyor? Sahiden rengini mi atıyor? Demeğe dikkatli bakmağa lüzum kalmadan yanılmadığımı anladım.

Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmağa balik da git gide saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyazlaşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu hepimizin bildiği bir korku idi: Ölüm korkusu.

Artık her seyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti.. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak ne karanlık sulara koyu yeşil yosunlara gömülmek… Ne sabahları birdenbire yukarılardan derinlere inen serin aydınlıkta uyanıvermek günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak habbeler çıkarmak yüze doğru fırlamak… Ne yosunlara canlı yosunlara yatmak ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak yıkanmak vardı. Her şey bitmişti:

Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmağa çalışmaktadır. Hani biraz dişini sıksa alışması mümkündür gibime geldi.

Bu iki saat süren ölüm halini dört saate dört saati sekiz saate sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanıyorum.

Onu atmosferimize suyumuza alıştırdığımız gün bayramlar edeceğiz. Elimize görünüsü dehşetli korkunç çirkin ama aslında küser huylu pek sakin pek korkak pek hassas iyi yürekli tatlı ve korkak bakışlı bir yaratık geçirdiğimizden böbürlenerek onu üzmek için elimizden geleni yapacağız. Şaşıracak önce katlanacak. Onu şair küskün anlaşılmayan biri yapacağız. Bir gün hassaslığını ertesi gün sevgisini üçüncü gün korkaklığını sükûnunu kötüleyecek canından bezdireceğiz. İçinde ne kadar güzel şey varsa hepsini birer birer söküp atacak. Acı acı sırıtarak İsa’nın tuttuğu belinin ortasındaki parmak izi yerlerini mahmuzları kerpeteni eğesi testeresi ve baltasıyla kazıyacak. İlk çağlardaki canavar halini bulacak.
Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir firsatı kaçırmayacağız.
Son düzenleyen Safi; 26 Temmuz 2016 23:40