Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Kasım 2010       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İNSAN HAKLARININ KORUNMASI VE TARİHSEL GELİŞİMİ
İnsan Hakları”, kelime anlamı olarak, insanın, sırf insan olması nedeniyle sahip olduğu haklar demektir. Günümüzde, bir bütün halinde toplumsal yaşamı düzenleyen siyasal rejimlerin ve hukuki düzenlerin meşruluk kaynağı olarak algılanan insan hakları, temelde, insanlığın tarihsel süreç içerisinde meydana getirmiş olduğu kültürel değerlerin bir birikimini yansıtır. Bu kavramın tarihsel kökenini hakkında yapılacak bir araştırma, bizi; düşüncelerinin merkezine insanı (bireyi) alan ve Protogaros’un “İnsan bütün şeylerin ölçüsüdür. Var olanların varlıklarının, var olmayanların var olmayışlarının” öğretisini şiar edinen Sofistlere, itidal, iyilik, doğrululuk, adalet ve ahlak gibi değerleri düşüncesine temel yapan ve insanın amacının mutluluk olduğunu belirten Sokrates’e ve tarihte ilk kez insanlar arasında eşitlik esasını savunup köleliğe karşı çıkan ve tek Doğal Hukuk ile yönetilen insanlara tek evrensel devlet altında birleşmelerini salık vererek tarihte ilk kez “Birleşmiş Milletler” fikrini ortaya atan Stoiklere kadar götürür.
Ama, birey haklarının tarihsel kökenleri bir yana bırakılacak olursa, bugün anladığımız manada bir insan hakları formülasyonun yapılması modern bir olaydır, bir bütün olarak Aydınlanma Çağı’nın ve özellikle bu çağa damgasını vuran John Locke düşüncesinin bir ürünüdür. Locke, sadece yaşadığı dönemde değil kendisinden sonraki dönemlerde de etkin olmuş, tabii haklar ve halkın egemenliği gibi konular üzerinde çalışan bütün düşünürler Locke’dan esinlenmiş ve etkilenmişlerdir. Locke’un böylesine etkili bir düşünür olmasının ve liberalizmin kurucusu sıfatını kazanmasının nedenini Adnan Güriz şöyle ifade etmektedir : “Locke, insanın vazgeçilmez tabii haklara sahip olduğunu ve siyasal düzenin amacının hürriyeti güvence altına almaktan başka bir şey olmadığını savunmuştur. Böylece Locke’un sisteminde otorite değil, fakat hürriyet başlıca yere sahip olmuştur.” Gerçektende, siyaset felsefesi yapanlar arasında, özgürlük ilkelerini Locke kadar açıklıkla ve kesinlikle kayıran azdır. Onun özgürlüğü, yasaların sağladığı bir özgürlük (Hobbes) değil,doğal insan haklarının yasa güvenliği altında kullanılmasıdır. Yani siyasal hakların kökü, bu hakları koruyan yazılı yasalara değil, insanlık onuruna, doğal haklara dayanır. Siyaset teorisinde otoriteyi değil özgürlüğü merkeze alan ve insanların yaşamak, hürriyet ve mülkiyet sahibi olmak için doğal haklara sahip olduğunu ayrıntılı bir biçimde anlatan tezleri ile Locke, mutlakıyete ilk ciddi darbeyi indirmiş ve 17. ve 18. Yüzyılların üç büyük devrimi olan İngiliz, Amerikan ve Fransız devrimleri düşünsel köklerini Locke’un doğal hukuk doktrininden almıştır. Locke’un savunduğu ilkeler hemen hemen aynı terimlerle Amerikan ve Fransız devrim belgelerinde yer almış, örneğin Locke’un formüle ettiği hak anlayışı politik anlamda en yetkin ifadesini Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde bulmuştur :
“Biz şu doğruları tartışmasız kabul ediyoruz: Bütün insanlar eşit yaratılmıştır; onları yaratan, onları belli vazgeçilmez haklarla donatmıştır; bu haklar arasında yaşama, özgürlük ve mutluluk arayışı vardır. Bu hakları güvence altına almak için, adil güçlerini yönetilenlerin rızasından alarak insanlar, aralarında hükümet kurarlar; herhangi bir hükümet ne zaman bu amaçlar için yıkıcı bir hale gelirse, insanların onu değiştirme ve yıkma, kendi güvenliklerini ve mutluluklarını en iyi sağlayacağını düşündükleri şekilde, güçleri örgütleyerek ve temel ilkelerini belirleyerek yeni bir hükümet kurma hakları vardır.”
Burada bir noktanın altı önemle çizilmelidir : İnsanlığın “insan hakları” için verdiği savaşımın tarihi çok eskilere dayanmakla beraber, terim olarak, “İnsan Hakları”nın (human rights, droit de I’homme, Menschenrechte) kullanılması oldukça yenidir. İnsan hakları terminolojisi incelendiğinde “insan hakları” teriminin İngiliz dilinde 1940 yılından önce neredeyse hiç kullanılmadığı görülecektir. Her ne kadar bu devirde “Doğal Haklar” ve “İnsanın Hakları”terimleri kullanılıyorduysa da, bu terimler günümüzün insan hakları penceresinden bakıldığında epey farklı fikirleri ve önemli uygulamaları ifade ediyorlardı. “İnsan Hakları” ifadesi 2.Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlık kazanmış ve bu ifadenin kullanılmasını teşvik eden, Birleşmiş Milletler’deki görevi esnasında dünyanın bazı bölgelerinde insan hakları kavramının kadınların haklarını da (rights of women) kapsadığının anlaşılmadığını gören Elanor Roosvelt olmuştur. Roosvelt ve Churchill, daha 1941 yılında, yani 2.Dünya Savaşı devam ederken, Atlantik Şartı’nda insan haklarının önemini belirtmişler ve 1942 tarihli “Birleşmiş Milletler Deklarasyonu”nda amaçlarını kesinlikle ortaya koymuşlardı. Bu belgede yaşama, özgürlük, bağımsızlık ve din serbestliği olarak “dört temel ilke” vardı. Bu çalışmalar savaştan sonra hız kazanmış ve nihayet 1948 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatı Genel Kurulu, Evrensel İnsan Hakları Bildirisi’ni kabul etmiştir. Ayrıca, 1950 yılında Avrupa Konseyi de,Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni onaylamıştır. Bu itibarla, insan haklarının mutlak ve evrensel bir nitelik kazanmasının ve bir insan hakları standardının oluşmasının, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan uluslararası sistemin ürünü olduğunu belirtmek mümkündür.
Bugün çok yaygın bir şekilde kullanılan insan hakları kavramı, hukuk ve siyaset teorisi gibi sosyal bilimlerin ve felsefi tartışmaların merkezinde yer almakta, temel sorunsallardan birini oluşturmaktadır. Günümüz dünyasında, insan haklarından hareket etmeyen veya referans noktası olarak insan haklarını almayan bir sosyo-politik öneri ciddiye alınma şansını peşinen kaybetmiştir. Bu hem iç politikada, hem de dış politikada böyledir. Günümüzde, sadece iç düzenlerini insan haklarına dayandırmayan devletlerin değil,aynı zamanda dış politikalarında insan hakları duyarlılığıyla hareket etmeyen devletlerin de meşrulukları ciddi biçimde sorgulanmaktadır. Zira insan hakları, ulusal ve uluslararası alanda gerek kapsamı ve barındırdığı haklar, gerekse her geçen gün artan güvence mekanizmaları ile daha işlevsel bir hale gelmiş, toplumsal, siyasal ve hukuki sistemlerin yetkinleştirilmesine yönelik ahlaki taleplerin asıl dayanağı olmuştur. Artık evrensel insan hakları ile uyumluluk göstermeyen siyasal ve hukuki rejimlerin, meşruluk sıfatını kazanmaları mümkün görünmemektedir.
İnsan haklarının bu derece geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve itibar kazanması, elbette sevindirici bir durumdur, çünkü bu haklar, insanın, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşayabilmesinin başlıca şartını oluşturmaktadır. Ancak bu çok yaygın kullanıma ve “20. yüzyılda insan hakları bir dindir” biçimindeki nitelemeye karşın, bu kavram üzerinde bir mutabakata varılamamış, aksine kavramın tanımı, içeriği, kapsamı ve düşünsel temelleri üzerindeki tartışmalar daha da artmıştır. Bu tartışmaların iki noktada yoğunlaştığını belirtmek mümkündür : Birincisi, “insan hakları”nın neler olduğu veya neler olması gerektiği konusundaki tartışmalardır, ikincisi ise, evrensel olduğu savlanan insan hakları anlayışının, her toplumun kendi kültürü ile nasıl bir ilişki içinde bulunabileceği ve evrensel insan hakları ile yerel kültürün uzlaşıp uzlaşamayacağı yönündeki tartışmalardır. Bu çalışmada, bu iki konu üzerinde durulacaktır.
2- İNSAN HAKLARININ KAPSAMI VE NİTELİĞİ
Hangi hakların insan hakları kapsamında değerlendirilebileceğini saptamak ve bunların niteliklerini ortaya kayabilmek için, ilk önce “Hak” kavramı üzerinde durmak yararlı olacaktır.
A-HAK KAVRAMI : Kant’ın “Hukukçular, kendi hukuk mefhumlarına hala tarif aramaktadırlar” sözü, aynı şekilde hakkın tanımı için de geçerlidir. Gerçekten de, hukuku tanımlamakta yaşanan zorluklar gibi, hak kavramının da ne olduğu ve nasıl tanımlanması gerektiği, hukuk tarihi boyunca Hukuk Felsefesinin ve Medeni Hukukunun en temel sorunu olmuştur. Bu yüzdendir ki, birçok hukuksal kavramı tanımlamış olan Alman Medeni Yasası bile, hakkın ne olduğunu tanımlamayı göze alamamıştır.
Aslında, hak-hukuk gibi kavramların kesin bir tanımının verilmesi ve bu tanımın hukuki metinlerde yer almasının doğru ve işlevsel bir yöntem olmadığını belirtmek gerekir. Hukuksal metinlerde yer alan bu tarz tanımlar, siyasal otoritenin yönetim ve özgürlük anlayışını yansıtacağından,zamanla değişen toplumsal kurallarla çelişecek ve insan özgürlükleri için bir tehdit unsuru oluşturacaktır. Ökçesiz, bunu şöyle ifade etmektedir : “Hukuk kavramının normatif bir yapıya büründürülmesi temel bir çelişkidir. Çünkü bu girişim, toplumsal değişimin ve insanın kendini tanıma yeteneğinin yadsınması sonucunu doğurur. Bu, büyük kabı küçük kaba sığdırmak gayreti gibidir. Ama, devlet bunu hep yapar... Hukuk, hep tanımlanacaktır. Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta, buna bir son verme çabasının vahametidir. Böyle bir girişim ancak siyasi olabilir ve en trajik sonucunu devlet aygıtını ele geçirerek yapar.” Bu nedenle yapılması gereken, hak kavramını hukuksal metinlerde tanımlamaktan kaçınmaktır. Nitekim İsviçre Medeni Yasası’nın yaratıcısı olan Eugen HUBER hak ve benzeri hukuksal kavramların tanımının öğretiye bırakılması gerektiğini savunmuştur. Bu işlevsel bir öneridir. Çünkü ancak bu sayede, hukuk ve devlet gibi varoluş araçlarımızın işlevlerine yabancılaşmasını açığa çıkarabilecek ve yaşamın dinamiklerine uyan bir hukuk ve hak tanımı sürekli olarak yapılabilecektir.
Doktrinde hak kavramının kapsamını belirlemek çok geniş tartışmalar yapılmış ve değişik teoriler öne sürülmüştür. Bu tartışmaların ışığında şunu söyleyebiliriz : Her ne kadar hak kavramın tanımının yapılması ve içeriğinin belirlenmesi oldukça güç bir mesele olsa da, bu,hak ve hukuki ödev gibi kavramaların hukuk hayatında kullanılmaması veya hukuk biliminden uzaklaştırılmaları anlamına gelmez. Hak ve hukuki ödev kavramlarına başvurmadan, hukuk hayatında hukuki ilişkilerin gerçekleşebileceklerini kabul etmek mümkün değildir. Bu itibarla, hak kavramını ve unsurlarını açıklamak, insan hakları tartışması için de vazgeçilmezdir.
İngilizcedeki “hak” kelimesinin iki temel ahlaki ve siyasi anlamı vardır :doğruluk ve yetki. Birincisinde, bir şeyin doğru (haklı) olduğundan, doğru (haklı) olan bir eylemden söz ederiz. İkincisinde ise, bir kimsenin bir hakka sahip olduğundan bahsederiz. Normal olarak haklardan söz edişimizde bu ikinci anlamı vurgulamış oluruz. İnsan haklarını, kişinin sırf insan olduğu için sahip olduğu haklar olarak ciddiye alacaksak, önce bir hakka sahip olmanın ne anlama geldiği üzerinde durmalıyız.