Arama


DERUNİ - avatarı
DERUNİ
Ziyaretçi
30 Mayıs 2011       Mesaj #14
DERUNİ - avatarı
Ziyaretçi
OSMANLI DEVLETİNDE SPOR

Osmanlılarda spor büyük önem taşır.Osmanlılarda spor yapana büyük ilgi, alâka ve saygı vardır.Gençlerde spora ve sporcu olmaya büyük özen vardır.
Osmanlıların uğraştığı başlıca sporlar;
• Güreş
• Avcılık
• Ok atıcılığı (kemankeşlik)
• Cündilik (binicilik)
• Cirid oyunları

GÜREŞ

Osmanlılara güreş sporu Selçuklular’ dan gelmedir.Güreşçiye pehlivan güreşe de küşti denilerek saray kuruluşuna alınmıştır.Güreşin başlıca kuralları arasında kispet giyinmek, dua okumak, Hz.Muhammed’ in ve Hz.Ali’ nin adını anmak gerekiyordu.

Güreşe olan merak çeşitli şairlerimiz tarafından dile getirilmektedir.Örnek olarak Yunus Emre’ nin şu kıt’asını verebiliriz;

Aşık oldum bugün, meydan benimdir,
Benimdir pehlivan benimdir
Topu kimse alamaz meydanımızdan
Bugün meydan topu çevgan benimdir.

Türk milleti erkeği, kadını ve çocuğu ile güreşi sever güreşçiye saygı duyar ve pehlivanlara ayrıcalık tanır.Şüphesiz ki bu sevgi ve saygı, Türkün ruhundaki savaşçılık kahramanlık duygularından ve sporu bu yönüyle görmesinden kaynaklanmaktadır.Güreşçiye karşı duyduğu sevgi ve saygıda pehlivanların herkesten daha güçlü, kuvvetli, vücut yapısının, adalelerinin daha gelişmiş, görünüşünün sağlıklı görünmesinden, davranışının yiğitçe, karakterinin doğru ve mertçe oluşu diline, eline ve beline güvenilir olmasından ileri gelmektedir.Türk milleti tümüyle güreşçiyi böyle bilir ve böyle olmasını ister.

Erkek çocuklar köyün, kasabanın veya çevresinin ünlü pehlivanlarına özenir onun gibi güçlü adaleli, ve yakışıklı olmak amacını güder.Onu hayalinde, düşünde yaşatır.Bu özentiyle akranları arasında güreşerek bu spora başlamış olur.

Güreşte… Koca Yusuf ile Adalı Halil’ in Avrupa ve Amerika’ da, Kara Ahmet’ in Paris, Viyana ve Rusya’ da “bir Türk gibi kuvvetli” sözünü söyletmiş olmaları hâlâ övüncümüz olmaktadır.

Osmanlıda Güreş
1.Saray içinde güreş
2.Saray dışında güreş
• Panayır güreşleri
• Düğün güreşleri
• Ramazan güreşleri
• Hayır kurumları yararına yapılan güreşler
• Güreş tekkeleri

AVCILIK

Osmanlı padişahlarının çok sevdiği ve önemli saydıkları için devlet kuruluşuna aldıkları sporların basında avcılık gelir.
Osmanlılar da kendilerinden önce gelmiş, Selçuklu, Gazneli, Karahanlılar ve Moğollar gibi avcılığı savaşa hazırlanmanın, kan dökmeye ve insan öldürmeye alışmanın eğitimi sayarlardı.Ayrıca, av yaparken halk ile de ilişki kurdukları için, vatandaşın derdim, sıkıntısını ve şikayetlerini dinleyerek bilgi edinirlerdi.Hümayunname isimli yapıtta.Kanuni Sultan Süleyman’ın av yaparken bir kadının şikayetlerin! dinlediği görüntülenmiştir.
Osmanlılar’ ın avcılığa bu derece önem vermelerinin bir başka nedeni de, ataları Oğuzlar’ dan beri süre gelen bir töre olmasıydı.Bu töre, diğer Türk boylarında da görülür.Orta Asya’daki bazı Türkler’ de bu töre aile düzenini etkileyecek kadar önemlidir.Ava çıkacak avcı, o gece esinden ayrı bir odada yatar, kimse ile konuşmaz ve yapacağı her şeyi sır gibi gizli tutar.Kimseye bir şey söylemez.Karışı yeni doğum yapmışsa, temiz sayılmadığı için ona av eti yedirilmez.Samur avında kullanılan ağlara eliyle dokunmasına izin verilmez..Bu gibi inançlara aykırı hareket edilirse, avın verimsiz olacağı ve avcı ölünce ruhunun ongun’ u olan kuş ile birleşeceğine inanılırdı.

Avın Yapılışı
• Törenli yapılan av
• Törensiz yapılan av

OK ATICILIĞI (KEMANKEŞLİK )

Yeniçeri ocağı ilk oluşturulduğu zaman başlıca silahları ok, zenberek kılıç ve hançer idi.Ok uzaktan atılabildiği ve etkili olduğu için, eğitimine önem verilir iyi atıcılar padişahlar ve devlet büyükleri tarafından çağımızdaki imkanlarla ölçülemeyecek derecede ödüllendirilirdi.Hatta bu ödüller yalnız ok atan atıcıya (kemankeş) verilmez, onun okunu ve yayını yapan ustalara da verilirdi.Çünkü her rekor yapan ünlü atıcının kendisine özel yaycısı ve okçusu vardı.Bu ustalar yalnız o atıcıya ok ve yay yapar, başkasına hele o atıcıya rakip olan kemankeşe yapmazdır.Sultan Yıldırım Bayezid zamanına kadar, padişahları yalnız Sekbanlar korurdu.Yıldırım Bayezid Sekbanlar’dan uzun boylu, yakışıklı ve genç olan dördü solak, dördü sağ eliyle ok atan sekiz neferi özel korumacısı olarak ayırıp, önünde yürüttü.Bunlardan sağ eliyle atanlar solda, sol elleriyle atanlar da sağda yürüdü.Sonradan sayılan çoğaltıldı ve ocağın en yaşlı ağalarından bir odabaşı baş yapılarak adına Solakbaşı denildi.Bu makam ocakta en eski mansıblardan olup bir de Kethüda’ sı bulunuyordu.

Okçuya verilen önem oku yapana da önem verilir.Kazanılan ödül oku yapan verilir.Ok ustası sadece bir kişiye ok yapar.Kesinlikle ok yaptığı kişinin rakibine veya rakiplerine ok yapmaz.

CÜNDİLİK (BİNİCİLİK)

Cündi sözcüğü Osmanlılarda yalnız hünerli biniciler için kullanılmıştır.Atlı askere sipahi denir.
Ankara Savaşından sonra, Amasya’ya çekilen şehzade Mehmet Çelebi kardeşlerini yenip padişah olabilmesi için, çevik kuvvete ihtiyaç olduğu görülerek biniciliğe önem verildi.Amasyalılardan oluşan atlı bölüğe Bamyacılar ve Merzifonlulardan oluşan bölüğe de Lahanacılar denildi.Bölüklerin bayrak taşıması adet olduğundan birine kırmızı diğerine de yeşil bayrak verildi.

Mehmet Çelebi zamanında oluşturulan bu ilk cündilere ne renk ve biçimde elbise girdirildiğini bilmiyoruz.Ancak 18.y.y da padişah huzurunda cirit oynayan cündilerden Lahanacıların yeşil ve Bamyacıların da kadifeden elbiseler giyindiklerini Şem’ danizade Süleyman Efendi bildirmektedir.

Osmanlı padişahları içinde cündilikte en başarılı olan sultan IV.Murad’ dır.Ortadan biraz uzun boylu, geniş omuzlu ve adaleli olup çok kuvvetli bir bünyeye sahipti Hammer’ in (Riko) dan naklen bildirdiğine göre Sultan Murad, bir atın üzerinden inmeden başka bir atın üzerine sıçramak suretiyle binecek kadar çevik binicisiymiş.

Sultan Murad, güreşte, cirid atmada ve ok atmada olduğu kadar cündilerin yaptığı hışt denilen kalemli cirid ile sert ağaçları ve kalkanları delmede de bir benzeri asla gelmeyecek kadar başarılı bir sporcuydu.

CİRİT OYUNLARI

Atlı cirid oyunu, Osmanlı Sarayı’nda en çok oynanan ve padişahların yabancı elçilere göstermekten gurur duydukları bir spordu.Sürekli olduğu için “Harhari” cirid diye de anılır.

Orta Asya’daki Türk illerinde cirid oynanmaz.Çevgan ve gökbörü oynanırdı.Horasan Selçukluları da cirid oynamaz çevgan oynarlardı.Ancak Anadolu Selçukluları’ nın bu sporu yaptığım îbni Bibi, “Tevarih-i ali Selçuk” isimli tarihinde yazmaktadır.Sultan I.Alaüddin Keykubad (1220-1237) cirid oynamayı çok severmiş.

Spora önem vermiş olan Mısır’daki Kıpçak ve Çerkez Memlukluları’nın da Osmanlılar’ ın oynadığı “Harhari” türde cirid oynamadıkları çağımıza kadar gelen tarihi belgelerden ve özellikle spor için yazılmış yapıtlardan anlaşılmaktadır.
Mısır, Yavuz Sultan Selim tarafından alındıktan sonra, Mısır’a vali olarak atanmış olan Çerkez beylerinden Hayr Bey (31 Ağustos 1517-11 Ekim 1522) den sonra vali olarak gönderilen Osmanlı paşalarının kapı cündileri burada Osmanlı tarzı “harhari” ciridi oynamayı yaygınlaştırdılar.Zaten binicilikte ün yapmış olan Kıpçak Türkleri ve Çerkezler de bunu hemen benimsediler.İşte o tarihten sonra Mısır’da da Çerkez cündileri Osmanlılar gibi harhari ciridini de oynamaya başladılar.

Bu bilgiler, cirid oyununun Anadolu’ya özel bir oyun olduğunu gösterir.Osmanlı cündilerinden ve silahşöran-ı Osmaniyan’ dan Mustafa Ağa, bu konuda şöyle diyor:

“Üstadlarımızdan işitmişizdir ki, cirid oyununun aslında şeyhi yoktur.Kürd peydasıdır derler idi.Filhakika üstada müracaat olunmayub herkes başlı basma oynadıkları ve yolsuz, usulsüz oynayub biri birinin sözünü dinlemeyüb…
Mustafa Ağa’ nın dediği gibi cirid Kürd’ lerin buluşu bir oyun da olsa, Osmanlılar bu oyunu o kadar çok sevmiş ve benimsemişlerdi ki, her Cuma şehir meydanlarında, orduların konakladığı yerde cirid oynanmasını gelenek haline getirmişlerdi.

Cirid Oyununun Kaldırılması
Cirid oynayan kişinin kin gülmemesi oyunun başta gelen kuralıdır.Buna rağmen, zaman zaman isteyerek veya istemeyerek de olsa binicilerin ve atların yaralandığı hatta öldüğü olmuştur.Yavuz Sultan Selim çağı cündilerinde olup mezarı Soğuk Çeşme Kapışı karşısında bulunan Yusuf Ağa.Sultan I.Ahmed çağı Kapıağaları’ ndan cündi Ahmed Ağa (Yenibahçe’ de cirid oynarken) ve Sultan I.Abdülhamid’ in Sadrazam kapısından Hazine koğuşuna aldığı Kara Hasan Ağa’ da Sultan III.Selim zamanında cirid isabetiyle ölen cündilerden birkaçıdır.

Bu gibi olaylar eksik olmadığı halde yine de cündilik eski ocaktır denilerek cirid oyunu Sultan II.Mahmud zamanına kadar yapıla gelmişti.Fakat, Hicri (1231) yılı kurban bayramının ikinci günü (2 Kasım 1816), Sultan Mahmud Çırağan Yalısı’ nda bulunurken, yapılan bayram ciridinde Seferli koğuşundan Çopur Hasan isminde birisi, Harem Ağaları’ndan ünlü cündi Şuayb Ağa’ ya gizlice kin beslediği için, habersiz atından düşürerek dizinden yaralanmasına sebep oldu.Suayb Ağa, bu yaradan kurtulamayıp altı ay sonra (18 Haziran 1817) günü öldü.

Enderun ağalarının da çok sevip saydığı, Şuayıp Ağa’ nın ölümüne üzülen Sultan Mahmud, o günden sonra bir daha atlı cirid oynatmayıp kendisi de ok atmaya başladı.1826yılında saray kuruluşlarında personel azaltması yapılırken, Ekim 1826 de cirid oyununu tamamen kaldırıp yalnız menzil ciridi ve lâbud attırmakla yetindi.

TÜFEK ATICILIĞI

Ateşli silahların etkisini anlayan Yıldırım Beyazıd ve ondan sonraki Osmanlı padişahları askerin tüfekle eğitimine önem verirlerdi.Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman Zamanında yeniçeri sekbanlarında atlı veya yaya (4-5000) den fazla tüfenk atan (tüfenk-endaz) bulunuyordu.Bu tüfenk atanların sorguçları sırmalarla süslü ve kılıçları sırmadan örülmüş kayışlarla omuzlarına asılıydı.

Ünlü tüfek atıcıları
Sultan III.Ahmed
Sultan III.Selim
Sultan II.Mahmud olarak bilinir.

Görüldüğü gibi Osmanlılar’ da ilk başlarda spor anlayışı yoktu.Bunun yanı sıra Osmanlılarda daha çok güce dayalı, savaşlarda başarı sağlayabilecek çalışmalar ve hareketler ön plândaydı.Sonraları bu anlayış yerini günümüzdeki spor anlayışına bırakmıştır.

Güreş
Murad Hüdavendigar, Çelebi Mehmed, IV.Murad, Sultan Abdülaziz

Avcılık
I.Murad, Yıldırım Bayezid, II.Murad, Fatih Sultan Mehmed, Kanuni Sultan Süleyman, II.Selim, I.Ahmed, II.Osman, IV.Murad, IV.Mehmed

Balık Tutmak
Kanuni Sultan Süleyman

Ok Atıcılığı
II.Murad, Fatih Sultan Mehmed, II.Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman, IV.Murad, III.Ahmed, II.Mahmud

Binicilik (Cündilik)
III.Murad, II.Osman, IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, II.Mahmud, Sultan Abdülaziz

Cirid
I.Ahmed, IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, III.Selim, II.Mahmud

Tüfenk Atıcılığı
IV.Murad, IV.Mehmed, II.Mustafa, III.Ahmed, I.Abdülhamid, III.Selim, II.Mahmud, II.Abdülhamid

Gürz Kaldırma
Orhan Gazi, I.Ahmed, IV.Murad

Labud ve Hışt Atma
IV.Murad

Mızrak
II.Mahmud

Tomak
IV.Murad, I.İbrahim, IV.Mehmed

---------- Mesaj tarihi 11:03 ---------- Önceki mesaj tarihi 11:00 ----------

OSMANLIDA OKUMA-YAZMA ORANI

47 bini aşkın okuyucunun ilgisine mazhar olan bahsi geçen yazının bir yerinde; “Osmanlı’nın son döneminde okuma yazma oranının yüzde 20’lere kadar düştüğü söylenmektedir
Gerçek rakamı buldum. 1897 yılı istatistiklerine göre Osmanlı Devleti’nde okuma yazma bilenlerin oranı maalesef % 10’un da altındaymış. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiyi aşağıda göreceksiniz. Biz şimdi gelelim asıl konumuza.
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı öncesinde toplam nüfusunun 30 milyon olduğu tahmin edilmekle birlikte Anadolu Türkiye’sinin nüfusu 12 milyonun altındadır. Nitekim Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan nüfus sayımında Türkiye nüfusu 12,4 milyon olarak tespit edilmiştir. Bu iki veriden hareketle nüfus artış hızının oldukça düşük olduğu ifade edilebilir.
Özellikle genç yaştaki erkeklerin uzun süre askerlik hizmeti altında olmaları, olumsuz sağlık koşulları ve savaş kayıpları nedeniyle nüfus artışı çok düşük seviyede gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu olumsuz koşullar, nüfusun yaş ve cinsiyet dağılımını kadınlar ve gençler aleyhine etkilemiştir.
Osmanlı’da okuma yazma oranı…
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında nüfusun eğitim düzeyinin oldukça düşük olduğu görülmektedir. 1897 yılı istatistiklerine göre Okuma yazma bilenlerin oranı % 10’un altındadır. Okuyan öğrencilerin cinsiyet dağılımına bakıldığında ilkokul’da cinsiyet oranı (Kız/Erkek) 0,40 iken bu oranın ortaokulda 0,15’e düştüğü görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nde Okul ve Öğrenci Sayıları (1897)
Okul Türü Okul Adedi Öğrenci Sayısı
Toplam Erkek Kız
İlkokul 28.614 854.921 606.104 248.737
Ortaokul 412 31.469 27.207 4.262
Lise 55 5.419 4.892 -
Kaynak: DİE, Osmanlı Devletinin İlk İstatistik Yıllığı 1897, (Ankara 1997)
1927 de yapılan nüfus sayımında Türkiye’deki yetişkin nüfusun (7 yaş ve üzeri) ancak % 10,5’i okuma yazma bildiği tespit edilmiştir. Erkeklerin % 17,4’ü ve kadınlarda % 4,6’sı okuma yazma bilmektedir.
Bu içerik internet kaynaklarından yararlanılarak sitemize eklenmiştir.

---------- Mesaj tarihi 11:07 ---------- Önceki mesaj tarihi 11:03 ----------

OSMANLI'DA DÜĞÜN

Osmanlı İmparatorluğu'nda düğün bir törendir, bir ritüeldir. Osmanlı kitap sanatı içinde de düğün kitapları ayrı bir yer tutar. İslam dünyasında "şehname", "hamse" gibi diğer kitap türleri vardır, ancak düğünleri konu alan "surname"ler Osmanlı'ya hastır. Pek çok surname yazılmışsa da resimli örnekler bir iki tanedir. Bunlardan 1582 tarihli olanı, III. Murad'ın şehzadesi için yapılan ve 55 gün süren düğünü anlatan, 400 küsur resme sahip kalınca bir kitaptır. İntizami adlı bir şair tarafından metni yazılmış, o zaman saray nakkaşhanesinin başında bulunan Üstad Osman ve ekibi tarafından resimlenmiştir.

1720 tarihli ikinci resimli surname ise, III. Ahmed dönemine aittir. Seyyid Vehbi'nin düz yazı biçiminde yazmış olduğu eserde arada şiirler de vardır. Eser iki adet resimli nüshaya sahiptir; biri Nakkaş Levni tarafından resimlenmiş ve sultana sunulmuştur, diğerinin ise, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa'ya sunulduğu tahmin edilir ve Nakkaş İbrahim tarafından resmedilmiştir.

Çalgı, dünya üzerinde var olan her kültürde birbirine çok benzer şekilde biçimlenmiştir. Ancak buna rağmen çalgıyı malzemesi ve biçimi ile seslendirilmesi olmak üzere iki farklı açıdan ele almak daha doğrudur. Malzeme ve biçim daha maddi, seslendirme ise daha kültüreldir. Bunun tipik örneği kemandır. Pek çok kültürde olmasına rağmen, 18. yüzyılda batılıların tabiriyle "Viola d'Amore" yani, "sine kemanı" adıyla Osmanlı dünyasına da girmiş, ama burada batıdakinden farklı tını ve üslupta icra edilmiştir. Batı müziğinden bizim kültürümüze geçen çalgılardan klarinet de değişikliği uğramış, Osmanlı dünyasında, keman gibi, farklı tını ve üslupta kullanılmıştır. Artikülasyon, yani "eklemleme"yle ilgili olarak, bir şarkının biçimlenmesi, seslenebilir hale gelmesi ifade edilmek istenen duyguyla şekillenir. Akciğerlerimizde oluşan havanın, dilimiz, damağımız ve ağız boşluğumuzda şekillenerek "a" harfini çıkarması gibi; her şey "a" harfini oluşturabilmek içindir. Çalgı da böyledir. Kemençe, tambur, ney gibi çalgılar Osmanlı müziğine göre biçimlenmiş çalgılardır. Osmanlı çalgıları zaman içinde başka kültürlere ait çalgılarla da etkileşime girmiştir.


Düğün söz konusu olduğunda eğlenceden de söz etmek gerekir. Eğlence kavramı, insanların yaşayış tarzına, kültürüne, dünyaya bakış tarzına göre değişir. 1720 tarihi, aynı zamanda Lale Devri'nin de başlangıcıdır. Lale Devri, tarihte zevk ü safa, eğlence dönemi olarak geçer; ancak en önemli özelliklerinden biri de çok entelektüel bir devir olmasıdır. Dönemin vakanüvislerinden Raşit Efendi'nin veya Çelebizade Asım Efendi'nin tarihine bakıldığında, on günde bir veya haftada bir sadrazamın sultanla birlikte Boğaz'daki, Haliç'teki köşklerden birine gitmeleri, orada bir hafta-on gün helva sohbetleri yapmaları gibi olaylar anlatılır. Bu tür meclislerde mutlaka önemli ve ciddi konular da konuşulurdu; edebiyattan bahsedilir, dönemin ünlü müzik adamlarıyla sohbet edilirdi, müzik icra edilirdi. Bu düğünler de bir anlamda, bu meclislerin süre olarak uzatılmış ve halka yayılmış tekrarı niteliğinde düşünülmelidir.

Surnameleri inceleyen tarihçi ve sanat tarihçilerinin yorumu, bu düğünlerin hem bir olayı kutlamak hem de toplumda bir gevşeme yaratmak amacıyla düzenlediği yönündedir.

Surname-i Vehbi'deki minyatürlerden birinde, rakkasların ve çengilerin dansına, def, nakkare ve zurnadan meydana gelen çalgı gruplarının eşlik ettiği görülür. Çalpara dediğimiz, çengilerin, rakkasların elinde tuttuğu iki tane çubuğu birbirine vurarak çaldıkları alet, geç Hitit döneminde Kargamış'taki bir kral burcunda da görülür. Hititli taş ustası ile Osmanlı nakkaşının aklından geçenlerin aynı şeyler mi olduğu tamamen ayrı bir konudur, ancak ikisi arasındaki benzerlik ilgi çekicidir.

Anadolu'nun batısından çalparaya benzeyen ancak biraz daha farklı bir çalgı aletinde, iki adet bronz zile benzeyen iki çalgı birbirine vurulur. İki aaaali birbirine vurarak ses çıkarmak önemli bir buluş değildir aslında; ritmik bir ses çıkarmak isteyen kişi mutlaka iki cismi birbirine vuracaktır. Ancak arketip nesneler konusu ilginçtir; Kültepe'de bulunmuş olan bronz zil MÖ 2. bine aittir ve Kayseri Müzesi'nde sergilenir. Bugün bu zilin bir benzerini Kapalıçarşı'dan satın almak mümkündür, arada hiçbir fark bulunmamaktadır.


Uzun saplı çalgılar, organolojinin (enstrüman bilimi) dikkat çekici konularından biridir. Genel olarak organologlar, uzun saplı çalgıları 'mesela bizim çaldığımız tamburu' Türklere bağlarlar. Eski Mısır'da da benzer çalgılar kullanılmıştır. Eski Mısır, çengi veya arpı bildiğimiz kadarıyla ilk kullanan uygarlıktır. Dolayısıyla, uzun saplı çalgılar Anadolu'da, Mısır ve Mezopotamya'da her zaman var olmuştur. Aralarındaki farkı çalınma tarzlarında, tınılarında aramalıdır.

Çankırı yakınlarından, MÖ 16. yüzyıla ait İnandıktepe vazosunda, dört friz üzerinde hieros gamos denen kutsal bir düğün anlatılır. Bütün kültürlerde evlenmenin kutsal bir anlamı olmuş ve nikah dinle bir ilişkilendirilmiştir. Alt frizde düğün için içkilerin, yiyeceklerin hazırlanması ve düğün yerine taşınması yer alır. Ancak bu frizde bizim asıl dikkatimizi çeken çalgılardır; bu çalgıların bir düğün töreninde kullanılıyor olmasıdır. Çalgılardan biri olan "zil" veya Osmanlıların deyimiyle "halile", birbirine çarpılan iki tane zilden oluşur.

Surname-i Humayun'daki minyatürde, rakkaslara çeşitli çalgıların eşlik ettiği görülür; nakkare, zurna ve defin yanı sıra, kemençe ve "mıskal" da bu çalgılar arasındadır. 14. yüzyıla ait olan ve Mehmet Siyahkalem'e atfedilen bir resimde de, cin olduğu söylenen figürlerden birinin yine kemençe benzeri bir çalgı çaldığı görülür.

Eski metinler, davul ve kös aletleri gök gürültüsüyle ilişkilendirilir ve bu "büyük" seslerin insanları heyecanlandırdığı düşünülür. Bu etki, töreni düzenleyenler tarafından zaten beklenen, arzu edilen bir durumdur aynı zamanda. Nakkare çalgıcıları Osmanlı dönemi resimlerinde sık sık görülür. Osmanlı kültürü davula ve nakkareye fazlasıyla önem vermiştir. Osmanlı tarihi aslında 15. yüzyıl itibariyle, birtakım söylencelerin de kâğıda geçirilmesiyle yazılmaya başlamıştır. Bu tarihçilerin bahsettiği konulardan biri de, Selçuklu sultanının Osman Gazi'ye bir sancak, davul ve at göndermesidir. Böylece onun beyliğini ve devletini kutlamış ve sembolleştirmiş olurlar. Davul, Osmanlı kültüründe bir egemenlik sembolüdür. O kadar ki, Osmanlı'nın Rumeli'ye henüz egemen olduğu dönemlerde, bir kasabayı Osmanlı toprağına katan bir birlik bunu kutlamak için, eğer yanında sancak yoksa eski bezlerden bir sancak yapar ve yemek yedikleri sahanların, tencerelerin altını delerek, üstüne deri gerip davul yapar.

Surname-i Vehbi'de resmedilen minyatürlerin çoğunda kadın ya da kadın kılığında bir erkeğin dans ettiğine rastlanır. Bir erkeğin elinde mendille oynarken betimlenmesi ilgi çekicidir. Oynayan erkek, düğüne katılan çeşitli kollardan birinin başı olsa gerektir.

Siyahkalem'den alınan bir resim, mendille dans etmenin eğlenceden öte bir şey olduğunu gösterir. Resimde biri kırmızı diğeri kahverengi derili iki cinin zillerle dans ettiği görülür.

Dans konusu, 1582 tarihli bir düğünde başka şekilde karşımıza çıkar. Resmin yukarısında, çalparalarla ve çalgıcılar eşliğinde bir rakkas, altta ise bir Mevlevi semazeninin iki ney eşliğinde dans ettiği gösterilmiştir. Bu konu birçok araştırmacının da ilgisini çekmiş ve pek çok yorum yapılmıştır. İntizami'nin metninde konuyla ilgili açıklama yoktur, ancak "Mısır'dan gelen bir afet" diye tanımladığı, aslında bir erkek, bir eşcinsel olan rakkası, hayranlıkla ve erotik duygularla ifade eder. Resmin yukarısında dans eden bu rakkastır. Altta sema eden bir tasavvuf ehlinin, mevlevinin, Nakkaş Osman'ın bu resminde neden yer aldığı ise düşündürücüdür. Mevleviliğin yeni oluştuğu 15. ve 16. yüzyıllarda, "sema" deyiminin dans etmek anlamında kullanıldığı söylenebilir. "Sema" sözcüğünün özel anlamlar içermesi ve deyim olarak kullanılması ise daha sonraki yüzyıllarda olur. Aslında bu sahnede Mevlevi ile "Mısırlı afet"in yaptığı aynı şeydir, her ikisi de dans eder. Ancak, Osmanlı sanatlarında ve divan edebiyatında panteist bir yaklaşım görülür. Günlük hayatla uhrevi hayat arasında bir iç içelik vardır; her an her şey Tanrı'yla ilgilidir. Nakkaş Osman'ın resminde de böyle olsa gerektir.

Bir başka resimde, 'ki Metin And bu resmin bir ortaoyunu resmi olduğunu öne sürmüştür' ortaoyununa müzik eşlik eder ve nadir resimlenmiş çalgılardan "santur" görülür. Resimdeki çalgıya santur demek ne kadar doğrudur bilinmez, ama telli bir çalgının tellerinin çekilerek, üstüne vurularak çalınması gibi, santur da tellerin üzerine tokmakla vurularak da çalınabilen bir çalgıydı. Tokmakla vurularak çalındığında, daha inleyen sesler çıkartabiliyordu.

Bir resimde de, Haliç'te Aynalıkavak Sarayı önünde gemiler ve gemilerin arasına ipler gerilerek mekanik bir arabanın yürütüldüğü görülür. Rakkaslar da ellerinde çalparalarla iplerle karaya bağlı bir platform üzerinde dans ederler. Platform rakkasların ağırlığı yüzünden hafifçe suya batmış olduğundan, sanki su üzerinde dans ediyorlarmış gibi bir görüntü oluşur. Düğüne, üç tane "kol" denen dans ve müzik topluluğu katılmıştır; aralarında Yahudi, Rum, Çingene toplulukları yer alır. Bir resimde de Bahçıvanoğlu ya da Edirne grubu olduğunu tahmin ettiğimiz bir kol görülür. Sultanı selamlarken görülen bu topluluk belli ki para alacaktır. Keçi oynatan, maymun oynatan gruplar vardır ve bunların hepsi, Osmanlı devletinin kuruluşunu, bağımsızlığını simgeleyen davulu çalarlar.

Mehter konusu da önemli konulardan biridir ve mehter topluluğu askeri bir müzik topluluğu olarak değil, bir açıkhava topluluğu olarak düşünülmelidir. Bugün Anadolu'da bir davul ve zurnadan meydana gelen topluluğa "mihter" ya da "mehter" denir. Bunlar düğünlerde çalarlar ve düğünde ne kadar çok davul zurna varsa o kadar itibar edilir. Bir başka resimde, güreş yapılırken mehter de yerini almış ve çalmaktadır; nakkareler, zurnalar da vardır. Seyid Vehbi, bu düğünün müzik işleri için Burnaz Hasan Çelebi'nin görevlendirildiğini ve Çelebi'nin Topkapı Sarayı'nın Yalı Kapısı'nda bir mekânda 80 tane hanende ve sazende ile günlerce şarkılar meşk ettiğini yazar. Demek ki, fasılda 70-80 kişi çalmıştır.

Siyahkalem'in resimlerinden birinde biraz abartılı boyutlarda resmettiği zil, Helenistik dönemdeki dansöz kadının elindeki bronz zillere benzer. Davulla, zille vurarak ses çıkarmanın topluluğu etkilemek için iyi bir araç olduğu açıktır.

Düğünlerdeki geleneklerden biri, esnafın da hünerlerini göstererek alayda yer almasıdır. Levni ve Nakkaş İbrahim'in yılankavi bir hareketle ilerleyen esnafı betimlediği minyatürde, "nay-i ebnan" denen, tulum çalan çobanlar görülür. Aynı resimde "çöğür" çalan, ordu mensubu olduğu anlaşılan bazı kişiler görülür. Tambur gibi duran ama biraz daha kaba bir halk sazı olan çöğür, ordu içinde çok yaygındır. Çöğür çalgıclarının üzerindeki pars postları da dikkat çekicidir: Bu posta bürünmek bir güç simgesidir.

Düğün bittikten sonra, Okmeydanı'ndan Topkapı Sarayı'na gidilmiş ve şehzadeler sünnet edilmiş, ayrıca her gün bir kaç yüz İstanbullu çocuk da sünnet edilmiştir. Düğün alayı giderken, düğünde kullanılan nahıllar ve "şeker bahçeleri" de Topkapı Sarayı'na taşınır. Tabii bu işlemin belli bir düzen içerisinde yapılması gerekir ve bu düzeni tersane erleri, gemide kullandıkları yöntemi kullanarak, yani "sipsi" çalarak sağlamışlardır.

Boynuz boru, yani "nefir" dediğimiz önemli çalgı Kargamış'ta da karşımıza çıkar. Bu aleti yapmak için boynuzun içi boşaltılarak bir iki delik açılır ve belki süslenir.

İstanbul'a bir alayla girmiş olan III. Mehmed, bir savaş aracı olarak kullandığı çalgıyı başarısının ve hükümranlığını bir simgesi olarak şehre girişinde de kullanmıştır.