Arama

Türk Dil Kurumu Nedir? - Tek Mesaj #1

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
13 Ekim 2011       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Türk Dil Kurumunun Kuruluşu


Türk Dil Kurumu, Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla 12 Temmuz 1932′de Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur.

Cemiyetin kurucuları, hepsi de milletvekili ve dönemin tanınmış edebiyatçıları olan Sâmih Rif’at, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri’dir. Kurumun ilk başkanı Sâmih Rif’at’tır. Türk Dili Tetkik Cemiyetinin amacı, “Türk dilinin öz güzelliğini ve zenginliğini meydana çıkarmak, onu yeryüzü dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek” olarak tespit edilmiştir. Atatürk’ün sağlığında, 1932, 1934 ve 1936 yıllarında yapılan üç kurultayda hem Kurumun yönetim organları seçilmiş, hem dil politikası belirlenmiş, hem de bilimsel bildiriler sunulup tartışılmıştır. 26 Eylül-5 Ekim 1932 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan Birinci Türk Dili Kurultayı sonunda Kurumun “Lügat-Istılah, Gramer-Sentaks, Derleme, Lenguistik-Filoloji, Etimoloji, Yayın” adları ile altı kol hâlinde çalışmalarını sürdürmesi kabul edilmiştir. Sonraki kurultaylarda bu kollardan bazıları ayrılmış, bazıları tekrar birleştirilmiş; fakat ana çatı değiştirilmemiştir. 1934′te yapılan kurultayda Cemiyetin adı, Türk Dili Araştırma Kurumu; 1936′daki kurultayda ise Türk Dil Kurumu olmuştur.

Türk Dilinin Doğuşu


Her şeyden önce dil, kişiler arasında en etkin, en doğal ve sürekli iletişim aracıdır. Aynı zamanda bilimsel, dinsel ya da felsefeye ilişkin her türlü düşüncenin de taşıyıcısıdır. Öte yandan kültürü oluşturan en önemli öğe olduğu gibi, kültürü elde etmenin, öğrenmenin araçlarından biri niteliğini de taşımaktadır. Bütün bunların dışında da dil, toplumu, ulusu oluşturan ve ulusallığı sağlayan ana etkenlerden biri olarak da önem taşımaktadır.

Türkçe, yeryüzünde konuşulan dillerin ayrıldığı 5 büyük gruptan Ural-Altay-Dilleri arasında yer almaktadır. Dil sınıflamasında göze çarpan en belirgin nokta, Türk dilinin, Türklerin İslamiyet’i kabulden sonra en çok etkilendiği Arapça ve Farsça ile köken bakımından hiçbir yakınlığı bulunmamaktadır. Dolayısıyla Avrupa’da konuşulan dillerin, kendi gruplarında bulunan Latince ile olan akrabalıklarına benzer bir yakınlığı Türkçe Arapça ve Farsça arasında kurmaya olanak yoktur.

Hangi kökende gelirlerse gelsinler, dillerin başlangıçtaki niteliklerini, söz varlıklarını olduğu gibi sürdüremedikleri görülmektedir. Çünkü dil de her kültür öğesi gibi zamanla değişime uğramak durumundadır. Bu değişim, toplumdan kaynaklanan gereksinmeler ve yönlendirmeler ile diller arasındaki etkileşim ve ilişkide bulunulan toplumlarda geçerli olan dillerin etkisinden kaynaklanır.

Türk Dilinin Tarihi


Türkçe’nin, tarihin ilk dönemlerinden başlayarak Türklerin konuştukları bir dil olduğu bilinmektedir. Ancak buna ilişkin belgelerin yokluğu o dönemlerdeki dilin özelliği ve söz varlığı üzerinde fazla bilgi edinmemize olanak bırakmamaktadır. Türkçe’ye ilişkin ilk yazılı belge 581’de Soğotça yazılmış Bugut yazıtıdır. VII. Yüzyılda yazılmış Orhon Yazıtları ise, Türkçe’nin oldukça gelişmiş bir yazı dili düzeyinde olduğunu göstermektedir.

Türklerin o yüzyıldan başlayarak İslamiyet’e girmeleri, dili de, iki yabancı dilin Arapça ve Farsça’nın etkisi altına sokmuştur. İslamiyet’i kabul ettikten sonra kurulan Türk devletlerinde bilim ve ibadet dili olarak Arapça, sanat dili olarak da Farsça kullanılmaya başlanmıştır. Çok geçmeden resmi yazışmalarda da Arapça ve Farsça’nın yeğlenmesi, büyük çoğunluğunu oluşturan halkın okuyamadığı, anlayamadığı bir resmi dil sorununu da doğurmuştur.

Anadolu’daki Arapça ve Farsça baskısı, Osmanlı Devleti’nde üç alanda geçerli dil olarak Türkçe’nin kullanılması resmi dil sorununu belirli ölçüde gidermişti: sarayda, divanda ve şer’i mahkemelerde Türkçe kullanılması bilimsel yapıtlardan bir kısmının Türkçe yazılmasını da desteklemişti. Ne var ki bu durum XVI.yüzyıl ortalarına kadar sürmüş, o dönemde dilde yeniden bir ikiliğe yönelinmişti. Osmanlıca denen Türkçe-Arapça-Farsça karışımı yapay dil yazı dili yaratılırken Türkçe ikinci plana itilmiş ve üstelik “ayağı çarıklı kaba Türkler”in konuştuğu dil olarak aşağılanmıştı.

Yazı ili ile konuşma dili arasındaki ayrılık giderek artarken, kültürel ve toplumsal gereksinmeler XIX.yüzyılda dilin önemini ve dilde çözülmesi gereken büyük sorunlar bulunduğunu ortaya çıkarmıştı. Tanzimat döneminde değişim zorunluluğu nedeniyle öğretim yönünden çağın çok gerisinde kalmış olan medreseler dışında yeni okullar açmak ve dış dünyadaki bilimsel gelişmeleri içeren yapıtları Türkçe’ye çevirmek yoluna gidilmişti. Ancak açılan meslek okullarında okutulacak nitelikte terkçe kitaplar bulunmadığı ve zengin bir dil sayılan Osmanlıca’nın çevirilerde bilimsel terimleri karşılamaktan uzak olduğu görülmüştü. Bu yüzden 1827’de açılan Tıbbiyede öğretimin Fransızca yapılması öngörülmüştü.

Gerçekten de karma Osmanlıca bir bilim dili olamamış, yalnızca bir yazım ve şiir dili olarak kalmıştı. Yabancı yapıtların çevirilerine girişildiğinde o dildeki kavramların ve terimlerin Osmanlıca’da karşılıkları bulunamamıştı. Bu durumda yeni sözcükler türetme zorunluluğu duyulmuştu. Ancak bu türetmelerde Türkçe’nin değil de Arapça’nın söz varlığından yararlanılması, Osmanlıca’ya yeni terimler kazandırırken dile bir dizi yeni Arapça sözcüğün girmesine de neden olmuştu.

Yazı dilinin aldığı biçim ve içerik, yalnız öz dilleri Türkçe olmayan Osmanlı uyrukluların değil, imparatorluğun kurucusu Türklerin bile devlet dairelerinde işlerini gördürmelerini ve yürürlüğe konulan yasaları, verilen kararları anlamalarını olanaksız kılmıştır. İşte bu ortam içimde yüzyılın sonlarına doğru dildeki ikiliği olabildiğince azaltmak gerektiği anlayışı yerleşmeye başlamıştır.

İmparatorluktan ulusal devlete geçildikten sonra ulusal bütünlüğü sağlamak ve çağı yakalamak için dil sorununu da çözmek artık kaçınılmaz olmuştu. Bunun için izlenecek yollar da belliydi. Ya yasal bir düzenlemeye baş vurulabilir, ya da sorunu belli bir sürede çözüme ulaştırabilecek bir örgütlenme sağlamak gerekiyordu. Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişken, 23 Ağustos 1923’te TBMM’ne verilen Türkçe Kanunu adını taşıyan bir yasa önerisinde, her türlü yazışmanın Türkçe yapılması zorunlu tutuluyor, yabancı sözcükler kullananların da cezalandırılmaları isteniyordu.
Ancak dil konusunda bağlayıcı bir yasa çıkarmanın hukuk kurallarıyla bağdaşmadığı düşünülerek bu öneri kabul edilmemişti. Böylece bir örgüt kurma yöntemi tek çıkar yol olarak ortaya çıkmıştı.

Türk Dil Kurumunun Oluşumu


Dil konularıyla uğraşacak bir kurul oluşturulması, 1926’da Milli Eğitim Bakanlığı kuruluş yasası görüşülürken gündeme gelmişti. Yeni Türk abecesinin saptanması için kurulan Alfabe Komisyonu’na aynı zamanda Dil Heyeti adı verilmişti. Bununla abecenin dil çalışmalarına geçişte ilk aşama olduğu anlatılmak istenilmişti. Gerçekte de Dil Kurulu yeni abeceyi saptadıktan sonra dağıtılmamış, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanarak dil çalışmalarını sürdürmesi istenmişti. Kurul öncelikle bir Yazım Kılavuzu yayımlamış, arkasında bir Türkçe sözlük hazırlamaya koyulmuştu. Ancak bu kurulun çalışmalarının politikacılar tarafından eleştirilmesi ve kurulun iş göremez hale gelmesi sonucu yeni ve bağımsız bir örgütün kurulması yoluna gidilmiştir.

Türk Tarih Kurumu’nun başarılı çalışmaları da dikkate alınarak Atatürk’ün önerisiyle ona benzer bir dil derneğinin kurulması uygun görülmüştü. 12 Temmuz 1932’de hepsi de milletvekili olan dört ünlü yazar ve düşünürün başvurusuyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Derneğin amacı; Türk dilini incelemek ve elde edeceği sonuçları yayıp yaygınlaştırmak olarak belirtilmiştir.

Türk Dili Kurumu’nun üye sayısı Türk Tarih kurumu gibi sınırlı tutulmamıştı. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda ilk genel kurula dileyen her Türk vatandaşının katılabileceği açıklanmıştı. On gün süren ve 917 delegenin katıldığı bu kurultayda dilde devrim mi, evrim mi sorunu enine boyuna tartışılmış ve çoğunluk görüşü devrim üzerinde yoğunlaşmıştı. Türk Dili Tetkik cemiyeti adı 1936’da toplanan III. Kurultayda Atatürk’ün isteğiyle ve Türk Tarih Kurumu adına uygun olarak Türk dil Kurumu olarak değiştirilmiştir.
Derneğin amacı, Türk dilini, ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek ve ikinci olarak da Türk dilini, çağdaş uygarlığın önümüze getirdiği tüm gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek olarak belirtilmiştir.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 11 Temmuz 2016 15:01