Arama

Sivil Toplum Nedir? - Tek Mesaj #2

qaptan Lady - avatarı
qaptan Lady
Ziyaretçi
5 Aralık 2011       Mesaj #2
qaptan Lady - avatarı
Ziyaretçi
Sivil toplum, örgütlü toplum demektir. Daha açık ifadeyle; toplumun bütün kesimlerinin, çeşitli branşlarda bir araya gelerek, organize bir şekilde teşkilatlanması demektir. Bir toplumun bütün unsurlarını tanımak için sivil toplulukları incelemek yeterlidir. Farklı kültür ve etnik unsurlar, dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, cemaatler, partiler toplum yapısının gerçeğini gösteren unsurlardır.

Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin gibi totaliter şefler, sivil toplum düşmanı olmuşlardır. Bunun yanında sivil inisiyatif öncüsü olmuş Nelson Mandela, Mahatma Ghandi ve Malcolm X gibi örnekler de bulunmaktadır. Din liderleri ve büyükleri de sivil inisiyatifin temsilcisi olmuşlardır. Resulüllah (S.A.V.) sadece ilahi vahyi tebliğ etmekle kalmamış aynı zamanda kitlelerle beraber hareket etmiş, Ashâbı ile doğrudan doğruya ünsiyet kurarak istişareye önem vermiş olan en büyük toplum rehberidir. Bireyciliğin ve demokrasinin çok geliştiği 21. yüzyılda, en büyük güç sivil topluluklardır. Bunun yanında halen dünün totaliter şefleri ve dayatmanın doruğuna ulaşan zihniyetler başka ad ve şekiller altında kolları sıvamış halde beklemektedir. Bunu rağmen artık tepeden yönlendirmeler eskisi kadar etkili olamıyor, hızını kaybetmiş görünüyor, üniversitelerde, toplumun tüm katmanlarında, aydınlar arasında, ve siyasi partilerin bir bölümünde “sivil toplum”, “sivil katılım”, “sivil inisiyatif” gibi kavramların tartışılır olması bu hareketin giderek daha da güçlendiğini gösteriyor.

Eski kuşak, tek partili “milli şef” döneminin zihniyetini sürdürmek konusunda dünyaya rağmen hevesini yitirmemiş olsa da, yeni kuşakta çoğulculuğu simgeleyen sivil toplum modelleri çerçevesinde hareketme konusunda ilgiyi ve heyecanı görmemek mümkün değil. Dünyayı ekonomik bunalımın eşiğine getiren, 40 milyon insanın işsiz kalmasına sebep olan 1929 bunalımı adıyla anılan ekonomik kasırga, Amerika’da farklı bir tip “toplumculuğun” gelişmesi, İngiltere’de işçi hareketinin örgütlenmesi, Fransa’da Leon Blum’ün sol cephe (Halk cephesi)’ni oluşturması, Almanya’da ise en şiddetli ve en radikal olan Nazi hareketinin meydana gelmesiyle sonuçlanmıştı.

Gerçekten de 1929 yılı dünyada ciddi manada ekonomik çalkantıların yaşandığı önemli bir tarihtir. Keynes modeli ise bu bunalımı ve ekonomik dalgalanmaların meydana getirdiği ekonomik krizi bir nebze olsun dindirmeyi başarabilmiştir. Fakat Keynes modeli, işlerliğini yitirmeye başlayınca ve miadını doldurunca, farklı bunalımlar ortaya çıkmaya başladı.

Çarlığın yanlış uygulamaları ve kitleleri canından bezdirmesi Lenin için bir fırsattı. Toplumun nabzını büyük bir maharetle istismar etmesini becerebilecek zeka kıvraklığına sahip olan Lenin, böylece Bolşevizmi gerçekleştirebilmiştir. Nitekim Versay zincirinin gurur kırıcı şartları da Adolf Hitlerin önünü açmış ve Almanya’da Nazizm’i zafere taşımıştır. Bu gerçeklerden hareketle şu teşhise varabiliriz: Dünün yetkilerini elinde tutan otoriterler, ortamı istismar eden güçlerin hakim olmasına yardımcı olarak “yeni otoriterler” türemesine zemin hazırlayabilmektedir. Zamanın otoriteleri, bunalımları çözmede en etkili yöntemin, toplumun istek ve taleplerine olumlu cevap vermek olduğunu görememişlerdir. Toplumla diyaloğa girmeyi, kitleleri yönlendirmeyi başaramamışlardır ve bedelini ağır bir şekilde ödemek durumunda kalmışlardır. İlelebet kalacaklarını düşündükleri makamlarından olmuşlar, veya perişan bir vaziyette tahtlarını başkalarına bırakmak zorunda bırakılmışlardır. Saltanatlarını terkederken de, geriye bir sürü göz yaşı, kan, kin ve nefret tohumları ekmeyi de ihmal etmemişlerdir..

İşte Bolşevizmin de, Nazizmin de kitleleri kandırarak taraftar toplaması bu noktalarda düğümlüdür. Aristo’nun “Tabiat boşluğu sevmez” sözü ne kadar da doğru. Topluma, koyun muamelesi yapanların, eninde sonunda koltuklarını terketmesi tabiidir. Sivil toplum gerçeği gözardı edilince ister istemez çok daha ağır baskıcı rejimlerin işbaşına gelmesi kaçınılmazdır. Nitekim de hep öyle olmuştur. Lenin iyi bir teorisyen değildi, ama iyi bir stratejiciydi. Mevcut şartları, lehine çevirecek kadar usta bir deha idi. Akıl dolusu, sinsi ve kıvrak manevralarla kitleleri ayağa kaldırabilmiş, nihayetinde bolşevik ihtilalini yapabilmiştir. İhtilal öncesi kitlelere verilen vaadler, iş başına gelince unutulmuş, yerine komünist partinin programları uygulamaya konmuştur. Lenin’den sonra Stalin gelmiş, o da Çar’lara rahmet okutacak şekilde kan dökmüş, topluma adeta koyun muamelesi yapmıştır. Totaliter uygulamaların koyu olduğu ortamların, bireysel girişimin önünde en büyük engel olması dolayısıyla sivil toplum olgusunun çok kere nüksetmesine imkan verilmez. Sivil toplum şuurunun yerleştiği toplumlarda ise fertler çok daha girişimci olabilmekte, şahsiyetler daha hızlı gelişebilmektedir.

Sivil toplum şuurundan yoksun fertler totaliter ortamlarda, tek tek beyin yıkamaya müsait halde olurlar, idarecilerin “okul yapacağız”, “il yapacağız”, “şunu yapacağız, bunu edeceğiz” gibi vaadlerine kolayca kanabilirler de. Çünkü bireysellikten çok toplumcudur ve sürü psikolojisiyle hareket etmektedir. Ülkemizde, henüz sivil toplum örgütlerinin kolayca örgütlenmesini sağlayacak kanuni düzenlemeler tam manasıyla uygulamaya geçemediği için, sivil inisiyatifini ortaya koyacak fertler de bir türlü ortaya çıkamıyor. Mevcut durum “bireysiz toplum” doğurmaktadır. Beyin yıkama makinası, işlerliğini hala devam ettiriyor. Gurup şuuru, katılımcılık şuuru yönünden gelişmelere şahit olsak da, henüz istenilen seviyeye gelinemediği açıktır. Fertler, grup olarak tavırlarını ortaya koyarak, netice aldıklarını gördükçe, sivil toplum anlayışı daha da büyüme eğilimi gösterecektir elbette. Zamanla kitleler, içinde bulunduğu olumsuz şartları örgütlü bir şekilde lehine çevirecek “sivil inisiyatif”i ortaya koyma cesaretini kazanacağına olan inancımız tamdır. Çünkü Türkiye eski Türkiye olmadığı gibi, tek partili dönemin Milli şef uygulamalarının baskıcı ve dayatmacı şartlarından bugüne gelene dek toplumumuz sivil tavır almak yolunda bir hayli mesafe kat ettiği bir gerçektir.

Malum olduğu üzere Türk halkı ilk tepkisini 1950 seçimlerinde DP’yi işbaşına getirmekle ortaya koymuştur. 1950 öncesi, tek parti uygulamaları, toplumu canından bezdirmiş olacak ki, çok partili hayata geçer geçmez, büyük bir oy potansiyeli ile Milli şef uygulamalarına son verilmiştir. Çok partili hayata geçiş “sivil toplum” olma yolunda ilk kıvılcımdır aynı zamanda. O yıllarda kitleler, içinde bulundukları şartlardan hızla kaçış eğilimi göstererek, teşkilatlanmaya doğru gidecek ilk adımı 1950 yılında atmıştır. Demek ki; ne kadar baskıcı ve dayatmacı bir yol izlenirse izlensin, sonunda kazanan “sivil toplum” olmaktadır, olacaktır. “Sivil toplum” olgusu tarihi geleneğimizle de örtüşen bir değerdir. Tarihimiz kendi haşmetini “reaya”nın (halkın) saadetinde arayan bir Osmanlı örneğine sahiptir çünkü. Osmanlı, kendi çağında sivil toplum şuurunun öncüsü olmuştur. Daha ilk kuruluşunda Osman Gazi’nin etrafında ahiler, gaziler, alperenlerin oluşturduğu bir dizi toplum örgütleri vardı. Söğüt’te atılan ilk hamur ve maya bu duygu seli etrafında gelişti. Osmanlı bu oluşumlarla beraber hareket ederek, üç kıtada hükmeden cihanşümul bir devlet haline gelebilmiştir. Nitekim Kanuni Sultan Süleyman; “Reaya (halk), gerçek efendidir” diyerek sivil toplum gerçeğini ortaya koymuştur. Osmanlı’da bir diğer örgütlenme örneği de devlet loncalarıdır, ki bu loncalar sayesinde tüccarların tekelci davranışlarına karşı önlem alınabilmiştir.

Loncalarda ayrıca toplumun bütün kesimlerini kapsayacak iş bölümü de bulunmaktaydı. Genelde halk üretim ve vergi faaliyeti ile ağırlığını ortaya koyuyordu. Ulema ise, din, yargı ve eğitim ile ilgili alanda yer alıyordu. Naima’nın teşhislerinden de anlaşılacağı üzere Devlet-i Âliyye’de örgüt ağında yer alan unsurlar şunlardı: 1. Ulema. 2. Asker. 3. Tüccar. 4. Reaya (Halk). Bu dört unsurun uyumlu olması demek devletin güçlü olması demekti. Bu uyum yükseliş dönemi sonuna kadar sürmüştür.

Tarihi gerçeklerden hareketle sivil toplum yapısının, birey-toplum-devlet dengesini yansıttığını ifade edebiliriz. Organizasyon, örgütlenme ve halk-devlet uyumluluğu, sivil toplum için vazgeçilmez olgulardır. Sivil toplum birimleri, milletin tam kendisi olmasa da, onu yansıtan bir parçasıdır. Tarım sürecinden sanayi sürecine, oradan da bilgi toplumuna yol almakta olan Türkiye, gerek ekonomik yapıda gerekse sosyal alanda müthiş bir değişim sürecine girmiştir. Çünkü sanayileşme ve bilgi çağı hem ekonomik, hem de sosyal vetireyi değiştirmektedir. Dünyadaki bu gelişmelerin ışığında Türkiye, ister istemez kendi toprağında ilk defa derinden sivil toplumun güçlü sesine ve kuvvetine şahit olmaktadır. Sendikal haklar, asgari ücret, sosyal güvenlik, kâra ve yönetime katılma gibi konular, tarım toplumunun meselesi değildir, artık bilgi çağı yolunda olan “sivil toplum”un konusudur. Bu durum politik ve ideolojik hayata da yansıyıp, siyasi değer olarak geçmektedir. Böylece sivil toplumla birlikte ücretliler meselesi siyasi partilerin gündeminde yer alabiliyor. Sosyal adalet uygulamalarının bir an evvel pratiğe geçirilmesi, sivil toplum örgütlerinin bir numaralı talebidir. Eğit-Sen, Kamu-Sen, Sağlık-Sen, Hak-iş, Türk-iş gibi sivil toplum kuruluşları bu maksatla kurulmuş örgütlerdir. Sendikal örgütler ve daha başka sivil toplum örgütleri her geçen gün gündemde yerlerini almaktadırlar. Sivil toplum için Sosyal adalet, önemli bir realitedir. Çünkü, kentleşme, sanayileşme ve bilgi çağının gerçekleri kendiliğinden bu meseleyi doğurmaktadır.

Bu demektir ki sivil toplumcu bir şuur ile ancak sosyal adaletsizlikler önlenebilir. Yapılacak en mühim faaliyetlerden biri de, kitlelerin ekonomik katılımının yanısıra, girişimciliğin önündeki bütün barikatların kaldırılarak toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilmektir. Toplumun iç dinamiklerindeki gerginlikler bu tür uygulamalarla giderilebilir, başka yolu da yok zaten. İnsanlar tavandan yönledirmelerden ziyade tabandan gelecek değişikliklere itibar etmektedirler. Senelerdir demoklesin kılıcı üzerlerinde sallandırılarak bezgin hale gelen kitleler, yeni yollar arayışında ümit tazelemekteler, kendilerine ışık aramaktalar adeta. Hedef belli, o halde İstikamet “sivil toplum” demeli, kurtuluşumuz sivilleşmekte gözüküyor diyebiliriz. Üstten dayatmalar, yönlendirmeler artık çok gerilerde kaldı. Her geçen gün gözü açılan insanımız, milli gelirin paylaşılması, sosyal adalet gibi konuları tartışabiliyor ve gerektiğinde idare edenlere, karşı demokratik tepkilerini ortaya koyabiliyorlar. Bütün bu olumlu gelişmeler üstelik “tabandan” geliyor, tavandan değil.. Türk insanı aslında en güzel günlere layık, üzerindeki kabuğu yırttığında daha da parlak çağların kapısını açacak duruma gelecektir elbet.