Arama


GusinapsE - avatarı
GusinapsE
Ziyaretçi
2 Ekim 2006       Mesaj #3
GusinapsE - avatarı
Ziyaretçi
Kent Toplulukları ve Devletin Ortaya Çıkışı
Tunç Çağı : M.Ö. 3000 – 1200

Anadolu ve Yakın Doğu’da M.Ö. 3. bin yıl, kentleşme sürecinin ortaya çıktığı, yavaş yavaş kent devletlerinin oluştuğu bir süreci temsil etmektedir. Batı Anadolu’da en iyi Truva ile tanınan bu kent kültürleri, artık yavaş yavaş çömlekçi çarkını kullanmakta, yeni oluşan yönetici sınıf toplumun diğer kesimlerinden ayrı olarak sur ile çevrili, küçük de olsa bir iç şehirde oturmaktadır. Ekonomiyi denetleye bir ruhani sınıfın da ortaya çıktığı, anıtsal tapınak yapıları ile belirginleşmektedir. Gerek dini, gerekse yönetici sınıf tarafından beslenen uzman zanaatkar, usta ve bürokratlar da bu dönemde ilk olarak karşımıza çıkar. Anadolu’da bu gelişme olurken, Balkanlarda kırsal ve daha çok çobanlığa dayalı göçebe bir yaşamın olduğu bilinmektedir.Büyük bir ihtimalle bu çoban topluluklarının gereksinimlerini karşılayan küçük pazar yerleşmesi nitelikli tek tük yerleşmeler de vardır. Bu yerleşmelerdeki yapılar, ahşap basit yapılar şeklindedir. Genellikle yerleşmeler savunma amaçlı derin bir hendek ve bunu sınırlayan ahşap bir duvar ile çevrilidir. Taş, mimaride hemen hemen hiç kullanılmamıştır. Çömlekli çarkı da gereksinme ve uzman zanaatkarlık olmadığı için Balkanlarda ancak M.Ö. 1. bin yılda kullanılmıştır. Daha çok aşiret düzeninin hakim olduğu bu dönemin sonuna doğru ise Trakya’da siyasi örgütlenme görülür.
Yapılan araştırmalar neticesinde Kırklareli yakınlarında bulunan Kanlıgeçit Mevkii’nde Anadolu Tunç Çağı yerleşmeleriyle tam olarak benzeşen büyük bir yerleşim alanı tespit edilmiştir. Yerleşme taş sur ile çevrili bir iç kala ile bunun etrafında yayılmış aşağı şehirden oluşmuştur. En erken tabakalar, Bulgaristan İlk Tunç Çağı yerleşimlerinde olduğu gibi yerli kap-kacağın kullanıldığı basit ahşap yapılardan oluşan bir köydür. Bunun üzerindeki yapı katında yerleşme, tümü ile yeniden biçimlendirilmiş, Truva surunun daha küçük ölçekli bir kopyası yapılmıştır. Anıtsal bir giriş kapısı olan surun içinde, temenos adı verilen bir iç duvar ile ayrılmış kutsal alan, bu alanda da megaron adı verilen taş temelli tek büyük oda ve ön sundurma kısmından oluşan bağımsız yapılar vardır. İlginç olan husus ise burada yerli çanak çömleğin yanı sıra çok sayıda Anadolu ithal kaplarının da bulunmuş olmasıdır. Bu yerleşimin bir Anadolu koloni yerleşmesi olduğu kuşkusuzdur. Balkanlarda il kez ortaya çıkan bu durum karşısında, neden bu tür bir koloni yerleşmesinin Kırklareli’nde olup, başka yerde olmadığı sorusu akla gelmektedir. Bilindiği gibi İlk Tunç Çağı, madenciliğin yaygınlaştığı, özellikle bakırın stratejik bir madde haline geldiği bir dönemdir. Bu itibarla Istranca Dağlık Bölgesi’ndeki büyük bakır yataklarının Anadolulu tüccar ya da yöneticilerin ilgisini çektiği, burada muhtemelen yerli bir yöneticinin işbirliği ile bir koloni kurulduğu düşünülebilir. M.Ö. 2400 yıllarında kurulduğu anlaşılan bu koloninin, varlığını M.Ö. 2100-2000 yıllarına kadar sürdürdüğü ve çok şiddetli bir yangınla tahrip edildikten sonra, yaklaşın bin yıl boyunca Kırklareli (İl Merkezi) çevresinde bir daha yerleşme olmadığı araştırmacılar tarafından bildirilmektedir.

Siyasi Yapılanma ve Trak Beylikler Dönemi
Demir Çağı : M.Ö. 13 – 6. Yüzyıl

Tunç Çağı gelişim süreci içinde, geniş boyutlu ilişkilerin kurulduğu, büyük göçlerin yaşandığı ve ticaretin ortaya konduğu bir devir olarak dikkat çekmektedir. Yakın Doğu’nun büyük bölümünde olduğu gibi Anadolu ve Ege’de de Tunç Çağı bütün bu bölgeleri yakıp yıkan büyük bir göç dalgasının etkisi ile sona erer. Anadolu’da Hitit, Ege’de Miken uygarlıklarına son veren ve 300 yıl kadar süren bir “karanlık çağ”ı başlatan bu göç dalgasının, Anadolu’yu etkileyen bir bölümünün Trakya üzerinde geldiği sanılmaktadır.
Geç Tunç Çağı, madene duyulan ilginin arttığı, bu nedenle de insan topluluklarının önemli bir güç odağı haline geldiği dönem olarak, güçlü merkezi yapılaşmaların ve uygarlıkların oluştuğu Demir Çağı’nın hazırlayıcısıdır. Tunç Çağı içinde teşekkül etmiş devlet yapılanmaları alt üst olurken, yeni yeni teşekküller kendisini göstermiştir. Trakya’da yapılan çalışmalar, Demir Çağı başlarında bu bölgede çok yoğun, ancak kalıcı nitelikte yerleşildiğini göstermiştir. Nitekim Trakya’ya adını veren Traklar’ın da bu yeniden yapılanma sürecinin ürünü olduğu ve dışarıdan gelerek, Trakya’da iskan eden topluluklar üzerinde şekillenen bir kültür oluşturdukları anlaşılmaktadır.
Traklar, önemli bir Doğu Avrupa ve Kuzeybatı Anadolu uygarlığı olarak, varoldukları uzun zaman süreci içinde önemli ve özgün bir kültürün temsilcisi olmuştur. Ancak yazının önemli ölçüde kabul gördüğü bir klasik dünya anlayışından farklı olarak Keltler, İskitler ve Kimmerler gibi Traklar’da da yazının ısrarla kabul görmediği anlaşılmaktadır. Klasik Dünya’nın barbar olarak adlandırdığı bu insanlar için kalıcı bir yaşam düşüncesinin olmaması ve her şeyin gelip geçiciliğiyle bütünleşen bir dünya görüşü, ticaret ve tarım gibi kayıt sistemlerinden uzak savaşçı, hayvancı ve avcı faaliyetlerin sınırladığı güncel uğraşılar, metafizik bir öykünme içinde olan Trak kültürünü derinden etkilemiştir. Bu nedenle şarkı ve şiire dayalı, doğaçlamalarla can bulan bir kayıt ve aktarım sistemini yeğleyen bu insanların, hareketli yaşamlarına uygun bir iletişim-kayıt sistemini tercih ettikleri sanılmaktadır.
M.Ö. 2000 yılları dolayında şekillenen ve Doğu’dan etkiler aldığı kesin olan kültürlerin gelişimi doğrultusunda, Trak Kültürü’nün Trakya’ya girmesi öncesinde bir takım sentezler sonucu oluştuğu akla uygundur. Trak Kültürü, bu öncü Tunç Çağı oluşumlarını takiben son şeklini M.Ö. 1000 yılları civarında almış olmalıdır. Traklar’ın bu süreçte önemli bir kültürel varlığa sahip olduğu, Antik Çağ kaynaklarında ve özellikle de Homeros’un İlyada ve Odyssiea adlı yapıtlarında Troya’nın müttefiki olarak yer aldığı bildirilmektedir.
Herodotos’un Hintlilerden sonra dünyadaki en kalabalık ulus olarak nitelediği Traklar, aile ve klanlar çevresinde teşekkül etmiş kabilelere dayalı bir toplumsal örgütlenmeye dayalıdır. Trak kabileleri arasında kurulan ittifaklar ve federasyonlar oluşturulduğu ve akrabalık ilişkilerine dayalı kabilesel ast-üst ilişkilerinin esas alındığı bir hakimiyet sisteminin tesis edildiği anlaşılmaktadır. M.Ö. 1000’in sonrasında rahiplik görevini de üstlenen askeri şeflerin etrafında şekillendiği anlaşılan kabile örgütlerinin, daha çok Trakya’nın maden kaynaklarına yakın dağlık kesimlerde yoğunlaştığı görülmektedir. Ancak güçlü kabileler arasında hiç eksilmeyen hakimiyet mücadeleleri, Traklar’ın geniş boyutlu bir bütünlük sağlamalarının ve tüm Trak kültürel yayılım alanını kapsayan büyük bir devlet oluşturmalarının önündeki en büyük engel olarak değerlendirilmektedir.
M.Ö. 8. ve 7. yüzyıllar önemli değişimlerin başlangıcı olarak, dış etkilerin Trak yaşamını etkilemeye başladığı süreci temsil etmektedir. Trakya’nın orman ve maden kaynaklarının, özellikle de altın ve gümüşün cazibesine kapılan Yunan kolonizasyon hareketleri önceleri başarısız olmuştur. Traklar'ın sert tepkileri nedeniyle kıyılardan fazla içerilere giremeyen bu kolonileşme çabalarında en önemli faaliyet Aiol ve İon siteleri tarafından gerçekleştirilmiştir. Daha sonraki süreçlerde Traklar’ın önemli ticaret çıkış noktaları olan koloni merkezleri, Traklar’dan orman ürünleri, kömür, tuz, maden cevherleri, balık gibi ürünler alırken, seramik, metal eşya, lüks tüketim maddeleri, zeytin yağı ve şarap vermekteydiler. Bu lüks tüketim maddeleri talebi, Trak sosyal yapısı içinde elit tabakaların doğması ve belirli sınıfsal oluşumlardaki değişikliklerin de işaretidir. 6. yüzyıl sonrasında ise işlevi Trak dünyasında ekonomik olmaktan çok, politik bir güç simgesi olan madeni para görülmeye başlar.
M.Ö. 7. yüzyılda önemli bir güç olan İskitler, Yakın Doğu ve Anadolu kadar Trakya’yı da tehdit etmeye başlar. Ancak bu döneme ait buluntular Traklar ve İskitler arasında önemli ilişkiler olduğu ve kız alıp vermeye kadar varan sosyal-politik bir yakınlaşma olduğunu ortaya koyar.Bu noktada, Traklar ve İskitlerin toplumsal ve dini oluşumlarındaki yakın benzerlik de dikkat çekicidir.
M.Ö. 6. yüzyıl, kolonileşme hareketiyle Yunanlılar ve Traklar arasındaki ilişkilerin aktif bir nitelik kazandığı aşama olmuştur. Bu koloni hareketleri için Trak varlığının güçlü olduğu Kırklareli ve çevresi fazla bir dışa açılım göstermemektedir. Kolonizasyon faaliyetinin yoğunluk merkezi Meriç Nehri ağzı ve yakın çevresi, Meriç’in batı kesiminde kalan topraklar ile Çanakkale Boğazı çevresi ve Gelibolu yarımadası olduğu görülmektedir. Daha sonraki süreçte Marmara Denizi’nin kuzey ve güneyinde kalan kıyı kesimleri ile İstanbul Boğazı’nın iki yakası dışında, Doğu Trakya’daki Salmydessos (Kıyıköy) ve bu gün Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısındaki bazı yerleşmelerin adı geçmektedir.