Arama

Albert Camus - Tek Mesaj #2

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Albert Camus

Yabancı
Cezayir Mondovia doğumludur. Yoksul bir işçi olan babası I.Dünya savaşı sırasında ölünce, İspanyol asıllı olan annesi çocuklarına bakmak için ev işlerinde çalışmak durumunda kalmış, Camus, küçük bir evde, erkek kardeşi, anneannesi ve felçli dayısı ile geçirmiş çocukluğunu. Eğitimi ve dolayısıyla felsefeci/yazar kişiliği, bu yoksulluk içerisinde tamimiyle rastlantısaldır. Üstelik onun eğitim çağı, 20.yüzyıl Avrupa’sının ilk dönemindedir ve bu dönem, tarihte az rastlanılır düzeyde karmaşık ve kaotik bir atmosferde cereyan eder. Nobel ödülünü ithaf ettiği öğretmeni Lois Germain’in sağladığı bir bursla 1923 yılında Lise’ye giren Camus, bütün öğrenimini burslar yardımıyla tamamlamıştır..
Liseyi bitirince Cezayir Üniversitesi Felsefe bölümüne girer ve aynı tarihlerde (1930) kendi deyişiyle “verem ve komünizm illetine” yakalanır. Bu iki olgu da yaşamı boyunca gerek felsefi/edebi gerekse de pratik yaşamı boyunca sürekli kendisini hissettirmiş ve Camus, belki de çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık, nihilizm temalarını işlemiştir. Her ne kadar Komünist partisi ile ilişkisi çok sürmemiş ve 1935 yılında üyelikten ayrılmışsa da, siyasal olaylarda sol hareketler ve direnişçilerle birlikte tavır almış ancak 1951’de yazdığı “Başkaldıran İnsan” denemesi ile o dönemin Marksistleri ve özellikle de varoluşçu edebiyat içinde birlikte yürüdüğü Sartre tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
1937 ve 1938’de artarda iki denemesi yayınlandı, ayrıca işçi tiyatrosu için de oyunlar yazıyor, yönetiyor ve oynuyordu. Daha sonra Grup tiyatrosu adını alan bu topluluk, işçilere iyi oyunlar sunmak amacıyla kurulmuştu. Camus yaşamı boyunca Tiyatro ile ilgilendi, hatta en önemli tutkusu “sahneydi” denilebilir. Kısa yaşamı boyunca neredeyse her yıl, sergilenen bir oyunla ilişkisi olmuştu. Özellikle 1944’deki “Yanlışlık” ve 1945’deki “Caligula” oyunları, Grup Tiyatrosunun kariyerinde bir dönüm noktası teşkil eder diye yazıyor kaynaklar. Yaşamının sonuna doğru Foulkner’ın ‘Bir Rahibe için Ağıt’ ve Dostoyevski’nin “Ecinniler”ini büyük bir başarıyla tiyatroya uygulamıştı. Zaten “Ecinniler” romanındaki mühendis Krilov tipini “Sisyphos Söylemi” denemesinde de intihar ve saçma ilişkisi bağlamında geniş olarak incelemiş; saçma olgusu ve intihar teması açısından Dostoyevski’yi kendi dünya görüşüne yakın bulmuştu. Ancak tiyatroya olan bu derin tutkusuna rağmen Camus’nün yazar ve felsefeci kimliği öne çıkmış, tiyatro yaşamından pek bahsedilmemiştir.
1940’a dek denemeleri, tiyatro çalışmaları ve Fransız entelektüelleri ile birlikte aldığı tavırlar nedeni ile Cezayir’de ünlenmişti. Cezayir-Cumhuriyet Gazetesinde başyazar, yayın yönetmen yardımcısı, politika muhabiri ve kitap eleştirmenliği gibi görevlerde çalıştı. Kabilya bölgesi Müslümanlarının yaşamlarını konu alan bir yazı hazırladı. Bu yazı dizisi, yıllar sonra çıkacak Cezayir ayaklanmasına önceden işaret ediyor ve bölgedeki haksızlıklara politik-ideolojik olmaktan çok insancıl bir mesajla karşı çıkıyordu. Ancak kendisi de Cezayir doğumlu bir Fransız’dı, sömürgecilikten uzak bir Fransız etkisinin gelecekte Cezayir yaşamı için olumlu olabileceğinden söz ediyordu. Camus insanın insanı sömürmesine, faşizme, savaşa ve cinayetlere hep karşı çıkmışsa da, bunu hiçbir zaman açık bir politik-ideolojik düzlemde yapmamış, metafizik bir ahlakın ötesine geçmemiştir.
II.Dünya savaşı boyunca Paris’te Combat isimli bir gazete çıkardı, direnişçileri destekledi. Her türlü siyasi eylemin ahlaki bir temele dayanması gerektiği inancına dayalı bir sol çizgi izliyordu. Ancak savaşın sonu düş kırıklıkları ile doludur. Sağ ve sol politikaların pragmatizmine duyduğu tepki ile 1947’de gazetecilikten de ayrıldı ve bütünüyle felsefe ve edebiyata ağırlık verdi. 1957’de 45 yaşındayken Nobek edebiyat ödülünü kazanan Camus, törende “Sanatçı ve Çağı” adını verdiği konuşmasıyla oldukça etkili oldu. 1960 yılında bir trafik kazasında öldü.
Dünyaya Yabancılık
Camus denilince, edebiyat alanında ilk akla gelen yapıt, 1942 yılında yayınlanan “Yabancı”dır. Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’
Kişi yaşama ve eylemlerine yabancılaşmıştır. Ancak buradaki yabancılaşmanın Camus için Marksist bir yabancılaşma öğretisi ile bir ilişkisi olmadığını vurgulamak gerekiyor. Buradaki yabancılaşma Camus’nün ünlü ‘absürd’ (saçma) felsefi kategorisinden çıkar. Yine kahramanına söylettiği ‘herkes bilir ki, hayat yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir, aslında 30 yada 70 yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim, çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir (...) İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nezaman olacağının önemi yoktur’ sözleri, çağdaş nihilizmin saçma kavramı altında irdelenmesidir.
Bu saçma/absürd kavramı o dönem Varoluşçularının önemli bir tezi. Daha sonra Sartre, Marksizmle Varoluşçuluğu buluşturma çabasıyla, saçma’yı ile daha anlamlı bir biçimde, eylemsel zorunluluğun altını çizmek adına kullanmaya çalıştı. Ama Camus’nün saçması daima metafizik öğeler taşıdı ve nihilizmin yerine ahlaki bir eylemlilikten söz etti.
Özetle söylersek, dünya boş ve manasız, her şey, insan, hayat, toplum saçmadır. Evrensel bir saçmalıktır bu. Bunu düşünmek çok yorucu, hayattan bezdiricidir. Yaşamın tekdüzeliği altında, makinalaşmış bir dünyada makinalaşmış insan , ölümü bile rahatlıkla kabul eder. Hayat yaşamaya değmez. Yabancı’yı okurken, bütün olağan dışılığına rağmen öykünün doğallığı, kahramanın ölümü kabullenişindeki doğallık bizi rahatsız eder, dünyanın saçmalığı vurgusunu kuvvetlendirir. Mersault’un yaşama sıkıntısını paralel bir sıkıntı okuyucuda da uyanır. Bütün kişilerin yaşamları ve eylemleri de boş ve anlamsız gelir size.
Bir felsefi/ideolojik görüşün bir edebiyat yapıtına yedirilişinin en iyi örneklerinden birisidir ‘Yabancı’. Ancak ‘Sisyphos Söylemi’ adlı denemesinde Camus, savlı edebiyatı şiddetle reddederek kendisiyle çelişir. Ardından, öykü anlatıcılarını değil filozofları büyük romancılar sayar ve onları Balzac, Sade, Melville, Dostoyevski, Proust, Malraux, Kafka gibi adlarla örnekler. Herhalde Camus’nün kastettiği sav, açık bir politik görüş anlamındadır ama kullanılışı pek de açık değil.
Camus’nün felsefesi
Bir önemli roman ve bir önemli felsefi denemenin artarda gelişini Camus’nün yaşamında iki kez gözleriz. ‘Yabancı’ ve ‘Sisyphos Söylemi’ bu çiftlerden ilkidir. Daha sonra ‘Veba’ ve ‘Başkaldıran İnsan’ çifti gelir. İlk çiftte saçma kavramı ve intihar, ikincisinde başkaldırı ve cinayet temaları işlenmiştir. Birincisi bireysel ikincisi toplumsal alanlarda geçer. Hepsindeki ortak nokta saçma yaşantıyı öne çıkaran ölüm olgusudur. Çocukluğunda babasının ölümü ile başlayan, yaşlı ve hastalıklı insanlarla aynı ortamı teneffüs eden ve o yıllar için yaşamı tehdit eden verem hastalığına yakalan ve son olarak da 20. yüzyılın ilk yarısındaki büyük savaş felaketlerini yaşayan yazar için ölüm duygusu her an yanı başında giden bir düşünce biçimi olmuştur.
Sisyphos Söylemi Camus’ü ve onun tarzı Varoluşçuluğu anlamak için önemli. Dünyanın saçmalığı ve yaşamın anlamsızlığını tarih ve edebiyat içerisinden belirli kişilikler aracılığıyla ele alır. Sisyphos ise bunlara alternatiftir. Çünkü o cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir. Cezasına yol açan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olur. Taş kendi taşıdır.
Kitap bir soruya verilen yanıtla başlar; “önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediğinde bir yargıya varmak felsefenin temel sorununa bir yanıt vermektir.” Bir felsefecinin saygıdeğer olabilmesi için, başkalarına öğütlediğini önce kendisi yapması gerektiği düşünülürse, Camus’nün kitap boyu bu olgu ile nasıl baş edeceği önem kazanır. Camus bu sorudan bir felsefe oyunu ile kurtuluverir; yaşam saçma olduğu için intiharı seçmek, yaşamı anlamlı bulmak gibi saçmalığa düşmektir, yani intihar da saçmadır. “Dünyanın saçmalığını sürdürmekte metafizik bir mutluluk vardır” diyen yazar, Grek düşüncesinden Hıristiyan felsefesine, oradan Nietzche’ye giden bir çizginin 20.yüzyıl aydınındaki devamıdır.
Dostoyevski, Kafka ve Camus
Camus kendisini çok etkileyen Dostoyevski ve özellikle Kafka ile karşılaştırılarak okunduğunda daha iyi anlaşılacaktır. Yabancı’nın girişinde kahramanına annesinin ölüm haberi verildiğinde, onun hissettiği sıkıntı, Kafka’nın “Değişim” inde Bay Samsa’nın böcek olduğunda hissettiği sıkıntı gibidir, her iki karakter de patronlarının keyfinin kaçacağı düşüncesi ile tedirgin olurlar.
Yabancı “Dava”daki Joseph K.’ya benzer. Birini öldürmüştür ama mahkemede bu olay değil hayatının başka yönleri tartışma konusu edilir. Bu anlamda savunma yapmak ister ama söyleyecek bir şeyi de yoktur. Yargılanır ama mahkemeden bir şey anlamaz. Mahkum olduğu kesindir ama cezası ile pek ilgilenmez. İkisinde de sonuç ölümle biter. İki yazar da ruhsal trajedilerini düşünce ile somuta dökerler. “Dava” ve “Yabancı”daki trajedi, Yunan trajedilerini andırır. Oidipus’ta da yazgı daha baştan açıklanmıştır. Yazgı mantığın ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Yabancı’da da cinayet işlendiğinde, ilk sorgu yapıldığında sonuç bellidir. Ama okuyucuya gerçek gibi gelmez. Öykü yavaş yavaş işler ve bize kahramanın sonunu getirecek mantıksal çerçeveyi kurar. Camus bu örgüyü Yunan trajedisinin büyüklüğünün gizi olarak açıklıyor. İnsan yalnızca kendisini ezeni yazgı olarak görür. Ama mutluluk da kaçınılmaz olduğuna göre aynı şekilde akılsal dayanaktan yoksundur, ama çağdaş insan mutluluğu kendi yapıtı olarak görme eğilimindedir.
Kafka ve Camus’de öykünün başarısı ayrıntılardadır. Gerçekliği ve saçmayı bu ayrıntılarda yakalarız. Mesela Kafka’nın “Değişim”indeki Samsa, elbette ki vücudundaki farklılaşmaya şaşar ama vurguyu yaptığı ayrıntıdır saçma kavramının altını çizen; ”hafif bir sıkıntı” vermiştir bu değişim. Yabancı’ya dönersek, Marie’nin evlenme teklifine ‘valla bence hepsi bir’ yanıtını veren kahramanın ruh durumunu en iyi böylesi ayrıntılardan anlarız.
Kolay bir yazar değildir Camus. Yapıtları simgeseldir ve çok katmanlıdır; yani iki ya da daha fazla okuması yapılabilir. Üstelik her tür okumasının da ayrı bir çekiciliği var. Dili için , bu kitapları Türkçe çevirisinden okumuş bir kişi olarak bir şey söylemem ‘saçma’ olur. Ama öyküsü, kurgusu, olay örgüsü ve zamanın kullanımı yönlerinden romanları ve öyküleri son derece başarılıdır ve yaşadığı dönemi hem edebi hem de felsefi olarak etkilemişlerdir.

A. Ömer Türkeş