Arama

Jane Austin - Tek Mesaj #1

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ekim 2006       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Jane Austin

Gurur ve Aşk

İngiliz edebiyatında Jane Austen’e kadar da kadın yazarlar vardı. Mesela Ann Radcliff’in “The Mystery of Udolpho”(1794) adlı romanı bir hayli ses getirmiş, Gotik edebiyata en çok kadın yazarlar vurmuşlardı damgalarını. Ancak bu yazarlar ve ürünleri daha çok popüler roman türü içerisinde değerlendirilir ve edebiyatın o “yüksek” katına sokulmazlar. Jane Austen ise, orta sınıf İngiliz insanının -taşrada- kendisini kuşatan toplumsal ilişkilerin baskısına boyun eğerek sürdürdüğü yaşantısını büyük bir canlılıkla işlediği romanlarıyla farklılaşır hemcinslerinden.
Romanlarındaki karakterler gibi, Jane Austen de taşrada, Hampshire’ın bir köyünde doğdu(1775). Babası bir din adamıydı ancak dini bir eğitim görmedi Austen. Zaten -resmi olarak- dokuz yaşına kadar gitti okula. Entelektüel birikimi özel derslerle olmuş ve Austen Fransızca ve İtalyanca gibi yabancı diller kadar, İngiliz edebiyatını da öğrenmek fırsatını bulmuştu.
Yazar, yaşamı boyunca kalabalık ailesinden hiç kopmadı ve kısa süren bu yaşamın büyük bir bölümünü de Hampshire dolaylarındaki kırsal bölgede geçirdi. 1809 yılından 1817’deki erken gelen ölümüne dek, erkek kardeşinin malikanesinde ikamet ederken, bozulan sağlığının dışında yalnızca romanları ile uğraştı. Kadın olduğu için, o dönemin yazılı olmayan ama zorunlu ahlaki yargıları gereği, takma isimle yayınladığı kitaplarına siyasal ve toplumsal olaylar hiç yansımamış, ne yazık ki romanları fazla bir ilgi de görmemişti.
Edebiyatla ilişkisi erken yaşlarda -on dört yaşındayken- yazdığı küçük tiyatro oyunlarıyla başladı. Daha sonra bu alanda eser vermemekle birlikte, oyun yazmanın Austen’in romanlarındaki canlı tasvirler ve akıcı diyaloglar açısından oldukça faydalı olduğu söylenebilir. Ölümünden yüzyıl sonra yayınlanan defterlerinde yer alan yazıları ve edebiyat eleştirileri yine gençlik yıllarına aittir. İşin doğrusu romanlarını da çok erken yaşlarda tamamlamış ama yayıncıların ilgisizliği bu romanların yayınlanışını geciktirmiştir. İlk romanı “Sense and Sensibility”(Duygu ve Duyarlılık) 1795 tarihinde yazılmasına rağmen ancak 1811’de buluşabilmiştir okuyucularla. İkinci ve en önemli romanı “Pride and Prejudice” (Gurur ve Aşk) da aynı akibete uğrar; 1796’da hazırlanıp 1813’de yayınlanır. Yayın tarihlerine göre son üç romanı “Mansfield Park”(1813), “Emma”(1816) ve “Persuasion”(1817), ilk romanlarında karşılaştığı yayın zorlukları ve okuyucu ilgisizliği nedeniyle daha ciddi ve ağırbaşlı bir üslup taşırlar.
Orta sınıfın üst sınıfla ilişki tarzı; Gurur ve Aşk!
“Aşk ve Gurur” romanı, adından da anlaşılacağı gibi aşk üzerine kurulu olsa da kolay bir aşk değil Elizabeth Bennet ve Fitzwilliam Darcy arasındaki yakınlaşma. Çünkü farklı sınıfsal yapıları ve farklı toplumsal ilişkileri olan bu iki gencin evliliğinin önüne pek çok engel dikilir. Hepsinden önemlisi, Darcy, Elizabeth’in ailesinin basitliğini küçümsemekte, Elizabeth’in gururu ise kendisine tepeden bakan Darcy’nin evlenme teklifini kabul etmeye el vermemektedir. Hikaye, olaylardan çok roman karakterleri arasındaki duygusal gel gitler, iyiler ve kötüler arasındaki çatışmalarla ilerler ve mutlu bir sonla noktalanır. Sadece Elizabeth ve Darcy değil, Bennet ailesinin diğer iki kızı da evlenmiş ve mutlu olmuşlardır. Bir tek Elizabeth’in yakın dostu Charlotte için kaygılanırız. Çünkü evde kalma korkusu ile Charlotte, daha önce Elizabeth tarafından reddedilen hem budala hem de kibrinden yanına varılmayan papaz William Collins ile evlenmek zorunda kalmıştır.

Jane Austen’in pembeli beyazlı dizilerin ya da Yeşilçam melodramlarının atası sayılabilecek bu romanı, bir toplumsal gerçekliğe vurgu yapması ve hatta böyle bir toplumsal meseleye kendi dönemine göre fazlasıyla cüretkar yaklaşmasıyla, başlattığı geleneği taklit eden popüler anlatı türlerinden çok farklıdır. Austen’in amacı zengin oğlanla fakir kız arasındaki aşka indirgenemez. Farklı “içtimai mevkiler” ama mutlu bir son o yılların İngiltere’si için tahayyül bile edilemezken yazmıştı hikayesini Austen. Siyasi bir tavrı yoktu ama insani açıdan bu tarz farklılıkların saçmalığını, toplumsal değer yargılarının ardındaki iki yüzlülüğü anlatmaya çalışıyordu.
“Gurur ve Aşk”ı da kapsayan ilk dönem romanlarında mizahi bir üslubu vardır Jane Austen’in. İngiliz romanının başlangıç yıllarında oldukça ilgi gören bu tarz anlatım, Sheakspeare’den başlayarak toplumu hicvetmek için iyi bir silahtı. Zaten “Gurur ve Aşk”ın çatışma bölümleri, Elizabeth ve Darcy’nin karşılıklı konuşmaları, yazarın çok sevdiği Sheakspeare oyunlarına göndermelerle doludur.
Dar bir çevrede geçen ve Avrupa’yı sarsan siyasi sorunlardan, savaşlardan, ekonomik sıkıntılardan uzak duran Austen romanlarının başarısı, bu dar çevrede yaşayan insanların kıstırılmış dünyalarını ve boyun eğmiş ruh hallerini çok iyi yansıtmasından gelir. Büyük kentin büyük insanlarının yanında, taşranın basit hayatının yavanlığı ve önemsizliği kabullenilmiştir yazar tarafından. Romanlarındaki karakterler de hikaye içerisinde bu gerçeğe teslim olurlar. Böylece “Gurur ve Aşk”ın mutlu sonu buruk bir mizaha dönüşür.
Dar bir çevrede geçmesine rağmen, Jane Austen romanlarına yönelik oldukça “geniş” değerlendirmeler de yapılıyor. Edward Said’in “Kültür ve Emperyalizm” incelemesinde yazarla ilgili görüşler, bir edebi ürünün, o ürüne yönelik okuma biçimleriyle nasıl başkalaşabileceğini sergilemesi açısından dikkate değer; “ Fazla küçük bir mekanda net göremez, net düşünemez, gerektiği türde düzenleme yapamaz ve dikkat gösteremezsiniz. Austen’ın ayrıntılarındaki incelik, toplumsal ilişki kıtlığının, yalnız yaşanan dar kafalılığın, ufalmış bilincin, daha büyük ve daha iyi yönetilen mekanlarda giderilen tehlikelerini büyük bir şaşmazlıkla veriyor” diyen Said, Jane Austen’ın romanlarının dar bir çevrede geçmesinin, emperyal iktidarın meşruiyetini onaylayan bir bakıştan kaynaklandığını söylüyor. “ Austen, ülke içindeki otoriteyle uluslararası otoriteyi en net biçimde burada eşzamanlı kılmakta ve kiliseye kabul edilme, hukuk ve mülkiyet gibi yüksek konularla bağlantılı değerlerin, somut toprak sahipliği ve toprak üstündeki egemenlik temeline sıkı biçimde oturtulması gerektiğini açıklığa kavuşturmaktadır”.

A. Ömer Türkeş