Arama


Mystic@L - avatarı
Mystic@L
Ziyaretçi
9 Ekim 2006       Mesaj #2
Mystic@L - avatarı
Ziyaretçi

YABANCI YÖNETİM ALTINDA TOPLUMSAL DÜZEN.


Osmanlı topraklan. Geniş topraklara yayıldığından karmaşık bir toplumsal dokuya dayanan Osmanlı Devletinde Müslüman olmayan halklar millet adı verilen beş dinsel topluluğa ayrılmıştı. Çoğunlukla Ortodoks olan Balkan halkları önceleri bu sisteme göre İstanbul patriğinin yönetimi altında bulunuyordu. Ama zamanla Balkan Ortodokslarma ulusal temele dayalı bir kilise örgütlenmesine gitme izni verildi. Böylece Sırplar 1557’de Pec’te bağımsız bir patriklik oluşturdular. Bu adım Sırp ulusal bilincinin gelişmesinde önemli rol oynadı. Pec’teki patriklik başta yargı, vergi toplama ve eğitim olmak üzere Sırplarla ilgili birçok kamu görevini yürütme yetkisine sahipti.

Sırp ve öteki Slav toprakları Rumeli beylerbeyliğinin bir parçasıydı. Beylerbeyliğin altında Osmanlı yönetim sistemine uygun olarak eyalet, sancak ve nahiyeler yer alıyordu. Osmanlı yönetimi temelde vergi toplamaya ve düzeni korumaya önem veriyor, bunların dışında yerel halkın yaşamına pek karışmıyordu. Toprağın işlenmesinde Osmanlı tımar sistemi geçerliydi. Reaya konumunda olan Hıristiyanlar askeri hizmet yükümlülüğünden bağışıktı. Ödedikleri vergiler Müslümanlara göre yüksek olmakla birlikte, geçmişle karşılaştırıldığında daha hafifti. Toplumsal yaşamda Hıristiyanlara getirilmiş bazı kısıtlamalar vardı. Ama din değiştirenlere her alanda yükselme yolu açıktı. Hıristiyan gençleri asker ve saray hizmetlisi olarak yetiştirmeye yönelik devşirme sistemi, Osmanlılarca izlenen özümleme politikasının başlıca aracıydı.

Balkanlardaki fetih ve savaşların önemli bir sonucu da göç ve nüfus hareketlerinin karmaşık bir etnik yapı ortaya çıkarmasıydı. Bu süreçte bazı milliyetler geniş ve birbirinden kopuk alanlara yayılırken, çeşitli yörelere Türk toplulukları yerleşti. Nüfus dağılmasına yol açan bir başka etken de bazı milliyetlerin belirli meslek ve zanaatlarla özdeşleşmesiydi.

Osmanlı merkezî yönetiminin 17. yüzyılda zayıflamaya yüz tutması, Balkanlar’daki düzenin de bozulmasını getirdi. Vergi yükünün ağırlaşmasına bağlı olarak baskılar artarken, toprak düzeni de değişime uğrayarak ortakçılığa ve ticari işletmeciliğe dayalı çiftlik sistemi biçimini aldı. Başına buyruk yerel güç odaklan zaman zaman devlet otoritesini işletmeyen bir güç kazandı. Genel hoşnutsuzluğun giderek artması özellikle Sırplar arasında köylü ayaklanmalannın patlak vermesine ve hajduk denen haydut çetelerinin yaygınlaşmasına yol açtı.

Osmanlı Devleti’yle sürekli çatışma içinde olan Avusturya, 1578’den sonra “askeri sınır” olarak ilan ettiği bölgede bir savunma sistemi kurmaya yöneldi. Bu sistem çerçevesinde savunma noktalarına yerleştirilen sınır muhafızlarına (granicari) askeri hizmet karşılığında arazi dağıtma yoluna gidildi. Osmanlı sının boyunca Adriyatik kıyısından Eflâk’a kadar uzanan bu kuşak zamanla üç “komutanlık” altında örgütlendi. Daha önce Osmanlı akınlanyla büyük ölçüde boşalmış olan sınır bölgesine yerleşenlerin büyük çoğunluğunu Sırp ve Bosnalı göçmenler oluşturuyordu. Doğrudan Habsburg tahtına bağlı olan bölgede dengeli arazi dağılımı nedeniyle feodal bir yapılanma yoktu.

Macaristan’ın bir parçası olan Vojvodina’ ya özellikle Osmanlılann Tuna’nın gerisine çekildiği dönemden sonra çok sayıda Sırp göçmen yerleşti. Bölgenin güney kesimi “askeri sınır” kuşağı içindeydi. Kuzey kesimde ise Macar soylulara ve kiliseye ait geniş malikâneler vardı. Macar soyluların bölgeye getirttiği Alman köylüler zamanla etnik bileşimi daha da karmaşıklaştırdı.

YABANCI YÖNETİMLERİN ÇÖZÜLMESİ.


Güney Slav devletlerinin ortaya çıkışı. Fransız Devrimi ve onu izleyen savaşlar Avrupa’daki güç dengesini kökten değiştirirken, Balkanlar üzerinde de derin bir etki bıraktı. Napoleon’un bölgeye müdahalesi Karadağ’da önemli değişiklikler yarattı. OsmanlI egemenliği dışında kalan Karadağ’ın yönetimi 1516’dan sonra yerel halk meclislerince seçilen ve vladika olarak bilinen Cetinje (Çetine) piskoposlarının eline geçmişti. İzleyen dönemde de Osmanlı kuvvetlerinin bölgeyi işgal girişimleri sonuçsuz kalmış ve vladika'lık 1696’dan sonra Njegos hanedanının babadan oğula elde tuttuğu bir makam niteliğini kazanmıştı. Osmanlı Devleti’ne karşı Rusya’yla ilişkilerini geliştiren ve Napoleon Savaşlan’nda (1800-15) etkin olarak Rusya’nın yanında yer alan Karadağ, Viyana Kongresi’nden topraklarını bir kat artırmış olarak çıktı. Sonraki yıllarda da Rusya’nın yakın müttefiki olarak uluslararası planda bağımsız devlet konumunu pekiştirdi ve Osmanlılann toprak kayıplarını giderme çabalarını püskürttü.

Balkanlar’a yönelik Rus ilgisi, Osmanlı yönetimine karşı muhalefetin giderek yükseldiği Sırbistan’ı da etkiledi. Rusya ve Avusturya’nın 1787-91 arasında Osmanlı Devleti’ne karşı yürüttüğü savaşta bir Sırp ayaklanması başladı. Savaşı sona erdiren antlaşmalarda Sırpları korumaya yönelik bazı hükümlere yer verildi. İzleyen dönemde yeniçerilerin yerel halk üzerindeki baskısı 1804 ilkbaharında yeni bir ayaklanmaya yol açtı. Karayorgi olarak bilinen Dörde Petrovic adlı bir tüccarın önderlik ettiği ayaklanma, Osmanlı sarayının da yeniçerilerin başıbozukluğuna karşı olması nedeniyle kısa sürede başarıya ulaştı. Ertesi yıl Karayorgi’nin çağrısıyla toplanan Skupstina adlı parlamento özerklik talebinde bulununca, Sırbistan’a büyük bir Osmanlı ordusu gönderildi. Rusya’dan destek alan Sırplar uzun süre bu orduya başarıyla karşı koydular. Ama Napoleon tehdidi karşısında Rusya’nın 1812’de Osmanlı Devleti’yle barışa gitmesinden sonra Sırp direnişi kırıldı. Karayorgi yandaşlarıyla birlikte Avusturya’ya kaçmak zorunda kaldı.

Osmanlılann giriştiği sindirme harekâtı, Nisan 1815’te Milos Obrenovic’in önderliğinde yeni bir Sırp ayaklanmasını başlattı. Napoleon tehlikesinden kurtulmuş olan Rusya’nın ağırlığını ortaya koyması ve birbirini izleyen askeri yenilgiler, Osmanlı Devleti’ni ayaklanmacılarla görüşmeye oturmak zorunda bıraktı. Aralık 1815’te imzalanan antlaşma uyarınca Milos Sırbistan prensi olarak tanındı. Aynca Osmanlı Devleti’ne bağlı kalma koşuluyla Sırbistan’a Skupstina ile silahlı kuvvetlerini koruma ve yerel işlerde söz sahibi olma gibi ödünler verildi. Ülkeye 1817’de dönen Karayorgi’yi ortadan kaldırarak konumunu pekiştiren Milos, OsmanlIlarla yürüttüğü uzun görüşmelerin ardından Ağustos 1830’da Sırp tahtının çocuklarına geçmesini kabul ettirerek Sırbistan’a tam özerklik verilmesini sağladı. Böylece Güney Slavları arasında yeni bir güç odağı yükselirken, Obrenovic ve Karayorgiyeviç aileleri arasında kanlı bir çekişme başladı.

Ulusal bilincin uyanışı.


Güney Slavların 19. yüzyıl başlarında Avrupa’daki yeni düşünce akımlarıyla tanışması özellikle dil, edebiyat ve kültür alanında ulusal kaynaklara dönüş yönünde güçlü bir eğilim doğurdu. Bu gelişmeye büyük ölçüde Habsburg topraklarında kümelenmiş olan orta tabaka ve aydın çevreler öncülük etti. Illyria Eyaletleri’nin ortadan kaldırılmasından sonra yoğun bir Macarlaştırma kampanyasının başladığı Hırvatistan’da 1830’larda bir gazete çıkaran Ljudevit Gaj (1809-72), Sırp, Hırvat ve Sloven dillerini bütünleştirme çabasına girdi. Sırp aydınlarından Dositej Obradovic’in (1743-1811) standart bir Sırp edebiyat dili yaratma girişimlerini sürdüren Vuk Stefanovic Karadzic (1787-1864), bilimsel yazım sistemiyle Kiril alfabesini Sırpçaya uyarladı, halk edebiyatı araştırmalarıyla sözlük derleme çalışmalarını yürüttü. Öte yandan ilk Sloven dilbilgisi kitabını yayımlayan Jernej Kopitar’ın çalışmalarının bir ürünü olarak 1843’te ilk Slovence gazete çıkmaya başladı. Çeşitli Güney Slav dillerinde yazılan edebiyat yapıtları, bölgede bir kültürel yakınlaşma ortamı yaratarak siyasal birlik düşüncesinin gelişmesine önemli katkıda bulundu.

GÜNEY SLAV TOPRAKLARINDA SİYASAL VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM.


Balkanlar’ın Avrupa’daki güç dengesinin önemli bir düğümü durumuna geldiği 19. yüzyılın ikinci yarısında Güney Slav halkları kimliklerini biçimlendiren yeni bir siyasal ve toplumsal sürece girdiler. Bu halklar arasında geleneksel köylü yapısının sürmesine karşın, yükselen orta tabakalar eski kurumlan zorlamaya başladı. Ama bölgenin parçalanmış ve karmaşık siyasal dokusu, “ulusal çıkarlar” yönündeki mücadelelerin birbirinden kopuk ve zaman zaman çatışmak bir süreç izlemesine yol açtı.
Avusturya’nın bir parçası olan Dalmaçya, özellikle Kırım Savaşı (1853-56) sırasında deniz taşımacılığının önem kazanmasıyla canlı bir ekonomik gelişme gösterdi. Ama bu zenginleşmeden yararlanan tabakanın İtalyan, Slav ve Macar gruplarından oluşması, bağımsızlık yönünde birleşik bir hareketin ortaya çıkışını engelledi. Slavlar arasında güçlü olan Hırvatistan’la birleşme eğiliminin bir çıkış yolu bulamadığı bu ortamda, Dalmaçya’nın ekonomik çıkarlarını savunması da güçleşiyordu.
Slovenya’da ulusal hareket temelde Almanlaşmış kentlere karşı kırsal kesimin yeni kurumlarla ortaya çıkması biçimini aldı. İlk kez 1855’te kurulan ve Sloven Halk Partisi’ nin öncülüğünde yaygın bir örgütlenmeye dönüşen kooperatifler, bu mücadelenin başlıca aracı durumuna geldi. Katolik Kilisesiyle yakın bağlan olan Sloven Halk Partisi, kooperatiflerden aldığı destekle ulusal uyanışa yön veren bir güç niteliğini kazandı.

Avrupa’yı sarsan 1848’deki devrim dalgasının Macaristan’a ulaşmasıyla ortaya çıkan çalkantı, Hırvat milliyetçiliğinin de gelişmesine zemin hazırladı. Devrimin Hırvat özerkliğine son vermesinden çekinen Hırvat soylulan, Habsburg tahtının yanında yer aldı. Ante Starcevic’in kurduğu Hak Partisi, Hırvatistan’ın eski bağımsız apışına kavuşmasını öngören bir programı savunmaya başladı. Bu arada demiryolları ağının genişlemesine bağlı olarak orman ve tarım ürünleriyle maden kaynaklarının işletilmesi, kuzeyde bir dizi sanayi merkezinin gelişmesini sağladı.

Yedi Hafta Savaşı’nda (1866) Prusya karşısında aldığı yenilgiyle güç duruma düşen Avusturya, Ausgleich (Uzlaşma) denen anlaşma (1867) çerçevesinde Macaristan’a içişlerinde bağımsızlık tanıyarak ikili bir monarşi oluşturma yoluna gitti. Anlaşmanın önemli bir sonucu da Habsburg hanedanına bağh Güney Slav topraklarının ikiye bölünmesi oldu. Böylece Slovenya ve Dalmaçya Avusturya’da kalırken, Hırvatistan-Slavonya Macaristan’a bağlandı. Ertesi yıl Hırvat soylularının Macar tahtıyla imzaladığı bir anlaşma uyarınca Hırvat ulusunun varlığı tanınarak Hırvat diline resmî bir statü verildi. Aynca Zagreb’deki Sabor adlı parlamentoya ve bir Hırvat ban'ına (yerel temsilci) dayanan özerk bir yönetim oluşturuldu. İzleyen dönemde Habsburg yönetiminden kalma “askeri sınır” sisteminin kaldırılması (1881) büyük bir Sırp topluluğunun Hırvatistan’a katılmasını getirdi. Aşırı Hırvat milliyetçilerinin Sırplara karşı takındığı düşmanca tutum, Güney Slavlar arasında sonradan daha da büyüyen önemli bir çatlak yarattı.

Habsburg hanedanı 1848-49 olay lan sırasında tahtı destekleyen Sırplan ödüllendirmek için Vojvodina’da yan özerk bir yapı kurmuştu. Ausgleich sonrası dönemde bu düzenlemeyi ortadan kaldıran Macarlar, yoğun bir özümleme politikası uygulamaya başladılar. Geniş topraklar ekime açılarak yöreye çok sayıda Macar göçmeni yekleştirildi. Demiryolu hatlan yörenin Budapeşte’yle ekonomik bağlannı güçlendirirken, sanayileşme yöreye Macar girişimcileri de çekti.

Güney Slav topraklannda en güçlü ulusal hareketin beşiği olan Sırbistan, Milos’un yönetimi altında düzenli bir devlet olma yönünde önemli adımlar attı. Ama askeri ve ekonomik alandaki reformlara karşın, uygulanan baskıcı politikalar çok geçmeden geniş bir muhalefet doğurdu. 1839’da tahttan çekilmek zorunda kalan Milos’un yerine geçen oğullan III. Milan ve III. Mihailo da siyasal karışıklıkların üstesinden gelemedi. Mihailo’yu yurtdışına kaçmak zorunda bırakan 1842’deki ayaklanma sonunda Karayorgi’nin üçüncü oğlu Aleksandar prens oldu. Avusturya ve Rusya arasındaki tarafsızlık politikası yüzünden konumu sarsılan Aleksandar da 1859’da tahttan indirildi. Yaşlı Milos’un kısa prenslik döneminden sonra 1860’ta yeniden başa geçen Mihailo, yönetim alanındaki reformlarıyla ve getirdiği yeni kurumlarla devletin temellerini sağlamlaştırdı. Mihailo’nun 1868’de öldürülmesi üzerine küçük yaşta prensliğe getirilen kuzeni IV. Milan, devlet işlerini doğrudan üstlendiği 1872’den sonra Avusturya’ya yakın bir dış politika izleyerek panslavist akımdan uzak durmaya çalıştı. Ama 1875’te Bosna- Hersek’te Osmanlı yönetimine karşı başlayan ayaklanma karşısında tutumunu değiştirerek Temmuz 1876’da Karadağ ile birlikte Osmanlı Devleti’ne savaş açtı.

Osmanlı-Sırp Savaşı başlangıçta Sırbistan’ın aleyhine geliştiyse de Rusya’nın devreye girerek 1877’de Osmanlı topraklarına saldırması dengeyi bozdu. Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşmasıyla (3 Mart 1878)
Balkanlar’da Rusya’yı güçlendiren bir durum ortaya çıktı. Bunun üzerine öteki büyük Avrupa devletleri araya girerek Berlin Antlaşması’nı (13 Temmuz 1878) dayattılar. İkinci antlaşma uyarınca Rusya’nın daha önce kabul ettirdiği Bulgaristan Prensliğinin sınırlan daraltılırken, tam bağımsızlık statüsü kazanan Sırbistan’a bazı yeni topraklar verildi. Sınırları bir kat daha genişletilen Karadağ’ın bağımsızlığı da resmen tanındı. Bosna ve Hersek ise görünüşte Osmanlı vilayetleri olarak kalmakla birlikte Avusturya’nın yönetimine bırakıldı.

Berlin çözümü keskin bir Sırp-Bulgar çekişmesi yaratırken, Güney Slav topraklarını Doğu Sorunu’nun önemli bir çatışma odağı durumuna getirdi. Osmanlı Devleti’nin gerilemesiyle birlikte Balkanlar’da artan Avusturya-Macaristan nüfuzuna karşı Alman ve Rus müdahaleleri öne çıktı. Öte yandan Bosna konusundaki anlaşmazlık nedeniyle Hırvat soylulan arasında Sırplara karşı bir düşmanlık gelişmeye başladı.

Yeni dönemde Avusturya-Macaristan egemenliğindeki öbür Güney Slav bölgelerinde de milliyetçi hareket bir yükseliş sürecine girdi. Ticari tanmın sağladığı belirli bir gelişmeye karşın deniz taşımacılığındaki yeniliklere ayak uyduramadığından eski refah düzeyinden uzaklaşan Dalmaçya’da Hırvatistan’la birleşme yönündeki eğilimler giderek güç kazandı. İmparatorluk düzeyinde bir danışmanlar kurulu olan Viyana’daki Reichsrat'ta yer alan bölge temsilcilerinin bu amaçla hazırladığı önerge sonuçsuz kaldıysa da liberalleşme yönündeki adımlarla Sırp-Hırvat dili resmî dil statüsü elde etti ve kültürel alandaki İtalyan nüfuzu sona erdi. Gelişmiş tarımıyla “imparatorluğun tahıl amban” durumuna gelen ve ücretli emeğin gelişmesiyle feodal yapıdan hızla kurtulan Vojvodina’da ise Sırplar siyasal gelecekleri için Sırbistan’a yaklaşmaya yöneldi. Böylece Sırp Radikal Partisi bölgenin siyasal yaşamında büyük bir ağırlık kazandı. Avusturya yönetimi altında madenciliğin gelişmesiyle yaygın kara ve demir yollarının inşa edildiği Bosna, yönetim, eğitim ve sağlık gibi alanlarda da çeşitli reformlara sahne oldu. Ama dinsel çatışmayla yakından bağlantılı olan toprak sorununun çözülememesi, gerçek anlamda bir toplumsal barışın sağlanmasını önledi. Bu ortamda Genç Bosna gibi örgütler aracılığıyla yürütülen Sırp propagandası geniş bir kesimde destek buldu.

Daha önce büyük ölçüde soyluların çıkarlarıyla özdeşleşmiş olan Hırvat milliyetçiliği, bölgenin değişen toplumsal yapısına bağlı olarak 1890’larda orta sınıfa dayalı liberal bir çizgiye oturmaya başladı. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler de özellikle Hırvatistan Köylü Partisi aracılığıyla siyasal sahnede etkin bir yer aldı. Öte yandan Reichsrat'ta bir Sırp-Hırvat koalisyonu ortaya çıktı ve Güney Slavların Habsburg tahtına bağh üçüncü bir devlet olarak örgütlenmesi gündeme geldi.
Berlin Antlaşması sonrasında Avusturya’nın onayı olmadan başka devletlerle antlaşma yapmama sözü karşılığında askeri ve siyasal desteğin yanı sıra ülkesi için ticaret ve gümrük kolaylıkları elde eden (1881) Sırp prensi Milan, ertesi yıl kendini kral ilan etti ve Avusturya’nın desteğine güvenerek Bulgaristan’a savaş açtı (1885). Ama ağır bir yenilgiyle sonuçlanan savaş, içeride Avusturya’ya bağımlılığa karşı gelişen muhalefetin daha da güçlenmesine yol açtı.

Tahttan çekilmek zorunda kalan (1889) Milan’ın yerine küçük yaşta geçen oğlu Aleksandar, yönetimi doğrudan üstlendikten (1893) sonra izlediği baskıcı politikalarla birçok çevreyi karşısına aldı. Sonunda kanlı bir saray darbesiyle Obrenovic hanedanı devrilerek Karayorgiyeviç ailesinden I. Petar başa getirildi (1903). Petar’m liberal yönetimi ülkeye siyasal istikrar ve hızlı bir ekonomik gelişme getirdi. Bu dönemde Sırbistan’ın başka ülkelerle de ticari ilişkiler kurmaya yönelmesi, Avusturya’yla Domuz Savaşı (1906-09) olarak bilinen gümrük çatışmasına yol açtı. Tarım ürünleri için yeni pazarlara yönelerek Fransa ve Almanya ile yakınlaşmaya giren Sırbistan, aynı zamanda Sırpların yaşadığı bütün toprakları birleştirmeyi hedef alan bir dış politika temelinde dikkatini Balkanlar’da genişlemeye çevirdi.

Bu sırada karmaşık bir etnik dokusu olan ve Osmanlı yönetimi altında bulunan Makedonya, Balkan ülkeleriyle bağlantılı bir
dizi milliyetçi örgütün etkinlik gösterdiği bir çatışma alanına dönüşmüştü. Bölgede şiddet olaylarının tırmanmasıyla 1903’te başlayan genel ayaklanma Osmanlı birliklerince sert biçimde bastırıldı. Bunun üzerine duruma müdahale ederek bölgede düzenin sağlanmasında Avusturya ile birlikte gözetim rolünü üstlenen Rusya, 1908 ilkbaharında Makedonya’ya sınırlı bir özerklik verilmesi konusunda Ingiltere ile anlaşmaya vardı. Ama Osmanlı Devleti’nde II. Meşrutiyet’in ilanını (1908) izleyen gelişmelerle özerklik beklentisi boşa çıktı ve bölgede çatışmalar yeniden alevlendi. Durumdan yararlanmak isteyen Avusturya, gizli bir anlaşmayla Rusya’nın da onayını alarak Bosna-Hersek’i ilhak etti. Rus baskısı sonucunda Sırpların bu oldubittiye savaşla karşılık verme girişimi önlendiyse de Sırbistan ve Avusturya arasındaki gerginlik giderek tırmandı. Bosna’ya müdahale olanağı kalmayan Sırbistan, bir Balkan ittifakına dayanarak Makedonya’yı ele geçirmeye ağırlık verdi.

BÖLGESEL KARIŞIKLIK DÖNEMİ.

Ad:  4.png
Gösterim: 1848
Boyut:  30.6 KB

Balkan Savaşları.

(Bakınız Balkan Savaşları)
Aralarındaki sorunları bir yana bırakarak Osmanlı Devleti’ne karşı bir cephe oluşturan Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan, Ekim 1912’de başlayan I. Balkan Savaşı’yla kısa sürede Osmanlı kuvvetlerini Makedonya’dan Doğu Trakya’ya çekilmeye zorladı. Büyük devletlerin araya girmesiyle imzalanan Londra Antlaşmasından (30 Mayıs 1913) umduğu sonucu alamayan Bulgaristan’ın eski müttefiklerine saldırması II. Balkan Savaşı olarak bilinen yeni bir çatışmaya yol açtı. Bu çatışmayı sona erdiren Bükreş Antlaşmasıyla (10 Ağustos 1913) Karadağ topraklarını genişleterek Sırbistan’la ortak bir sınıra kavuştu. Sırbistan ise Makedonya’nın orta ve kuzey kesimiyle birlikte güneye doğru büyük bir toprak parçası elde etti. Buna karşılık Avusturya’nın baskısı sonucunda Sırp ve Karadağ birliklerinin işgal ettiği bazı topraklar yeni kurulan Arnavutluk’a verildi.

Yeni çizilen sınırlar kalıcı bir barış yaratmadığı gibi büyük devletlerin çatışmasını Balkanlar’a kaydırdı. Bulgaristan’ın destek almaya çalıştığı Avusturya, savaşlardan güçlü çıkan ve doğu yönünde yayılma çabaları önünde engel oluşturan Sırbistan’a ders vermek için bahane aramaya başladı. Böylece Avrupa’nın barut fıçısı durumuna gelen bölgede Avusturya veliaht prensi Franz Ferdinand’ın bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi (Haziran 1914) beklenen kıvılcımın parlamasına yetti. Sırbistan’a ağır bir ültimatom veren Avusturya, bir hafta geçmeden resmen savaş açtı. Daha önceki saflaşmalar büyük devletleri de zincirleme savaşın içine çekerek Avrupa genelinde bir çatışma başlattı.

l. Dünya Savaşı.


Avusturya’nın ilk iki saldırısını püskürtmekle birlikte 1914-15 kışındaki tifo salgınıyla büyük ölçüde kınlar Sırp ordusu, itilaf kuvvetlerinden destek alamayınca Avusturya, Alman ve Bulgar birliklerinin 1915 sonbahannda giriştiği harekât karşısında bozguna uğradı ve çetin kış koşullannda Arnavutluk boyunca geri çekilerek Korfu Adasına sığındı. Sırbistan’ ın büyük bölümünü işgal eden Avusturya kuvvetleri Karadağ’ı da ele geçirdi. Alman ve Bulgar kuvvetlerinin Makedonya’daki ilerlemesi ise Yunanistan sınınna dayandı. 1916 sonbaharında Selanik’e çıkarma yapan İtilaf birlikleri hiçbir harekât yapamadan yerinde çakıldı. Bölgedeki büyük yığınağa karşın kilitlenen savaş, Yunanistan’ın Haziran F917’de İtilaf saflarında yer almasından sonra yeni bir evreye girdi. .1918 yazma doğru saldırı konumuna geçen İtilaf kuvvetleri, Makedonya cephesini yararak Alman ve Bulgar birliklerine ağır bir darbe indirdi. Aynı dönemde Avusturya’ya karşı birkaç koldan başlatılan saldırıda Sırp ordusu da önemli bir rol oynadı. Habsburg monarşisinden kopmalarla güç duruma düşen Avusturya, Kasım 1918’de teslim olmak zorunda kaldı.

Savaş döneminin önemli bir cephesi de Güney Slavların siyasal birlik yönünde attığı adımlar oldu. Daha savaşın başlarında Sırp, Hırvat ve Sloven kökenli politikacı ve aydınların bu amaçla Londra’da kurduğu Yugoslav Komitesi, yeni ve birleşik bir devleti savunan çevrelerin sözcüsü durumuna geldi. Yugoslav Komitesi ile sürgündeki Sırp hükümeti temsilcilerinin Temmuz 1917’de imzaladığı Korfu Bildirisi’yle bu program ilk kez somut bir biçim kazandı. Bildiri temelde farklı ulusal ve dinsel toplulukların eşit haklarla yer alacağı, demokratik ilkelere dayalı bir anayasal monarşi kurulmasını öngörüyordu. Bu gelişme Habsburg yönetimi altında olan Hırvatlar ve Slovenler arasındaki bağımsızlık mücadelesini de güçlendirdi. Aynı yıl örgütlenen Yugoslav Ulusal Konseyi açıkça Güney Slav birliğini savunmaya başladı. Yugoslav Komitesi’nin önemli bir başarısı da savaşa girmek için İtilaf Devletleri’nden Slovenya ve Dalmaçya’nm bir bölümünü topraklarına katma sözü almış olan İtalya ile belirli bir uzlaşma sağlaması oldu.

Habsburg monarşisinin çöküşe doğru gitmesi Güney Slav milliyetçiliğine yeni bir hız kazandırdı. Bir dizi ayaklanmaya sahne olan Hırvatistan, SaboPun Ekim 1918’de aldığı kararla Macaristan’a bağımlılığa resmen son verdi. Bu sırada Dalmaçya’daki İtalyan ilerlemesi sürdüğünden, Güney Slav halkları düzenli orduya dayanan Sırbistan’ın çevresinde kenetlendi. Kasım 1918’de Cenevre’de bir araya gelen Yugoslav Komitesi, Yugoslav Ulusal Konseyi ve Sırp partilerinin temsilcileri Karayorgiyeviç hanedanı altında birleşmeyi öngören bir plan hazırladı. Öte yandan Karadağ’da toplanan bir ulusal meclis de Sırbistan’a katılma karan aldı. Sırp naip prensi Aleksandar 1 Aralık’ ta babası Petar’ın yönetiminde Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın kurulduğunu açıkladı. İtalya’ya bazı topraklan bırakarak ve öteki komşularla bir dizi antlaşma imzalayarak sınırlarını çizen yeni krallığı, içeride savaşın yol açtığı büyük yıkımı giderme ve yönetim yapısını biçimlendirme gibi daha ağır sorunlar bekliyordu.

SIRP, HIRVAT VE SLOVEN KRALLIĞI.


Siyasal istikrarsızlık.


Ortak ve köklü kurululardan yoksun olan yeni devletin birbirinden kopuk çok sayıda etnik ve dinsel topluluğu banndırması nedeniyle, Kasım 1920’de kurucu meclis için yapılan seçimlerde karmaşık ve çok renkli bir bileşim ortaya çıktı. Mecliste çoğu etnik temellere dayanan 15 dolayında partinin temsilcileri yer aldı. Yeni anayasanın hazırlanmasında temel görüş ayrılığını üniter ya da federal bir devlet yapısının benimsenmesi oluşturdu. Federal devlet ilkesinin reddedilmesinden sonra Hırvatistan Köylü Partisi’ne bağlı temsilciler meclisten çekildi. Bir bakana yönelik suikastın ardından da meclisteki komünistlerin üyeliğine son verildi. Böylece Sırp Radikal ve Demokratik partilerinin Müslüman temsilcilerle oluşturduğu ittifak, son derece merkezî bir sistem getiren anayasayı meclisten kolaylıkla geçirdi. Yeni anayasa Sırp ulusal gününe rastlayan 28 Haziran 1921’de yürürlüğe girdi.

İzleyen dönemde Radikal Parti’den Nikola Pasic’in başbakanlığı altında kurulan çeşitli hükümetler, Sırplar arasındaki siyasal çekişmelerin yanı sıra Hırvat ve Sloven ayrılıkçılığıyla da baş edemedi. Pasic’in 1925’te Hırvat lideri Stjepan Radic’le sağladığı işbirliği sonucunda oluşturulan koalisyon hükümeti de başarısızlığa uğradı. Baskı, ayrımcılık ve yolsuzluklar nedeniyle tırmanan siyasal gerginlik, Karadağlı bir milletvekilinin Haziran 1928’de iki Hırvat milletvekilini öldürmesi ve Radic’i ağır biçimde yaralamasıyla doruğuna ulaştı. Hırvat milletvekilleri parlamentodan çekilerek Zagreb’de ayrı bir meclis topladı. Sloven önderi Anton Korosec’in başbakanlığı üstlendikten sonra parlamentoya işlerlik kazandırmak için gösterdiği çabalar da sonuçsuz kaldı.

Tahta 1921’de çıkmış olan I. Aleksandar, bu gelişmeler üzerine Ocak 1929’da parlamentoyu dağıtarak anayasayı yürürlükten kaldırdı ve kişisel bir diktatörlük kurdu. Bir süre sonra da ülkenin adını Yugoslavya olarak değiştirdi ve yerel yönetim yapısını yeniden düzenledi. Etnik, dinsel ve bölgesel partileri kapatarak geniş çaplı baskılara girişti. Eylül 1931’de yürürlüğe giren yeni anayasayla görünüşte temsili hükümet sistemine dönüldüyse de Yugoslav Ulusal Partisi’nin (sonradan Yugoslav Ulusal Birliği) egemen olduğu güdümlü bir yönetim sürdürüldü. Hırvat önder Vladimir Macek’in öncülük ettiği Birleşik Muhalefet adlı blok, seçimlere katılmakla birlikte etkili olamadı. Bu arada İtalya’ya ve Macaristan’a kaçan birçok Hırvat ayrılıkçı Ustasa adlı örgütü oluşturarak terör eylemlerine girişti.

Aleksandar’ın Ekim 1934’te Fransa’da bir Ustasa militanınca öldürülmesinden sonra tahta küçük yaştaki oğlu II. Petar geçti. Naip olarak yönetimi üstlenen Petar’m amcası Prens Pavle, 1935 seçimlerinin ardından başbakanlığa, bir uzlaşma ortamı yaratması beklenen Milan Stojadinovic’i getirdi. Yumuşama yönünde bazı adımlar atmakla birlikte etkisiz hükümetiyle şiddet olaylarının önünü almayan Stojadinovic, Aralık 1938’deki seçim zaferinin ardından faşizan eğilimlere destek vermesine tepki gösteren bakanlarının istifası üzerine başbakanlıktan çekildi. Yerine geçen Dragisa Cvetkovic, daha önce Pavle’nin isteği doğrultusunda Macek’le gizlice yürüttüğü görüşmeleri sonuçlandırarak Ağustos 1939’da bir uzlaşmaya vardı. Hırvatistan’a yarı özerk bir statü verilmesinin ardından yeni bir koalisyon hükümeti kuruldu ve antidemokratik seçim yasasını değiştirme hazırlıklarına başlandı. Ama Avrupa’daki savaş havasına bağlı olarak belirlenen dış tehdidin yol açtığı siyasal bunalım, anayasal sorunları çözme umudunu boşa çıkardı.

Ekonomik değişim.


Yeni devletin kuruluşuyla birlikte ele alman ilk konulardan biri toprak reformu oldu. Serfliğin kaldırılması m ve büyük malikânelerin kamulaştırılmasını sağlayan reform, yeni yatırımlar ya da modern teknik ve araçlarla desteklenmekle birlikte toprak sahibi geniş bir köylü sınıfı yarattı. Savaş sonrasında tanm ürünlerine talebin yükselmesi, kırsal kesime önemli bir refah getirdi. Devletin tarımsal kalkınmaya pek önem vermemesi nedeniyle, köylüler özellikle Slovenya ve Hırvatistan’da kooperatifler aracılığıyla örgütlenme yoluna gitti. Ama ekonomik bunalımın derinleştiği 1930’larda kredi, borç erteleme ve destekleme alımı gibi araçlarla köylülere belirli bir devlet desteği verildi.

Yüklü savaş tazminatlarının yanı sıra Fransa ve ABD gibi ülkelerden sağlanan borçlar, yeni devletin koruyucu gümrük duvarları arkasında tutarlı bir sanayileşme programı yürütmesine olanak verdi. Bu alanda özellikle madencilik, ormancılık, enerji üretimi, metalürji ve dokumacılık gibi dallar büyük bir gelişme gösterdi. Yeni demiryolu hatlarıyla ulaşım ağı genişletildi. Deniz ticareti ve turizm önemli bir gelir kaynağı durumuna geldi.

Büyük Bunalım’ın Yugoslavya’daki etkileri ancak savaş tazminatı ödemelerinin durduğu ve dış kredilerin kesildiği 1931’den sonra duyulmaya başladı. Milletler Cemiye- ti’nin Etiyopya’nın ilhakı nedeniyle İtalya’ ya karşı uyguladığı ekonomik yaptırımlar da Yugoslavya’nın bu ülkeyle geniş çaplı ticaretine ağır bir darbe indirdi, izleyen dönemde bu açığı kapatmak için Nazi Alman- yası’yla sıkı ekonomik ilişkiler kuruldu.

Dış ilişkiler.


Komşu ülkelerle toprak anlaşmazlıklarından kaynaklanan dış tehditlere karşı önceleri Fransa’ya dayanmaya çalışan Yugoslavya, aynı zamanda Küçük Antant (1920-21) ve Balkan Antantı (1934) gibi bölgesel ittifaklarla konumunu güçlendirme çabasına girdi. Ama içerideki baskıcı rejimin de etkisiyle Fransız desteğinin zayıflaması, ülkeyi giderek Alman yayılmasına açık bir duruma getirdi. Almanya’yla kurulan sıkı ekonomik bağlar çok geçmeden Üçlü Pakt’a (Almanya, İtalya ve Japonya) katılma yönünde yoğun bir baskıyı getirdi.

II. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında bölgede üstün konuma geçen Mihver Dev- letleri’ne karşı Yugoslavya’nın izlemeye çalıştığı tarafsızlık politikası ancak Mart 1941’e değin sürdürülebildi. Hükümetin bu tarihte Alman baskısına boyun eğmesi üzerine, askeri bir darbeyle Pavle’nin naipliğine son verilerek genç kralın yönetimi eline alması sağlandı. Ama SSCB’ye saldırmadan önce güney kanadını güvence altına almak isteyen Almanya, bir ay sonra büyük bir kuvveti Yugoslavya üzerine sürdü.

II. DÜNYA SAVAŞI.


Parçalanma ve direniş hareketleri. Birkaç koldan başlayan Alman saldırısına karşı koyamayarak dağılan Yugoslavya ordusu iki hafta içinde teslim oldu. Atina’ya kaçmak zorunda kalan kral ve bakanlan daha sonra Londra’ya geçerek bir sürgün hükümet oluşturdu. Bu arada askeri yenilgiyi izleyen düzenlemelerle Yugoslavya birkaç parçaya bölündü. Slovenya’nın büyük bölümü doğrudan Almanya’ya bağlandı. İtalya daha önce hak iddia ettiği Slovenya’nın güneyi ile Dalmaçya’nm önemli bir bölümünü aldı. Karadağ’ı işgal eden İtalyan birlikleri göstermelik bir meclisle bağımsızlık ilan etti. Arnavutlann çoğunlukta olduğu Kosova gibi Yugoslavya topraklan gene İtalyan nüfuzu altındaki Arnavutluk’a verildi. Vojvodina’nın büyük bölümü Macarlarca ilhak edilirken, Banat doğrudan Alman yönetimine girdi. Sınırları iyice daralan Sırbistan’da kukla bir rejim başa geçirildi. Sırbistan ve Makedonya’nın geri kalan kesimi Bulgaristan’a bırakıldı.

Bosna-Hersek’in bağlandığı Hırvatistan’da ise Ustasa önderi Ante Pavelic’in yönetiminde faşist bir rejim kuruldu.
Faşist Hırvat rejimi elindeki topraklarda Nazi uygulamalarını bile aşan acımasız bir soykırım harekâtına girişti. Yahudi ve Çingene azınlıklarla birlikte Sırpların büyük bir bölümü ortadan kaldırıldı. Sırpların önemli bir bölümüde Katolikliği benimsemeye zorlandı. Ustasa çeteleri Katolik din adamlarıyla birlikte kırsal kesimde terör estirmeye başladı.

Yugoslavya ordusundan artakalan bazı birlikler, bozgundan hemen sonra Albay Draza Mihajlovic’in önderliğinde Çetnikler olarak bilinen çeteleri kurdular. Karadağ’da kukla yönetimin ilanıyla birlikte yerel ayaklanmalar başladı. İşgale karşı bir başka direniş odağı da Josip Broz Tito yönetimindeki Yugoslavya Komünist Partisi’nin Temmuz 1941’de başlattığı silahlı ayaklanmayla orfaya çıktı. Partizanlar olarak anılan komünist gerillalar Eylül 1941’de Uzice kentini ele geçirdikten sonra Sırbistan ve Bosna’nın bazı yörelerini içine alan bir sovyet cumhuriyeti oluşturdular. Bütün ülkeyi “Büyük Sırbistan” çevresinde yeniden birleştirme hedefini güden Çetniklerin izlediği strateji Müttefiklerin bölgede başlatacağı bir harekâtı temel alıyordu. Federal bir cumhuriyet programıyla ortaya çıkan Partizanlar ise direnişi bütün ülkeye yayacak bir stratejiyi öngörüyordu. Bu nedenle Mihver kuvvetlerinin direniş hareketini ezmek için Ekim 1941’de başlattığı saldın karşısında eşgüdüm sağlanamadığı gibi, Çetnikler ve Partizanlar arasında sert ve kanlı bir çatışma kaçınılmaz hale geldi.

Bağımsızlık mücadelesi ve Partizanların zaferi.


Mihver saldınsı üzerine Bosna’ya çekilerek “işçi tugaylan”na dayalı yeni bir savaş taktiğini seçen Partizanlar, Italyan, Alman, Ustasa ve Çetnik birliklerinin Mart 1942’de giriştiği harekâttan sonra Bosna’nın kuzeybatı kesimini üs edindi. Tito’nun Kasım 1942’de topladığı Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi (AVNOJ) direniş hareketinin bütün Yugoslav halklarını birleştirecek bir siyasal pograma kavuşmasını sağladı.

Müttefiklerin Balkanlar’a çıkarma yapmasından önce Yugoslavya’daki Partizan hareketini boğmak isteyen Almanlar, 1942-43 kışında toptan imhayı hedef alan yeni bir harekât düzenlediler. Öncelikle Çetnikleri saf dışı ederek konumlarını sağlamlaştıran Partizan kuvvetleri, ardından Alman kuşatmasını yararak Karadağ’ın Durmitor bölgesine geçtiler. Mayıs 1943’te bu bölgeye yönelik ikinci Alman kuşatma harekâtı da boşa çıktı. Üstün Alman birlikleriyle şiddetli çarpışmalardan sonra sarp bir geçidi aşan Partizan kuvvetleri sonunda Bosna’nın orta kesimine ulaşmayı başardı. Yugoslavya’nın bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktası sayılan bu zafer, aynı zamanda Partizan hareketine Müttefiklerin siyasal ve askeri desteğini sağladı. İtalya’nın Müttefiklere teslim olmasından sonra Partizanların denetimine giren geniş kıyı şeridi, silah ve askeri gereç almak için önemli bir kapı durumuna geldi. Bu arada Kasım 1943’te ikinci toplantısını yapan AVNOJ, bir “geçici hükümet” oluşturduğunu ilan etti.

Mayıs 1944’te Tito’nun karargâhına yönelik son Alman saldırısını da atlatan Partizanlar, sonraki aylarda işgal kuvvetlerini Sırbistan’a doğru geriletmeye başladı. Aynı sıralarda bozgun içindeki Alman ordularını izleyen Sovyet Kızıl Ordusu Romanya ve Bulgaristan sınırlarına dayanmış bulunuyordu. Daha önce bağımsız bir çizgide direttiği için Stalin’in tepkisini çekmiş olmakla birlikte Moskova’ya giderek Sovyet ileri harekâtıyla belirli bir eşgüdümü sağlayan Tito, bir yandan da Londra’daki sürgün hükümetiyle görüşmelere oturdu. Tito’ya önemli bir siyasal ağırlık kazandıran görüşmeler sonunda kurtarılmış bölgelerde kurulan ulusal kurtuluş komiteleri geçici yönetim organları olarak kabul edildi. Çetniklerle iç savaş biçimini alan Sırbistan’daki Partizan ilerleyişi, Alman ordularının geri çekildiği sonbahara doğru büyük ölçüde başarıya ulaştı. Partizan kuvvetleri ile Sovyet birliklerinin ortak harekâtıyla Ekim 1944’te Belgrad ele geçirildi. Sürgün hükümetinin başbakanı Ivan Subasic’in Belgrad’a dönmesinden sonra koalisyon niteliğinde bir geçici hükümet oluşturuldu. Bütün Yugoslav toprakları Partizanların denetimine girerken, son Çetnik kalıntıları da temizlendi.

YUGOSLAVYA SOSYALİST FEDERAL CUMHURİYETİ.


Savaş sonrasında bazı çatışmalara karşın Trieste’yi İtalya’ya ve Slovenlerin yaşadığı bazı toprakları Avusturya’ya bırakan Yugoslavya, öteki sınır sorunlarını ise büyük ölçüde sürtüşmeyle karşılaşmadan çözdü. Daha direniş döneminde Partizanlarla sıkı işbirliği yapan Enver Hoxha yönetimindeki Arnavutluk, Kosova’da Yugoslav yönetimine karşı gelişen protesto eylemlerine karışmaktan kaçındı. Yugoslav ve Bulgar partileri arasında daha önce gündeme gelen bir Balkan federasyonu oluşturma planı ise bir cumhuriyet olarak düzenlenen Makedonya konusundaki anlaşmazlık, Müttefiklerin karşı çıkışı ve Yunanistan’daki iç karışıklıklar nedeniyle bir yana bırakıldı.

Kasım 1945’teki seçimlerde komünistlerin önderliğindeki Halk Cephesi’nin kazandığı büyük zaferin ardından, Ocak 1946’da federal bir cumhuriyet yapısını öngören yeni anayasa yürürlüğe kondu. Böylece Tito’nun yönetimi altında sosyalist bir sistem kurmaya yönelik adımlar atılırken, yeni düzene karşı koymaya çalışan muhalif güçler etkisiz hale getirildi.

Tito’nun sosyalist inşa ve dış politika alanlarında Sovyet etkisi dışında kalma çabaları, çok geçmeden Stalin’le sert bir çatışma doğurdu. Yugoslavya’nın Haziran 1948’de Kominform’dan çıkarılmasıyla açığa çıkan bu kopuş sürecinde geniş halk desteğine dayanan Tito, SSCB’nin Arnavutluk ve öteki Doğu Avrupa ülkeleriyle birlikte uyguladığı “tecrit” politikasına başarıyla göğüs gererek ayakta kalmayı başardı. Bu dönemde askeri ve mali destek için Batı’ya dönen Yugoslavya, Sovyet deneyine dayalı ağır sanayi ve kolektivizasyon programlarında uğranan başarısızlıklardan sonra içeride kendine özgü bir sosyalizm uygulamaya yöneldi. Özyönetim sisteminde ifadesini bulan bu çizgi doğrultusundaki düzenlemeleri siyasal alanda ademimerkeziyetçiliği geliştirmeye dönük adımlar izledi. Rejime yönelttiği sert eleştirilerden dolayı eski Partizan önderlerinden Milovan Djilas’a karşı yürütülen ideolojik kampanyaya karşın, Yugoslavya düşünce özgürlüğü ve çoğulculuk bakımından öteki sosyalist ülkelerden oldukça farklı bir yola girmeye başladı.

Yugoslavya’nın dış politikasında Yunanistan ve Türkiye’nin de yer aldığı Balkan Paktı’yla (1953) beliren yeni yönelim, Ban- dung Konferansı’nm (1955) ardından Tito’nun bağlantısızlık hareketinde oynamaya başladığı etkin rolle köklü bir çizgi biçimini aldı. Nikita Kruşçev’in Mayıs 1955’te Belgrad’ı ziyaret etmesinden sonra SSCB ile ilişkilerin bir ölçüde düzelmesine karşın, Tito’nun Üçüncü Dünya’ya önderlik etme tutumunda hiçbir değişiklik olmadı. Belgrad Eylül 1961’de bağlantısız ülkelerin zirve konferansına ev sahipliği yaptı. Yugoslavya sonraki yıllarda bağlantısızlık ilkelerine bağlılığıyla saygın bir konum kazandı.
Merkezî planlamaya dayalı kalkınma programlarından pek başarılı sonuçlar alamayan Yugoslavya, 1960’lann başlarında giriştiği reformlarla hızlı bir ekonomik büyüme göstermeye başladı. Sanayileşme ve kentleşme alanındaki başarılar, geri köylü ekonomisinden kurtulan ülkenin görünümünü önemli ölçüde değiştirdi. Ama cumhuriyetler arasındaki dengesiz gelişme giderek ülkenin federal yapısını tehdit edici bir nitelik kazanırken, petrol bunalımının ülkeyi sarstığı 1970’lerin ilk yansında işsizlik ve enflasyon ciddi boyutlara ulaştı.

Ekonomik bunalımın ardından özellikle Hırvatistan ve Kosova’da ortaya çıkan daha geniş özerklik talepleri, siyasal düzeyde de bazı sorunların doğmasına yol açtı. Bu sorunları özyönetim sistemine daha iyi bir işlerlik kazandırarak çözmeyi amaçlayan Tito, 1974’te aynı zamanda kolektif başkanlık kurumunu getiren yeni bir anayasanın düzenlenmesine öncülük etti. Aynı dönemde ülkenin savaş öncesindeki etnik çatışma ortâmına dönmemesi için, partinin ülke yönetimindeki konumunu daha da güçlendirmeye ağırlık verildi. Ama bu önlemler yeni kurumsal yapıyla bir çatışma doğurduğundan siyasal istikrarın sağlanması giderek güçleşti.

Tito’nun Mayıs 1980’de ölmesinden sonra ekonomik bunalım ve etnik çekişme ortamında federal birliği korumanın güçlüğü daha açık biçimde ortaya çıktı. Giderek artan borç yükü 1983’ten sonra ekonomik istikrar programı doğrultusunda köklü reformların yapılmasını zorunlu kıldı. Bu arada 1981’de Kosova’da başlayan siyasal amaçlı gösteri ve eylemler zamanla öteki cumhuriyetlere de sıçradı. Cumhuriyetler arasında gerginleşen ilişkiler parti ve devlet kademelerinde de sarsıntılara yol açarak sık hükümet değişiklikleri getirdi. Özellikle Sırbistan ile Hırvatistan ve Slovenya arasında ortaya çıkan çatışma, 1989 sonlarında Doğu Avrupa’da başlayan değişim rüzgârının da etkisiyle köklü rejim düzenlemelerine yönelik girişimlerle birleşti.
Ad:  Breakup_of_Yugoslavia.gif
Gösterim: 2027
Boyut:  180.7 KB

YENİ YUGOSLAVYA.


1990’lara federal yönetimden kopma çabalarının ve siyasal istikrarsızlığın yol açtığı sorunlarla girildi. Sırbistan’ın sertlik yanlısı başkanı Slobodan Milosevic’in bütün Yugoslavya’ya merkeziyetçi bir yapıyı dayatmasından çekinen Slovenya, anayasada ülkenin kendi kaderini yalnızca Slovenya Yasama Meclisi’nin belirleyebileceğini ve gerekirse federasyondan ayrılma kararı alabileceğini öngören bir değişiklik yaptı. Bu değişiklik Sırbistan’da gösterilere ve Sırp hükümetinin bu cumhuriyete ticari boykot uygulamasına yol açtı.

Aynı yıl Hırvatistan çok partili sisteme geçme kararı aldı; Sırbistan’ın koinünist yöneticileri de öteki partilerin seçimlere katılmasına izin vereceklerini açıkladılar. 1990’da yapılan çok partili seçimlerde Slovenya, Hırvatistan, Makedonya ve Bosna-Hersek’te en çok oyu komünist olmayan partiler toplarken, Sırbistan ve Karadağ’da komünistler büyük bir zafer elde etti. Bu arada Hırvatistan’daki Sırp azınlık Sırbistan’ın desteğiyle yönetime karşı bir ayaklanma başlatmış, Kosova’da Arnavutların Sırbistan’ın bir yıl önce bölgeyi fiilen ilhak etmesine karşı başlattıkları mücadele kanlı çatışmalara yol açmıştı.

Ocak 1991’de ülkedeki karışıklıkları sona erdirmek için Kolektif Devlet Başkanlığı’yla altı cumhuriyetin liderleri arasında bir toplantı düzenlendi. Herhangi bir sonuç almamadan sona eren bu toplantıda Slovenya ve Hırvatistan Yugoslavya’nın gevşek bir federasyona dönüştürülmesi konusunda ısrar ederken, Sırbistan ve Karadağ merkezî bir federasyonun kurulmasını savunuyordu. Bosna-Hersek ve Makedonya ise federasyon ve konfederasyon özelliklerini bağdaştıracak bir yönetim modelinden yanaydı.

Temmuz 1991’de önce Hırvatistan, ardından Slovenya bağımsızlıklarını ilan ettiler. İki gün sonra Sırbistan’ın denetimindeki Yugoslav Halk Ordusu Slovenya’ya karşı saldırıya geçti. Bir süre sonra Avrupa Topluluğu (AT), İtalya, Lüksemburg ve Hollanda’nın girişimiyle ateşkes sağlandı, Hırvatistan ve Slovenya parlamentoları bağımsızlık kararını askıya aldı. Sırbistan’ın Slovenya’ya yönelik saldırıları durduysa da Hırvatistan’daki çarpışmalar devam etti. Yugoslavya’daki soruna siyasal bir çözüm bulmak için Eylül 1991’de Lahey’de toplanan konferanstan sonuç alınamayınca barış girişimini Birleşmiş Milletler (BM) üstlendi. Bu arada AT bağımsızlık ilan eden cumhuriyetlerin tanınmasına ilişkin bir plan benimsedi.

Buna göre, bu cumhuriyetlerdeki insan hakları konuları incelendikten sonra bağımsızlık kararının tanınıp tanınmayacağı konusunda karara varılacaktı. Aralık 1991’e değin Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek ve Makedonya bağımsız bir cumhuriyet olarak tanınmak için AT’ye başvurdu. 27 Nisan 1992’de, artık bir kalıntıya dönüşmüş olan Federal Meclis’in kabul ettiği anayasayla, Sırbistan ve Karadağ’dan oluşan Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edildi. Batılı ülkeler yeni Yugoslavya’yı eskisinin devamı olarak görmeyi reddettiklerini açıkladılar. Bu arada Bosna- Hersek’te Sırp milislerle Müslüman Boşnaklar arasında çıkan çatışmalar 1992’de cumhuriyetin her yanma yayıldı. Mart 1992’de Bosna ve Hersek Sırp Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ilan eden Sırp milisler Sırp olmayanlara karşı bir “etnik temizlik” politikası başlattılar. Bu politika uyarınca Müslüman Boşnaklar sistemli olarak katliama ve tecavüze uğruyor, toplama kamplarında toplanıyordu. BM Güvenlik Konseyi Mayıs 1992’de Sırbistan ve Karadağ’ı saldırganlıkla suçladı ve bu ülkeye kapsamlı yaptırımların uygulanmasını öngören bir önergeyi benimsedi.

Bu önerge Sırbistan’la bağlantılı sivil hava ulaşımının yasaklanması, yurtdışındaki Sırp varlıklarının dondurulması, Yugoslav diplomatların sınır dışı edilmesi gibi önlemleri kapsıyordu. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İslam ülkelerinde Bosna’daki kıyıma yönelik tepkiler büyürken, BM Güvenlik Konseyi askeri müdahaleden kaçınarak, insancıl amaçlı olanlar dışında Bosna üzerindeki tüm uçuşların yasaklanması yolunda bir kararla yetindi. Eylül 1992’de de BM Genel Kurulu yeni Yugoslavya’yı örgütten çıkarma yoluna gitti. Bölgedeki katliamın sorumlusu olarak görülen Milosevic Aralık 1992’de yeniden cumhurbaşkanlığına seçildi. Aralık 1993’teki seçimlerde Milosevic’in önderliğindeki Sırbistan Sosyalist Partisi parlamentoda çoğunluğu elde edemedi.

kaynak: Ana Britannica
Son düzenleyen Safi; 27 Kasım 2016 21:19