Arama

Soğuk Savaş Dönemi - Tek Mesaj #2

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ekim 2006       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nedir soğuk savaş?
Bu ifadenin bir teorik anlamı var, bir de pratik anlamı bulunmaktadır.
Teorik olarak şöyle ifade edilir:
II. Dünya savaşı sonrasında Amerika ve SSCB ile müttefikleri arasında gelişen açık ama sınırlı çekişmeye verilen addır. Siyaset, ekonomi ve propaganda alanlarında sürdürülmüş, karşılıklı silah kullanımına bu dönemde çok az başvurulmuştur. Özellikle iki süper güç (ABD ve SSCB) hiçbir zaman askerî bir çatışmaya girmemiştir. “Soğuk savaş” deyimini ilk kez Amerika’da kongredeki bir görüşme sırasında ABD’li maliye ve başkanlık danışmanı Bernard Buruch tarafından ifade edilmiştir.
Soğuk savaş dönemi ifadesi her ne kadar 1947’de telaffuz edilse de başlangıç tarihi Yalta Konferansı (4 Şubat - 15 Şubat 1945) sonrasından başlar ve 1989’da Varşova Paktının sona ermesine kadar devam eder. Zaten 17 Ocak 1991’de, dönemin ABD başkanı Bush (Baba Bush) körfez savaşının başlama gerekçesini açıkladığı konuşmasında:
“Geçtiğimiz yıl içinde çok uzun sürmüş bir çatışmalar ve soğuk savaş dönemini noktalayarak, büyük ilerlemeler sağladık. Şimdi önümüzdeki hedef, kendimiz ve gelecek kuşaklar için yeni bir dünya düzeni kurma hedefidir.” demişti.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi “Soğuk savaş” dönemi II. Dünya savaşını sona erdiren ve ABD hegemonyasını tasdik eden, İslam dünyasını yeniden parçalara ayıran ve ihtilaflı hale getiren Yalta anlaşması ile başladı, Varşova Paktı'nın dağılması ile de son buldu.
Yaklaşık 45 yıl süren bu dönemde ABD ve SSCB karşılıklı olarak birbirleri ile fevkalade sıcak ilişkiler içerisinde bulundular. Bilhassa nükleer silahların ortaya çıktığı “Dehşet dengesi” sebebiyle her iki güç de silahlı olarak karşı karşıya gelmekten kaçındı. Küba bunalımı ya da Domuzlar Körfezi krizi diye bilinen hadise belki de soğuk savaş döneminde ABD ve SSCB’yi ilk kez ciddi bir biçimde karşı karşıya getirdi. Adı geçen bunalım 1962 yılı Ekim ayında Rusya’nın Küba’ya Amerikan mevzilerine yönelik füze rampaları yerleştirmesi ile başladı. Ve Kruşçev ile Kenedy arasında varılan anlaşma ile son buldu (1962).
Küba bunalımını tatlıya bağlayan her iki başkan, görüşmelerinde; ‘barış içerisinde, birlikte yaşamaya’ da söz verdiler. Nitekim gerek 1962 öncesi ve gerekse 1962-1989 arası Amerika ve Rusya her ne kadar askerî güç olarak karşı karşıya gelmedi iseler de üçüncü dünya ülkeleri ve İslam dünyası sıcak savaştan kurtulamadı.
Bu anlatılanlar işin teorik yanı. Bir de bu işin, pratik boyutu var. Bu boyut neredeyse tüm geri kalmış, geri bırakılmış, sömürülmüş, ezilmiş mustazaf kitleleri ilgilendiren boyuttur. Öncelikle bir hususun altını çizmek lazım; II. Dünya savaşı ifade edildiği gibi dünyaya iki süper güç armağan etmedi. Yani adı geçen savaşın sonunda dünyamız çift kutuplu olmadı. II. Dünya savaşını sona erdiren Yalta Konferansı dünyaya tek süper güç hediye etti, o da Amerika’dır. O, diğer süper güç olarak isimlendirilen Rusya var olduğu sürece Amerika’nın özellikle kıta Avrupası ve Ada Avrupası (İngiltere) karşısında daha da güçlü hale gelmesi için katkıda bulundu. Ve bunun yanında Amerika’nın Ortadoğu’ya, İslam dünyasına nüfuz etmesi için elinden geleni yaptı. Sağır sultan bile biliyordu ki Yalta’daki paylaşımda neredeyse tüm Ortadoğu, petrol bölgeleri, Türkiye, Yunanistan ve Batı Avrupa, Amerika’nın siyasî ve ekonomik nüfuz alanına girmişti. Hem sonra II. Dünya savaşına Amerika’nın girdiği tarihte (Aralık 1944) Rusya, İngiltere ve diğer savaşan taraflar harap ve bîtap düşmüşlerdi. Yani Aralık 1941’e gelinceye kadar savaşan taraflar bitmişti. Amerika savaşa girdikten sonra, savaşın galiplerini ve mağluplarını tayin etti ve parsayı topladı.
İngiltere’nin kontrolü altında olan Cemiyet-i Akvam lağvedildi. Yerine BM teşkilatı kuruldu. Bu teşkilat hiçbir zaman Amerika’nın ve dolayısıyla İsrail’in dışında hiçbir ülkeye yardımcı olmamıştır. Ve yine Truman doktrini, Marshall yardım planı, NATO’nun teşkili vs. Tüm bunlar Amerika’nın tek başına süper güç oluşunun ifadesidir. Hadise böyle iken; 1945-1989 arası yılların iki kutuplu yıllar olduğunu söylemek ve bunun adına “soğuk savaş” yılları demek fevkalade yanlıştır.
Peki 1945-1990 yılları arası sıcak savaş olmadı mı?
Evet, bu yıllar arasında İslam dünyası başta olmak üzere tüm III. Dünya ülkeleri sıcak savaştan kurtulamadılar ve hâlen de kurtulamamaktadırlar.
İşte bazı örnekler:
Filistin..
II. Dünya savaşı biter bitmez ABD başkanı Truman, İngiliz hükümetine baş vurarak 100.000 musevînin derhal Filistin topraklarına gönderilmesini talep etti. 1917’den beri var olan musevîlerin Filistin’e göçü Amerika yani hegemonik güç tarafından yoğunlaştırıldı. 1947’de Filistin topraklarındaki demografik denge musevîler lehine bozuldu. Amerika’nın uluslar arası düzeyde tetikçisi olan BM teşkilatı Güvenlik Konseyi 181 sayılı kararı alarak Filistinlilere, İslam dünyasına, Mescid-i Aksa’ya ve Kur'an ifadesi ile etrafı mübarek kılınan Kudüs’e sahiplenmesi gereken müslümanlara sormadan, Filistin topraklarını Siyonistlerle Filistinliler arasında paylaştırdı. Halkı müslüman olan kukla, gah İngiliz yanlısı gah Amerikan yanlısı Arap yönetimleri bu paylaşıma adeta seyirci kaldılar. 29 Ekim 1947’de alınan bu karar 14 Mayıs 1948’de Siyonist İsrail devletinin ilanı ile son buldu. Ve bu tarihten günümüze kadar Filistin-İsrail sıcak savaşı devam etmekte.
Pakistan-Hindistan meselesi..
Daha önce uzun yıllar boyunca Hindistan’ın yöneticiliğini yapan ve İngiliz işgaline karşı birlikte mücadele veren Hindular ve müslümanlar hegemonik güçlerin teşviki ile parçalandılar. Ortaya 15 Ağustos 1947’de Hindistan ve Pakistan diye iki devlet çıktı. Gandi ve Cinnah belki de kurtuluş mücadelesi verdiler ama sonuç hegemonik güçlerin işine yaradı. Pakistan bugün bile Amerikan politikasının bir adım gerisine ya da ilerisine geçemiyor. İşte Afganistan politikası… Sovyetlerin Afganistan’ı işgalinin ardından, Amerika’nın yanında işgalcilere karşı Afganlıların yanında yer alan Pakistan, işgal sonrasında yine Amerika’nın isteği ile Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu. Aynı Pakistan, 11 Eylül saldırılarının ardından bu kez de Taliban iktidarının sona ermesi, binlerce müslümanın Amerikan zalimlerinin eliyle yok edilmesi için çaba sarfetti ve bugün de Hint alt kıtasında Amerika’nın jandarmalığını yapmaya devam ediyor.
Mısır..
Mısır, doğrusu 1950’lerin başında Nasır ile başlayan ve önce Nasırizm ardından da Arap milliyetçiliğinin beşikliğini yapan Mısır, Osmanlı sonrası ve özellikle de Kral Faruk sonrasında da tamamen Amerikan hegemonyasının kuklası olarak varlığını sürdürmektedir. Mısır ihtilalinin ilk gününden itibaren Atearap olan Nasır, o dönemin Amerikan büyük elçisi John Fuster Dulles’in kendisine telkin ettiği politikalara rağmen hiçbir şey yapmamıştır. Onun takipçisi olan Enver Sedat ile Hüsnü Mübarek de aynı çizgiyi devam ettirmektedirler. Sözüm ona Arap dünyasının en nüfuzlu ülkesi olan Mısır 1975 İsrail-Mısır Sina anlaşmasından bu yana, ne Siyonist işgale ne de Siyonistlerin Filistinlileri katletmesine sözlü olarak bile karşı çıkmıyor
Afrika ülkeleri..
Libya, Tunus, Cezayir, Fas… Hepsine de maşallah! O kadar itaatkarlar ki, kendi insanlarını karıncayı ezer gibi eziyorlar, ama hegemonik güçlere çıtları çıkmıyor. Hukukun üstünlüğü, batılı değerler, insan hakları, halkların özgürlüğü, demokrasi vs. geçiniz bunları… Bunların hiçbirisinin Kuzey Afrika ülkelerine girme şansı yok. Çünkü batı dünyası, emperyalistler bu kavramları kendi toplumları için istiyorlar. Eğer bu kavramlar evrensel olsaydı, niçin Burgiba’ya, Zeynel bin Ali’ye, Kaddafi’ye, Kral Hasan’a ve veledine, Cezayir cuntasına müsaade etsindiler ki!..
Özetle soğuk savaş dönemi diye isimlendirilen kırk beş yıllık dönem İslam dünyasının hegemonik güçler tarafından yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalandığı ve keza müslümanların edilgenleştirilmeye çalışıldığı, yöneticilerinin şahsiyetsizleştirildiği bir dönem olarak tanımlanabilir.

Kaynak: ilkadimdergisi.com