Arama


mhmmdcngz - avatarı
mhmmdcngz
Ziyaretçi
9 Aralık 2012       Mesaj #5
mhmmdcngz - avatarı
Ziyaretçi
Empresyonizm Ne Demek?
Nesneyi doğrudan doğruya tasvir ve analiz etme yerine, onun uyandırdığı duyguları anlatma yolu. XIX. yüzyılın sonlarında Fransa’da doğdu. önce resimde, sonra diğer sanatlarda tesiri görüldü.
Empresyonistler dış dünyanın kendi içlerinde bıraktığı izlenimi dile getirirler. Bu alem, sanatçıya sadece heyecan ve duygusal dalgalanmalar veren bir uyarıcıdır. Önemli olan sanatçının kendi algılamaları ve bunları anlatma yöntemidir. Edebiyatın bir amaca hizmet edemeyeceğini savunur. Empresyonist edebiyatçılar şiir, kısa hikaye, tek perdelik Manzum piyes gibi kısa çalışmaları tercih etmişlerdir.


İzlenimcilik anlamına gelen empresyonizmde sanatçılar dış dünyaya ait olanı; ışığı, renkleri, tepkileri, hüzünleri işlemekte ve yakalanan anlık konuları resmetmektedir. Bu akım ışık ile resim yapma olarak tanımlanmaktadır. İzledikleri temel kaynak güneştir. Konu ışık yansımaları arasında kaybolmuştur. 17. yüzyılda doğan Barok üslup, hayli değişmiş olarak 18. yüzyılda da varlığını sürdürmüştür. Barok sanatın gölge-ışık karşıtlığına dayanan çarpıcı, içe işleyici dramatik etkisi giderek kaybolmuş ve yerini daha yumuşak bir üsluba bırakmıştır. Bu dönemde ressamlar, atelyelerin loş ortamından çıkıp güneş ışığı altında resim yapmışlardır.

Bu dönemin en önemli temsilcileri Claude Monet, Auguste Renoir, Vincent van Gogh, Cezzanne, Toulouse Leatrec, Sisley, Camille Pissarro'dur.

Hepsi 1830 ile 1841 arası doğmuş bir grup genç ressam 1860 yılında Paris'te buluşmuş,yeni bir akımın temellerini atmıştı. Bu ressamlar Claude Monet, Camille Pissaro, Sisley, Guillaumin, Degas, Cezanne, Berthe, Morizot ve Bazille idi.

Genç ressamlar, birlikte çalıştıkları akademilerin öğretim sistemini benimsemiyor, artık eskimiş, devrini kapatmış çalışma metotlarından kaçmak istiyorlardı. Koyu gölgelerle ağırlaşmış çıplak model etütleri, antik heykellerden kopyalar, Rönesans estetiğinin soysuzlaşmış prensipleri yerine; taze, canlı, doğrudan doğruya tabiattan ilham alan resimler yapmak istiyorlardı.

Bu amaçlarına varmak için genç sanatçılar, hocaları Gleyre'e sırt çevirerek sehpalarını nehir kıyılarına, ormanlara, tabiat motiflerine götürdüler ve berrak, şeffaf, gün ışığını canlandıran tablolar meydana getirmek isteği ile çalışmaya başladılar. Böylelikle, birkaç yıl içinde, resim tarihinde eşlerine rastlanmaz, orijinal görüş ve teknikli tablolar meydana gelmiş oldu.

15 Nisan 1874'de genç ressamların kurdukları grup, Nadar fotoğrafhanesinin Capucines bulvarındaki büyük atölyesinde ilk sergisini açtı. Claude Monet'nin teşhir ettiği "Doğan Güneş, Empresyon" adlı tablosu, genç grubun firması oluvermişti. "Empresyon", yani "Tesir-etki-duygu" adı "Charivari" mizah dergisi tarafından alaya alınarak yeni ressamlar "Empresyonist" -Tesirci-Duygucu" olarak isimlendirilmişti. Genç ressamlar bu alaydan gücenecekleri yerde, gerçekten "Duygu, etki peşinde koşmakta olduklarını" söyleyerek mizah dergisinin taktığı bu adı kabuletmişlerdi.

Claude Monet'nin "Doğan Güneş, Empresyon" diye isimlendirdiği, hararetli çekişmelere yol açan tablosu, gerçekten de Empresyonizm akımının bayraktarı olacak kadar devrimci, ihtilâlci bir eserdi.

Claude Monet, bu tabloyu, sabah sisi içinde, Argenteuil'de, Seine Nehri kıyısından yapmıştı. Tabloyu mavi bir buğu kaplıyordu. Uzaktan, mavilikler içinden portakal rengi bir güneş doğuyordu. Tabloda her şey belli belirsizdi. Net, kesin resmedilmiş hiçbir biçim yoktu. Tablo, Claude Monet'nin deyimi ile, "tabiata açılmış bir pencere" idi.

İngiliz ressamı Turner'in bazı eserleri bir yana, resim tarihi böylesine çalışılmış tablo görmemişti o güne kadar. Claude Monet ve arkadaşları biçimlerin, tabiat manzaralarının sertliğini, kesinliğini değil, aksine, tatlılığını, yumuşaklığını canlandırmak istiyorlardı. Gerçekten de tabiatta bütün biçimler hava katları içinde yumuşamış, sanki erimiş gibi değil mi idi? Güneşin doğuşunda, batışında sular, kıyılar, ağaçlar, evler, hattâ insanlar atmosferin kâh mavi, kâh mor, sarı yada turuncu cıvıltısı içinde eriyor, maddelerini yitiriyorlardı. Hele uzaklar, arka plânlar büsbütün siliniyor, hafif, bellisiz buğular halinde eriyorlardı.

Günün her saati başka idi. Klâsik ressamların hiç ilgilenmedikleri bu başkalık, Empresyonist ressamlara boyuna değişen, boyuna yeni âhenklere bürünen bir hayal âleminin kapılarını açıyordu. Orman içleri, nehir kıyıları, köy evlerinin turuncu damları, yelkenliler, havada dalgalanan bayraklar, güneşli pırıltılar içinde gezinen beyaz entarili kadınlar, ekilmiş tarlalar, tabiat ortasında, gün ışığı altında rastlanan bütün bu konular Empresyonist ressamların başlıca temaları idi.

Empresyonistler atölye çalışmalarından kaçınıyorlardı. Atölye ışığında her şey ağırlaşıyor, koyu gölgelere bürünüyordu. Atölye ışığı tabii, normal bir ışık sayılamazdı. Normal ışık, saf, pürüzsüz ışık dışarıda, açık havada idi. Tabloların dışarıda, tabiat konusu karşısında meydana gelmeleri gerekiyordu. Empresyonistlerin atölyesi tabiatın kendisi, nehir kıyısı, ağaç gölgesi, tarla ortası idi.

Empresyonistlerin çalışmaya başladıkları yıllarda bilim, renk fenomenlerini kesin olarak incelemiş, sonuçlandırmış bulunuyordu. Renk üstüne yapılan araştırmalar, Empresyonistler için teknik plânda sağlam bir dayanma alam oldu. Güneş ışığında ne siyah vardı, ne de o güne kadar klâsik ressamların kul­landıkları griler, kahverengileri, koyu tonlar, kıymetler. Bundan ötürü, tablolara olanca parlaklıklarını vermek için, eski ressamların paletin deki bütün koyu renkleri atmak, yalnız güneş prizmasındaki altı, yedi rengi kabul etmek gerekti.

Artık, bundan böyle ışıklar; sarı, turuncu, kırmızı, gölgeler mor, mavi olacaktı. Tablo, bir yandan sıcak, bir yandan soğuk renklerin denklendiği parlak, şeffaf, pırıltılı, cıvıltılı, bol ışık veren, güneşi duyuran bir alan olmalı idi. Tabloyu seyredenin gözü kamaşması gerekti.

Claude Monet'nin, Sisley'in, Camille Pissaro'nun. Renoir'ın, Guillaumin'in Bazille'in tabloları bu prensip üstüne kuruldu. Bu prensip uzun yıllar halkça yadırgandı. Halk, deseni kesin olarak sınırlandırılmış, sert renklerden kaçınan, genel olarak siyaha, kahverengine kaçan gölgeli, gerçekçi resimlere alışmıştı. Oysa, Empresyonizm bütün bu akademikleşmiş değerleri bir yana atıyor, seyirciye yepyeni bir dünya açıyordu.

Empresyonist tablolarda desen-çizgi yapısı eski kesinliğini yitirmişti. Biçimler titrek, belirsiz sınırlandırılmıştı. Desen, çizgi yapısının önemi ikinci, üçüncü plâna atılmıştı. Empresyonist tablolarda önemli özellik, gün ışığının parlaklığı, şenliği, cıvıltısı idi. Konu da önemini yitirmişti. Örneğin, Claude Monet, bir tarlaya diktiği şövaleyi yerinden oynatmadan, aynı tabiat parçasına bakarak, onu, günün çeşitli saatlerinde büründüğü renkler içinde yorulmadan, bıkma­dan resmedebilirdi. Aynı konu, aynı tabiat parçası sabah, öğle, öğle sonrası ve akşam başka başka âhenklere bürünüyordu. Böylelikle Claude Monet, çalıştığı yerden kalkmadan dört, beş tablo yapmak yeniliğini getiriyordu.

Empresyonistler boyayı tuval üstüne, eski ressamlardan çok değişik bir teknikle sürüyorlardı. Boya karışımlarını azaltmışlardı. Belli bir "ton" u, bir renk kıymetini bulmak amacıyla birbiriyle karıştırılan renklerin -kimyevî barışmazlık yüzünden- sonunda karardığını, şeffaflıklarını yitirdiklerini anlamışlardı. Bu yüzden karışımları azaltmışlar, üçten fazla rengi hamur haline getirmemeye çalışmışlardı. Daha uzağa giderek, renkleri palette karıştırmadan tuval üstüne yan yana sürüyorlardı. Böylelikle karışımı, tabloya uzaktan bakan seyirci gözü yapıyordu. Örneğin, mavi ile sarı karışımından doğacak yeşil, bu renkler tuval üstüne yan yana sürülmekle sağlanabiliyordu. Bu tarz gerek mavinin, gerek yeşilin bütün kıymetleriyle canlı kalmasını, karışarak kirlenmemesini sağlıyordu. Tuval üstündeki yakınlıkları karşılıklı etkiyi doğuruyor, yan yana sürülmüş mavi ile sarı, otomatik olarak yeşil rengi doğuruyordu.

Empresyonist akımını iki yönden ele alabiliriz: Teknik bakımından başardığı devrim, duygu bakımından getirdiği taze hava.

Teknik devrim gerçekten de pek önemli idi. Güneş ışığındaki yedi rengi kullanmakla sağlanan renklilik, parlaklık, klâsik sanatın siyah, kahverengilerini tarihe veriyordu. Empresyonist tablolar "tabiata açılmış birer pencere" gibi aydınlık, ferahtı. Artık ressamlar gece karanlığını hatırlatan ağır, koyu gölgeler vuramazlardı. Empresyonist tablolarda uçuşan turuncu, sarı, mor, mavi renkler güneş aydınlığında kamaşan gözlere tablonun da göz kamaştırıcı olabileceğini gerçekleştiriyordu.

Duygu bakımından Empresyonizm, adamakıllı eskimiş gelenekleri kökünden yıkıyordu. Konu, hele edebî, tarihî yada mitolojik konu ressam için artık önemli değildi. Ressamın başlıca ödevi herhangi bir sahneyi, bir olayı canlandırmak değildi. Bir bakıma insan da resimdeki eski yerini kaybetmişti. İnsan resmi, portresi, çıplak yada giyinik kadın vücudu yerine ele alınan tek konu tabiat idi. Ressamı bundan böyle ilgilendirecek ancak tabiat olacaktı. Hem de açık, pırıltılı, güneşin olanca kuvvetiyle egemen olduğu bir tabiat.

Empresyonist Ressamlar
Claude Monet (1840-1926)
Alfred Sisley (1839 -1898)
Camille Pissaro (1830-1903)
Armand Guillaumin (1841-1927)
Berthe Morizot (1841-1895)
Frederic Bazille (1841-1870).

Paul Cezanne (1839-1906), Edgar Degas (1834-1917), Renoir (1841-1919) gibi üç büyük ressamı da Empresyonist akımın çerçevesi içine almak gerekse de, bunlar kendilerine has özelliklerle yukarıda saydığımız ressamlardan ayrılıyorlardı.

Cezanne, Empresyonizmin prensiplerini kabul etmekle beraber, tablonun biçim ve geometrik yapısını da ele alıyor, böyle yaparken Kübizmin temelini atmış oluyordu. Cezanne'ın tabloları renk bakımından Empresyonist olmakla beraber, desence de sağlamdı. Daha doğrusu, Empresyonistler renklerle eşyanın sınırını, desenini "eritir" iken, Cezanne bu renklerle hem atmosferin titreşimlerini, hem de eşyanın arkitektüral yapısını ifade etmek istemişti.

Renoir manzara ressamı değildi, figür, portre, kompozisyon ressamı idi. Tabiat onun resimlerinde figürlere ekli bir dekordu. Renoir'a göre, ideal konu kadın vücudu idi. Kadın vücudunu ifade için bu ressamın Empresyonist kurallardan uzaklaşarak klâsik resmin geleneklerine yaklaşması gerekti. Ama Renoir, örneğin Venedikli ressamlara benzerliğini, Empresyonist paletten fedakarlıkla elde etmemiş, renk titreşimini figür ve portre tarzlarında tatbik etmek ustalığını göstermiştir.


Cengiz Damar