Arama


veyselcan - avatarı
veyselcan
Ziyaretçi
4 Ocak 2013       Mesaj #2
veyselcan - avatarı
Ziyaretçi

İslam Dininin Hasta, Yolcu ve Özürlülere Sağladığı Kolaylıklar.


İnsan, varlıklar arasında şerefli bir konuma sahiptir. Yüce Allah insanı yeryüzünün halifesi kılmış ve yarattığı herşeyi insanın istifadesine sunmuştur. İster sağlıklı, isterse müptelâ olduğu bir rahatsızlık sebebiyle engelli konumunda bulunsun, İslâmî anlayışa göre bütün insanlar mükerremdir, saygı ve hürmete lâyıktır. İslâm'a göre insanın zenginlik veya fakirliği, memur ya da âmir olması, şu veya bu renkte olması, ya da belli bir dili konuşması Allah katında üstünlük ölçüsü olarak kabul edilmediği gibi, engelli olup olmaması da bir üstünlük sebebi değildir. İslâm nazarında, tarağın dişleri gibi birbirine eşit olan insanlar arasındaki yegane üstünlük ölçüsü, Allah'ın emir ve yasaklarına yürekten bağlılık (takvâ) dır. Bu bağlamda, engelli kimseler ile diğerleri arasında haklara sahip olma açısından da bir ayrım söz konusu değildir. İslâm hukukunda hak ehliyetinin esası "hayat"tır. Engelli kimseler, ister akıl hastalığı gibi zihinsel engelli, isterse görememek, işitememek veya yürüyememek gibi bedensel engelli olsun haklara sahip olma konusunda sağlıklı insanlarla aynı konuma sahiptirler.

Zira, gerek akıl hastalığı, gerekse bedensel engeller, vücup (hak) ehliyetini ortadan kaldırmazlar. İslâm hukukunun genel teorisine göre- aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun- renk, cins ve ırk ayrımı gözetilmeksizin yaşayan her insan, insan olma vasfı sebebiyle Allah'ın veya hukuk düzeninin tanıdığı haklardan faydalanma (vücûb) ehliyetine sahip olduğu gibi, aklî ve bedenî gelişimine bağlı olarak bu hakları bizzat kullanma (edâ) ehliyetine, hukukî işlemleri bizzat yapma yetkisine de sahip olur. İyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt edemeyen akıl hastalarına hakları kullanma ehliyetinin tanınmayışı ve onların ancak kanunî temsilcileri aracılığıyla bu hakları kullanabilmeleri, öncelikli olarak bu şahısların haklarını korumayı amaçlar. Aynı şekilde mümeyyiz küçüğün, malını ölçüsüzce harcayan kimsenin (sefih), ölüm yatağındaki hastanın, iflas etmiş borçlunun vb. kimselerin hukukî tasarrufta bulunma ehliyetlerinin belirli ölçüde kısıtlanması, bazen bu şahısların, bazen de başkalarının haklarını korumak için gerekli olabilir. Ancak bu ikinci grupta yer alan kısıtlama, genel kurala getirilmiş bir istisna mahiyetinde olduğundan ârızî bir tedbir konumundadır. "Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar..", "...O size dinde bir zorluk kılmadı",("Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez gibi ayetlerle kolaylığı genel bir ilke olarak kabul eden İslâmiyet, engelli kimselere de güçlerinin yetmeyeceği şeyleri yüklememiştir.

Burada, engelliler konusunda İslâm'ın, temel ibadetler ve hukuki işlemlere ilişkin getirdiği bazı hükümlere değinmek istiyoruz.

Namaz: Namazın farz olmasının şartlarından biri de aklî melekenin sıhhatidir. Bu sebeple akıl hastalarına namaz kılmak farz değildir. Hanefî mezhebi imamlarından Ebu Hanife ve Ebu Yusuf'a göre, akıl hastalığının süresi yirmi dört saati geçmesi halinde, o süre içindeki namazları kaza etmek gerekmez. Muhammed b. Hasen'e göre ise altı vakit geçip yedinci vakit girdiğinde kazâ yükümlülüğü düşer. Hanefîler dışındaki üç mezhebe göre ise, akıl hastalığı bir namazın vaktini tamamen kaplarsa, daha sonra bu namazın kaza edilmesi gerekmez. Camiye yürüyerek gidemeyecek derecede hasta olan kimseler, kendilerini qötürecek birisi olsa dahi Cuma namazını kılmakla yükümlü değillerdir. Camiye kendi başlarına gidemeyen görme engelliler, her ne kadar İmameyne göre bir bedel mukabilinde de olsa, kendilerini qötürecek birilerinin bulunması halinde Cuma namazına gitmekle mükellef olmakla beraber; ister ücret karşılığında, isterse ücretsiz olsun Ebu Hanife'ye göre Cuma namazını kılmakla mükellef değildirler. Yine, farz namazları ayakta kılmaya güç yetiremeyen kimselerle, ayakta kıldıkları takdirde başka bir rahatsızlığı oluşan veya hastalığının artması, ya da iyileşmesinin gecikmesi söz konusu olan kimseler, namazlarını oturarak kılarlar. Rükû ve secde yapmaya güç yetiremeyen kimse ise namazını îmâ ile kılar.

Oruç: Akıl hastalığı sürekli olan kimseler oruç tutmakla da mükellef değildirler. Zira orucun farz olabilmesinin şartlarından biri de akıldır. Hanefî mezhebinde, akıl hastalığının Ramazan ayını tamamen kapsaması halinde, o yıla ait orucun kaza edilmesi de gerekmez. Ancak, bu durumdaki kimselerin Ramazan ayı içerisinde ister gece isterse gündüz vakti olsun, kısa bir süre de olsa iyileşmesi durumunda mezhebin en güvenilir (Zâhiru'r-rivâye) eserlerindeki görüşe göre- o Ramazana ait oruçları kaza etmesi gerektiğine hükmedilmiştir.(22) Bununla birlikte, Hanefîlerden Züfer'e, Şâfiî mezhebinde sahih kabul edilen görüşe ve Hanbelî mezhebine göre Ramazan ayının bir bölümünde iyileşen kimseye geçmiş günler için kaza gerekmez. Başka bir ifadeyle, akıl hastalığı bir günü tamamen kapsarsa kaza yükümlülüğü düşer. Malikî mezhebinde yaygın olan görüş de budur.

Hac: Hac ibadeti için de aklî melekenin yerinde olması şart olduğundan, akıl hastaları hac ibadetiyle de mükellef değillerdir. Ancak fakihlerin çoğunluğu, akıl hastası adına velîsinin haccetmesinin ( ihcâc) geçerli olduğu sonucuna varmışlardır. Hac için gerekli ihtiyaçları temin eden ve hacca gidip gelmeye güç yetiren görme engellilerin, kendilerini hacca qötürecek birisini bulamadıkları takdirde bizzat haccetmeleri gerekli değildir. Hanefî mezhebinde haccın bizzat yapılması (edâ) için hacca gidip gelmeye engel olacak bir rahatsızlığın bulunmaması şart olduğundan, felçli, kötürüm ve hac ibadetini yerine getirmeye engel olacak derecede yaşlı kimselerin haccetme sorumlululuğu bulunmamaktadır.

Zekât:
Akıl hastalarının zekâtla mükellef olup olmamaları konusunda İslâm alimleri farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı (Hanefîler), zekâtın ibadet yönünü esas alarak akıl hastalarının zekât vermekle yükümlü olmadıklarını söylemişlerdir. Zekâtın yardımlaşma yönünün ağır bastığını ileri süren ve çoğunluğu teşkil eden İslâm hukukçuları ise (Şâfiî, Malikî ve Hanbelîler), çocuk ve akıl hastasının da gerekli şartları taşıması halinde, velilerinin bunlar adına zekât vermeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.( Hukukî İşlemler Tek taraflı hukukî işlemlerde işlemi yapanın, çok taraflı hukukî işlemlerde taraflardan her birinin edâ (fiil) ehliyetini haiz olması İslâm fıkıh bilginlerinin çoğunluğuna göre kuruluş şartı sayıldığından, bu sırada söz konusu kişi veya kişiler akıl hastası ise işlem batıl (geçersiz) dir. Ayrıca sözleşmelerde tarafların iradesinin uyumu şart olduğundan karşı taraf daha kabul beyanında bulunmadan önce icabı yönelten tarafın akıl hastalığına yakalanması halinde icab hükümsüz kalır ve bu icab doğrultusunda kabul beyanında bulunmakla sözleşme kurulmuş olmaz.Bununla birlikte, sözleşmenin mal varlığında sadece artış meydana getiren türden olması veya kanunî temsilcinin izin ya da icazet vermiş olması, yahut iyileştikten sonra akıl hastası tarafından icazet verilmiş olması, akıl hastalarınca yapılan sözleşmelerin geçersizliği sonucunu değiştirmez. Hanefi ve Şafiîlere göre, söz söylemeye güç yetiremeyen kimselerin, işaretle yaptıkları irade beyanları geçerlidir.

Hanefî mezhebinde olan bir kimse, giriş çıkış günleri hariç onbeş günden az kalmak niyeti ile yüzdört kilometre ve daha uzak bir yere giderse misafir olur.

Seferî veya misafir olmak demek, yolcu olmak demektir. Misafir, dört rek’atli farz namazları iki rek’at kılar. İmâma uyarsa, yine dört rek’at kılar. Misafir imâm olursa, ikinci rek’atın sonunda selâm verir. Sonra cemâat namazlarını tamamlamak için ikişer rek’at daha kılarlar.

Seferî olan bir kimse, mest üzerine üç gün, üç gece mesh edebilir. Orucunu bozabilir. Yolcu rahat ise orucunu bozmaması daha iyidir. Kurban kesmesi vâcib olmaz. Cuma namazı da seferî olana farz değildir.
Namaz vaktinin sonunda sefere çıkan kimse bu namazı kılmamış ise, iki rek’at kılar. Fakat vaktin sonunda vatanına gelen, bu vaktin namazını kılmamış ise dört rek’at kılar.

Nâfile namazları ayakta kılmağa gücü yeterken, oturarak kılmak, her zaman ve her yerde câizdir. Oturarak kılarken, rükû’ için bedeni ile eğilir. Secde için, başını yere kor. Lâkin, özrü yok iken nâfileleri oturarak kılana, ayakta kılanın yarısı kadar sevâb verilir. Beş vakit namazın sünnetleri ve terâvih namazı da, nâfile namazıdır. Yolda, ya’nî şehir, köy hâricinde, nâfile namazları hayvan üzerinde kılmak câizdir. Kıbleye dönmek ve rükû’ ve secde yapmak lâzım değildir. Îmâ ile kılar. Ya’nî, rükû’ için, bedeni ile biraz eğilir. Secde için, bundan dahâ çok eğilir. Hayvan üzerinde fazla necâset bulunması, namaza mâni değildir. Yerde nâfile kılarken yorulanın, bastona, insana, dıvara dayanıp kılması, câiz olur. Kendi yürürken namaz kılmak sahîh değildir.

Farz ve vâcib namazları, şehir hâricinde, ancak özür olunca, hayvan üstünde kılabilir. Özür, inince arkadaşlarının gidip yalnız kalması, canı, malı, hayvanı için, hırsız korkusu olması, yerin çamur olması, hayvana binmekten âciz olmak gibi şeylerdir. Mümkün ise, hayvanı kıbleye karşı durdurup kılar. Mümkün değil ise, hareket cihetlerinde kılar. Hayvan üzerindeki mahmel denilen sandık gibi şeylerin içinde kılmak da, böyledir. Hayvan durdurulup, mahmelin altına direk konursa, (Serîr), ya’nî masa, kanape gibi olup, yerde kılmak demektir. Kıbleye karşı ayakta kılması lâzım olur.

Gemide namaz kılmak, Ca’fer Tayyâr hazretleri Habeşistana giderken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ona öğretdiği gibi, şöyledir: Hareket eden gemide, özrü olmadan farz ve vâcib de kılınır. Gemide cemâat ile kılınabilir. Hareket eden gemide de, îmâ ile kılmak câiz olmayıp, rükû’ ve secde yapar. Kıbleye dönmesi de lâzımdır. Namaza başlarken kıbleye karşı durur. Gemi döndükçe, kendisi kıbleye döner.

Deniz ortasında demirlemiş gemi, çok sallanıyor ise, giden gemi gibidir. Az sallanıyorsa, sâhilde duran gemi gibidir. Sâhilde duran gemide farzlar oturarak kılınmaz. Sâhile çıkmak mümkün ise, ayakta kılmak da sahîh olmayıp, karaya çıkıp kılmak lâzımdır. Malı, canı veyâ geminin hareket etmek tehlikesi varsa, gemide ayakta kılması câiz olur.”
İki tekerlekli olup da, hayvana bağlanmadan yerde düz duramıyan arabada, dururken de, giderken de, namaz kılmak, hayvan üzerinde kılmak gibidir. Dört tekerlekli araba, dururken serîr, masa gibidir. Hareket ederken ise, hayvan için yukarıda yazılı özürlerle, içinde farz kılınabilir ve arabayı durdurup kıbleye karşı kılar. Durduramazsa, giden gemideki gibi kılar). Hareket esnâsında kıbleye dönemiyen, Şâfi’î veya Malikî mezheblerindene birini taklîd ederek, iki namazı beraber kılar. Buna da imkân olmazsa, kıbleye dönmesi sâkıt olur. Sandalyada, koltukta oturarak, îmâ ile namaz kılmak, hiçkimseye câiz değildir. Otobüste, tayyârede namaz kılmak, arabada kılmak gibidir.

Farzları ve vâcibleri, yolculukta zaruret olmadıkça hayvan üzerinde kılmamalıdır. Vasıtaları durdurup, kıbleye karşı ve ayakta kılmalıdır. Bunun için vasıtaya binmeden gerekli tedbirleri önceden almalıdır.

Otobüste, trende, dalgalı denizde kıbleye dönemiyenlerin namazda göğsü kıbleden ayrılırsa namaz bozulur. Farz namazları kılınmış olmaz. Vasıtayı durdurup kıbleye dönemiyenler, yolda oldukları müddetçe Şâfi’î veya Malikî mezheblerinden birini taklîd ederek, öğle ve ikindiyi ve akşam ile yatsıyı, cem’edebilir. Ya’nî seferde iken bu iki namazı birbiri arkasına kılar. Çünkü bu iki mezhebde yolculukta, ikindiyi öğle namazı vaktinde ve yatsıyı akşam namazı vaktinde takdîm ederek kılmak, veyahut öğleyi ikindi vaktine ve akşamı, yatsı namazı vaktine tehîr ederek, iki namazı bir arada kılmak câizdir. Bunun için, Hanefî mezhebinde olan yolda kıbleye dönemiyecek ise, yola çıktıktan sonra, gündüz bir yerde durduğu zaman, öğle vaktinde öğleyi kılınca hemen ikindiyi de kılmalı, gece durulduğu zaman, yatsı vaktinde akşamı ve sonra yatsıyı bir arada kılmalı ve bu dört namaza niyet ederken ((Maliki veya Şafiî mezhebini taklîd ederek edâ ediyorum) diye niyet etmeli, ya’nî kalbinden geçirmelidir. Yola çıkmadan veya yolculuk bittikten sonra, iki vaktin namazı birlikte kılınmaz.
Son düzenleyen Safi; 19 Nisan 2019 17:06