Arama

Devlet Felsefesi - Tek Mesaj #1

Asi-BeL - avatarı
Asi-BeL
Ziyaretçi
17 Aralık 2006       Mesaj #1
Asi-BeL - avatarı
Ziyaretçi

devlet felsefesi

Ad:  1.jpg
Gösterim: 515
Boyut:  57.0 KB

insan topluluklarının yöneten ve yönetilenlere ayrılmasından yola çıkarak, insanlarla içinde yer aldıkları siyasal bütünlükler arasındaki ilişkileri inceleyen felsefe dalı.

Batı felsefesinin ilk temsilcileri sayılan Sokrates öncesi bilgelerin evren konusunda olduğu gibi içinde yaşadıkları kent-devletleri (polis) konusunda da kuramları vardı. Ama günümüze ulaşan kaynaklar Platon ve Aristoteles’in devlet felsefesinin kurucuları olarak kabul edilmesine yol açmıştır. Bu iki düşünürün hocası olan Sokrates ise, kişi-devlet ilişkilerini temelden ele alan ilk filozof sayılabilir. Bazı felsefe tarihçilerinin “ilk tam demokrat” saydığı Sokrates kişilerin, ilişkide bulundukları devlet ve bu bütün içinde sahip oldukları yer üzerine sürekli düşünmelerini, devlet işlerine de etkin olarak katılmalarını öngörür. İnsan, kendi uğraşından başlayarak bütün yaşamı, bu arada da içinde yer aldığı yönetsel ilişkiler üzerine düşünmek zorundadır. Tek kişiden yola çıktığı için devlet konusunda dolaylı bir görüş geliştirdiği söylenen Sokrates’in siyasal bir suçtan idam edilmesi, devlet felsefesi açısından ilginçtir.

Büyük ölçüde hocasının görüşlerinden yola çıkan Platon, farklı bir yönelimle, yönetsel bütünü tek tek kişilerden daha önemli sayar. Bireyler, devlet düzeni içinde çeşitli yönetsel işlevlere uygun olarak yetiştirilir ve bütün içinde bu düzenlemenin gerektirdiği yeri alırlar. Polis'in kuruluşunda ve işleyişinde aranan özellikler ise önce tek tek her insanda olması istenen özelliklerdir. Önce insanlarda, sonra onların birbirleriyle ilişkilerinde, en sonda da devlette bulunması gereken özellik adalettir (dike). Platon’a göre adalet, “herkesin kendi işini yapması”dır. Bu ilke, her bireyin kendi doğal yeteneklerinin en verimli biçimde geliştirilebileceği bir düzeni öngörür. Ama, bu düzenin değişmeyen, durağan ve bireylerin yerlerini kesin olarak belirleyen bir işleyişi de vardır.

Dolayısıyla Platon devlet felsefesinin en önemli sorununu oluşturan kişinin devlet karşısındaki özgürlükleri ile devletin kişi üzerindeki yetkileri arasındaki ilişkiyi ilk kez derinlemesine ele alır; aslında bir devlet biçimi önermekte, ütopya sayılabilecek bir ideal ortaya koymaktadır. Aristoteles’in devlet görüşleri, hocası Platon’unki- lerden daha olgusal ve günümüzün toplumbilimsel yaklaşımlarına daha yakındır. Ama o da devletin “iyi bir yaşam için” var olduğundan yola çıkarak. Platon gibi devletin temel işlevinin adaleti sağlamak olduğunu vurgular. Karı-koca, efendi-köle, baba- çocuk ilişkilerinin biçimlendirdiği en küçük birlik olan ailenin, ailelerin birleşmesiyle oluşan köylerin, köylerin birleşmesiyle oluşan siyasal bütünün (politeia) temelindeki varsayımı bütün eylemlerin her zaman iyiye yönelik olduğudur. Devlet biçimlerini sınıflandırarak ideal devlet sorununa değinir; devletin sağlıklı biçimleri ile bozulmuş biçimlerini ayırt eder. Atina anayasaları üzerine tarihsel ve çözümleyici çalışmaları da devlet felsefesi açısından önem taşır.

Eski Yunan devlet felsefesinin çıkış noktası kent-devletidir. Sonradan ortaya çıkan büyük imparatorluklar ve tektanrılı dinlerin biçimlendirdiği dinsel temelli devletler felsefede de farklı bakış açıları gerektirdi. Skolastik ve ortaçağ felsefesi içinde bir yandan kilisenin otoritesine bağlı ve yöneticileri Tanrı’nın temsilcileri sayılan devlet anlayışı gelişirken, bir yandan da bütün dünya ve insanları kapsayacak tek bir devleti öngören görüşler belirdi. Ortaçağın başlarında Kilise Babaları’ndan Aziz Au- gustinus, Tanrı’nm seçkin kullarını bir araya getiren kilisenin somutlaştırdığı “Tanrı’ nın devleti” (civitas dei) ile dünyevi değerler peşinde koşanların siyasal birliğini oluşturan “yeryüzü devleti” (civitas terrena) arasındaki karşıtlığı vurguladı. Augustinus’a göre yeryüzü devletinin işlevi, özünde kötü olan bir dünyada düzeni sağlamaktı. Niccolö Machiavelli, devleti Tanrı iradesinden ayırıp insan iradesine bağlayan yeniçağ devlet felsefesinin öncüsü sayılır. Yöneticilerin, devletin yararına yönelik her türlü amaç için gerekli bütün araçları kullanmalarının haklılığını savunan düşünür, devletin birliği ve sürekliliği ilkelerini vurguladı. Hugo Grotius ise insanın ussal bir varlık olarak bazı doğal haklarının bulunduğunu ve hakkın devletten üstün olduğunu ileri sürdü. Özgürlük düşüncesinin ileri gelen temsilcilerinden olan Grotius, devletin yetkilerine karşı bireyin haklarını savunan görüşlerin esin kaynağı oldu.

Yeniçağda Thomas Hobbes devlet felsefesi içindeki farklı yönelimleri bütünleşik bir sistem içinde birleştirdi. İnsanların içinde bulunduğu bir doğal durum ile devletin egemen olduğu bir yönetim durumunu ayırarak başlangıçta her biri kendi çıkarlarını gözeten insanların “birbirinin kurdu” olduğu durumdan, bir sözleşmeyle devlet yönetimi durumuna geçmeleri düşüncesini ortaya attı. Hobbes’un “Leviathan” olarak adlandırdı bu devlet içinde öncelik doğal haklara verildi. İnsanın en temel doğal hakkı olan kendini koruma hakkının koruyuculuğu ise insanların kendi istekleriyle, bir kişiye ya da bir meclise verildi. Dinsel devlet anlayışına sert bir biçimde saldıran düşünür, tam bir yasasızlık durumu (anarşi) ile mutlak bir düzenlilik arasında, hakların ve yetkilerin karşılıklı sınırlandırılacağı bir yönetsel bütün öngördü.

Devlet düşüncesine ütopya kavramını getiren Thomas More, özgürlük ve eşitliği temel alarak ideal bir devlet düzeni tasarımını doruk noktasına ulaştırdı. Tommaso Campanella ise ütopya görüşü içinde ideal devlet ve toplumun yanında ideal yönetici ve yurttaşın da tanımlarını yaptı. Yeniçağda devlet felsefesinin en önemli sorunu, bireyin devletten bağımsız olabileceği alanları belirleyen özgürlükler ile bireyin devlet içinde yapabileceklerinin sınırlarını belirleyen haklara ilişkindi. Bireye önem veren Aydınlanma düşüncesi ile oluşum halindeki güçlü ulusal devlet anlayışları özgürlük-düzen, hak-yetki gibi karşıtlıklar içinde gelişti. Spinoza, Locke, Voltaire, Rousseau gibi yeniçağ filozoflarının çoğu insanın başlangıçtaki doğal özgürlüğünü vurguladı. Sonradan kurulan devlet düzeni içinde ise bireyin kısıtlanan özgürlüklerini koruma yollarını araştırdılar. Doğa durumundan yola çıkan Locke doğal hukuk ilkelerine bağlı olarak insanların mülkiyetleri ile korunması gereğini ileri sürdü. Rousseau da gene aynı ilkeden yola çıkarak toplum sözleşmesi ile devletin içinde temel hak ve özgürlüklerin korunabileceğini savundu.

Kişisel özgürlük düşüncesinde dönüm noktalarından birini oluşturan Immanuel Kant, özgürlüğün birey ile bütün insanlık arasında bir ilişki olduğunu vurgulayarak dünya vatandaşlığı kavramını ortaya attı. İnsanlar arasında ayırım yapan ayrı ayrı devletlerin zamanla ortadan kalkacağını ve oluşturulacak cumhuriyetçi, özgür devletleri bir araya getiren tek bir federatif dünya-devletine varılacağını öngördü; tek insanın durumundan yola çıkarak bütün insanları kapsayacak bir yönetsel bütün düşüncesine ulaştı.

Kant’tan sonra gelişen Alman idealizmi içinde ise devlet, birey karşısında Kant’ın öngördüğü durumun tersi sayılabilecek bir konum kazandı. Bu akımda yer alan Fichte ve Schelling’den sonra G.W.F. Hegel, devleti yücelten bir görüş geliştirdi.
Hegel’e göre devlet, Nesnel Tin’in gelişmesinin en yüksek uğrağıydı. Bu uğrakta bireyin iradesi ile genel irade tam bir uyum içindeydi; genel iradenin somut bir varlık kazanması olan devlet doğası gereği ussal bir bütündü. İdeal devlet biçimi olarak, cumhuriyete karşı monarşiyi savunan Hegel bunu da döneminin Prusya Krallığı’yla özdeşleştiriyordu.

Hegel’in devlet anlayışını eleştirerek yola çıkan Kari Marx, 20. yüzyıla uzanan etkileriyle, çağdaş devlet felsefesinin biçimlenmesine önemli katkıda bulundu. Bireysel özgürlük ile devlet düzeni arasındaki gerilimi ekonomik bir temel üzerinde ele alarak devleti “egemen sınıfın toplumun bütünü üzerinde kurduğu iktidarın aracı” olarak eleştirdi. Bazı bakımlardan Kant’m görüşüne yakın düşen bir biçimde, ekonomik çelişkileri çözecek ve tek tek devletleri ortadan kaldıracak, özgürlük temeline dayalı bir dünya toplumu öngördü; kendinden önceki özgürlük yanlısı devlet görüşlerini de tarihsel ve ekonomik bir temel üzerine oturtmaya ve böylece farklı devlet görüşlerini tek bir bütünleşik sistem içinde birleştirmeye çalıştı.

Marx’m görüşlerinin odak noktası, emeğiyle yaşam koşullarını yaratan insandır. Çalışma sürecinin belirli toplumsal ve tarihsel koşullar altında yer alması, farklı devlet biçimlerini ortaya çıkarır. Marx insanın kendi çalışmasının ürünlerine yabancılaşmasına dayanan devlet biçimlerinin ortadan kalkmasını ve egemen sınıflar olmadığı için devletin de olmayacağı bir ortamda emeğinin özgürleşmesine, dolayısıyla da kişilik gelişmesine engel koşulların giderilmesini öngörür.

Marx’tan sonraki devlet anlayışları, genellikle, onun ortaya koyduğu toplum-devlet ilişkisi çerçevesinde gelişti. Görüşleri bir yandan çeşitli vurgularla ideoloji biçimini alırken bir yandan da toplumbilimlerde araştırma yöntemleri olarak kullanıldı.
20. yüzyılda gelişen devlet görüşlerinin en önemlileri, II. Dünya Savaşı’ndan sonra faşizm, Nazizm ve Stalinizm üzerine geliştirilenlerdir. Kari R. Popper’ın “Açık Toplum ve Düşmanları” tartışması, Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun “otoriter kişilik” üzerine çalışmaları ve Albert Camus’nün “başkaldıran insan” kavramı devlet felsefesi ile ilişkilendirilmiş, bu düşünürler daha çok kitlesel hareketler ile devlet içinde yaşayan tek kişinin konumuna eğilmiştir. Çağdaş Batı devletlerinin oluşum tarihine iktidar ve dil açısından yaklaşan Michel Foucault, kişiyi egemenliği altına alan devlet mekanizmalarının güçlü bir eleştirisini geliştirmiş, Gellner ise İslam toplumu üzerine yaptığı araştırmalarla, toplumsal yapılar içindeki yönetsel kurumların oluşmasına önemli açıklamalar getirmiştir.

kynak: Ana Britannica
BAKINIZ Devlet

Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 14:58