Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Nisan 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

YAZI

Ad:  Yazı7.JPG
Gösterim: 10140
Boyut:  36.7 KB

İnsanlar için ortak anlam ya da sesleri temsil eden işaret ya da simgelere dayalı iletişim sistemi.

Temel özellikleri.


Dil bir simgeler sistemi, yazı da bu simgeleri simgeleyen ikinci dereceden bir sistemdir. Yazı, dili görselleştirir, kâğıda döker. Konuşmanın görünmez, anlık ve uçucu niteliğine karşılık yazı somut ve kalıcıdır. Çoğu zaman, yazının doğrudan doğruya konuşmanın kâğıda geçirilmesi olduğu öne sürülür, bu görüşün dayandığı örtük varsayım, dilin konuşmayla özdeş olduğudur. Oysa yazı yalnızca konuşmanın “yazılması” olarak görülemez; yazıda, konuşma dilinin içermediği biçimler ve bazı özel öğrenimlerin izi vardır. Bu yüzden modern dilbilim ve felsefe yazının doğrudan doğruya dille ilgili olduğunu, ama konuşmayla yazı arasındaki ilişkinin her zaman bu kadar dolaysız olmayabileceğini savunur. Bu tartışma, 1960’lardan başlayarak Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın yazılarıyla alevlenmiştir. Derrida’ya göre, Sokrates ve Platon’dan Rousseau’ya ve modem dilbilimin kurucusu Saussure’e kadar bütün Batı düşüncesi yazının ve görüntünün gizlenmesi pahasına konuşmaya ve sese öncelik tanır. Bu düşünce geleneği içinde konuşma içsel, ruhsal, sahici, asli ve doğal, buna karşılık yazı dışsal, maddi, yapay, ikincil ve kültüreldir. Derrida’ya göre, hep daha sahici olanı bulmaya çabalayan, özdeşlik peşinde koşan Batı düşüncesi, kendisine dilin ve düşüncenin başkalığını, yabancılığını ve yapaylığını hatırlatan yazıya tahammül edememekte ve onu unutmaya, bastırmaya çalışmaktadır. Derrida gibi felsefe içinde bir hesaplaşmaya girmemekle birlikte, 20. yüzyılda Marshall McLuhan, Eric Havelock ve Walter Ong gibi araştırmacılar da yazının düpedüz konuşmanın gölgesi olmadığını, konuşmada bulunmayan anlam özellikleri ve etkiler içerdiğini belirtmişlerdir.

Yazı, görsel iletişim yollarından yalnızca biridir. El ya da yüz işaretleri ve resimler de olayları anlatmak ve insanlar arasında iletişim kurmak için kullanılabilir; ama bunların ikisi de dile dayanmadığı, dili temsil etmediği için yazı sayılmazlar. Genel olarak yazının ve çeşitli yazı sistemlerinin daha iyi kavranabilmesi için dilin “çift eklemli” yapısı üzerinde durmak gerekir. Saussure ve Andre Martinet gibi dilbilimciler dilin iki farklı yapı katmanının, anlam yapılan ve ses yapılarının çeşitli biçimlerde birleşmesinden oluştuğuna dikkat çekmişlerdir. Bu yapılar da kendi içlerinde en karmaşıktan en basite doğru farklı düzeylere aynlırlar. Anlam yapılarında en alt, en basit birime anlambirim adı verilir; sözcükler bir ya da birkaç anlambirimden oluşur.

Örneğin “çocuklar” sözcüğü, biri “çocuk”u öteki çoğulluğu ifade eden iki anlambirimden oluşur. Sözcüklerin birleşmesiyle de daha büyük ve daha karmaşık anlambirimler ya da anlam öbekleri ortaya çıkar. Ses sisteminin en küçük birimine ise sesbilim denir. Bu, insanın ağzından çıkan bir sözün içindeki bir sesi başka seslerden ayıran en küçük farklılaşmış birimdir. Ünlü ve ünsüz sesler birer sesbilim örneği olarak düşünülebilir; sesbilimlerin de daha altta yatan bazı fiziksel özelliklere göre, örneğin soluğun gırlaktan geliş biçimine ve dudakla dilin sesi çıkarırken aldığı konuma göre çözümlenmesi mümkündür. Sesbilimlerin bir üstündeki düzeyde de heceler yer alır; bir hece, bir ya da birkaç sesbirimden oluşur.

Yazı sistemleri anlam yapılarını temsil edebildiği gibi ses yapılan üzerine kurulu da olabilir ve bu yapılar içinde farklı düzeyleri temsil edebilir. Örneğin alfabetik yazı sistemi sese dayalıdır ve ses birimleri temsil eder. Hecesel yazı da sese dayalıdır, ama bu yazının işaretleri ses birimleri değil heceleri temsil eder. Buna karşılık, Çin yazı sistemi gibi logografik yazılarda kullanılan ideo gram adlı işaretler sesleri değil anlam birimleri temsil eder.

Dilin yapılarının yeterince ayırt edilemeyişi yüzünden geçmişte bazı düşünürler, bir kavramın simgesi olarak kullanılan ideogramın ve resim ya da çizimlerden oluşan piktografın (bak. piktografi) dilin üzerinden atlayarak doğrudan doğruya düşünceleri temsil ettiği yanılgısına düşmüşlerdir. Aynı görüş, bugünkü resimsel göstergeler için de, örneğin Olimpiyat Oyunları’nda ya da trafikte kullanılan işaretler için de öne sürülmüştür. Ama bu tür gösterge sistemlerinin işlevlerini yerine getirmeleri, hem oldukça sınırlı bir anlam alanı (spor ya da trafik) için geçerli olmalarına, hem de dilsel yapıların oldukça yüksek bir düzeyini temsil etmelerine bağlıdır.

Örneğin, üzerine çapraz bir çizgi çizilmiş bir kamyon resmi, “bu yola kamyon giremez” anlamına gelir ve yasaklama da öncelikle dilsel bir edimdir. Başka bir deyişle, bu tür işaretler de düşüncelerden önce anlamları, ancak dille ifade edilebilen anlamları temsil eder. Çoğu zaman da tek bir sözcüğün yeterli olmadığı durumlarda, birden fazla sözcüğü içeren bir ifadeyi temsil etmek için kullanılırlar. Sonuç olarak şu söylenebilir: Yazının, dilin ve anlamın karışmadığı, bağımsız ve saf düşünce diye bir şey yoktur.

Bu bağlamda, sayılar da bir sorun oluşturur. 1, 2 ve 3 gibi Hint Arap rakamları, görünüşte, herhangi bir dilsel yapının aracılığına gerek kalmadan doğrudan doğruya düşünceleri temsil etmektedirler. Gene de, bu rakamları, sayıların ses yapılarını değil de anlam yapılarını temsil eden özel bir yazı sistemi olarak görebiliriz. Bu, Roma rakamlarında daha da belirgindir.

Türleri.


Bir yazı sistemi, harf, karakter ya da çizim adı verilen görsel işaret, biçim ya da yapılardan oluşur; bu karakterler, dil sistemi içindeki yapılardan biriyle ilişkilidir. Karakterlerin anlamlı birimleri, örneğin anlambirim ya da sözcükleri temsil ettiği sistemlere logografik (bak. logogram) sistemler denir. Karakterlerin heceleri temsil ettiği yazılara hecesel yazı sistemi ya da hecelge, hecenin bir kesitini (ünsüzlerden oluşan kesitini) temsil ettiği sistemlere ünsüz hecelgesi, sesbirimleri karşıladığı sistemlere ise alfabetik sistem adı verilir. Uluslararası Sesbilim Birliği, her türlü konuşma dilini ortak bir yazıya geçirebilecek bir sesbilgisi alfabesi geliştirmiştir. Bunların dışında bir de seslerin farklı fiziksel özelliklerine (vurgu, dil ve dudakların konumu) göre oluşturulmuş yazı sistemleri vardır.

Batı’da yakın zamanlara değin, alfabetik sistemin en gelişmiş, en olgun sistem olduğu ve öteki yazı sistemlerinin bu sisteme varan evrimde çeşitli evreleri temsil ettiğine inanılırdı. Kültürlerin ancak kendi içlerinde anlaşılabileceğini ve bu bakımdan birbirlerine “eşdeğer” olduğunu savunan modern sosyal antropolojinin de etkisiyle, günümüzde her yazı sisteminin belirli bir dilin ve kültürün özellikleri ve sınırları içinde en uygun çözümü temsil ettiği kabul edilmektedir. Ama bu, farklı yazı sistemlerinin öğrenilebilirlik açısından eşit olduğu anlamına gelmez. Örneğin Çince büyük ölçüde logografik bir yazıdır; her sözcük ya da anlambirim, tek bir çizim ya da karakterle temsil edilir. İki ayrı sözcüğün sesleri aynı olsa bile tümüyle farklı karakterlerle karşılanırlar. Ama herhangi bir dilde sözcüklerin ve özellikle anlam birimlerin sayısı yüz binlere, hatta milyonlara ulaşabildiğinden, yazmayı öğrenebilmek için ezberlenmesi gereken karakterlerin sayısı son derece yüksek olur. Bu da öğrenim süresinin uzamasını gerektirir.
Ad:  Yazı.Gif
Gösterim: 3835
Boyut:  960.1 KB
Hecelgelerde her hece için ayrı bir işaret vardır. Heceler konuşma içinde en kolay ayırt edilebilen birimlerdir; dilin eklemli özelliği kendini en çok hecelerin birbirine eklemlenişinde gösterir. Belki de bu yüzden, sese dayalı ilk yazı sistemleri de heceseldir. Örneğin İÖ 1400 yıllarında ortaya çıktığı sanılan Miken yazı sistemi Lineer B bir hecelgedir. Her dildeki hecelerin sayısı oldukça yüksek olduğu için, hecelgelerdeki karakter sayısı çoğu zaman 100’ün üzerindedir. Öte yandan, sözcükleri oluşturmak için yan yana gelmiş hece dizileri farklı biçimlerde okunabileceği için de bu tür yazıların okunması her zaman bir yorum gerektirir. Bu da o yazının içinde yer aldığı kültürün tanınmasını zorunlu kılar.

Ünsüz hecelgeleri, yalnızca ünsüz seslerin karakterlerle temsil edildiği yazı sistemleridir. Arapça ve İbranice gibi Sami dillerinde, ünlüleri temsil eden harfler yoktur. Bu da ka, ke, ko, ku, ki gibi farklı hecelerin aynı karakterle karşılanmasına yol açar. Sonuçta, bu yazıların okunması belli bir tahmin ve yorum çabasını gerektirir. Ama bu çaba sanıldığı kadar zor değildir, çünkü yazının bağlamı çoğu kez karakterin nasıl okunması gerektiğini de açıkça ortaya koyar. Alfabetik sistemlerde bir metinde karşılaştığımız dizgi yanlışına karşın yazıyı nasıl zorlamadan okuyup anlayabiliyorsak, bu dilleri konuşan insanlar da kendi yazılarını rahatça okurlar. Bu da yazının ve dilin bağlamsal niteliğini gösteren bir olgudur. Gene de, İbranicede okumayı kolaylaştırmak ve yorumun payını sıfıra indirmek için belli bir noktalama sistemi de geliştirilmiştir.

Alfabetik yazı sistemleri, sesin en sabit birimini karşılar; bir dilde telaffuz edilebilen en küçük parçalar hecelerdir, ama heceler de çözümlendiğinde ortaya daha basit parçalar olan sesbirimler çıkar. Alfabetik yazının bir üstünlüğü, heceyi ünlü ve ünsüz bileşenlerine ayırmış olmasıdır. Böylece çok sayıda hece, görece az sayıda (21-29) harfin çeşitli biçimlerde birleşmesiyle elde edilebilir. Alfabetik yazı, anlam düzeyindeki farklılıkların her zaman ses düzeyindeki farklılıklarla belirtildiği dillere uygundur. Buna karşılık, tek bir hecenin çok sayıda anlambirimi temsil edebildiği Çince gibi dillerde logografik yazılar daha işlevseldir.

Konuşmanın fiziksel özelliklerine dayalı yazı sistemleri, sesbilimlerin bile konuşmadaki en temel, en basit çözümleme birimleri olmadığını gösterir. Bu sistemler, ünlü ve ünsüzleri ortak ve ayırt edici özelliklerine göre sınıflandırırlar. Bu sistemlerin en gelişmiş örneği, 15. yüzyılda Kore kralı Secong tarafından geliştirildiğine inanılan Hangul adlı Kore yazısı ile 19. yüzyılda İngiliz eğitimci Sir Isaac Pitman’ın geliştirdiği Pitman stenosudur. Kore yazısında ünlüler küçük işaretlerle birbirinden ayırt edilen uzun yatay ve dikey çizgilerle, ünsüzler ise bazı fiziksel özellikleri (dudakların açık ya da kapalı olduğunu ya da dilin ağız içindeki konumunu) gösteren yuvarlak ya da köşeli işaretlerle karşılanır.

Hiçbir yazı sistemi katışıksız değildir. Logografik yazının en iyi örneği olan Çin yazısında bile, anlamları belirten karakterlerin yanı sıra, zihinde somut olarak canlandırılması güç olan anlamlar için de ses benzerliğine dayalı ikincil karakterler vardır. Alfabetik yazılarda da telaffuzları değişse bile kök anlamlan değişmeyen sözcükler için aynı harfler kullanılır. Örneğin İngilizcede Europe (Avrupa) ile European (Avrupalı) sözcüklerinin telaffuzları bir ölçüde farklıdır (ilkinde vurgu birinci hecede, İkincisindeyse üçüncü hecededir), ama harfler değişmemiştir. Sese dayalı alfabetik sistemlerin bile anlamsal yazı öğelerini içerdiğini gösteren daha açık bir örnek ise eşsesli ama farklı anlamları olan sözcüklerin farklı biçimde yazılışıdır: Örneğin İngilizcede Europe (Avrupa) ile European (Avrupalı) sözcüklerinin telaffuzlarının sesleri aynıdır.

Tarihi.


Konuşma özel bir öğretim gerektirmeyen evrensel bir insan yetisi olduğu halde, yazı insan tarihinde görece yeni bir gelişmedir ve özel, bilinçli bir öğretim gerektirir. Bu olgu, konuşmanın “doğal”, yazınınsa “yapay” olduğu düşüncesine hak verdirir gibidir; ama konuşma da bir öğretim gerektirmese bile, mutlaka bir öğrenimi içerir: Büsbütün doğal ve güdüsel değildir.

Yazının tam olarak ne zaman ortaya çıktığı sorusu bilimsel bir soru değildir; bilimsel soru, bugüne kalan en eski yazı örneklerini ya da yazının “ata”sı sayılabilecek örneklerin hangi tarihten kaldığıdır. Bir başka bilimsel soru da, yazının hangi toplumsal koşulların ürünü ve hangi toplumsal gereksinimlerin karşılığı olarak ortaya çıktığıdır. Çeşitli yazı sistemlerinin tarihsel evriminin incelenmesi sayesinde bu son soruya bazı cevaplar verilebilmiştir.

Yazı sistemlerinin evrimi, iki büyük grupta incelenebilir: Sümerlerin bulduğu yazı ile Çin yazısı.
Daha sonraki evrelerinde çivi yazısı adını alacak olan Sümer yazısının IÖ 8000’den sonra avcılık ve toplayıcılıkla geçinen toplulukların yerleşik tarımsal topluluklara dönüşmesinden sonra, muhasebe ve defter tutma gereksinimiyle birlikte geliştiği sanılmaktadır. Arkeolog Denişe Schmandt Besserat’a göre, Sümerlerin alacak verecek kayıtlarını tutmak için kullandıkları kilden yapılmış küçük nesnelerin yerini zamanla yazılı tabletler almıştır. İÖ 4. binyıldan kalan ve gene defter tutma amacıyla kullanıldığı anlaşılan bu küçük kil nesnelerin bazıları da kilden mahfazaların içinde saklanmaktadır. Bu mahfazaların üstünde, içlerindeki nesneyi belirten bazı işaretler vardır. İÖ 3100 yıllarına ait bu işaretler logografik yazının ilk biçimidir ve sayıları, adları, kumaş ve sığır gibi nesneleri simgeleyen yaklaşık 1.200 karakterden oluşmaktadır. Schmandt Besserat’nın varsayımına göre, Mezopotamya’da bulunan bu kil nesneler tahıl, koyun ve sığır gibi tarımsal mallan temsil etmektedir ve bir muhasebe aracı olarak kullanılmaya başlamıştır. tÖ 4000’den sonra yerleşik toplulukların çoğalması ve gereksinimlerin çeşitlenmesiyle birlikte bu simgesel kil nesneler de çeşitlenmiştir. Bu nesneler, borçları ve alacakları kaydetmek amacıyla bir mahfaza içinde saklanmakta, bir hatırlama kolaylığı olarak da mahfazanın üstüne içindeki nesneyi bildiren bir işaret kazınmaktadır. Zamanla nesnenin kendisine gerek olmadığı düşünülmüş olmalı ki, bir süre sonra bu mahfazaların yerini, üstünde yalnızca işaretler olan düz tabletler almıştır. Bu da yazının gelişmesiyle insan düşüncesinin simgeselleşmesi arasında çok yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir.

İÖ 3200’den sonra, sınırlı bir amaç için kullanılan bir işaret sisteminin genel amaçlı bir yazı sistemine doğru evrilişini izlemek çok daha kolaylaşmaktadır. Eski Sümer yazısında sayıları ve adları belirtmek için geometrik şekiller, nesneleri belirtmek için de bu nesnelerin kalıplaşmış resimleri kullanılırdı. Zamanla, işareti ıslak kile çizmek için kullanılan ince uçlu keskinin yerini daha kaim çivilerin almasıyla bu simgeler de resim özelliklerini yitirerek daha da simgeselleşmiş ve kalıplaşmışlardır. Sümer çivi yazısının evrimindeki ikinci büyük aşama, ses yazısı ilkesinin benimsenmesi, yani bir işaretin ortak bir anlam yerine ortak bir sesi belirtmek için kullanılmasıdır. Gene de, Sümer yazısı esas olarak logografik bir sistem olarak kalmıştır. İÖ 3. binyıl içinde Sümer yazısını devralan Akadlar, Asurlar ve Babilliler gibi Sami kavimleri, çiviyazısının sonografik ya da sese dayalı niteliğini biraz daha geliştirmişlerdir.

Tümüyle sese dayalı ilk yazı sistemi İÖ 1400’de ortaya çıktığı sanılan ve 1952’de İngiliz mimar Michael Ventris tarafından çözülen Lineer B yazısıdır. Hecelere dayalı olan bu yazıda her ünlü-ünsüz çifti için bir karakter vardır. Oldukça sistematik olmasına karşın, bu yazı, Miken Yunancasınının ses düzenini bütünüyle temsil edebilmekten uzaktır; Yunancada basit ünlü ünsüz çiftlerinden oluşmayan birçok hece vardır ve her ünsüz de mutlaka bir ünlüye bağlanmamaktadır.

Sese dayalı yazıların evriminde son aşama, İÖ 2000 yıllarında gene bir Sami kavmi olan Fenikeliler tarafından geliştirilen alfabetik yazıdır. Bu yazının daha modern biçimleri, bugünkü İbrani ve Arap yazılandır. Sami yazı sisteminde akrofonik ilke geçerlidir; yani sesler, adları o sesle başlayan bir nesnenin resmiyle temsil edilir. Temelde Akad çivi yazısından pek farklı olmayan Mısır hiyeroglif yazısından alınmış bu ilkeye dayanılarak 22 karakterli bir alfabe kurulmuştur. Yalnızca ünsüzleri belirten Sami alfabesi, İÖ 1000-900 yıllarında Yunanlılarca devralınarak hem ünsüzlerin hem de ünlülerin ayrı çizimlerle temsil edildiği modern alfabeye dönüştürülmüştür. Bugünkü Latin alfabesinin temelinde de Yunan alfabesi vardır. Yunanlılar, Samilerin Yunancada bulunmayan bazı ünsüzleri temsil etmek için kullandığı altı harfi, ünlüleri temsil etmek için kullanmışlar, bu da tüm yazının yapısının değişmesine yol açmıştır. Sözcükleri farklılaştırmak için ünlülerin kullanılması, bütün Hint Avrupa dillerinde geçerli olan bir ilkedir. Sonuç olarak, alfabetik sistemin zaman, kişi, sayı, cins, kip, çatı ve durum ayrımlarının sözcüğün kökündeki değişikliklerle belirtildiği bugünkü diller için daha uygun olduğu söylenebilir.

Çince ise birbirinden kolayca ayrılabilen ve her biri bir anlambirimi gösteren hecelerden kurulu bir dildir. Çincenin Latince gibi bükünlü değil aynşkan bir dil olması, yani ekleri, kipleri ve çekimleri ayn sözcüklerle ifade etme eğilimi, her anlambirimin ayn bir heceyle temsil edilmesine yol açmıştır. Örneğin İngilizcede make (“yapmak”) sözcüğü, bükün yoluyla, hepsi bırbiriyle ilişkili olan bir dizi sözcüğün türetilmesini sağlar; made (“yaptı”), makes (“yapar”) vb. Çincede ise bunların her biri için birden fazla karakter kullanılır.

Çin yazı sisteminin ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir. En eski Çince yazı örnekleri Şhang (Yin) hanedanı döneminden (İÖ 18-12. yy) kalmadır. Ama o tarihte Çin yazısının bugünkü biçimine çok yakın ve oldukça gelişmiş bir sistem olduğu düşünülürse, yazının çok daha eski olduğu anlaşılır. İÖ 1400 yıllarına gelindiğinde Çin yazısı 2.500-3.000 karakterlik bir sistem haline gelmiştir; bunların çoğu bugün de okunabilmektedir. Çin yazışı, bugünkü biçimini, Çin döneminde (İÖ 221-206) kazanmıştır. İlk Çin karakterleri, temsil ettikleri şeylerin şematik resimleriydi; örneğin “erkek” sözcüğünün çizimi, ayakta duran bir erkekti, “kadın” içinse çömelmiş bir kadın figürü kullanılıyordu. Bir nesne ya da kavramı simgeleyen bu işaretler (ideo gram) zamanla yerlerini anlam birim ya da sözcükleri karşılayan işaretlere (logo gram) bıraktı. Bu dönüşümde, yazışma için toprak ve çivi kullanımından mürekkep, fırça, kâğıt ya da kumaş kullanımına geçilmesinin de payı olmuştur.

Japon {bak. kana) ve Kore yazıları da Çin yazısının bu iki farklı dile uyarlanmasıyla ortaya çıkmış, ama dillerin yapısı Çinceden oldukça değişik olduğu için sonuçta kesinleşen Japon ve Kore yazıları da Çin yazısından uzaklaşmıştır. Japonca, Çinceden farklı olarak bükünlü bir dildir; bunun için Japonlar kısmen Çin yazısına dayah logografik bir sistemden, kısmen de aynı karakterlerin ses değerleri için kullanıldığı hecesel bir sistemden yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kore yazısında, ses ilkesi daha da geliştirilmiş, ses birimlerin ses değerleriyle doğrudan ilişkili olan sistematik bir görsel yapıya sahip 28 harften oluşan bir yazı sistemi benimsenmiştir.

İşlevi.


Yazıyla uygarlık ve kültürel gelişme arasında dolaysız bir ilişki olduğu öne sürülür. Ama 20. yüzyılda yapılan antropolojik araştırmalar, son derece karmaşık bir tinsel ve kültürel sisteme sahip bazı toplulukların yazı olmadan da varlıklarını sürdürebildiklerini ortaya koymuştur. Bu olgudan hareket eden bazı kuramcılar, modern alfabetik yazının Batı uygarlığının gelişmesinde çok belirleyici bir rol oynadığını, Çin yazısının ise geleneksel Çin toplumunun ve uygarlığının şekillenmesi açısından önemli olduğunu, ama bunların birbiriyle karşılaştırılamayacağını kabullenmek durumunda kalmışlardır. Gene de bazı genel gözlemler yapmak mümkündür. Yazı her zaman ticaretin ve meta ekonomisinin belli bir düzeye geldiği ve görece geniş bir coğrafya üzerinde merkezî bir yönetimin kurulduğu topluluklarda bir zorunluluk olmuştur. Geniş kesimlerin siyasete katılmadığı geleneksel Çin toplumu gibi toplumlarda, yazı dili ile konuşma dili arasında önemli farklılıklar vardır. Bu tür toplumlarda yazı dilinin karmaşıklığı, yönetim bilgisinin belirli bir zümrenin tekelinde kalmasını sağladığı için, konuşma dilinin basitliğine ve açıklığına karşı savunulan bir özelliktir. Buna karşılık alfabetik yazı, yaşamın ve siyasetin kitleselleştiği, bilginin standartlaştığı toplumlarda, bu kitleselleşme ve standartlaşmanın başlıca neden ve sonuçlarından biridir. Ayrıca bak. alfabe; kaligrafi.

Kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Baturalp; 14 Mart 2017 17:01