Arama


Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
12 Şubat 2006       Mesaj #2
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
Son Dönem Osmanlı Ulemasının Meşrutiyet ve Hürriyete Dair Görüşleri

Abdülhalim Yener

Osmanlı Devletinin gerileme ve çöküşüne paralel olarak kurtuluş reçetelerinin arttığı ve Osmanlı aydınının bu konuda büyük çaba içinde olduğu bilinmektedir. Özellikle on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batıyı daha yakından tanıma, görme, değer yargıları hakkında yerinde bilgi sahibi olma imkanına kavuşan Osmanlı aydınının, değerlendirmeleri yaparken daha gerçekçi davrandığı ve Doğu-Batı kıyasını daha mukni delillerle sergilemeye başladıkları görülmektedir.
Batıyı giderek, görerek, orada okuyarak, yaşayarak öğrenen aydınlarımızı dar bir çerçeve içinde değerlendirmek ve onları belli kalıplar içine koymak mümkün değildir. Söz konusu aydınların Batı'yı tanımadan önce ve tanıdıktan sonraki görüşleri ve değer yargılarının benzerliklerinin yanında farklılıkları da çoktur. Bunlar, gerek Batı'da bulundukları süre zarfında, gerekse döndükten sonraki dönemlerde basın ve yayın yoluyla fikirlerini yaymaya gayret göstererek, kendilerine göre Osmanlı Devleti'nin düze çıkma ve toplumun problemlerine çare bulma yoluna gitmişlerdir.
On dokuzuncu yüzyıldan itibaren özellikle yayın yoluyla büyük bir fikir bombardımanının yaşandığı gözlemlenmektedir. Özellikle hak ve hürriyet, eşitlik, adalet, devlet başkanlığının mahiyeti ile görev ve yetkileri, saltanat, hilafet, istibdat, imtiyazlı insanların olup olamayacağı, demokrasi, ululemre itaat ve muhalefet hakkı, meclisin teşkili ve seçim tarzı, meşrutiyetin Osmanlı toplumuna uyup uymadığı gibi konular çok sayıdaki aydın tarafından ele alınıp tartışılmıştır. Bu konuları ele alıp fikir yürütenleri; Batıcı, İslamcı, Türkçü olarak vasıflandırılan tüm kesimler arasında bulmak mümkündür. Biz de bu çalışmamızda İslamcı olarak vasıflandırılan bazı isimlerin fikirlerini derlemeye çalıştık. Bunlar; Said Halim Paşa (1864-1921), Ali Suavi (1839-1878), Şeyhülislam Musa Kâzım (1858-1920), Mehmed Seyyid (Seyyid Bey 1873-1924), İsmail Hakkı İzmirli (1868-1946), Ahmed Hamdi Akseki (1887-1951) ve Şeyhülislam Mustafa Sabri (1869-1954).*
Hak ve Hürriyetler
Hürriyeti, "insanoğlunun hakikati arama ve adaleti gerçekleştirme yolundaki çalışmalarının bir meyvesi" (M. Ertuğrul Düzdağ; Said Halim Paşa Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yay. 3. Baskı, İstanbul 1998, s. 37) olarak gören Said Halim Paşa, hürriyetin derecesi ile manevi ve fikri ilerleme arasında paralellik kurar. Sarf edilecek gayret oranında hürriyetin derecesinin yükseleceğini belirtir. Doğu-Batı dünyasını kıyaslarken; Avrupa'nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçtikten sonra da hürriyetlerine kavuşamadığını ve ruhbanlık ve asillik imtiyazına sahip kesimler tarafından baskı altında yaşamaya devam ettiğini belirtir. Verdikleri mücadele sonucu Batı için hürriyetin sosyal zincirleri kırma ve kölelikten kurtulma anlamına gelmesine rağmen çağdaşları olan İslam toplumu için böyle bir durumun söz konusu olmadığını bildirir. Yine bu dönemde yaşayan Müslümanların daha müsamahakar olduklarını, adalet sahibi ve hürriyet sever olduklarını ilave eder (Düzdağ, age, s. 40).
Şeyhülislam Musa Kâzım hürriyeti; azadelik, azade olma olarak tarif ettikten sonra bu azadeliğin bütün kayıtlardan azade anlamına gelmediğine dikkati çeker. Mutlak hürriyetin hiçbir yerde olmadığını, mükellefiyet ve sorumlulukların böyle bir duruma imkan vermediğini izah eder. Kainattaki her şeyin belli bir mükellefiyetle kayıt altına alınmış olup, belli mükellefiyetlerle bağlı olmalarını, mutlak hür olmanın imkansızlığının delili olarak gösterir. "Her mahluk behemehal kendi üstünde bir amirin emrine, bir müessirin tesirine tabidir ve bu da tabii ve cibilli bir durumdur. [O'nu hamdederek tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur] mealindeki İsra Suresinin 44. ayeti ve benzeri pek çok ayetin buna işaret ettiğini, Sırat-ı Müstakim'deki yazısında dile getirir (İsmail Kara; Türkiye'de İslâmcılık Düşüncesi, C. I, Risale Y., İstanbul 1987, s. 49-50).
Hürriyeti, İslamiyet'in esaslarından biri olarak gören Musa Kâzım, hürriyetin sınırlarını, başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla her şeyi savunup veya karşı çıkma hakkına sahip olarak çizer. İnsanlık ve medeniyetin olgunlaşmasını ve yükselmesini sağlayan, ulvi hürriyettir. İnsanlar başkasının hakkına tecavüz etmemek kaydıyla, kimden gelirse gelsin her türlü haksızlığa karşı koyma hakkına sahiptirler. İslam dininin bahşettiği bu hürriyet sayesinde Müslümanlar arasında haksız muamelelere fazla rastlanılmadığı, sıradan insanların haksızlığa uğradıklarını zannettikleri anda bizzat Peygamber Efendimize (asm) veya halifelerine sorup açıklama isteme hürriyetine sahip olduklarını belirtir. (Kara, age., C. I., s. 68). Musa Kâzım, 27 Şubat 1319 tarihli İslam Mecmuası'nda yayınlanan makalesinde şunları yazar: "İslam dininin bahşettiği hürriyetin kuvvet derecesine ve yüce mertebesine bakınız ki, Hz. Peygamber bir hadis-i şerifinde, zalim bir hükümdara karşı doğru sözü söylemeyi cihadın en faziletlisi saydığı gibi, diğer bir hadis-i şerifinde de böyle bir hükümdarı adaleti icra etmeye ve zulümden sakınmaya davet edip de ondan dolayı o hükümdar tarafından öldürülen herhangi bir gayretli kişiyle ulu amcaları, şehitlerin seyyidi Hz. Hamza'yı ulvi mertebesinde eşit tutmuşlardır ki, hak ve hakikati muhafaza ve müdafaa uğruna söz söyleme ve konuşma hürriyetine bundan daha ziyade revaç vermek imkan haricindedir."
Ahmed Hamdi Akseki, hürriyeti İlahi bir mevhibe olarak telakki eder. Serbest düşünebilme, serbest söyleyebilme, serbest hareket etme hakkına sahip olma keyfiyeti olarak tanımlar. Bunun sınırlarının ise sadece başkasının hürriyeti olduğunu belirtir. Hayatın her insan için tabii bir hak olması hasebiyle, onu muhafaza edebilmek için hür olmanın tabii olduğunu ifade eder. Hür olmayan insan, hayatını muhafaza edemeyeceği gibi, nefsini kemale ulaştırma gayesine de ulaşamaz. Akseki hürriyeti; faziletin esas temeli, tekliflerin mercii olarak gösterir. Ayrıca hürriyeti; şahsi hürriyet, medeni hürriyet, fikir hürriyeti, söz ve yazı hürriyeti, temellük ve tasarruf hürriyeti, siyasi hürriyet şeklinde sınıflandırmaya tabi tutar (Kara, age., C. II, s. 238).
Şahsi hürriyetin mahiyetine örnek olarak Asr-ı Saadet'te cereyan eden bir olayı örnek olarak verir Akseki: Savaşın birinde, Üsame, bir kafiri "la ilahe illallah" dediği halde öldürür ve daha sonra durumu Hz. Peygambere anlatır. Peygamber Efendimiz "la ilahe illallah diyeni nasıl öldürürsün" diye Üsame'yi şiddetle muaheze edince: "Ya Resulullah kılıçtan korktuğu için söyledi, hakikaten iman etmiş değil" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "kalbini yarıp da içinde ikrar veya inkar olduğunu anladın mı?" buyurur (Kara, age., C II, s. 239-40). Ayrıca, Gaşiye Suresinin 21-22. ayetlerini (Sen tebliğe memursun, vicdanlar üzerinde mütehakkim değilsin) ve Maide Suresinin 105. ayetini (Siz kendinize bakın, siz iyi ve doğru yürüdükçe başkasının kötülüğü ve sapıklığı size zarar vermez) delil göstererek vicdan ve itikad hürriyetinin güvence altına alındığını ifade eder. "Hak sahibi için söylemek salahiyeti vardır", "En büyük cihad, zalim bir hükümdarın huzurunda söylenen hak bir sözdür" mealindeki hadislerin rey ve beyan hürriyetlerini; "İyi yapan kendi faydasına, kötü yapan da zararınadır" mealindeki bir çok ayet ve hadislerin de hareket hürriyetini tesbit ettiğini ilave eder.
Din ve mezhep hürriyeti hakkında da şu görüşlere yer verir: "İslam'ın mühim esaslarından biri de din ve mezhep hürriyetidir. İslam bunu en sarih bir surette tespit ederek başka din ve mezhepte olanlara gayz ve taassup göstermeyi yasak etmiştir. İslam'ın talim eylediği esaslara göre insanların akıl ve muhakeme, din ve mezhep hususundaki ayrılıkları Allah'ın yüksek hikmeti iktizasındadır. Binaenaleyh dini talim ve neşrederken bile vazifemiz, yalnız hakkı söylemek, hakikati anlatmak olup başka din ve mezheptekilere darlık vermek, tazyik yapmak ve zor ile din ve mezheplerini değiştirmek değildir. Esasen din ve mezhep hürriyeti; fikir, vicdan ve itikad hürriyetinin bir neticesi demektir. Fikir ve vicdan hürriyeti, din ve mezhep müsamahası İslam'da dini bir emir olduğu içindir ki, Müslümanlar vicdan hürriyetine riayet, başkalarının itikad ve ibadetlerine hürmet etmiş ve ilim sahasında dini, mezhebi münakaşalardan çekinmemiştir. Yurtlarını istila etmek, hürriyet ve istiklallerini ellerinden almak, din ve ahlaklarını bozmak fikrinde olmayan bir milletle, dini ne olursa olsun, adalet ve müsavat içinde kardeş gibi geçinmek Kur'an'ın emirlerindendir. Kur'an düşmanlara karşı bile adalet dairesinden dışarı çıkılmamayı emreder (Maide 5/8)." (Kara, age. C. II, s. 240-41)
İslam'ın kadına verdiği hak ve hürriyetlere değinen İsmail Hakkı İzmirli, erkek ve kadının aynı gaye için yaratıldığını belirtmektedir. Zariyat Suresi 56. ayetinin (Ben cin ve insan türünü ancak bana ibadet etsinler diye yarattım) kadın ve erkeğe aynı gayeyi gösterdiğini, her iki tarafın ilim öğrenmekle mükellef olduklarını belirtir. İzmirli; "Ailenin yapısı esir (olan kadın) ve emir (olan erkek)den meydana gelmiş değildir. İki hayat ortağından oluşmuştur. Erkek kadının hayatta iradesini öldüremez, dimağını ezemez, şeriatın bahşettiği hakları istemede ve vazifelerini yapmada hürriyetini kısıtlayamaz. Bununla beraber kadının hürriyeti, iş ve hakların bütününde erkeğe eşit olması demek değildir. Erkek gibi adabı muhafazada orta yolu tutmak, kötülükten uzaklaşmak, haramdan kaçınmak şartıyla hareket ve davranışlarında serbest olması demektir." şeklindeki ifadelere yer verir (Kara, age., C. II, s. 113). "Kadın erkek gibi fikir ve irade hürriyeti (istiklali)ne sahiptir. İslam dini, insanlığın olgunluk doruğuna yükselmesi için iki kanat hükmünde olan fikir ve irade hürriyetini erkeğe, kadına eşit şeklide bahşediyor. Erkek de kadın da fikrinde hür oluyor, birbirlerine mütehakkim olmuyor."
İzmirli, kadının kendine ait olan malında dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahip olduğunu ve bu konuda kocasının iznine tabi olmadığını hatırlatır; ister satar, isterse rehin verebilir. Tesettür konusuna da değinen İzmirli şu görüşlere yer verir: "Örtü (hicab) kadın haklarını ve kadınların hürriyetlerini daraltmak için değil, belki namuslarını aşağılık insanların nazarlarından korumak içindir, kadınlara has meziyetleri ahlaki musibetlerden, şaibelerden muhafaza etmeye yöneliktir. Kadının şerefi erkeğin şerefi gibi ırz temizliğine bağlıdır. Kadının izzeti iffetindedir. İffet hem kadın için, hem erkek için bir fazilettir. İffetsizliğin cezasını kadın erkek aynı seviyede çekerler. İffete saldırmak manasına gelen 'kazf-i muhsane' (temiz ve namuslu kadına zina iftirasında bulunma) en büyük cezayı gerektirir. Kadının iffeti, göreceği tecavüzden uzak oluşu nispetindedir. Bu uzak kalma için de örtünmeden daha güvenilir bir yol yoktur. Tek başına örtü, hürriyeti temin eden bir şey olmadığı gibi esaret alameti de değildir. Belki kadının istiklalinin tek teminatı, kadının hürriyetinin erkeklerin tahakkümüne karşı aşılmaz bir seddidir. Üşüşme ve tecavüz etme unsuru olan erkekten latif, ince ve matlup unsur olan kadının şeref ve kerametini himaye etmeye yöneliktir." (Kara, age., C. II, s. 115)
Eşitlik ve Adalet
Said Halim Paşa, tabiatta hüküm süren kanunlarla şeriat kanunları arasında benzerlik kurar. Şeriat kanunlarının, bütün kainatta hüküm süren ve Yaratıcı tarafından konan tabiat kanunlarından farkı yoktur. Tabiat kanunlarında olduğu gibi (örneğin, hava soğuduğu zaman herkesin üşümesi veya sıcaklardan her kesin etkilenmesi gibi), Şeriat kanunlarının önünde de bütün insanlar eşittir. Hür ortamda insanlar, bu kanunlardan eşit şekilde faydalanırlar. Sahip oldukları hürriyetin, sadece o kanunlara karşı göstermeye mecbur oldukları saygı ve riayetle sınırlı olduğunu ifade eder (Düzdağ, age., s. 229).
Batı toplumunun aksine, İslam toplumunda eşitlik tabirinin hiçbir haset, kin veya tecavüz hissini uyandırmadığını, çünkü, insanlar arasında şahsi meziyetlerden kaynaklanan ve dolayısıyla meydana gelen eşitsizliğin demokrat İslam toplumu tarafından gayet tabii olarak görüldüğünü kaydeder. İki toplumu şu şekilde kıyaslamaya devam eder:
"Şarkı Garptan ayıran en görünür fark, Avrupa'nın putperestlikten Hıristiyanlığa geçmesine rağmen, ruhbanlık ve asillik imtiyazlarının baskısı altında yaşamasıdır. Bu hal, tabii olarak zulme ve sınıflar arasında düşmanlığa sebep olmuştur. Şark ise İslamiyet ile şeref bulduktan sonra, ne ruhban sınıfını, ne asilzadeleri ve ne de bir başka keyfi imtiyazı tanımıştır. İslam milleti, hangi ırk ve mezhebe mensup olursa olsun, bütün insanlar arasında gerçek bir adalet, tabii bir eşitlik ve samimi bir kardeşlik dünyası kurmaktan başka gayesi olmayan bir 'adalet ve eşitlik kanunu'na tabi olmuştur.
"Gerçi Müslümanlar da, zamanın ve içinde yaşadıkları muhitin tesirlerinden tamamen kurtulamadıklarından, bu kanunun hükümlerine her zaman tam olarak uymamışlardır. Fakat hiçbir tarih devresinde, bu kanunun hüküm ve tesirinin tamamen dışına çıkmış da değillerdir. Bu sebeple, Müslüman milletler, aynı devirde yaşadıkları Hıristiyan milletlerden daha fazla müsamahakar, adalet sahibi ve hürriyet sever olmuşlardır." (Düzdağ, age., s. 40-41)
Şeyhülislam Musa Kâzım'a göre, İslamî esaslarından birisi de eşitliktir: "İslam dininin bu kelimeden (müsavattan) maksadı da mutlak eşitlik olmayıp haklarda ve bütün muamelelerde eşitliktir ki, zaten insanlığın refah ve saadetine esas olabilecek eşitlik de budur. Vakıa insanların bütün hak ve muamelelerde kanun nazarında eşit olmaları lazımdır. Zira öyle olmazsa insanların hakları kaybolur, kuvvetliler zayıfların haklarına tecavüz eder, neticede medenileşme ve terakki mümkün olmaz. Halbuki medenileşme olmayınca insan hayatının bekasına ve devam etmesine imkan kalmaz. Hz. Peygamber bu eşitliğe tamamiyle riayet etmişler ve ümmetine de kendi gibi riayet etmelerini ferman buyurmuşlardır."(Kara, age., C I, s. 69)
İslam'da herkesin hür olduğunu, istediği yerde oturabileceğini, kalkabileceğini, hareket edebileceğini belirten Seyyid Bey, başkalarına zararları dokunmadığı sürece hiç kimseye karışılamayacağını söyler. Büyük Millet Meclisi'nde (1924) yaptığı konuşmada sözlerini şöyle sürdürür: "Aynı şekilde herkesin nefsi, ırzı hürmete layık ve saldırıdan korunmuştur. Mülk edinme hakkı da böyledir. Herkesin malı, mülkü saldırıdan korunmuştur. Herkes kendi malında ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Başkasına zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes hukuk önünde eşittir. Öyle sınıf imtiyazları, zadeganlık usulü gibi şeyler yoktur. İslam tam manasıyla demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kur'an-ı Kerim, 'Allah katında en mükerrem olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır' (Hucurat 49/13) buyuruyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük, şerefli (şerif) ve sıradan (vadi') kişiler Allah nazarında eşittir. Bunun içindir ki, İslam'da hiçbir kimse kendi şahsi imtiyazından dolayı diğer bir fert üzerinde zorla söz geçirmek, ona emretmek ve yasaklamak hakkına sahip değildir." (Kara, age., C I, s. 202)
İsmail Hakkı İzmirli, Kur'an-ı Kerim'in salih yönetimi ve adil siyaseti emrettiğini ayet örneğiyle açıklar: "Adil siyaset ve salih yönetimi Kur'an-ı Mübin Nisa suresinde 'Allah emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder' (Nisa 4/58) ayeti ile tecelli ettiriyor. Emanetleri ehline vermek 'salih yönetim', adaletle hükmetmek 'adil siyaset' Kur'an-ı Mübin'in telkin ettiği İslam devletinin iki ana esası olmuş olur. Bu 'emr ayeti' idareciler ve yöneticiler (vulat-ı umur) hakkında nazil olduğundan idarecilere, hükümet memurlarına emanetleri ehil olanların eline bırakmalarını, insanlar arasında hüküm verdikleri zaman adaletle hükmetmelerini emrediyor. İşte bu iki ilke, adil siyaset ve salih yönetimin aslıdır, menşeidir, adil siyaset, salih yönetim bütünüyle bunda toplanır.
"İslam devleti her seviyede adaleti yaymak ve dağıtmakla görevlidir. 'Bir topluluğa olan hiddet ve nefretiniz sizi (onlara karşı) adaletsizliğe sürüklemesin' (Maide 5/8) ayeti buğz ve düşmanlık beslediğimiz bir kavim hakkında bile adaleti yerine getirmemekten dolayı vebale düşmekten bizi sakındırıyor. Adalet İslami hükümlerin temelidir, bütün şer'î hükümlerin dayanağıdır. İslam adaletle ayakta durur, kılıçla değil. İslam dini adaleti yalnız mensuplara, muhiplere, hemşehrilere tahsis etmiyor, belki bütün insanlara teşmil ediyor. Öyle ise İslam adaleti bir bütün olarak tamamıyla üstleniyor. Adaleti ifa etmeyen, zulmü itiyat haline getiren devlet İslam devleti değildir. Adil muzafferdir, zalim kahra uğramıştır. 'Halktan Allah'a en sevimli gelen adil devlet başkanı, en buğza uğrayan da zalim devlet başkanıdır' hadisinin ifade ettiğine göre Allah katında en sevgili kimse adil devlet başkanı, en buğza uğramış kimse de zalim imamdır. Zalimlerle onlara yardım eden yardakçılar ahirette şiddetli cezaya çarpılacaktır." (Kara, age., C I, s. 107-108)
Devlet Başkanlığı, Saltanat, Hilafet
Said Halim Paşa hakimiyet mefhumu, devlet başkanının seçimi, yetkileri gibi muhtelif konularda görüşler beyan etmiştir: "Hakimiyet mefhumu hakkındaki telkinlerin en sağlamını ortaya koyan, ona en hakiki m*******, en hakiki mahiyetini veren İslamiyet'tir. Evet İslamiyet insana şunu öğretmiştir: Hakimiyet demek, ancak şeriatın, yani ahlaki hakikatin ve içtimai adaletin tabii koruyucu olan bu ilahi kudretin ve dolayısıyla ilmin, akıl ve hikmetin hakimiyeti demektir. İşte Müslümanlık insanlara bu hakikati öğretmek suretiyle hakimiyetin, zorbalık ve şiddetten doğan ve gasbedici, yalancı bir kudretin bencil maksatlarına hizmet etmek için icat edilen zalim bir kudretten ibaret olduğu hakkındaki kanaat ve inanca ebediyen son vermiştir." (Kara, age., C I, s. 82)
Geniş yetkilerle donatılmış ve halkın oyuyla seçilmiş başkanlık sisteminden yana olan Said Halim Paşa, görüşlerini geniş bir şekilde anlatmaktadır: "İslam hükümetinin vazifeleri; halka mümkün olan refah ve saadeti tamamen temin etmek ve devlet olarak imkanın son derecesine kadar nüfuz ve kudret sahibi olmak... Zira hükümetin en iyisi, en kuvvetli, en tedbirli olanı ve halka en iyi hizmet edebilenidir. Bundan dolayı İslam cemiyetinde hükümetin kudretli ve tesirli olabilmesi için, bu kudret ve nüfuzu temin eden bütün hak ve imtiyazlara sahip olması ve bütün bu salahiyetin yalnız bir şahısta toplanmış bulunması lazımdır. Böyle olmaz da, bu hak ve imtiyazlar parçalara bölünerek şahıslara veya çeşitli siyasi heyetlere verilecek olursa, bunlar birbirlerine karşı gelmekten, birbirlerini hükümsüz bırakmaya çalışmaktan geri durmayacaklardır. Bu hal, kesin olarak, hükümetin aciz ve iş yapamaz duruma düşmesiyle sonuçlanır. Bu ise her zaman için çok tehlikeli bir sosyal felakettir.
"Bununla beraber, bütün hak ve imtiyazlara malik olacak olan devlet reisinin, milletin oyları ile seçilmesi de o nispette gereklidir. Çünkü başkanlık makamına, en fazla layık olan kim ise onu bulup geçirmek, millet için kaçınılması mümkün olmayan bir vazifedir. Böyle olunca, seçim, o vazifeden doğan tabii bir haktır. Şu halde Müslüman memleketinde, devlet reisinin millet tarafından seçilmesi ve hakimiyetini tesirli şekilde yürütebilmek için de bütün hak ve imtiyazlara sahip olması icap etmektedir. Bundan dolayı Müslüman devletin reisi, icra kuvvetinin en büyük başkanıdır. Vekil ve mümessillerine, en iyi şekilde hizmet edebilmeleri için gerekli olan hak ve salahiyetleri verir ve onlar vasıtasıyla vazifesini yapar. Bulunduğu makam dolayısıyla, memleketin siyasi hayatını tanzim eden devlet reisi olacaktır. Bu siyasi düzenin muntazam işlemesine nezaret etmek, muhtelif kuvvetler arasındaki ahenk ve anlaşmayı korumak ve çıkabilecek olan ihtilafları yoluna koymak da onun vazifesidir." (Kara, age., C I, s. 106)
Ali Suavi, yetkileri sınırlandırılmış bir padişahlık sisteminden yana olduğunu beyan eder. Fikirlerini: "Aya bu alem-i insanide bir imamet-i fi'liyye ki, onun hak ve selahiyeti na-mahdut olsun. Bu olur mu? Her ne nama isnad olunursa olunsun, selahiyeti tahdid gerektir. Selahiyet-i gayr-ı mahdude, düşmez kalkmaz, yanılmaz, şaşırmaz, garaz etmez bir kudret-i kamileden başka yerde nasıl tasavvur olunabilir? İşte bu kudret-i kamile hükümet-i uluhiyettir." (Hüseyin Çelik; Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Y., İstanbul 1994, s. 553) Yetkilerin sınırlandırılmasını savunurken, başta bulunan kişinin şahsiyet itibariyle iyi olmasının yeterli olmadığını, mutlakıyet rejimlerinin iyi bir hükümdara bile icraat yapma imkanı tanımadığını belirtir: "İşte takririmizden zahir olur ki, en salih ve adil bir zat bile hükümet-i müstakileye hakim olsa, bulunduğu makam yine kendisini efkar-ı haliseden hariç memlekette bulundurmaya sebep olur."
Suavi, İngiltere ve Fransa'da mevcut babadan oğul veya kıza geçen saltanat sistemine de karşıdır. Osmanlı Padişahının söz konusu ülkelerdeki kral veya kraliçeler gibi hiçbir şeye karışmadan bir kenarda durmasını, İslamiyet'teki imamet sistemine uygun bulmaz. Çünkü, İslam padişahı işin başında bulunarak, on madde halinde sıraladığı vazife ve sorumluluklarını yerine getirmek zorundadır. (Çelik, age., s. 569)
Suavi, İslam devletinin başında bulunan hükümetin, Allah'ın ezeli adaletini uygulamakla görevli olduğunu belirtir. Bu yolla hükümet beşer nezdinde Allah'ın adaletinin tecelli etmesine vesile olur. Yönetimde bulunan halife, şahıs veya gruba "zillullah" (Allah'ın gölgesi) denmesi bu yüzdendir. Dolayısıyla bu tabir manasız ve boş bir deyim değildir. "İnsanlar, Allah'ın adaletini yeryüzünde icra eden cemaatin liderine dilin ifade acizliğinden dolayı "zillullah" demişlerdir." (Çelik, age., s. 598)
Ali Suavi, İslamiyet'te ruhbanlığın olmadığını örneklerle açıklamaya çalışmaktadır; "Filvaki ben Müslüman olduğum halde Müslümanların padişahına 'Halife' dendiğini işiterek büyüdüm. Lakin bu lakaptan ecnebiler gibi bir mana-yı takdis ve hükümet-i ruhaniye anlamadım. Niçin anlamadım, işte beyan edeyim. Hep ehl-i sünnet bilir ve teslim eder ki, Peygamber (sav) Müslümanlara bir reis, yani bir vekil buyurmayarak vefat etti. Ve bir reis tayinini Cumhuriyet usulünde olduğu gibi intihaba havale etti. Öyle ise hani nerde halife-i Resulullah... Ebubekir (ra) ihtiyar-ı Ashab ile tayin kılındı. Vakıa ol vakit ashab ona 'Halife-i Resulullah' dediler. Lakin takdis için mi, yoksa İslam imamlarına bir unvan-ı ihtıra'î için mi? Zannetmem. Çünkü bu lakab ba'de't-ta'yin almış olduğu bir unvan olmayıp, zaman-ı hayat-ı Nebî'de dahi hasıl idi. Yani vakt-ı sa'adette birkaç hizmette Peygamber (sav) onu kendi yerine vekil bıraktığı için ol vakt Halife-i Resulullah denmişti ki, kaim-i makam manasına, o hizmetler ise kütüb-ı hadiste mufassal olduğu vechile cismani hizmetlerden idi. Eğer halife ıtlakı takdis için olsaydı, ya Hz. Ömer'e (ra) niçin Halife-i Resulullah denmedi? Evet denmedi. İşte Tehzibü'l-Esma'da ve diğer kitaplarda musarrahdır ki, Ömer (ra) makam-ı imamete geçtiğinde ona 'Halife-i Halife-i Resulullah' dediler. Sen o vakit hazır olaydın şu Halife-i Halife-i Resulullah lakabından Ömer Ebubekir'e halef olmuş yani ondan sonra gelmiş manasından başka ne anlayabilirdin?" (Çelik, age., s. 599-600).
Suavi, "halife" kelimesi üzerinde durarak bazı tespitler yapmaya çalışır. Halife kelimesinden, "sonra gelen şahs"ın anlaşılması gerektiğini ifade eder. Sultan Abdülaziz'e halife denilmesinden, Sultan Abdülmecid'in halefi m*******n anlaşılması gerektiğini yazar. Bunun dışında padişahlara meddahlar tarafından çok sayıda lakabın takıldığını ve hiçbirisinin gerçeği yansıtmadığını ifadelerine ekler. "Eğer sen şuaranın ve meddahların padişahlara taktıkları elkabda mana arayacak olursan, 'Şehinşah-ı Alem', 'Malik-i Rikabü'l-ümem' kabilinden bulursun." İslam kaynaklarının halifeliği, "Hilafet-i Kamile" ve "Hilafet-i gayr-ı kamile" şeklinde iki kısma ayırdıklarını belirten yazar, yalnız dört halifeye "Hulefa-i Raşidin", bazen de "kamilin" dendiğini kaydetmektedir. (Çelik, age., s. 600)
"... halife, imam, padişah hasılı her ne nam ve unvan ile olursa olsun hiçbiri Peygamber'in kaim-i makamı ya vekili değildir. Riyasete geçtiğinden Peygambere vekalet manası Hulefa-i Raşidin'in bile hatırlarına gelmezdi. (Nerede kaldı sonradan gelen sümüklülere) Hatta Ebubekir imam olduğunda Minber-i Nebi'ye (sav) su'ûd eyledikte zat-ı Risaletpenahi'nin basmış olduğu kademeden bir derece aşağıda durdu. Hz. Ömer bir ayak daha aşağı indi. Hz. Osman bir kadem yukarı çıktı. Hani nerde Peygamberimize hilafet derecesi?" (Çelik, age., s. 601)
Meşrutiyet ve mutlakiyeti tanımlamaya çalışan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi konu ile ilgili görüşlerini şöyle ifade etmektedir: "Hükümetin, kendilerini ne yolda idare edeceğine dair millete karşı bir takım kayıt ve şartlara riayet etmekle ilgili taahhütler altında bulunmasına meşrutî idare; millet üzerinde kayıtsız şartsız, istediği gibi hüküm yürütmede muhtar olmasına da mutlakıyet idaresi denir. Birinci şekilde hükümet, hareket ve icraatında milletin denetleme ve itiraz hakkını tanımaya mecburdur. İkinci şekilde ise hükümet ne yapsa milletin bir şey söyleme hakkı olamaz. İnsanın, emrine amade olmak üzere tutmak istediği hizmetçi bile kendisinin nasıl istihdam edileceğini bilmeden, mukavele etmeden itaati altına girmeyeceği gibi bu mukavelede efendi tarafından hizmetçinin -hiç olmazsa aylığı veya boğaz tokluğu gibi- menfaatiyle ilgili bazı kayıt ve şartlarla kabul edilmesi zaruri olacağından, şartsız mutlakıyetçi bir idarenin, insanlara yakışır bir idare olmadığında şüphe yoktur. Mutlakıyetçi hükümetlerin kanunları olur ve kanunları idare etmeleri o kanunlarla kayıtlı gibi görünüyorsa da, kanunlarını millete danışmadan kendisi yaptığından ve istediği zaman onları bozmak ve değiştirmek hakkını da kendisine hasrettiğinden böyle kanunlarla kayıt altına alınan idare, meşrutî idare unvanına hak kazanamaz. Daha doğrusu öyle kanunlara kanun adı da verilemez.
"Meşrutî hükümetin kanunlarını mutlaka milletin yapması gerekmez, hükümetin veya daha başkasının yaptığı kanunlarla idare edilmeleri hususunda halkın rıza göstermesi veya karşılıklı rızalaşmaları da yeterlidir. Bu konuda en çok gözönüne alınacak nokta hükümetin, kanununu kendi kendine yapamaması ve yine kendi kendine değiştirememesidir. Bu hakikat dolayısıyladır ki, meşrutiyetin herkesin bildiği şekline bağlanmayarak m*******n ruhuna nüfuz edenler, şeriattan iktibas edilen kanunlara tabi olan İslam hükümetlerinin birer meşrutî hükümet olduğunu anlamakta müşkülatla karşılaşmazlar. Çünkü bu kanunları hükümet şerî izin olmaksızın kendiliğinden ne tanzim edebilir ne de değiştirebilir. İşte meşrutiyetin m*******n ruhunu vücuda getiren kayıtlılık!... Hükümetin başının şeriata bağlı olması şartıyla milletin başının da hükümete bağlı olmasından ibaret olan bir mukaveleye, tarihte gelip geçen İslam hükümetlerinin hepsinin sadık kalıp, kalmadığı bu makamda bir münakaşa zemini teşkil edemez. Zira şimdiki halde sözümüz meşrutî hükümetin nazari mahiyetine aittir ve meşrutiyetin herkesin bildiği şimdiki şekillerinden birine uygun olarak kurulan hükümetlerin fırsat buldukça anayasaların hükümetlerini çiğnemeleri, atlamaları da muhtemeldir, belki de vakidir. Bütün İslam hükümetleri, milletlerine karşı şeklen de olsa birer meşruti hükümet vaziyetinde bulunduklarını bildikleri içindir ki, davranışlarının ve icraatlarını, haklı haksız bir takım fetvalara dayandırmak mecburiyet ve ihtiyacından hiçbir zaman kendilerini vareste sayamamışlardır." (Kara, age., C. II, s. 277)
Mustafa Sabri Efendi, tarihten verdiği örneklerle değerlendirmelerini sürdürmektedir: "... ne bir bedevinin, İslam padişahları arasında büyük bir şahsi nüfuza sahip olan Hz. Ömer'e hitaben 'seni kılıçlarımızla doğrulturuz' demesinin hilafet makamına bir tecavüz şeklinde telakki edilmemesi gibi İslam hükümetinin başlangıçta ne yolda kurulduğunu gösteren alametler ve ne de en şedit bir Osmanlı padişahı olan I. Selim'in kaç kere Zenbilli Ali Efendinin fetvalarıyla azim ve kararından dönmeye mecbur olması gibi meşrutiyete bağlılık numuneleri münazaracımı İslam hükümetinin asli şekli konusundaki gafletinden ikaz edememiştir." (Kara, age., C. II, s. 278)
Seyyid Bey hilafet konusunda şu görüşlere yer verir: "Hilafet bir çeşit vekalettir. Milletle halife arasında akdedilmiş olan vekaletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil (vekil eden), halife onun vekilidir. Halife seçmek ve ona biat etmek demek, vekalet akdini icap etmek demektir. Bilirsiniz ki, her mukavele iki tarafın icap ve kabulüyle akdedilmiş olur. İşte hilafet de bir akit ve mukaveledir. Hem de bütün fakihlerin ittifakla açıkladıkları gibi vekalet akdi çeşidindedir. Hakkında vekalet kaidelerinin hükümleri geçerli olur. Çünkü efendiler, defalarca arz etmişim ki, Hz. Peygamber, bir taraftan şer'i hükümleri ortaya koyar, teşri' eder, diğer taraftan da bizzat o hükümleri icra ederdi. Asr-ı saadette ve gerek sonraları hükümet tabiri ıstılah olarak kullanılmamıştır. Hükümet kelimesi lugatta hakim olmak, emretmek ve yasaklamak, tahakküm etmek demektir. Şeriat açısından pek kabul bir şey değildir. Onun için o vakitler hükümet tabiri kullanılmamış, onun yerine hilafet tabiri kullanılmıştır." (Kara, age., C. I, s. 201). "Fakihler yani İslam hukukçuları, 'Halife milletin vekilidir' derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi işlerini bizzat kendisi icra etmeyip, o icrayı seçim ve biat yoluyla halifeye devretmiş." (Kara, age., C. I, s. 207).
İslam'da vekaletin nasıl olduğu ve vekaletin kimlere verilebileceği konularına da değinen Seyyid Bey, şu görüşlere yer vermektedir: "İslam'da yalnız bir kişinin diğeri üzerinde velayeti, zorla söz geçirme hakkı vardır ki, o da babadır. İşte yalnız babanın çocukları üzerinde söz geçirmek hakkı vardır ki velayettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velayet babanın babalık vasfından gelmektedir ve çocuk hakkında mükemmel bir şefkat sahibi olduğundandır... baba ve büyükbabadan başka hiçbir kimsenin diğer fert üzerinde böyle velayet-i zatiyesi yoktur. Herkesin kendi şahsında ve mallarında velayeti, diğer bir tabirle tasarruf hakkı vardır. Onun bu velayet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İşte bu esasa dayanarak 'Herkes kendi aleminin padişahıdır', denir." (Kara, age., C. I, s. 203).
"İşte vekilin, vasinin, mütevellinin ve hakemlerin sahip oldukları velayetler hep velayet-i tefviz cümlesindendir. İşte halifenin sahip olduğu velayet de bu velayet-i tefviz türündendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya miras yoluyla halife olmak hakkı yoktur. Halife olmak demek, kamu tasarrufuna hak kazanmak demektir. Bu hak kazanma ise, millet tarafından bir şahsa bu kamu tasarrufu salahiyetini vermekle olur ki, vekalet demektir. Kamu işleri denilen şey milletin kendi ortak işleridir. Bir memleketin idaresi demek, o memlekette millete ait olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise dorudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa dayanarak İslam fakihleri yani İslam hukukçuları, 'Hilafet, milletle halife arasında akdedilmiş bir vekalettir', derler ve bu konuda tamamen vekalet olabileceği gibi mukayyed (sınırlı) da olabilir. Ve vekil olan kişi müvekkilinin, vekil kılma sırasında öne sürdüğü kayıt ve şarta uymaya mecburdur. O kayda uymazsa tasarrufu geçerli olmaz. Bunun gibi hilafet de vekalet türünden olduğundan, halife seçim ve biat sırasında müvekkil olan millet tarafından ileri sürülen kayıt ve şarta uymaya mecburdur. Millet kendi kamu velayetini, yani kamu işlerinde kamu tasarrufu salahiyetini halifeye mutlak surette bahşetmiş ise halifenin bu çeşit mutlak halifeliği, mutlak hükümet demek olur; raşid halifelerin hilafeti gibi. Yok eğer millet biat sırasında halifenin hilafetini yani kamu velayetini bazı kayıt ve şartlara tabi tutmuşsa o zaman bu tür hilafet de meşruti hükümet demek olur, Osmanlı meşrutiyetinde olduğu gibi. (Kara, age., C I, s. 204)
İslam'da saltanatın olmadığını belirten Ahmed Hamdi Akseki, ayet ve hadislerle konuyu açıklamaya çalışmaktadır: "İslam dini Allah'dan ve Peygamberden sonra hiçbir kimseye başkasının vicdanını murakabe etmek, akidesine hakim ve imanı üzerinde nüfuz sahibi olmak, müdahale yürütmek salahiyetini vermemiştir. Hatta Hz. Peygamber bile Allah'ın emirlerini ve hükümlerini sadece tebliğe ve icap ederse hatırlatmaya memur idi. Kalpleri, vicdanları murakabe altında bulundurmak, halkın iman ve itikadları üzerinde tahakküm etmek O'nun vazifesi dahilinde değildi. Kur'an'ın şu ayetleri bu hususta açıktır; 'Habibim, hatırlat! Sen ancak hatırlatmaya memursun; yoksa onların üzerinde tahakkümde, murakabede bulunacak değilsin' (Gaşiye 88/21-22).
"Sonra, Müslümanlık kimseye ne yerde, ne gökte Allah namına bağlamak ve çözmek, Allah namına affetmek veya aforoz yapmak ve dinden çıkarmak salahiyetini vermemiştir. Böyle bir kudreti tanımak şöyle dursun, Allah ile kendi arasında girmek isteyen mutavassıtlardan kurtarmış, üzerinde Allah'tan başka gözcü bırakmamış, Allah'a olan ubudiyetinden gayrı bütün kulluk ve esareti üzerinden kaldırmıştır. Müslüman yalnız Allah'ın kuludur. Binaenaleyh, bir Müslüman, dinde mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun, nisbetle pek aşağı mertebede bulunan bir dindaşına karşı nasihatten, irşaddan ve Allah'ın emirlerini bildirmekten başka bir hakka malik değildir. Hiçbir ferdin, hiçbir makamın başkalarının vicdanı, itikadı, ibadeti üzerinde tahakküm veya müdahaleye salahiyeti yoktur. O'nun vazifesi İslam'ın hükümlerini güzelce beyan etmekten ibarettir." (Kara, age., C. II, s. 250)