Arama

Çanakkale Kahramanları - Tek Mesaj #83

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2006       Mesaj #83
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

Kalp Sevmekten Yorulmaz / Vehbi VAKKASOĞLU


Çanakkale’de Albay Hulusi Bey’in “Destan”ı
1896 yılının Ramazan ayı gelmiş, cemaat ilk teravihten çıkmıştı.

İşte tam o esnada, Elaziz’in Kesrik köyünde mutlu bir doğum gerçekleşmiş, mübarek bir anne-baba, mübarek bir evlâda kavuşmuştu.

Adını Hulusi koydular. Bütün ömrü bu ismin tecellisinden ibaret oldu. Gerçekten de halis bir insandı. Her hususta, daima Allah rızasını gözetirdi.

Çarşı Camisi imamı Sarı Hafız’dan aldığı ilk dersleri hiç unutmadı.

Genç yaşta kumandan oldu
Memleketi Elaziz’de Askeri Rüştiyesi’nde ortaokul tahsilini tamamladı. İstanbul’daki Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra, Harbiye Mektebi’ne geçti. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması üzerine tahsilini tamamlayamadı. Kısa bir savaş hazırlığı döneminin peşinden, 12 Nisan 1915’te Çanakkale Cephesi’ne sevk edildi. O zaman 19 yaşındaydı. Ateş hattına aşkla şevkle vardı.

“Biz harbe, pilav yemeye gider gibi hevesle gitmiştik.” der.

25. Piyade Alayı bünyesinde savaşa katıldı. 23 Temmuzda zabit vekili oldu. O artık, gencecik yaşına rağmen bir kumandandı.

26 Temmuzda Anafartalar, Conkbayırı muharebelerinde, yüzünden, göğsünden ve sol kolundan yaralandı.

Biga ve İstanbul Harbiye Hastahanelerinde tedavi edildikten sonra, Anafartalar’daki kıtasına döndü. Üç gün sonra da düşman çekildi.

Hulusi Bey, birliğiyle birlikte, 1 Ocak 1916’da, artık Doğu’da Rus-Ermeni cephesinde çarpışmak üzere Çanakkale’den ayrıldı.
1916 yılını Erzincan cephesinde geçirdi. 1917’de Ruslar çekilmeye başlayınca, Ermeniler de silahlarını bırakıp gittiler.

Savaşan tarafların, ateşkes ilan etmesi üzerine, Hulusi Bey, Batum üzerinden Trabzon’a döndü. Galip iken, mağlup sayılan bir ordunun subayı olarak, yeniden savaştı.

Bediüzzaman’la tanışması
İstiklal Savaşı’nda da Antep ve Sakarya savaşlarına katıldı.

1922 yılında yüzbaşı oldu.
1927’de Şarkta eşkıya takibinde bulundu.
1928’in Ocak ayında Eğirdir Dağ Talimgâh öğretmenliğine nakledildi.

İşte bu tayin, Hulusi Bey’in hayatında bir milat oldu. Âdeta yeniden doğdu. Çünkü Eğirdir’in yanı başındaki Barla’da Bediüzzaman Hazretleri sürgün olarak bulunmaktaydı.

Kader hükmünü icra etti; bir tayin ve bir sürgün, ebedileşen bir vuslata vesile oldu. 14 Nisan 1929 tarihinde halis bir gönül, coşkun bir nur deryası ile buluştu. Hulusi Bey, “Bir kere Üstad dedim, hata etmedim.” dedi.

O aşkla, Nur’a müştak bir talebe oldu. En halis ilk talebe, o günden sonra inançsızlıkla ve ahlâksızlıkla savaştı. Yine, hep zaferlerin temsilcisiydi. Zira, emekli Albay Hulusi Bey, artık gönüllere girmenin ve Cenab-ı Hakkı sevdirmenin eriydi.

31 yıllık tanışıklık döneminde, Üstadı ile sadece sekiz kere görüştü. Ne var ki, bir olan gönüllerin arasına mesafeler, engeller giremezdi. Bu sebeple, hep mektuplaştı, halleşti, mânâ âleminde daima görüştü.

Hulusi Bey, sorularıyla, Bediüzzaman’ın Mektubat isimli eserinin doğuşuna vesile oldu.

Ve Albay Hulusi Yahyagil, nurlu bir dost sohbetinden sonra, 26 Temmuz 1986’da, görürcesine inandığı ebediyet âlemine yürüdü.

Hulusi Bey’in Destan’ı
Hulusi Bey, askerlik tahsilini yarıda bırakarak, gencecik yaşında, bir kan ve ateş anaforuna dönüşen Çanakkale’de bulundu. Genç zabit vekilinin, her şeye dost olan yüreği, atına da dosttu.

Dostlaştığı atına, Destan adını vermişti. Destan’la arasındaki sıcak samimiyet dillere destandı. Destan, genç kumandanın bir parçası gibiydi.

Bazen bırakırdı onu ormanlık alana. Ancak lâzım olunca, adını söylemesi yeterdi. “Destaaan!” diye çağırdı mı, koşarak gelirdi.

Süvarisini görünce, sevinçle kişner, âdeta keyiflenirdi. Hele de sahibi sırtındayken kanatlanırdı Destan. Uçardı siperler arasında.
Destan namlandı, şanlandı, cephenin her yanında tanındı.

Genç kumandanın kumandanı da tanıdı Destan’ı. Ve bir gün onu çağırıp, Destan’ı kendisine vermesini istedi.
Bu, ne zor bir işti. Ama dileğin sahibi de sevilen bir kumandandı.

Zabit vekili, duygularını bastırdı ve hüznünü gizlemeye çalışarak, “peki, kumandanım” dedi. Ancak, Destan’dan ayrılmak için biraz süre istedi.

Destan destanlaşıyor
İşte, tam da o günlerde, Hulusi Bey’in birliğine önemli bir görev verildi. Çanakkale’de zora giren durumu kurtarmak için, İstanbul’dan yeni toplar getiriliyordu. Bu toplardan birinin cepheye ulaştırılması onun birliğince sağlanacaktı.

Topu normal yollardan cepheye götürmek imkansızdı. Çünkü, cepheye giden yollar düşmanın ateşi altında kalıyordu. Bu sebeple topu, orman içinden ve patikalardan geçirmek gerekiyordu.

Öyle de yapıldı. Ancak toprağın hafif bir yağmurla ıslandığı çukur bir yerde topu çeken hayvanlar çaresiz kalmıştı.

Ne kadar kırbaçlansalar, topu çukurdan kurtaramıyorlardı. Tekerlekler tam çıkacak gibi oluyor, ancak son anda geriye kaçıyodu.
Bu durum birkaç kere tekrarlandı. Vakit geçiyor, topun cepheye ulaşması da gecikiyordu. Bu durumu üzüntüyle gören genç kumandan, sonunda dayanamadı. Atından indi. Onu da götürüp topu çeken hayvanların arasına kattı.

Bu yeni kuvvetle birlikte, hayvanlar bir daha dehlendi. Topun tekerlekleri tam da tümseği aşacak gibi olmuştu ama nafile. Hâlâ güç açığı vardı, tekerlekler geri gitti.

Bu durumu gören genç kumandan, hemen koştu Destan’a, boynuna sarıldı ve titreyen sesini yükseltti:
“Haydi oğlum Destan, haydiii! Din, iman işi bu; din, iman işi!”
Tüyleri diken diken eden bu çığlık, ruhlara işlemişti. Hayvanlar bir daha dehlendi. Mehmetçikler de bütün güçleriyle destek verdiler.
Ve hayvanlar, can havliyle çektiler ağır yüklerini, asıldılar, asıldılar. Top, son anda güçlükle çukurdan kurtulmuş, düzlüğe çıkmıştı.
Ancak, var gücüyle topa asılan atlardan birinin cansız bedeni de oracığa yığılıvermişti. Bu at, genç kumandanın can dostu Destan’dan başkası değildi.

Destan, gücünün üstünde bir güç ortaya koymuş, bu yüzden de çatlamıştı.

Genç kumandan, gözyaşlarıyla çöktü Destan’ın başına, ağladı, ağladı, ağladı.
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 01:00