Arama


BARIŞ - avatarı
BARIŞ
Ziyaretçi
7 Şubat 2008       Mesaj #4
BARIŞ - avatarı
Ziyaretçi
Kültür ve medeniyet kavramları üzerinde Ziya Gökalp zamanında çıkan tartışma o günden beri şiddetinden hiçbir şey kaybetmeksizin devam ediyor. Bazıları bunu Gökalp'in icadettiğini ve miras bıraktığı sun'î bir ayırım diye vasıflandırırken bazıları Gökalp'in konuyu eksik bıraktığını, kültür medeniyet farkının daha iyi ve daha keskin bir şekilde belirtilmesi gerektiğini söylüyorlar. Herhalde bu tartışma Türk aydınlan arasında daha uzun zaman sürüp gidecektir. Farklı tezleri savunanlar ilmî kriterlerle kendi arzularını birbirine karıştırmasalardı, belki daha kısa bir zamanda meseleyi açıklığa kavuşturabilirdik. Fakat kültür medeniyet ayırımı bizler Türkler için sadece sosyolojik kavram meselesi değildir; millet hayatına nasıl bir yön vereceğimiz konusundaki isteklerimize objektif veya ilmî destek bulma gayretidir. Bununla birlikte, bir ilmî meselenin bir istekle veya hatta duygulara bağlı olarak ortaya çıkması, o konuda yapılan tartışmaların, ileri sürülen iddiaların değerini hiçbir zaman düşürmez. Bu yüzden biz çeşitli görüşlerin tenkidini yaparken onları geri plândaki duygulara göre değerlendirmeyeceğiz, sadece hangi fikrin hangi endişeyi aksettirdiğini belirtmekle yetineceğiz.
İlk defa Ziya Gökalp'ın kültür-medeniyet ayırımına götüren düşüncenin temelinde Türkiye için pratik bir endişe yatıyordu. Bütün devlet gücünü, aydınların bütün gayretini seferber ederek yöneldiğimiz Batı dünyasının medenî gelişmelerini taklid ederken, onların sosyal ve kültürel özelliklerini de benimseyecek miydik? Başka bir ifade ile, eski teknolojimizle birlikte eski âdet ve geleneklerimizi, inançlarımızı da bırakacak mıydık? Kılık kıyafetimizden tutun da. dinimize kadar Avrupalı gibi mi olacaktık?

Bu endişenin o zaman için ne büyük bir önem taşıdığını şimdiki neslin tasavvur etmesi çok güç. belki de imkânsızdır. Düşününüz ki, Cumhuriyetten önceki nesiller elli-altmış yıllık bir tarihin değil de, kitapların bahsetmediği kadar uzak bir geçmişin mirası üzerinde oturuyorlar; o gün yaşadıkları hayata bu derece derin köklerle bağlı bulunduklarını düşünüyorlardı. Bir inşa bazı alışkanlıklardan vazgeçebilir; bazı inançlarını değiştirebilir; h atta hiçbir köklü alışkanlığa sahip olmayacak kadar genç ise önüne serilen herşeyi benimseyebilir. Fakat kırk yaşında, elli yaşında artık şahsiyeti tam teşekkül etmiş bir kimseye, o güne kadar sahip olduklarının tamamını değiştirmesini teklif ederseniz, bu onun için intihar demek olur. Çünkü teklif edilen değişmeleri kabul ettiği takdirde ortada artık başka bir insanv ardır; eski şahsiyet ölmüştür. Üstelik böyle bir değişme sadece manevi bakımdan değil, maddeten de ölüm manasına gelir; kırk aşından sonra tekrar bebeklik hayatına dönmeye kalkan insan, eğer bu çılgınlıktan birkaç gün içinde vazgeçmezse, mutluk surette ölür.

Gökalp devrinde Türk aydınlarının karşılaştıkları büyük çıkmaz işte buydu. Bir taraftan Batı dünyasının bizi maddi bakımdan ezen bütün medeni vasıtalarına sahip olmak istenirken, öbür taraftan aynı dünyanın zevkleri, aile hayatı, her türlü sosyal münasebetleri, felsefi ve dini inançları, sanat ve eğlence hayatı ilh. Hayatımızdan nasıl uzak tutacaktı? Bu endişe birçok aydınlarımızı ve özellikle nüfuzlu insanlarımızı Batı medeniyetine karşı menfi veya çekingen bir tavır almaya itiyordu. Aydınlarımızın bir kısmı -şimdi de devam ettiği gibi- Batının teknolojik ilerliliklerini benimsemekle yetinmemiz gerektiğini, nispeten daha az olan bir kısmı ise birçok kültürel geleneklerimizi de değiştirmek zorunda olduğumuzu iddia ettiler. Fakat her iki taraf da kendi görüşlerini herhangi bir ilmi esasa bağlamış değildi.

Gökalp bizim ilk sosyoloğumuz olmak itibariyle, bu konuda başkalarının bilmediği tahlil vasıtalarına sahip bulunuyordu. Milliyetçilikle -yani Türk milli kültürünü koruma ve geliştirme iddiası ile- Batı medeniyetçiliği arasında uzlaşmaz bir halin bulunmadığını, her ikisinin de birarada, hatta bir bütün halinde yaşayabileceğini göstermeye çalıştı. İşte kültür ve medeniyet kavramları burada çok işi yarayacaktı. Medeniyet nedir? Bizim benimsemek istediğimiz Batı medeniyeti nelerden ibarettir? Eski medeniyetimizin bizim milli hayatımızdaki yeri nedir? Milli hayatın yarattığı değerler-kültür- nelerdir? Medeniyetle kültür arasında nasıl bir münasebet vardır? Doğu medeniyetinden çıkıp Batı medeniyetine girdiğimiz takdirde kazançlarımız ve kayıplarımız neler olacaktır?

Bütün bu sorulara verilecek cevapların asıl can alacak noktası kültür medeniyet ayırımında yatıyordu. Gökalpbelki de pratik bir endişe ile değiştirilmesi istenmeyen bütün değerleri kültür adı altında topladı, değiştirilmesi istenenleri ise medeniyete dahil şeyler olarak gösterdi. Birinci gruba giren değerler milletlerin öz malı olan şeylerdir; bunların değişmesi değil gelişmesi söz konusu idi. İkinci, yanı medeni değerler grubuna girenler ise, kültürün inkişafına imkan vermedikleri takdirde değiştirilmesi gereken şeylerdi. Kendi ifadesine göre "Medeniyet usülle yapılan ve taklit bir milletten diğer millete geçen mefhumların ve tekniklerin mecmuudur. Hars (kültür) ise hem usûlle yapılamayan, hem de taklitle başka milletlerden alınamayan duygulardır."

Şu halde Gökalp medeniyet denince bundan ilmin, teknolojinin, ve siyasi, sosyal ve idari organizasyonun anlaşılması gerektiğini söylemektedir. Onun kültür dediği kavram esas itibariyle sanatı, dil ve edebiyatı içine alıyor. Bununla beraber, kültür kavramını daha geniş tuttuğu, bazen medeniyete ait gördüklerini de buraya kattığı görülmektedir. Şu tarif yine onundur; Hars halkın ananelerinden, teamüllerinden, örflerinden, şifahî ve yazılı edebiyatından, lisanından, mûsikisinden, dininden, ahlâkından, bediî ve iktisadî mahsûllerinden ibarettir.

Şimdi burada Ziya Gökalp'in kültür ve medeniyet hakkındaki görüşlerinin bir tahlil ve tenkidini yapacak değiliz. Maksadımız onun kendi devrindeki önemli bir çatışmayı nasıl gidermeye çalıştığını göstermektir. Dikkat edilirse Gökalp, değişmesi gerçekten çok zor, belki imkansız olan, üstelik Batı medeniyetine karşı başlıca mukavemet noktalarını teşkil eden unsurları medeniyet değişmesinin dışında mütalaa etmektedir; Batı medeniyeti bizim öz malımız olan bu unsurların gelişmesi için birer vasıta temin edebilir, bir alet hizmeti yapar.

Medeniyete gelince, o zaten bizim öz malımız değildir; şimdiki medeniyetimizi nasıl başkalarından aldıysak, yine başkalarından bu defa bize daha faydalı olan bir medeniyeti alabiliriz.

Gökalp'in bu formülünde eksik bilginin sebep olduğu yanlışlar yanında, günün ihtiyaçlarına göre reçete düşünmenin yarattığı tezatlar da mevcuttur. Meselâ din bir yerde medeniyet, bir başka yerde kültür unsuru olarak gösterilmiştir. Din Türkler'in icadı olmadığı için medeniyete dahildir, ama Türk halkı onu kendine göre benimsediği için kültüre girmiştir. O halde Türkler eski dinlerinden niçin çıkıp İslâmiyet'e girdiler, diye sorulabilir. Gökalp buna şöyle cevap verecektir: Çünkü Türkler, İslâm veya Doğu medeniyetine girdiler ve medeniyet de ancak bir bütün olarak benimsenir. O zaman akla şu soru geliyor: Biz Batı medeniyetini de bir bütün olarak benimseyeceksek bunun içinde Hristiyanlık yok mudur? Gökalp aynı kitabının bir başka yerinde, medeniyet değiştirmenin din değişikliğini gerektirmeyeceğini, Japonların Batı medeniyetine pekâlâ intibak ettiklerini, zaten Doğu medeniyetini İslâm, Batı medeniyetini de Hristiyan diye vasıflandırmanın yanlış olduğunu söylüyor. Kısacası, Gökalp'a göre, Batı medeniyetine girmekle ne Türklüğümüzden, ne de müslümanlığımızdan birşey kaybedecektik. Onun meşhur "Türk milletindenim, İslâm Ümmetindenim, Garp Medeniye tindenim" formülündeki bu üç unsur birbiriyle uzlaşan şeylerdi.

O gün ve daha sonraları Türkçülerin başlıca düsturu bu formül olmuş, Türkçüler Batılılaşma fikrini milliyetçilikle uzlaştırırken hep Ziya Gökalp'a müracaat etmişlerdir. O devrin İslamcıları da müslümanlıkla medeniyetçiliğin pekâlâ uzlaştığını iddia ettiler; bizim geri kalışımıza İslâmiyet'in sebep olmadığını göstermeye çalıştılar. Ancak İslamcılar medeniyet terimini Türkçüler kadar geniş tutmuyorlar, meselâ Batılı esaslara göre bir hukukî organizasyona gidilmesini hiç kabul etmiyorlardı. İslamcılar kendi dâvalarını Ziya Gökalp'ın ve bugün bizim kullandığı kavramlarla ifade etmediler, ama onlar açıkça söylemeseler bile bir kültür medeniyet ayırımı yapıyorlar, kültürü muhafaza ederek medeniyet değiştirebileceğimizi düşünüyorlardı.

Kültür-medeniyet farkı üzerinde az duranlar Garpçılar özellikle İçtihat grubu olmuşlardır. Kemalist inkılâpları daha Cumhuriyet kurulmazdan önce açık seçik teklifler halinde maddeleştiren bu grup, İslâmiyet ve Türklük adına konuşur görünmekle birlikte, bu ikisini korumak yerine, Türkiye'de Avrupa kültürünü yerleştirme gayreti içindeydiler. Hatta Garpçılar* öbür iki cereyanın aksine, medeniyetçi olmaktan ziyade kültürcü idiler. Bunlarda Avrupa'nın modern ilim ve teknolojisi ile ilgili konulara pek az rastlanır. Garpçıların tekliflerine bakılırsa, bunların âdet ve gelenekleri, günlük hayatla ilgili birçok tatbikatı, bu arada bazı temel inançları değiştirmek istedikleri görülür. Garpçıların bir teorisi olmadığı için, iddialarını kavramlaştırmaları ve bu konularda vuzuha varmaları zaten beklenemezdi.

Kültür ve medeniyet kavramları Gökalp'tan sonraki yıllarda özellikle sosyoloji ve sosyal antropoloji ilimlerinin başlıca konularından biri olmuş, her ikisi üzerinde pek çok tartışmalar yapılmış bulunuyor.

Antropoloji literatüründe kültürün maddi ve manevi unsurları incelenirken, kültür değişmesi sırasında bunlardan hangilerinin d aha kolay intikal edeceği bir kültürden öbürüne geçebileceği tartışılır. Genellikle maddi kültür unsurlarının, yani inançlardan çok bunların somut görüntülerinin bir başka kültür tarafından daha kolay ve çabuk benimsendiği kabul edilmektedir. Aslında bu bir öğrenme olayıdır; somut (müşahhas) şeylerin soyut olanlardan daha kolay öğrenilmesi ise psikologların eskiden beri bildikleri bir gerçektir.

Bir kültürden öbürüne en kolay ve kısa zamanda intikal eden unsurlar iletişimi (communication) en kolay olanlardır. En kolay iletilenler ise doğrudan doğruya idrak edilen nesneler, yani maddî unsurlar ve davranışlardır. Bir takım teknikler ekmek pişirmekten otomobil imaline kadar ve davranışlar kültürün dışa vurulan ifadeleri olmak itibariyle çabuk idrak edilir ve çabuk öğrenilir. Fakat bunların "kültüre ait açık ifade şekilleri"nden ibaret bulunduğu, kültürün kendisi olmadığı unutulmamalıdır. Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddî değildir. Bu manevî bütün uygulama halinde maddî formlara bürünür. Meselâ dinî inançlar cami, namazdaki beden hareketleri, dinî kıyafet vs. şeklinde görünür. Bu dış görünüşlerin arkasındaki inançları bilmeyen bir kimse namaz kılan insanın jimnastik yaptığını sanabilir. Aynı şekilde, dinin dış ifadelerini gerçekleştiren bir kimsenin o dine ait inançları bildiği ve samimiyetle uyguladığı her zaman söylenemez.

Bazı davranışlar herhangi bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve sadedir; bir demirci çırağı ustasının maharetini öğrenmek için kitap okumaya veya ders dinlemeye muhtaç değildir; ustanın hareketlerini dikkatle takip etmesi yeter. Bundan daha karmaşık tipte maharetler ise, sözlü veya yazılı açıklamayı gerektirebilir. Fakat dil de kültürün bir parçası olduğu için, bir dilden öbürüne yapılan aktarmalarda bazı güçlüklerle karşılaşırız. Bununla birlikte, dilde herhangi bir engel çıkmadığı zaman bile, bazı şeylerin başka kültürdeki insanlara nakledilmesi veya onlar ta rafından anlaşılması son derece zor, belki imkânsızdır Kelimelerin dildeki lügat veya işaret anlamları birbiri ne tıpatıp uyabilir, fakat değişik kültürlerde aynı keli melerin uyandırdığı hissî anlamlar çok farklı olabil mektedir.

Böylece kültür unsurlarını, iletişim kolaylıklarına veya zorluklarına göre ayırdedecek olursak, iletişimleri zor olan şeylerin kültür alışverişine daha az girecekleri anlaşılır. İletişim güçlüğü ise soyutlaşma arttıkça çoğalmaktadır.

Bu açıklamalara bakarak denilebilir ki, ideolojik veya manevî değişme teknolojik değişmeden daha kolay ve daha önce gelir. Fakat buradan hareket ederek, bir kültür karşılaşmasında önce maddî, sonra manevî kültür benimsenir diyemeyiz. Neden? Çünkü kültür değişmesi seçici olaydır. Yani bir kültür, başka bir kültürden bir şeyler alırken, bunları otomatik bir sıraya bağlı olarak değil, seçerek alır. Bu unsurlardan bazıları alınmak üzere seçilir, başkaları ilgi sahası dışında kalır. Şu halde meselâ maddî unsurlardan bazılarını alıp, bazılarını almayacağı gibi, aynı seçimi maddî kültür ile manevî kültür arasında da yapabilir ve manevî olanları öncelikle alabilir. Bunun tipik örneği Kuzey Afrika kabilelerinin İslâm inançlarını benimsedikleri halde, onlara o inançları getiren Arap'ların temsil ettiği teknolojiye tamamen yabancı kalmalarıdır. Yakın zamanlarda ve günümüzde Batı ile temasa geçen birçok eski kültürlerde de âdetlerin ve bazı inançları teknolojiden daha süratle yayıldığım görüyoruz. Burada bir soru akla gelebilir. Kültür alımında otomatik bir sıra olmasa bile, bir kültürün neleri alacağını belirleyen birtakım sosyal ve kültür şartlan yok mudur? Gerçekten, böyle şartlar bulunmakla beraber, bunlar şimdi bizim konumuzun dışında kalıyor. Meselâ bir kültür kendi yapısıyla uyuşmayacak şeylerden ziyade uyuşacak olanları ah r. Fakat bizim için şu anda bilinmesi gereken şey bir seçmenin varlığıdır.

Şu halde kültür alışverişinde öncelik sonralık meselesini belirleyen faktör söz konusu unsurların maddî veya manevî nitelikte olması değildir. Fakat burada çok önemli bir noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekiyor. Kültürle medeniyet arasında, başka bir ifade ile, hayatın manevî nizamı ile maddî nizamı arasında kesin bir ayrım yapamayız. Maddî olaylarla manevî yani psikolojik ve sosyal olaylar karşılıklı etki halindedir. Bu etkileşme olayının incelenmesi şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Ancak şu kadarını söylemekle yetinelim: Bir ülke, bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece manevî kültürünü benimsemek istese bile bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Birtakım teknolojik değişmeler manevî kültürde de değişmelere yol açacak uygun bir zemin yaratır. Aynı şekilde, inanç ve tutumlardaki değişmeler teknolojik değişmeleri hazırlar. Burada etkileşmenin tek yönlü teknolojiden kültüre veya kültürden teknolojiye olduğu ve belli bir teknolojik veya kültürel değişmenin mutlaka belli bir kültürel veya teknolojik değişmeyi doğuracağı iddialarının yanlış olduğunu belirtmekle yetiniyorum.

Modern cemiyetin gitgide daha parçalı, daha iş bölümü üzerine dayalı olması, teknolojik değişmenin tesirini artırmaktadır. Çünkü bir teknolojik değişme başlangıçta cemiyetin ancak küçük bir kısmını ilgilendirir; ama ondan sonra tesirleri bütün bir cemiyeti sarar. Hemen hiçbir yeniliğin uzun vadeli tesirleri önceden kestirilemediği için, teknolojik değişmeyi belli bir hedefe göre kesin olarak plânlamak çok zordur. Bunun en basit ve en belirgin örneklerinden birini sağlık teknolojisindeki değişmenin yarattığı neticelerde görebiliriz. Günümüzün sağlık teknikleri çocuk ölümlerini çok büyük ölçüde önlediği için, doğum hızı ile ölüm hızı arasındaki nisbeti değiştirmiş ve büyük bir nüfus artışına yol açmıştır. Genel nüfus artışının yanında nüfusun terkibi de değişmiş, çoğunlukla yirmibeş yaşın altındakilere geçmiştir. Böyle bir durumun bütün sosyal müesseselerde ve değer sisteminde doğurduğu sonuçların çoğu hepimizin gözleri önündedir.

Şu halde teknolojik değişmenin yaratılması başlı başına bir mesele iken, bir de bu değişmenin doğuracağı sosyal neticeleri plânlamak veya istenen yola sokmak gibi ondan daha çetrefil bir mesele ile karşı karşıyayız. Bu meseleler sadece Türkiye'yi değil, bütün dünyayı ve özellikle kalkınmakta olan memleketleri yakından ilgilendirmektedir. Bugün kalkınmakta olan ülkelere teknoloji transferinin nasıl yapılacağı tartışılırken, bunun yanısıra onları ileri teknoloji sahibi ülkelerin düştüğü manevî buhrandan uzak tutmanın yolları da araştırılmaktadır. Bu konuda sağlam bir strateji takip edebilmek için herşeyden önce teknolojik değişmenin genellikle kültür değişmesi içindeki yerinin iyi bilinmesi gerekiyor. Kısacası, kültür-medeniyet tartışması yine karşımızdadır. Fakat bu defa elimizde bir yığın tecrübe ve bu tecrübelerden çıkarılan geniş bir bilgi hazinesi bulunuyor.

Türkiye'de son ellialtmış yıl içinde meydana gelen değişmeler, elli yıl önce tartışılan kültür-medeniyet meselesine realitenin verdiği cevaplarla doludur. O zamanlar bu konuyu inceleyen düşünürler ve eylem yapan politikacılar, gelecek elli yıl içindeki Türkiye hakkında birtakım tahminlerde bulunuyorlar; bu geleceği belli bazı yönlerde şekillendirmeye çalışıyorlardı. Onların tahmin ettikleri zaman süresi fiilen yaşanmış ve attıkları adımların neticeleri ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şu halde biz aynı konulan tartışırken, önümüzdeki misâllerden azami surette faydalanmak durumundayız.