Arama

Devlet

Güncelleme: 1 Mayıs 2017 Gösterim: 11.853 Cevap: 8
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
16 Haziran 2006       Mesaj #1
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

devlet

Ad:  1.jpg
Gösterim: 1053
Boyut:  19.0 KB

çağdaş anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme. Günümüzde ulusal devletle özdeşleşen devlet kurumunun tanımı, niteliği, işlevleri ve toplumla olan ilişkisi çağlar boyunca değişik biçimler almıştır.
Sponsorlu Bağlantılar

Çağdaş devletin gelişimi ve devlet kuramları


Devlet insanlık tarihinde hep var olmuş değildir. Kabile toplumlarmda devlet denebilecek düzeyde örgütlü ve kalıcı, şiddete başvurma yetkisini tekeline almış herhangi bir merkezî kurumlaşma görülmez. Devletsiz toplumlardan devletli toplumlara, bir başka deyişle uygarlığa geçiş, artık üretiminin gelişmesi ve toplumsal katmanlaşmanın derinleşmesi temelinde, önce Eski Mısır ve Mezopotamya’da, İÖ 3000 dolayında gerçekleşti. İlkçağ devletlerinin bu ilk kuşağına, bir tapınak-sarayda yoğunlaşan rahipler aristokrasisi damgasını vurdu. Batı’da ise devletin kökeni Eski Yunan kent-devletine (polis) dayanır. En eski devlet kuramcıları sayılan Platon ve Aristoteles’e göre devlet, bütün bir insan topluluğunun siyasal, toplumsal, kültürel ve ekonomik gereksinmelerine en iyi yanıt verebilecek, böylelikle daha iyi bir yaşamı gerçekleştirebilecek tek örgütlenme biçimidir. Toplumun uyum içinde bir arada yaşaması için gerekli olan devletin ideal biçimi, Platon’a göre bilge kralların yönettiği devlet, Aristoteles’e göre de kent-devletiydi. Her iki düşünür de yönetenlerin niceliğinden hareketle devletleri kişiler (monarşi), gruplar (oligarşi) ve bütün yurttaşlarca (demokrasi) yönetilenler biçiminde sınıflandırıyordu.

Eski Yunan kent-devletlerinin gelişimi de benzer bir yol izledi. Farklı kent- devletlerinde farklı zamanlarda kurulan küçük krallıkların ardından askeri aristokrasiler ve plutokrasiler geldi. Kentlerde aristokratik, plutokratik ve demokratik hizipler arasında çatışmalar ortaya çıktı. Atina demokrasinin, Sparta da aristokrasinin kale- siyken, aralarında çıkan Peloponnesos Savaşları (İÖ 431-404) sonunda kent-devleti sistemi bir bütün olarak zayıfladı. Büyük İskender’in kurduğu imparatorluk içinde önemini yitiren kent-devleti, bu imparatorluğun dağılmasıyla ortaya çıkan krallıklar döneminde de eski konumuna kavuşamadı. Roma İmparatorluğu’nun yükselmesiyle birlikte, yalnızca Yunan kent-devletleri değil, bütün Yunanistan Roma egemenliğine girdi.

Roma İmparatorluğu’nun evrenselliği devlet anlayışının da değişmesine yol açtı. Eski Yunan’ın devlet anlayışı, çağdaş devletten çok, günümüzde genellikle ortak dil, kültür ve tarihi paylaşan insan topluluğu biçiminde tanımlanan ulus kavramına yaklaşıyordu. Bütün yurttaşların hak ve yetkilerini belirleyen hukuksal bir düzen olan res publica'yı temel alan Roma devlet anlayışı ise çağdaş devlet anlayışına daha yakındı.

Romalı düşünür Cicero, amacı daha iyi bir yaşamı gerçekleştirmek olan devleti, yasalarla bir arada duran insan topluluğu biçiminde tanımladı. Hıristiyanlık öncesi bu dönemde devlete dindışı bir ahlaksal temel sağlama kaygısıyla devletin temelinin yasalar olduğunu öne sürdü.
Hıristiyanlığın, doğuşundan ancak 300 yıl sonra Roma’da kabul edilmesi, öte yandan Batı Roma İmparatorluğu çöktükten sonra da, Karanlık Çağlar boyunca kilisenin ayakta kalmasıyla, Batı’da çağlar boyu sürecek olan kilise-devlet çatışmasının da tohumları atıldı. Aziz Augustinus’a göre devletin işlevi, temelde kötü olan bu dünyada düzeni sağlamaktı; bu da ancak kilisenin ruhani önderliğiyle gerçekleşebilirdi.

Ortaçağda uzun süre gözardı edilen devlet düşüncesi, Kilise Babaları’nın katkısıyla yeniden önem kazandı. Salisbury’li John Roma’nın merkezî devlet anlayışını savunurken, Aquino’lu Aziz Tommaso, kent-devletinin en yetkin topluluk olduğu konusunda eski Yunan düşünürleriyle aynı görüşteydi. Devletin amacını toplumun ortak çıkarlarını gözetmek biçiminde tanımlayan Tommaso’nun çağdaş devlet düşüncesine temel katkısı, devleti yönetenlerin güçlerini yönetilenlerden aldıkları yolundaki görüşü oldu. Toplumsal alandaki tutuculuğuna karşın, bir hükümdarın ancak gücünü halktan aldığı ve bu gücü doğru bir biçimde kullandığı sürece meşru sayılabileceği yolundaki görüşleriyle çağdaş hukuk devleti kuramına da öncülük etti. Tommaso’ya göre yönetenler barışı, insan yaşamını ve devleti korumakla yükümlüydü. Ortaçağda, antik Batı uygarlığı çökerken, devletin amacı, hukukun üstünlüğü ve sorumlu iktidar gibi Yunan-Roma kavramları Hıristiyan düşüncesine uyarlanmış biçimleriyle varlıklarını sürdürdü.

Avrupa’daki bütün kurumlarm imparatorluk ve kilise arasındaki çekişmelerle zayıfladığı, feodalizmin çözülme sürecine girdiği 14. yüzyılın başlarında Dante, De monarchia (y. 1313; Monarşi Üzerine) adlı yapıtında evrensel barışın ancak dünyevi bir “monarşi” tarafından sağlanabileceğini ve hükümdarın gücünü papa aracılığıyla değil, doğrudan Tanrı’dan aldığını öne sürdü. Dante’ye göre, uygarlığın amacı insanlığın potansiyelinin gerçekleşmesiyse, monarşi de bu amaca ulaşmada gerekli bir araçtı. Dolayısıyla Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu kamu yararına hizmet etmekteydi.

Ortaçağ ve Rönesans’ta devletler hemen her zaman kendilerinin üzerinde bir dinsel otoriteyle birlikte var oldular. Çağdaş devlet kavramı ise 16. yüzyılda ortaya çıktı. Niccolö Machiavelli, Jean Bodin, Thomas Hobbes ve başka bazı düşünürler merkezî devletlerin ortaya çıktığı bu dönemde kiliseye karşı laik devleti savunurken, ulus ve devlet kavramlarının da ilk çağdaş tartışmasını başlattılar. Bütün siyaset felsefesiyle devlet anlayışının laikleşmesine yol açan Floransak Niccolö Machiavelli, devletin her türlü ahlaksal kaygıdan uzak, kendi kurallarını kendi koyan güçlü bir hükümdarca yönetilmesi gerektiğini, en yüce amaçlar olan devletin güvenliği ve genişlemesinin ancak böylelikle sağlanabileceğini savundu.

Machiavelli’nin çağdaşı Fransız Jean Bodin de toplumsal istikrarı sağlayacak tek gücün merkezî devlet olduğunu öne sürmekle birlikte, gücün tek başına hükümdar yaratmaya yetmeyeceği görüşündeydi. İktidar sürekli olmalıydı ve süreklilik de ancak toplumun ahlaksal değerlerine uygun davranan hükümdarlarca sağlanabilirdi. Bodin’in verasete dayanan bu süreklilik anlayışı, krallığın ilahi bir hak olduğu biçimindeki öğretinin de habercisiydi.

Yasaların gücü değil, gücün yasaları doğurduğu görüşünden yola çıkan 17. yüzyıl düşünürü Thomas Hobbes, çıkarları her zaman çatışan insanların doğal koşullarda kendilerini savunmak için birbirlerini öldüreceklerini öne sürdü. Dolayısıyla kişisel güçlerini “Leviathan”a devreden insanlar için güvenliğin bedeli, bir toplumsal sözleşmeyle tek bir merkezî otoriteye bağlanmak, bir devlet içinde ve onun egemenliği altında yaşamaktı.

Bu sözleşme kuramı, 17. yüzyılın sonlarında John Locke ve Jean Jacques Rousseau ile yeni bir anlam kazandı. Locke, sözleşmenin iki tarafı da bağlayacağını, dolayısıyla devletin otoritesinin sınırsız olmadığını savundu. Devlet yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi temel doğal haklarının korunması için bir araya gelen ve kendilerinden üstün bir otoriteye, devlete bağlanan insanların güvenliklerini sağlamalı, kamu yararını korumalıydı. Locke’la birlikte meşruiyet kavramı da yeniden öne çıktı. Yönetim biçimi ne olursa olsun, devletler yasalarla yönetilmeli, inanç özgürlüğü ve mülkiyete saygı gösterilmeli, kısacası yönetenler yönetilenlere karşı sorumlu olmalıydı. Böylelikle Locke toplumsal görüşlerinin tutuculuğuna karşın, liberal devlet anlayışının gelişiminde öncü bir rol oynadı.

Jean-Jacques Rousseau ise devletin ve hükümdarın gücünün Tanrı’dan değil, genel iradeden kaynaklandığını öne sürdü. Ona göre asıl egemen olan ulustu ve hukuk aslında yönetilen halkın iradesinden başka bir şey değildi. Bir noktada Platon’dan etkilenen düşünür, devleti insanlığın ahlaksal gelişimini en iyi biçimde gerçekleştirebilmesine olanak veren bir ortam olarak değerlendiriyordu. Hobbes’un tersine insan doğasının iyi olduğuna, ama kişisel çıkarların kaçınılmaz olarak çatışacağına inanıyor, sağlıklı bir devletin, toplumsal sözleşmeye uyduğu ve kamu yararını gözettiği ölçüde var olabileceğini düşünüyordu.

16-18. yüzyıllarda Avrupa’nın egemen devlet biçimi olan mutlak krallıklar içinde giderek karmaşıklaşan yönetim, geniş bir merkezî bürokrasinin de ortaya çıkmasına yol açtı. Farklı devlet biçimlerini, hukuk ve uygarlıkları inceleyen 18. yüzyıl düşünürü Montesquieu, devletin yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki güçler ayrılığını vurguladı. Burke ise halk egemenliği adına geçmişin mirası olan değerlerin yok edilebilmesi tehlikesine karşı, meşru ve sorumlu olmanın yanı sıra güçlü olan merkezî devleti savundu.

18. yüzyıl sonlarında Batı’da bir yandan serbest ticarete dayalı kapitalist ekonomi çerçevesinde gelişen liberal siyaset felsefesi ve anayasal devlet anlayışı egemen olurken, bir yandan da merkezî devlete karşı görüşler ortaya çıktı. William Godwin, Pierre Joseph Proudhon, Mihail Bakunin ve Pyotr Kropotkin devletin varlığına tümüyle karşı çıkan anarşizmin temsilcileri oldular.

19. yüzyılın yararcı düşünürü Jeremy Bentham toplumsal sözleşme, kamu yararı, genel irade gibi kavramların gerçekçi olmadığını, devletlerin ancak ne kadar çok sayıda insanı ne kadar çok mutlu ettiklerine bakılarak yargılanabilecekleri savundu. Benthamcı mutluluk kavramından yola çıkan James Mili ise, aydın bir seçmen kitlesinin iyi bir devlet yaratmaya, laissezfaire’ci (bırakınız yapsınlar) ekonominin de toplumsal uyum ve dengeyi sağlamaya yeteceğine inanıyordu.

Milliyetçiliğin ve ulusal devletlerin hızla geliştiği 19. yüzyılda, sivil toplumla devleti bütünleştirme çabası içinde olan Alman düşünürü G.W.F. Hegel devleti siyasal örgütlenmenin en yüksek biçimi olarak tanımladı. Hegel için evrenselliği temsil eden devlet özgürlüğün somutlaşmış biçimiydi; birey gerçek özgürlüğüne ancak devlet içinde kavuşabilirdi. Ona göre zamanının en yüce devleti de Prusya’ydı. Hegel’in devrimci düşünürler üzerinde etkisi büyük oldu. Onun “baş aşağı duran” diyalektik yöntemini “ayakları üzerine oturtan” Kari Marx ve Friedrich Engels, tarihin itici gücünü sınıflar arasındaki çatışmanın oluşturduğu kuramından hareketle, devleti yeni bir yorumla ele aldılar. Marx ve Engels’e göre feodalizmden bu yana her zaman bütün topluma ait bir kurum olarak görülmüş olan devlet, aslında her dönemde egemen sınıfın baskı ve denetim aygıtı olmuştu. Var olan üretim biçiminin ve üretim ilişkilerinin sürmesini sağlamakla yükümlü olan devlet, sınıflar arası çatışmaları egemen sınıf lehine sonuçlandırmaya çalışan bir araçtı.

Sınıfsız bir topluma ulaşıldığında gerçekten bütün topluma ait duruma gelen devlet, varlık nedeni ortadan kalkacağı için sönüp gidecekti. Lenin’in devlet anlayışı bu kuramın Sovyet Devrimi pratiğine uygulanarak proletarya diktatörlüğünün vurgulandığı bir biçimini yansıtır. Çağdaş Marksistler arasında György Lukacs, Herbert Marcuse ve Antonio Gramsci’nin görüşleri birçok açıdan 19. yüzyıl anarşizmiyle Marksizmin 20. yüzyıla uyarlanmış, bir ölçüde de kaynaşmış biçimleri olarak dikkati çeker. Marksizmin bir inanç olmaktan çok düşünsel bir araç olduğunu savunan Lukacs’ın görüşleri, sosyal demokrasi ve refah devletine karşı düşünsel bir başkaldırının da temelini oluşturmuştur. Marcuse günümüzde devletin birey özgürlüğünü kısıtladığını ve gelişmiş kapitalist toplumlarda toplumsal değişme ve ilerlemenin işçi sınıfınca değil, topluma yabancılaşmış azınlıklarca (örn. öğrenciler) gerçekleştirilebileceğini savunmuştur. Marcuse gibi çağdaş demokrasilerde işçi sınıfının kapitalist düzenle uzlaşmasının tehlikesine işaret etmekle birlikte, işçi sınıfının rolü konusunda ondan ayrılan Gramsci, işçi sınıfının devleti ele geçirerek yeni bir uygarlık yaratmasını savunmuş ve proletarya diktatörlüğünün dondurulmasına da karşı çıkmıştır.

20. yüzyıl düşünürlerinden İtalyan Vilfredo Pareto ve Gaetano Mosca ise, devletin seçkinlerce yönetildiğini ve iktidar değişikliklerinin siyasal gücün bir seçkin grubundan ötekine devrinden başka bir şey olmadığını savunmuştur. Mosca, en iyi değilse bile, “en az kötü” devlet biçiminin gücün kötüye kullanımının yasalarla denetlendiği anayasal devlet ya da hukuk devleti olduğunu öne sürmüştür.

20. yüzyıl siyaset felsefesinde devlet kavramı daha çok devlete temel olacak toplumsal ve ekonomik yapının siyasal ve ideolojik düzeye yansıma biçimlerine göre liberal-kapitalist, sosyalist, faşist ya da korporatist ulusal devlet bağlamında ele alınmaktadır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’da liberal devletin değişime uğramasıyla ortaya çıkan refah devleti içinde, devlete uygulamada yeni, ama düşünsel olarak kökleri Eski Yunan’a uzanan işlevler yüklenmiştir. Buna göre ülke içinde tek egemen olan devlet, yalnızca toplumu yönetmekle ve uluslararası ilişkilerde onun bağımsız temsilcisi olmakla kalmayıp, toplumsal refahı artırıcı bir rol de üstlenmelidir.


Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 15:10
iceslush - avatarı
iceslush
VIP ETC
16 Haziran 2006       Mesaj #2
iceslush - avatarı
VIP ETC
Ad:  3.jpg
Gösterim: 822
Boyut:  20.0 KB

Tür İçlerde ve İslamda devlet


Türklerin İslam öncesi dönemde oluşturdukları yönetsel organizmalar, gerçek anlamıyla devletten çok, kabile konfederasyonları kategorisine girer. İÖ 3. yüzyılda ortaya çıkan Hun konfederasyonundan 10. yüzyıldaki Karahanlılara kadar uzanan bütün bu tür kuruluşlar, step ortamının biçimlendirdiği bir yapı içinde oluşmuşlardı. Geniş bozkırlarda ve dağınık, göçebe bir yaşam biçimi temelinde kurulan bu konfederasyonların kalıcı kurumlara dayanan güçlü bir merkezî yapısı yoktu. Daha çok oymak-boy-il düzeni içerisindeki geniş toplumsal örgütlenmenin en üstünde yer alan federal nitelikli bir yapı görünümünde olan yönetim çekirdeği, başta fetih ve savunma olmak üzere askeri görevler ile belli kamu görevlerini yerine getirir, öbür gereksinimler daha alttaki örgütlenmelerin kendi yapıları içinde (töre) karşılanırdı. Belirli bir aristokratik hiyerarşinin en tepesindeki han, kağan ya da hakan en yüksek buyurma gücünün (kut) sahibiydi. Meşruiyetinin temeli ve sınırı adaletti. Kağanın başa geçişi daha çok boy beylerinden oluşan kurultayın seçimiyle gerçekleşirken, veraset usulüne doğru zaman içinde bir gelişme gösteriyordu. Ayrıca kurultaylarda alınan bütün kararlar kağanı da bağlardı. İslam öncesi Türk devletlerinde görülen önemli bir özellik de çifte hükümdarlık kurumuydu. Bu kurum Batı’daki benzerleri gibi eşit iki hükümdarın ülkeyi birlikte yönetmeleri biçiminde olmayıp, birinin da-. ha üstün olması temeline dayanırdı. Ama bu durumun zaman zaman sert iktidar mücadelelerine (Atilla-Bleda) ya da bölünmelere (Göktürkler) yol açtığı da görülmüştür.
Sponsorlu Bağlantılar

Islamın doğuşunda, Arapların kabile örgütlenmesinden devlete ve çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa sıçrayışları tek bir toplumsal gelişme uğrağı içinde bir araya gelir. Bu çakışma, Batı’da görülen kilise ve devlet ikilemine yer bırakmaz. Mülkün asıl sahibinin Tanrı olduğu inancına dayanan İslami devlet düşüncesi, mülkü yönetenleri de Tann’nın vekilleri olarak görüyordu. İslamın ilk kez siyasal bir güç olarak ortaya çıktığı Medine’de kurulan devleti, kendini Allah’a inananlar topluluğu olarak tanımlayan ve oluşturan İslam cemaatinin önderi konumundaki Hz. Muhammed yönetiyordu. Bir site örgütlenmesi niteliğindeki bu devleti onun ölümünden sonra da halifeleri yönetti. İslam dini Arap Yarımadasının dışına taşmaya başlayınca devletin niteliği de değişmeye yüz tuttu.

İlk halifeler bütün İslam topluluğunun onayıyla (biat) başa geçmişlerdi. Bu bir tür sözleşmeydi. Ama Emevilerle (661-750) birlikte siyasal egemenliğin ele geçirilişinde zor ön plana geçti. Artık devlet başkanlığı (halife-imam) genel bir onaya dayanmadığı gibi, devletin örgütlenmesi de Bizans ve Sasani etkilerine açıldı. Bu oluşum henüz gelişme dönemindeki İslam hukukunda kamu hukukunun kısırlaşmasına yol açtı. Devletle ilgili tartışmalar yalnızca halifenin meşruluğu ve nitelikleriyle sınırlı kaldı. 8. yüzyıldan sonra İslam dünyasında birden fazla devlet ortaya çıkınca, halifeliği elinde tutan Abbasiler bu yeni yönetimlere (emirlere) meşruiyet sağlayan bir makam durumuna düştü. Abbasilerin iyice güçsüzleştiği ve İslam dünyasındaki parçalanmanın uç noktalara vardığı 10. yüzyıldan başlayarak güçlü bir yönetime olan gereksinmenin de etkisiyle İslam devletinin niteliğiyle ilgili görüşler ortaya atıldı. Farabi el-Medinetul-Fazrfa’da Platon’u anımsatan bir biçimde ideal bir devlet düzenini belirlemeye çalıştı.

11. yüzyılda Nizamülmülk, yönetmenin bir Kuran buyruğu olduğunu, hükümdarın da Tanrı’nın görevlendirdiği seçkin kişi olduğunu savunarak zorla ele geçirilen iktidarları meşrulaştırmaya çalıştı. Gazali de özellikle hadislere dayanarak güçlü bir imamın (hükümdar) gerekliliğini savundu. Ona göre hukuk Tanrı’nın emrettiği adaleti yerine getirmek için vardı; insanların birbirlerine adaletle davranmaları durumunda hukuka gerek kalmazdı. Ama İslam dünyasının durumu adaleti uygulayacak güçlü bir devletin ve âdil bir hükümdarın varlığını zorunlu kılıyordu. 14. yüzyılda İbn Haldun Farabi’de de görülen organizmacı devlet görüşünü geliştirdi. İbn Haldun’a göre, insan vücudu nasıl dört sıvının (kan, balgam, sevda ve safra) dengeli dağılımıyla sağlıklı biçimde çalışıyorsa, toplum da böyle dengeler üzerine kuruludur. Devletin karakterini de (mizac-ı devlet) bu dengeler belirler. Ulema devletin kanıdır. Şeriatı organizmanın her yanma iletir. Tüccar safradır. Bozulması devleti etkiler. Asker balgamdır. Fazlası devleti sarsar. Devletin beyninde de üçlü bir merkez vardır. Hükümdar bilinçtir, vezir güçtür, ulemanın başı da (müftü- şeyhülislam) akıldır. Vücudun sağlığını bu merkez gözetir.

İslami bir devlet kuramı oluşturmaya yönelik bütün bu çabalar, aslında çok değişik gelenekler üzerinde kurulmuş devletlere şer’i temeller, meşruiyet dayanakları bulmayı, İslamiyetin temel ilkelerini devlet yönetimine de uygulamayı amaçlıyordu. Ama İslam dininde ceza hukuku dışında kamu hukukunun gelişmemiş olması bu alanın sürekli olarak örf ve âdet hukukuyla doldurulmasına yol açtı. Devlete yön veren hükümler, yasalar gücünü hep bu kaynaktan aldı.

Devlet uygulamaları ve kuramlarının bu şekilde gelişmekte olduğu İslam dünyasında egemenliği 11. yüzyıldan başlayarak ele geçiren Oğuz Türklerinin kurduğu Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri, artık kabile konfederasyonu değil gerçek birer devletti ve Batı ortaçağına temel oluşturan Roma-Germen sentezine denk düşen bir Türk-İslam sentezini simgeliyordu. Selçuklularda Türk askeri aristokrasisinin egemenliği, şeriatın yanı sıra geniş bir örfi hukuk alanının açılmasında somutlanıyordu. OsmanlIlarda da devlet bütünüyle örf temelleri üzerinde kurulmuştu. İslam dünyasında daha önceleri de görülen siyasetname türü kuramsal yapıtların benzerleri Osmanlı döneminde de yazıldı. Ama bunların devlete yön verici bir etkisi olmadı. Osmanlı yönetimi örf kaynaklı fermanlar, kanunnameler yoluyla devleti istediği gibi düzenledi. Bazen öylesine ileri gitti ki şeriatın açıkça öngördüğü cezaları bile kanunnameler yoluyla değiştirdi.

OsmanlIlar Abbasiler döneminden beri var olan halife-sultan ikiliğini uzun yüzyıllar önemsemediler. I. Selim’in (Yavuz) Mısır’ı ele geçirmesinden (1517) sonra padişahın hilafeti de devraldığı yolundaki düşünce, ancak 18. yüzyıl sonlarında ortaya atıldı ve Osmanlı Devleti’ni İslam dünyasının koruyuculuğu rolünü benimsetmeye yöneltti. Ama 19. yüzyılın yeni ve karmaşık oluşumları karşısında bunun fazla bir etkisi olmadı. 20. yüzyılda beliren, tek bir İslam devleti olduğu (ya da olması gerektiği) yolundaki düşünceler ise, Hz. Muhammed ve dört halife dönemindeki ideal İslam devleti modeline yönelik özlemler olarak canlı bir tartışma ortamı yarattı ve zamanla İslam dünyasındaki gelişmeleri etkileyecek akımlara dönüştü.

Devletin öğeleri


Devletin, varlığı için zorunlu olduğu kabul edilen üç öğe insan topluluğu, ülke (toprak bütünlüğü) ve egemenliktir). İnsan öğesi, belli bir toprak parçası üstünde yaşayan, devleti kuran ve onun varlık nedeni olan belirli bazı niteliklere kavuşmuş bir insan topluluğu anlamında ele alınmalıdır. Günümüzde bu topluluk ulus, topluluğun sürekli yurdu ülke, oluşturduğu devlet de ulusal devletle eşanlamlıdır. Doğal (coğrafi) ya da yapay (bir anlaşma ile çizilmiş) sınırlarla komşularından ayrılan ülke kapsamına toprak altı, toprak üstündeki hava tabakası, varsa ülkeyi çeviren deniz (karasuları) ve kıyılar girer. Toprak altı sınırsız olarak, hava tabakası ve denizler ise uluslararası antlaşma ve geleneklerle belirlendiği ölçüde o ülkenin varlığı sayılır. Belirli bir yurttan yoksun olan bir toplum devlet kuramaz. Ülke toprakları ve ulusla birlikte egemenlik de devletin bölünmez ve devredilmez parçasıdır. Egemenlik devletin hukuksal düzenini belirleyen en yüksek otorite ve üstün iradedir. Başka devletlerle olan ilişkilerde bağımsızlık biçiminde ortaya çıkar. Devletler hukuku açısından bağımsız olmak, öncelikle öteki devletlerle eşit olmayı gerektirir. Bağımsızlık, bir devletin başka devletlerden emir almaması ve onları iç egemenlik haklarına karıştırmaması hak ve yükümlülüğünü kapsar.

Devlet düzeninin öteki örgütlü toplulukların düzeninden farkı, toplum içindeki bütün öteki düzenleri de bağlaması ve hükümetle temsil edilen, üstün bir merkezî otoritenin eliyle işleyen, gerektiğinde jandarma ve polis gücüyle maddi zora başvurarak gerçekleştirilen hukuksal bir düzene dayanmasıdır.

Devlet hukuksal bir varlık, bir tüzel kişiliktir. Bu tüzel kişilik, onu oluşturan ve yöneten bireylerin kişiliklerinden ayrı ve farklıdır. Tüzel kişiliğin en önemli sonuçlarından biri devletin hak ve yetkilere sahip olması, bir başka deyişle gerçek kişiler gibi hukuksal işlemler yapabilmesidir. Bir başka önemli sonucu da devletin sürekliliğinin sağlanmasıdır. Siyasal iktidarların, hükümetlerin, hatta insan unsurunun değişmeli durumunda bile devlet devam eder; yapılmış işlemler, yasalar, antlaşmalar çoğu durumda geçerliliklerini korur.

Yeni bir devletin daha önce var olan devletlerle ilişki kurabilmesi, bu devletin tanınması yoluyla olur. Devletlerin tanınması konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bir görüşe göre tanıma, devleti yaratan yapıcı öğelere ek bir öğedir. Bu olmadan devlet hiç ortaya çıkmış sayılmaz. Öteki görüşe göre tanıma, devleti yaratan yapıcı bir öğe değil, onun hukuksal kişiliğinin oluştuğunu saptayan ve açığa vuran bir işlemdir. Böylece fiilen var olan devlet, hukuk açısından da varlık kazanır.
Birinci görüş günümüzde hemen tümüyle bir yana bırakılmıştır. Uygulamada yeni devletin tanınmadan önce de var olduğu ve bu nedenle de uluslararası hukukun öngördüğü hak ve yükümlülüklere sahip olduğu kabul edilmektedir. Böylece henüz öteki devletlerce tanınmamış bir devlete yokmuş gibi davranılmaz. Tanınmamış devletlerin karasuları açık deniz sayılamaz ve hava sahasında izinsiz uçuş yapılamaz.

Tanıma hukuksal sonuçlar yaratan bir siyasal işlemdir. Bu nedenle devletler bir devleti tanıyıp tanımama sorununu kendi siyasal çıkarları açısından değerlendirir. Hiçbir devlet uluslararası hukuka göre yeni bir devleti tanıma yükümü altında değildir. Ayrıca bir devlet, yeni bir devleti ne zaman tanıyacağını da kendi özgür iradesiyle belirler.

Devlet biçimleri


Batı’da düşünsel temelleri 16. yüzyılda atılan çağdaş devlet kavramı, ilk kez 1648 Vestfalya Barışı ile uluslararası alanda geçerlik kazandı. Bu barış ile Avrupa’daki siyasal ve toplumsal örgütlenme, dolaylı olarak, her biri meşru ve dokunulmaz egemenlik haklarına ve bütünlüğüne sahip birimlerden oluşan bir devletler topluluğu biçiminde tanımlandı. 1814-15 Viyana Kongresi’nde yalnızca Batılı Hıristiyan devletler için geçerli olmak üzere yeniden vurgulanan bu tanım, Kırım Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’ni, daha sonra Balkan devletlerini, 19. yüzyıl sonunda da İran, Siyam (bugün Tayland), Çin ve Japonya gibi Batı dünyası dışındaki devletleri de kapsar duruma geldi. Ulusal devletler topluluğunun fiilen ortaya çıkmasıyla bu topluluğa üye olma, bir başka deyişle uluslararası düzeyde devlet olarak tanınma, uluslararası hukuk çerçevesinde de birtakım kurallara bağlandı.

Uluslararası düzeyde devletin alabileceği biçimler konusunda ilk önemli ayrım bağımsızlık temeline dayalıdır. Bağımsız devletlerle bağımsızlıkları kısıtlı devletler arasındaki bu ayrımda belirleyici öğe, egemenliğin ulusal ve uluslararası (bağımsızlık) düzeylerde kullanılışına ilişkindir. Uluslararası hukukun birincil kişileri sayılan bağımsız devletler için, egemenliğin hukuk kuralları çerçevesinde kullanılışı konusunda herhangi bir sınırlama yoktur. Bağımsız devletler uluslararası ilişkilere girmek, antlaşma imzalamak, uluslararası örgütlere üye olmak, hükümetlerinin ulaslararası eylemlerinden sorumlu olmak, bağımsızlığı kısıtlı devletleri yönetebilmek ve belirli koşullarda silahlı kuvvetlerini kullanabilmek konularında özgürdürler. Bağımsızlıkları kısıtlı devletler ise egemenlik haklarını tam olarak kullanamadıklarından, teknik olarak devlet tanımının dışında tutulabilirlerse de, uluslararası hukukun dışında sayılmazlar.

Bunlar protektora, tâbi devlet (vasal devlet) ve manda devleti gibi biçimler alır. Bağımsız devletlerle bağımsızlığı kısıtlı devletler arasında tarafsızlaştırılmış (nötralize) devletler ve bölünmüş devletlerden oluşan bir ara kategoriden de söz edilebilir. Tarafsızlaştırılmış devletlerin başlıca özelliği savaş açma yetkisinin ortadan kaldırılmış olması ve böylece egemenliğin sınırlandırmasıdır. Ama Birleşmiş Milletler’in, savaşı devletlere tanınmış bir yetki olmaktan çıkarmasıyla bu sınırlandırma hukuksal düzeyde anlamını yitirmiştir.

Ulusal ve toprak bütünlükleri kendi iradeleri dışında kısıtlanmış, bölünmüş devletlerin egemenlikleri tartışma konusu yapılabilir. Uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkilerin tarihsel gelişim süreci içinde niteliksel değişikliklere uğrayan bu geleneksel kategoriler bir bakıma mutlak olmaktan uzaktır. Örneğin Vatikan devletinin ya da Avrupa’nın Monako, Liechtenstein gibi küçük devletlerinin hangi konumda oldukları tartışılabilir. Bunların yanı sıra uluslararası topluluğun devlet niteliği taşımayan üyeleri olan manda ve vesayet altındaki ülkeler, kondominyumlar, serbest kentler ve kabileler de uluslararası hukukun kişileri arasında ele alınabilir.

Uluslararası kişiler olarak devletlerin biçimlerini belirleyen ikinci özellik tek yapılı (üniter) ya da karma yapılı (birlik) oluşlarıdır. Ulusal düzeyde egemenliğin tek bir siyasal iktidar tarafından kullanıldığı ve hukuk birliğinin bulunduğu devletler üniter devletlerdir. Günümüzde Türkiye’nin yanı sıra çok sayıda devlet, bu biçim içine girer. Birliklerde ise devlet otoritesi birliği oluşturan ülkeler arasında yatay ya da dikey olarak bölünebilir. Birlikler genelde dört grupta incelenebilir. Kişisel birlikler, gerçek birlikler, konfederasyon ve federasyon. Kişisel birlikler aynı hükümdarı devlet başkanı olarak tanıyan iç ve dış işlerinde bağımsız ve egemen birden çok devletten oluşur. Son dönemde bazı üye ülkelerin İngiltere hükümdarını devlet başkanı olarak tanımaktan vazgeçmesine karşın İngiliz Uluslar Topluluğu buna en yakın örnek sayılabilir. Gerçek birlikler ise, aynı devlet başkanım tanımanın yanı sıra uluslararası alanda tek bir tüzel kişiliğe sahip, dışişlerinin ortak bir organla yürütüldüğü buna karşılık ayrı anayasal ve hukuksal sistemlere sahip devletlerden oluşur. 1867-1918 arasında Avusturya- Macaristan İmparatorluğu gerçek birliğe örnektir.

Konfederasyon ise egemenliklerini, hukuk yapılarını, devlet başkanlarım ve uluslararası kişiliklerini koruyarak ortak bir amaç için antlaşmayla birleşmiş bağımsız devletlerin oluşturduğu topluluktur. Günümüzde konfederasyona örnek olarak Birleşik Arap Emirlikleri gösterilebilir. Konfederasyonun üye devletler dışında kendi tüzel kişiliği bulunmakla birlikte, diplomatik ilişkiler doğrudan devletlerce de yürütülebilir. Federasyon ise kendi başına bir tüzel kişilik taşır. Federasyonu oluşturan birimler bir anayasa temelinde bir araya gelir ve birleşme uluslararası hukuk yerine iç hukuk düzeyinde saptanır. Ama bu her zaman geçerli kesin bir ayırım değildir. Federasyonun ya da federal devletin temel özelliği, üye (federe) devletlerin her birinih ayrı yasama, yürütme ve yargı organlarının yanı sıra federal düzeyde de bu organların bulunması ve uluslararası ilişkilerin federal hükümet tarafından yürütülmesidir. Günümüzde federal devlet örnekleri arasında ABD, Almanya, Hindistan sayılabilir. Yukarıda sözü geçen birlikler içinde gerçek kişiler, yalnızca federasyonda hem birlik üyesi federe devletin, hem de federal devletin yurttaşı sayılırlar.

Uluslararası sistemde bağımsızlık derecesine ve yapılarına göre farklı gruplarda toplanan devletler, egemenliğin ulusal düzeyde kullanımına göre de çeşitli biçimler alırlar. Devletin uluslar topluluğu içindeki hukuksal konumunu etkilemeyen bu farklılaşma daha çok ulusların benimsediği siyasal sistemlere) dayanır.

Devletler siyasal sistemleri açısından Platon ve Aristoteles’ten bu yana öncelikle egemenliğe sahip olan ve bunu kullanan gerçek kişi ya da kişilerin niceliğine göre sınıflandırılmıştır. Bu gelenekselleşmiş ayrıma göre başlıca devlet biçimleri monarşi, oligarşi ve demokrasidir.

Egemenliğin meşru kaynağı açısından devlet biçimleri arasındaki en temel ayrım ise monarşi ve cumhuriyet
arasındadır. Monarşilerde egemenliğin kaynağı tek kişidir; hükümdarlık veraset yoluyla geçebileceği gibi, seçimle de olabilir. Her iki durumda da egemenlik hükümdarındır, devlet onun kişiliğinde somutlaşır. Monarşiler, hükümdarın yetkilerinin sınırlı olup olmamasına göre mutlak ya da meşruti monarşi (anayasal krallık) olarak adlandırılır. Batı’da ortaçağın geç dönemlerinde, Avrupa feodalizminin merkezileşmesi temelinde ortaya çıkan; Doğu’da ise kabile toplumundan sonra binlerce yıl sürüp gelen mutlak monarşide, hükümdarın yetkileri sınırsızdır, onu bağlayan bir organ ya da anayasa yoktur. Meşruti monarşide ise hükümdarın yetkileri anayasa ile sınırlandırılmıştır. Hükümdar devletin tek organı değil, ulusun temsilcilerinden oluşan parlamento ile birlikte, egemenliği anayasanın verdiği yetkiler çerçevesinde kullanan devlet organlarından biridir. Bazı monarşilerde egemenliğin ideolojik kaynağı Tanrı’dır. Egemenliği kullanan hükümdar, Tanrı’nın düzenini yeryüzünde gerçekleştiren kişi olarak görülür. Bu tür monarşiler teokratik monarşi olarak adlandırılır. Kişisel diktatörlükler de çoğu kez egemenliğin zorla ele geçirildiği bir monarşi türü sayılabilir.

Cumhuriyet, genelde egemenliğin dar ya da geniş bir topluluğa ait olması ve eğer varsa devlet başkanmm da bu toplulukça seçilmesidir. Egemenliğin sahibi kabul edilen topluluğun belirli bir sınıftan oluşması durumunda bu tür cumhuriyetler aristokratik cumhuriyet ya da seçkinler cumhuriyeti olarak adlandırılır. Egemenliğin sahibi geniş halk topluluğuysa, devlet biçimi demokratik cumhuriyettir. Günümüzde genellikle demokratik cumhuriyet anlamında kullanılan cumhuriyetin içeriği de genişlemiştir. Artık gerçek bir cumhuriyette, yalnızca egemenliğin topluma ait olması ve devlet başkanmm seçilmiş olması yeterli değildir. Devlet başkanı başta olmak üzere, egemenliği kullanan bütün organların doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak halk tarafından seçilmiş olmaları gerekir. Bu bağlamda temsili ve parlamenter demokrasi çoğu kez cumhuriyetle eşanlamlı olarak kullanılmakla birlikte, demokrasi ve cumhuriyet farklı kumrulardır. Cumhuriyet devletin biçimini, demokrasi ise bir siyasal sistemin içeriğini niteler.

Devletin organları ve işlevleri


Devletin egemenliğini kullanan ve etkinliklerini yürüten devlet organları, tüzel kişi olarak devletin iradesini açıklamaya ve kullanmaya yetkili gerçek kişilerden oluşur. Bu organlar egemenliğin kullanımında oynadıkları role göre devletin asli (temel/birincil) ve tali (yan/ikincil) organları olarak ikiye ayrılabilir.

Devlet organlarının işlevlerine göre tanımlanması ve ayrıştırılması, Montesquieu ile başlayan bir gelişim sürecinin günümüzdeki yansımasıdır. Devlet gücünün yasama, yürütme ve yargı işlevleri çerçevesinde ele alınması, hukuk devletinin gelişimiyle yakından ilgilidir. Yasama, yürütme ve yargı güçlerini kullanan devletin asli organları, devletin ana örgütü ve varlığı için zorunlu olan ve anayasalarca kurulmuş organlardır. Asli organlar hem devletin hukuksal varlığını sağlar, hem de aralarındaki ilişkilerle onun siyasal yapısını belirlerler.

Tali organlar, asli organlar gibi devletin temel işlevlerini yürüten ve ana örgütünü oluşturan organlar olmadığından bunların yokluğu devletin varlığını ortadan kaldırmaz. Ama devletin bu tür organlara da gereksinmesi vardır. Bu tali organların bir bölümü il, ilçe ve bucak gibi merkezî örgüte, yani asli organlara bağlı ve onların ülkedeki zorunlu uzantılarıdır. Bir bölümü de, il özel idaresi, belediye ve köy gibi merkezden uzak ve görece özerk yerel yönetimlerdir. Devletin asli organları ile bunların ülkedeki uzantıları niteliğindeki tali organlar arasındaki ilişki yetki genişliği esasına dayanır ve alt üst ilişkisi biçimini alır. Asli organlar ya da merkezi örgüt ile özerk ya da yerel yönetimler arasındaki ilişki ise bir hiyerarşi ilişkisi değil, yönetsel vesayet ilişkisidir. Özerk yönetimler devletin bir tali organı olmakla birlikte, tüzel kişiliğe sahip, kendi başlarına kararlar alabilen, haklar kazanıp, borçlar yüklenebilen organlardır. Bunlar üzerinde merkezî örgüt organlarının sınırlı bir yönetsel denetim yetkisi vardır.

kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 15:11
http://www.msxlabs.org/forum/signaturepics/sigpic813898_4.gif
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Kasım 2006       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  devlet.jpg
Gösterim: 656
Boyut:  5.2 KB

Devlet Nedir?


Devlet'in ne olduğu hakkında günümüze kadar ve günümüzde de birçok tanım yapılmıştır fakat düşünürlerin/yazarların birçoğu devlet hakkında birbirlerinden farklı tezler öne sürmüşlerdir. Örneğin
Marx'a göre devlet: Yavaş yavaş yok edilmesi gereken topluma zararlı bir yapılanma,
Hegel'e göre; Tanrı'nın yeryüzündeki yürüyüşü,
Weber'e göre; güç kullanma yetkisini en üst düzeyde kullanan bir yapılanma,
sosyal demokrasiye göre; durmadan artan bir eşitliğe ulaşma ereğinde işe yarar bir araç olarak bakar.

-1- Devlet aslında kiminin menfaatine çalışıyor gibi bazı öğretilerde işlense de bir çok öğretinin ya da düşüncenin ortak bir fikri vardır: Devlet hiç kimsenin menfaatine çalışmaz,devletin tek menfaati kendisidir ve kendisini güçlü kılmak istemesidir.Liberal düşünce devleti pek önemsenmeyecek kadar küçük bir yapılanma olarak görür bunun nedeni de ekonomik olarak dolgunluğa ulaşan liberalizmin devleti pek fazla önemsememesi ve zaten isteklerini de gerçekleştirecek meşru bir ortam hazırlayabilmesidir.

Devlet uluslararası düzenin baş aktörüdür, fakat bunun yanında sivil toplum kuruluşları, uluslararası şirketler önemli bireyler de(tüm dünya'nın saygı duyduğu birisi) aktör olma konusunda önemli bir yer işgal ederler. Buna rağmen devlet her zaman gücünü kullanarak istediği birçok şeyi yapma yetisine sahiptir.

18. yüzyıla kadar filozoflar(o zamanın siyaset bilimcileri)en iyi sistem nedir sorusuna cevap bulmaya çalışırken 19. yüzyılda devlet, kurum devlet organları, vatandaş hakları incelenmiştir günümüzde ise devlet(ler) hakkında birçok şey açığa çıkmış ama devletin ne olduğu konusunda hala kesin sonuç alınamamıştır. Bunun nedeni de devletin birçok kurumdan meydana gelmesi ve bu kurumların işleyişindeki sorunlar olmasıdır. Devleti oluşturan kurumların bir çoğu belli bir yere bağlı olmadan tek başına çalışması ve belli dönemlerde devlet'in yerine geçmesidir. Örneğin;vergi vereceğiniz zaman devlet vergi dairesidir ve işlerinizin hızıyla doğru orantılı olarak büyüklüğü ölçülür.Hastaysanız devlet hastanelerdir ve size ne kadar değer verdikleriyle değeri ölçülür.Yani devlet içinde bulundurduğu kurumların çalışma hızlarıyla toplumda iyi yada kötü bir izlenim bırakır.

Devlete en fazla karşı çıkan öğreti marksist görüştür. Marksizm’de devletin kesin bir tavırla olmasa bile adım adım yok edilmesi ve böylece toplumun mutlak özgürlüğe kavuşması savunulmuştur. Lakin bu öğreti ile zaman birbirinden farklı işlemiş ve zaman, marksist öğretinin devletin yok edilmesi hakkındaki yorumunu silip gitmiştir, çünkü bu öğretide marksist devletin adım adım yok olması gerekirken, devlet gücünü çok daha fazla arttırmıştır ve faşizm ile marksizmin birbirine karışmasına yol açmıştır. Peki durum bu olunca devletin gücünü yitirip yok olmasını amaçlayan bu öğreti devletin egemenliği altına girmiştir? Devlet kendisini yok etmeye çalışan bu öğretiyi nasıl egemenliği altına alıp onu doğru yoldaymış gibi göstermiştir. Devlet bilindiği üzere Batı Avrupa’da gelişmeye başlamış siyasi bir örgüt biçimidir ve tüm dünya ülkeleri arasında kendine yer bulmuştur. Batı'nın bu siyasi yapısı karşı blokta yer alan S.S.C.B tarafından kesilmek istenmiştir ve bunun içinde Marksist görüş devleti alaşağı etmek istemiştir fakat bu kurum/siyasi yapılanma o kadar güçlüdür ki S.S.C.B bunu benimsemek zorunda kalmıştır.

Karl Marx 1859 tarihli önsözde toplumun iki temel yapıdan oluştuğunu söylemiş ve bunlara alt yapı ile üst yapı adını vermiştir. Marksist düşüncede iktisadi düşünce ön plana çıkmış ve bu düşüncede alt yapıya daha fazla önem vermiştir. Marx alt yapının, üretimin ve devamlılığın sağlanmasında en önemli rolü oynadığını belirtmiş, üst yapının ise alt yapıdan aldığı güçle ideolojik ve siyasi olarak varlığını sürdürdüğünü savunmuş bu yüzden de devletin üst yapı içinde varolduğunu belirtmiştir.

-2- Kısacası Marksizm devleti, alt yapının yönetmesi gerektiğini savunur. Fakat şu da göz önüne alınmalıdır ki devleti idare eden,alt yapı yada üst yapı içinde ki (Marx göre) siyasi yapılanmalar olsun yani her ne-kim olursa olsun devletin yönetiminde söz sahibi olanlar mutlaka siyasi bir ayrıcalığa sahip olup toplumdan kendilerini soyutlayacaklardır.Bu da bize gösteriyor ki devlet hiçbir zaman tam manasıyla yok olmayacak kadar toplumun her kesimine iyi yada kötü kendini kabul ettirmiştir.

Lenin 11 Temmuz 1919 da yaptığı konuşmasında hitap ettiği kitleye Marx ve Engels okumaları yönünde telkinde bulunarak devletin kötülüğünü vurgulamaya çalışmıştır. Peki devlet kimdir?

Devlet, amaçlarını/hedeflerini siyaset sayesinde gerçekleştirir. Siyasetin tümü devlet eylemi olmasa da devlet eyleminin tümü siyasettir -3- ve bugünde gördüğümüz gibi anarşi artık dağlardan sokaklardan çekilmiş ve kaba kuvvet kullanmaya son vermiş (en azından bugün görünen budur) siyasi olarak yapılanmaya başlamıştır.

Son olarak Thomas Paine'nin dediği gibi " Dünyada mevcut olan iki hükümet modeli şunlardır:
Birincisi, seçim ve temsille oluşan hükümet,
İkincisi, saltanat ile oluşan hükümet.
İlki genelde cumhuriyet olarak bilinirken ikincisi monarşi ya da aristokrasi olarak bilinir.
Bu iki farklı ve birbirine zıt hükümet şekli kendilerini akıl ve cahilliğin iki farklı ve zıt esası üzerine bina ederler.
Hükümetin çalışması yetenek ve beceriyi gerektirdiğinden ve yetenek ve beceri ırsi bir kökene sahip olmadığından saltanatın insan aklının onaylamayacağı, yalnızca cahilliğin üzerine inşa edebileceği bir inancı gerektireceği aşikardır ve her hangi bir ülkede cahiller ne kadar çok olursa bu tip bir hükümet şekli için o kadar uygun bir durum ortaya çıkar.
Bunun aksine, iyi teşkil edilmiş bir cumhuriyetteki hükümet insanların akıllarına uymayan bir inanca sahip olmalarını gerektirmez.

Bu bağlamda sağduyu ve cehalet, birbirlerinin zıddıdır ve insanoğlunun büyük bir kısmını etkilemektedir. Bunlardan her hangi birisi yeterince fazla bir şekilde bir ülkede oluşturulabilirse devlet makinesi kolayca çalışmaya devam eder. Akıl kendiliğinden itaati; cahillik ise dikte edilen her şeye boyun eğilmesini sağlar." bu durumda devletin yönetim şekli ne olursa olsun devlet mutlak varlığını sürdürmeye devam edecektir ve devlet üç beş sayfaya sığmayacak kadar büyük bir yapının en üst basamağıdır.

Kaynaklar
-1-Cem EROĞUL, Devlet Nedir?, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1999 syf:13
-2-Vahap ERDOĞDU, Marx, Engels, Marksizm, Sol Yayınları, Mayıs 1990 syf:285-304
-3-Cem EROĞUL,Devlet Nedir?, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1999 syf:13

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 13:40
sedat sencan - avatarı
sedat sencan
VIP VIP Üye
1 Nisan 2008       Mesaj #4
sedat sencan - avatarı
VIP VIP Üye

DEVLET ÖNCESİ TOPLUM

Ad:  2.jpg
Gösterim: 1499
Boyut:  29.8 KB

Bugün bizler yaşamımızın her alanında ve her anında devletin varlığını farkında olsak ta olmasak ta hissederiz.Devlet,kişilere ve eşyaların mülkiyetine güvence sağlayan bir kurumdur.Bizim bakış açımıza bağlı olarak onu ne şekilde nitelersek niteleyelim politik bir otorite olmaksızın düzenli işleyen toplumsal yaşam düşünemeyiz.Oysa tarihin eski dönemlerinde devletin olmadığı toplumlar vardı.Resmi hukuk sistemine sahip olmayan bu tip toplumlar,kişisel çıkarların şiddet ve anarşiye yol açmaması için çok kuvvetli olan geleneksel kurallara uymak zorundaydılar.Yani toplumların düzenini devlet değil,örf ve adetler sağlıyordu.Devlet öncesi toplumları tanıyabilmek için bazı kavramların yakından incelenmesi gereklidir.

Soy zincirleri,soy grubu anlamına gelir.İlkel toplumda üyelik,yani o topluma mensup olmak,ortak bir atadan gelmekle mümkündür.Bu ise ya erkekler yoluyla yani babaerkil,ya da kadınlar yoluyla yani anaerkil olarak belirlenir.Ortak bir atadan erkek veya kadın yoluyla gelme durumu,yaygın olan toplumsal gruplardır.Soy zincirleri dışardan evliliğe dayanır.Yani eşler başka gruplardan seçilir.bu nedenle toplum birden çok soydan oluşuyordu.

Kabile toplumları çeşitli bölümlerden oluşur.Bu bölümler arasında kan bağı,evlilik, gelenekler,ortak bir ata,alış veriş ve törensel işbölümü gibi ilişkiler vardır.Şimdi bir kabile köyünü ele alalım.Hayalimizde bu köyü şu şekilde düşünelim:
Kartal bölümü:Kurt klanı ve Ayı klanı olarak iki ayrı bölgede yaşıyor.
Karga bölümü:Ceylan klanı ve Geyik klanı olarak iki ayrı bölgede yaşıyor.

Evlenmeler Kartal ve Karga bölümleri arasında mümkündür.Soy zinciri gerçek bir kan bağı sistemidir.Klan ise soy zinciri ve aile bağlarının ötesinde,üyelerini bağlayan ve savaş ya da din gibi ortak çıkarlarda birleştiren kültürel bir gruplaşmadır.Kurt ve Ayı klanlarına ait üyelerin aynı atadan gelen ortak gelenekleri vardır ve birbirlerine çok yakın akrabadırlar.Bu sebeple Karga bölümündeki Geyik ve Ceylan üyeleri ile evlenebilirler.Nufus artınca klan parçalanır ve bazı üyeler yeni bir köy kurarlar.Bunlar da zamanla öteki bölümlerin parçalanmış soylarıyla birleşirler.Böylece klan ve ikili örgütlenme yeni yerleşme bölgesinde tekrarlanmış olur.Büyüme ve parçalanma sonucu klan üyeleri kabile bölgesine dağılmış olur.Evlilikler aynı köyde de olsa farklı köyde de olsa gene iki ayrı bölüm arasında yapılır.İki bölüm arasındaki karşılıkli evlilik ve klanlar arası ilişkiler,kabileyi kaynaştıran bağlardır.Kurt klanına ait bir kişi başka köylerde de kendi klanının veya kardeş klanın üyelerini bulabilir.Gerektiğinde bu kişilerden yardım isteyebilir.Ayrıca kendi klanından kadınlarla evli olan Geyik ve Ceylan klanları ile akrabadır.

Devlet öncesi toplumlar büyüklükleri,bölümlerinin özellikleri ve bunların birleşme biçimlerine göre iki değişik türe ayrılır.Birinci tür,eşitlikçi kabile toplumudur.Aile,soy zinciri ve klan gibi bölümler ekonomik faaliyetlerde uzmanlaşmamıştır.Sosyal olarak eşit durumdadırlar ve kan bağı,evlilik ve soy gibi ilişkilerle kaynaşmışlardır.Her bölümün ayrı bir yetkilisi vardır.Aile reisi aile içindeki kadın ve çocukların lideridir.Yaşlılar gençlerden daha çok söz sahibidir.Ancak toplumsal bölümler arasındaki ilişkileri veya çalışmaları organize eden herhangi bir lider yoktur.
Erkekler ve kadınlar arasında bazı iş bölümleri olsa da her kişi kendi çalışma alanında aynı işle uğraşır.Böylece bütün ailelerin ekonomik faaliyetleri birbirine benzer.Herkesin oturduğu ev,üzerlerine giydikleri giysiler ve taktıkları süsler aynıdır.Kabile üyelerinin hepsi aynı çeşit araç kullanır,aynı yiyecekleri yer.Dinsel töreleri ve taptıkları tanrılar da ortaktır.Ancak bu durum toplumsal bölümlerin kendi kendilerine yetme sonucunu verdiği için birbirleriyle gerçek anlamda kaynaşmalarını engelleyen bir özellik taşır.Zira bir veya birkaç bölümün yok olması toplumun tümüne hiçbir zarar vermez.Sistemdeki bağlar üretim sürecinde işbirliği sağlamadığı için toplumun aşama yapması zaten mümkün değildir.Bazı toplumlarda kabile başkanı olsa bile etkili şekilde emir verme yetkisi yoktur.Veya zamanla sınırlıdır.Örneğin sadece av sırasında veya bazı törenlerde emir verme durumundadır.

Devlet öncesi ikinci örgüt türü şeflik veya hiyerarşik toplumdur.Uzmanlaşmış bölümler birbirine bağımlıdır.Basit te olsa bölümler arasında ekonomik dayanışma görülür.Bölümler birbirlerine benzerler ama siyasal ve ekonomik faaliyetlerde rütbe ve mevki farklılıkları vardır.Bazı aileler veya gruplar şef düzeyinde iken diğerleri halk konumundadır.Tek tek bireyler veya bazı aileler ya da bazı köy grupları ekonomik alanda uzman hale gelmiştir.Örneğin birtakım kişiler el sanatlarında,bazı aileler balıkçılık alanında bazı köyler de çiftçilikte yetkinlik kazanmışlardır.Bu uzmanlaşma genellikle şeflerin yönetiminde yürütülür.
Bir şefin gücü diğer kabile liderlerinin gücünden farklıdır.Şefler ekonomik faaliyetin yöneticisidir.Ev,tarla ve otlak için toprak dağıtımı yapmak onun yetkisindedir.Bazı kaynakların mevsimsiz kullanımını önlemek için tabular koyar.En önemlisi de dinsel gücü vardır.Ayrıca çatışan taraflar arasında arabuluculuk yaptığı için hukuksal yönleri de vardır.

Devlet öncesi toplumda sosyal faaliyetler akrabalar arasındadır.Bir soy zinciri içindeki yaşlı kuşaktan olan tüm erkekler ‘baba’,onların karıları ise ‘ana’dır.Bir kişinin karısının soy zincirinden olan tüm kadınlar ‘gelin’,onların erkek kardeşleri ‘kayınbirader’dir.Aynı kuşaktan olan tüm klan üyeleri ‘kardeş’ ve ‘bacı’dır.Akrabalığa ait görgü kuralları günümüz kanunları gibidir.Bu kuralların çiğnenmesi mutlaka cezalandırılmayla sonuçlanır.Örneğin bir babaya saygı göstermemek,bacıların yanında cinsel konulardan söz edilmesi.bir kardeşle yemeğin paylaşılmaması gibi suçlar,alaya alınmaktan başlayıp toplumdan kovulmaya kadar uzanan cezaları kapsar.Elbette yasa uygulayıcı resmi bir kurum yoktur.Ama yanlış davranışlarla başa çıkmanın belirli yolları vardır.Suç işleyen kişiler suçu işledikleri şekilde ceza görürler.Öç almak, zarara uğrayan kişinin hakkıdır.Bu durum ilkel toplumlarda görülen bireycilik olgusu ile ilgili bir konudur.
KAYNAK: The Joy of Knowledge Encyclopaedia
Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 15:12
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
14 Şubat 2010       Mesaj #5
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi

Devlet


Ortak yönetim düzeni ve ortak yasaları olan bir ulus ya da uluslar topluluğu. Devletin var olabilmesi için bir ulusun ya da uluslar topluluğunun yerleşmiş bulunduğu bir toprak parçası, bir de bu ulusu ya da ulusları yönetecek bir yetkenin bulunması gerekir. Her devlette bir yönetilenler topluluğu, bir de onun içinden yetişmiş olan bir yönetenler topluluğu ya da yetke vardır. Bu farklılaşma, yetkeyle yönetenleri karşı karşıya getirir. Bu karşı karşıya gelişte elbette toplumsal çatışkıların payı büyüktür: Toplumsal çelişkiler karşısında birleştirici ya da kapsayıcı olamayan yetke, toplumun bir kesimiyle ya da tümüyle karşıtlığa düşer. Yöneten-yönetilen ayrımlaşması devlet kavramının kapsayıcı anlamı yanında daha az kapsayıcı bir anlamını ortaya çıkarmıştır, buna göre devlet bazen yetke yerine, yönetim aygıtı yerine kullanılmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca uygarlık etkinlikleri içinde toplumsal açıdan gittikçe karmaşıklaşan toplumlarda, yönetim aygıtı ya da devlet, genellikle yasama ve yürütme yani yasaları yapanlar ve uygulayanlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Bu farklılaşmada da devlet sözü yasamadan çok, yürütmeye uygun görülür.

DEVLETİN GÖREVLERİ


Anayasaya göre Devlet, "Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak"la görevlidir.

Anayasamızda devletin görevleri ve ifa şekillerine bir incelemek gerekirse;
  1. Adaleti Sağlamak: Çökmüş Durumda; Bu durumda vatandaşlar mafya denilen alternatif oluşumlara yöneliyor. ( Bu durumda adalet sistemi kısmen özelleştirilmiş oluyor.
  2. Güvenlik: Devletin güvenlik güçlerinin yerine Özel güvenlik şirketleri oldukça yaygın olarak kullanılıyor. ( Güvenlik işi de büyük ölçüde özelleştirilmiş durumda )
  3. Sağlık : Özel sağlık sigortası yaptırabilenler şanslı ki bu kesin % 20 dolaylarında ) diğerleri devlete bağlı hastahanelerde çile çekmektedir. ( Bu konuda devlet görevini yapamaz durumda )
  4. Eğitim : Eğitim sistemi deneme tahtası olarak kullanılıyor. Özel okullar, ve dershaneler ve en kötüsü dershanelerden dönüştürülme üniversiteler kanalıyla özelleştirilmiş durumda)
Son düzenleyen Safi; 1 Mayıs 2017 13:43
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Nisan 2016       Mesaj #6
Safi - avatarı
SMD MiSiM
devlet
isim Arapça devlet

1 . Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan teşkilâtlanmış millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.
2 . Devletin yönetim organları:
"Devlet hizmetinde epeyce ileride sayılanlardan olsa gerek."- M. Ş. Esendal.
3 . mecaz Mutluluk; talih:
"Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi."- Muhibbî.
4 . Büyüklük, mevki.

Atasözü, deyim ve birleşik fiiller
devletle!

Birleşik Sözler
devlet adamı
devlet baba
devlet bakanı
devlet bankası
devlet başkanı
devlet düşkünü
devlethane
devlet kapısı
devlet kuşu
devlet nişanı
devlet tahvili
devletler arası
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Nisan 2016       Mesaj #7
Safi - avatarı
SMD MiSiM
devlet
  • bir hükümet dairesinde teşkilatlandırılmış olan siyasi topluluk.
  • erkek ve kadın adı olarak kullanılır.
  • devlet giray: kırım hanı (1530-1577). mübarek giray'ın oğlu.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Nisan 2016       Mesaj #8
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Devlet

"Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. Devlet, teşekkül tarzı, takip ettiği esas siyaset, temsil ettiği hâkimiyet ve iktidarın mahiyeti bakımından çeşitlere ayrılır:
1- Kapitalist Devlet: İktisadî siyasete, şahsî mülkiyet, şahsî teşebbüs ve serbest rekabete dayanan, iktidar ve hâkimiyetin kapitalist sınıfın elinde bulunduğu devlet şeklidir.
2- Sosyalist ve Komünist Devlet : Şahsî mülkiyeti ortadan kaldıran, yerine işçi sınıfı adına devlet mülkiyetini ikame eden, işçi sınıfı hâkimiyeti namı ile komünist partisi diktatörlüğünü getiren devlet şeklidir.Bu iki devlet şeklinin iktisad siyasetleri ile siyasî iktidar ve hâkimiyet anlayışları farklı olmakla beraber devlet idaresinde dine yer vermemekte birleşirler.
3- Faşist Devlet: Menfî milliyet ve unsuriyet fikrini siyasette hâkim kılan, şahsî teşebbüse müsaade eden; fakat devletin vesayeti ve hâkimiyeti altına alan, meslek zümreleri adına iktidar ve hâkimiyeti tek parti ve şefinin eline veren devlet şeklidir.
4- Teokratik Devlet: Hâkimiyet ve iktidarın, ruhban sınıfının elinde bulunduğu bir devlet şeklidir. Daha çok Hristiyan âleminde asırlar boyunca bu devlet şekli cemiyet ve milletlere hükmetmiş, fakat tahrif edilmiş İncil'e sâhib oldukları ve İlâhî iktidar ve hâkimiyet yerine ruhban sınıfının hâkimiyet ve iktidarını ikame ettikleri için, insanın fıtratındaki hakikatı taharri ve hürriyet fikri galebe çalarak bu devlet ve idare şekli Fransız ihtilâliyle yıkılmış, fakat ihtilâlciler ve muakibleri beşeriyeti yeniden ıztırablara dûçar eden kapitalist, sosyalist ve faşist sistemlerden başka birşey getirememişlerdir. Çünki hareket ve istinad noktaları beşerî fikir ve ölçüler olup materyalist (maddeci) dünya görüşlerinin zarurî neticesi olarak teavün yerine cidal; hak yerine kuvvet; iktisat yerine ihtiyaçları tezyid ve tahrik ettiklerinden beşeriyetin huzur ve saadetlerini bozdular.
5- İslâm Devleti: İktidar ve hâkimiyeti milliyet ve unsuriyet, yahut içtimaî sınıflarda veya ruhban sınıfında değil; yalnız Allah'ta kabul eder. Halkı veya siyasî temsilcisi olan kişiyi yahut meclisleri, İlâhî iktidar ve hâkimiyetin tatbikçi memurları olarak kabul eder.(Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa'ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüt etmiş ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb'usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i Şer'î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir ve idare ve terbiye edebilir. R.N.)"
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM
Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
10 Nisan 2016       Mesaj #9
Safi - avatarı
SMD MiSiM
devlet ingilizcesi

1. state.
2. government.
3. prosperity, good luck.
–le! Good luck to you! (said to the departing guest).
– adamý statesman.
– baba colloq. the government, the state.
– Bakaný minister without portfolio.
– Bakanlýðý the office and functions of a minister without portfolio.
– bankasý national bank.
– baþkaný head of state, president.
– borçlarý public debt, national debt.
– Deniz Yollarý the Turkish State Maritime Lines.
– düþkünü (one) who has seen better days.
– erkâný ministers and high officials.
– hazinesi national treasury.
– hizmeti government service, civil service.
–ler hukuku international law, the law of nations.
– kapýsý government service; government office.
– kuþu good fortune, good luck.
– Malzeme Ofisi the State Procurement and Supply Office.
– memuru government official.
– Planlama Teþkilatý the State Planning Organization.
– Su Ýþleri the State Water Supply Administration.
– þûrasý council of state.
– tahvili government bond.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM

Benzer Konular

31 Mayıs 2015 / tedua Soru-Cevap
4 Haziran 2008 / Misafir Siyasal Bilimler