Arama

Hz. Muhammed'in peygamberlik öncesi taşıdığı insani özellikler nelerdir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 24 Ekim 2016 Gösterim: 90.866 Cevap: 7
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
12 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Hz. Muhammed'in peygamberlik öncesi taşıdığı insani özellikler nelerdir?
EN İYİ CEVABI Kral_Aslan verdi
PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNDEN ÖNCEKİ HAYATI O’NUN PEYGAMBERLİĞİNE DELİLDİR
1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri ma’nâlar, O’nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...
Sponsorlu Bağlantılar

2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...

3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.

4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz’le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı.

5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ül-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkül meseleyi halletmişti.

6. Mukaddes Hira mağarasında geçen sancılı günlerinden sonra, büyük bir da’vâ ile ortaya çıkması da, peygamberliğinin önemli delillerindendir. Çünkü, O ümmîdir ve bütün hayatında kimseden bir şey öğrenmediği de çok iyi bilinmektedir. O’nun peygamberlik öncesi aylar ve aylar tek başına bir mağarada kapalı kalması ve birdenbire üdebâ ve büleğâya meydan okuyan bir beyânla ortaya çıkması, elindeki hârika fermânın ilâhî olduğunu gösterir .. evet Efendimiz (sav) böyle bir iç hazırlığı ve lahûtileşmeden sonradır ki o nurlu mağaradan ayrılıp, Mekke ufuklarında doğmuş ve da’vâsını neşre koyulmuştur.

7. Daha çocukluğunda (O Kâmet-i Muallâ ve Kâmil için ‘çocuk’ sözü inşaallah sû-i edeb olmaz) ve gençliğinde 40 yıl boyunca en ufak bir yalan ve dengesizliğine rastlanmayan bir kimsenin, meleke haline gelmiş bütün ahlâkını birden 40 yaşında değiştirmesi nasıl mümkün görülebilir?

PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANLARI BİLE O’NUN SIDKINA ŞÂHİTTİRLER

1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül-Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenâkuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi.

2. Düşmanları O’nu yalancılıkla itham edemiyor, getirdiklerini red ve inkâr edemiyor, sadece ‘sâhir, şâir, mecnun’ yakıştırmalarında bulunuyorlardı. Mevcudiyet ve hakikatını inkâr edemedikleri mu’cîzelerine de ‘sihir’ deyip geçiyorlardı.

3. Peygamberliğini kabûle yanaşmayan müşrikler, “Muhammed doğru söylüyor” diyor, fakat peygamberliğin O’na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, “neden eşraftan falana, falana verilmedi de, bir yetime verildi” diye kendilerince sözde mazeret beyân ediyorlardı.

4. Mekke müşriklerinin, şiir ve belâgatta ileri seviyede oldukları halde, okuma ve yazması olmayan bir Zât tarafından, “destekçilerinizi de çağırıp haydi benzerini, hatta bir sûresinin benzerini siz de getirin” diye meydan okunarak tebliği yapılan Kur’ân’a ve Peygamberlik da’vâsına karşı kendileri için en kolay ve te’sirli yol olması gereken dille mücadeleyi bırakıp, en tehlikeli ve rizikolu yol olan kılıçla mücadeleye girmeleri de O’nun peygamberliğine apaçık bir delildir.

5. Müşrikler, yine O’nu ilzamda en kolay yollardan biri olması gereken açığını arama, yanlışını izhâr ve ilân etme mevzûunda çaresiz kalıyorlardı; zira, bir açığını ve yalanını bulsalardı hemen bütün cihâna ilân edeceklerdi.

6. Can alıcı düşmanlarının, kendisine kılıç çekmiş ve her kötülüğü yapmış hasımlarının zamanla birer birer eriyip dize gelmeleri ve O’nun dairesine katılmakla müslüman olmaları da O’ndaki doğruluğa, ismet, fetânet ve câzibeye ayrı bir delildir. Safvan, Ebû Süfyan, Amr ibn ü’l-Âs, Halid, İkrime, Hind ve Vahşî gibi en amansız hasımları ve daha niceleri sonunda hakkâniyetine boyun eğmiş ve bu hakkâniyetin yaman mübelliğleri olmuşlardır.

PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNİ İLÂNINDAN SONRAKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNİN VE DA’VÂSINDAKİ DOĞRULUĞUNUN BİR BAŞKA ŞÂHİDİDİR
1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve da’vâsı paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez.
Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. İnsan, düşünce ve da’vâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücâdele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebîler Sultanı (sav) da’vâsını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...

2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?

PEYGAMBERİMİZİN ZÂTI DA DOĞRULUĞUNA VE NÜBÜVVETİNE ŞEHÂDET EDER

1. Sîmâ, anlayan ve görebilen için rûhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat gamzeden nurlu sîmâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu sîmâda yalan yoktur” diyerek îmân etmişti.

2. Muhâl-farz, o Zât’ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.

3. Bir şeyin sun’isi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzûda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.

4. İnsanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir da’vâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?

5. Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zekî, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?

6. İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenîce fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, da’vâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.

7. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için ma’zûr görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -haşa!- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!

8. Önemli olan bir da’vâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, da’vâsına mükemmel bir nümûne olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz’ ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsn ü kabul görmemiş, da’vâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sâdık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın infâk ettiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..

9. İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra âdeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar müşkil bir mes’eledir. Şimdi, iki cihân güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?

10. Yalancı, sahtekâr ve gayr-ı ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O Kâmet-i bâlâya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşîdlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devasa insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki’ birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?

11. Eğer bu Zât -haşa- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla bir şey olamaz. Zira, bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mucîze ve bıraktıkları iz, kâinatın Efendisiyle kıyas edilemeyecek kadar küçüktür.

12. Evet, O’ndan başka birinin O’nun davâsı ve husûsiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin...” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.

13. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?

PEYGAMBERİMİZİN EŞSİZ AHLÂKI DA NÜBÜVVETİNE VE DOĞRULUĞUNA ŞÂHİDDİR
1. Güzel ahlâk çekirdekler halinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezâhürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir râsih hâle gelir.
Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbîsi? Cevabını, kendi beyânıyla verelim: “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî!” “-Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”

2. İyi veya kötü ahlâkın gelişmesinde vasatın, çevrenin ve toplumun tesiri de oldukça önemlidir. Şimdi, O’nun yaşadığı asırda, Mekke’ye gittiğimizde, insanların vahşette canavarları geçtiğini, haksızlığın, zulmün, fâiz ve sömürünün kol gezdiğini, kızların diri diri toprağa gömülüp kadınların esir pazarlarında satıldığını, çocuklara baba bulmanın zorlaşıp, Ka’be çevresinde kadınların çırılçıplak dolaştığını görürüz. Her mahallede bir câminin bulunduğu günümüz şartlarında nesilleri eğitmenin zorluğunu düşünün, bir de o asırda, o şartlarda en güzel ve en yüksek ahlâka sahip olmanın imkânsızlığını..!

3. Her peygamber gibi, Peygamber Efendimiz de Sıdk, Emânet, Tebliğ, Fetânet ve İsmet vasıflarına bihakkın ve en yüksek derecede sahipti.

4. Kendimize, çevremize ve tarih boyunca gelip geçmiş büyüklere ve büyük görünenlere baktığımızda, kendilerinde ancak belli ahlâkî güzelliklerin tezâhür ettiğini ve güzel ahlâkın her türlüsünü hemen hemen hiç kimsede göremeyiz. Kimisi cömerttir fakat, aynı derecede affedici değildir; kimi cesurdur ama, aynı zamanda cimridir. Ayrıca hiç bir ahlâkî güzellik hiç kimsede zirve noktasında temsil edilmiş değildir. Oysa O Zât’da, güzel ahlâkın her türlüsü, en üst seviyede vardı ve mütemâdiydi.

5. Bir insanda, birbirine zıt güzel ahlâkın birbirini nakzetmeyecek ve engellemeyecek derecede bulunması oldukça zordur; yani, insan cömerttir ama, bunu israf derecesine vardırabilir; tutumludur fakat bu cimrilik seviyesindedir. Cesurdur, ama bu cesurluk tehevvür noktasındadır. Halbuki O Zât, bütün güzel ahlâkı en yüce bir şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamış ve hiç bir ahlâkı, zıddının sınırına vardırmamıştır. Sözgelimi, son derece cesur ve celâdetliydi; ama aynı zamanda son derece mütevazî, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesâret ve celâdeti kalbleri kırıp dökme noktasına asla varmadığı gibi, tevâzû ve affediciliği de hiç bir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmezdi. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzûr verici, metin ve çetin oluşunun yanısıra alabildiğine re’fet ve merhamet sahibi; dünyaya meydan okurken de kumlar üstünde oturup bir çocukla da sohbet edebilecek kadar mütevâzi idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı hem de en zirvede, birbirine karıştırmadan ve en mükemmel şekilde Zâtında toplayan, yaşayan ve ümmetine nümûne olan ancak O Zât (sav)’tır.

6. Hiç bir insan her sahada, her konuda rehber ve mütehassıs olamaz. Yüzlerce ilim dalının teşekkül etmiş bulunduğu günümüzde, herhangi bir sahada mütehassıs olma yılları almakta, belki bir ömür boyu aynı sahada çalışmak gerekmektedir. Evet, bir insanın hem mükemmel bir tıb bilgini, hem mükemmel bir komutan, hem dirâyetli bir idareci, hem bir terbiyeci, hem bir sosyolog hem de bir muallim olması âdeta imkânsızdır. Fakat, bütün bunlar Peygamber Efendimiz’de hem de en üst seviyede gerçekleşmiş bulunmaktadır. O’nun hayat-ı seniyyelerini okuduğunuzda bunu açıkça göreceksiniz. Ayrıca, değil her sahada, tek bir sahada bile ihtisas yapmak için belli zamana, gerekli araç-gerece ve sakin bir atmosfere ihtiyaç duyulduğu da düşünülünce iş bütün bütün karmaşıklaşır...

7. O Kutlu Asr’a gidin! Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiç bir askerî mektep bitirmeyen, hiçbir içtimâî mektepten çıkış almayan; teleskop ve mikroskopla hiç bir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan O Zât (sav)’ın, her sahada nasıl bir uzman gibi şaşmaz, eskimez, pörsümez, canlı ve ölmez sözler söylediğini, inkılâplar yaptığını, her sahada bir rehber ve mütehassıs gibi emniyet ve rahatlık içinde konuşup hareket ettiğine bakın!. Daha da önemlisi, bütün bu ihtisas isteyen işleri yaparken sermaye olarak sadece 23 sene gibi kısa bir zaman dilimini kullandığını, hayatının hemen tamamını çile ve ızdırap içinde, muharebe meydanlarında, cemiyetinin mes’eleleriyle haşir-neşir olarak ve ailelerini de en mükemmel şekilde idare etmeyi ihmâl etmiyerek, en mükemmel ve en son Din’in hem de asırlar sürecek prensiplerini vaz’ ederek, cihana hükmedecek bir sistem kurup yerleştirirken evet böylesi ağır şartlar altında nasıl olmuş da her sahada hakîmâne söz söyleyebilmiş..!

8. Şimdi, zaman, imkân, huzurlu ve güvenli bir çalışma atmosferi gibi şartlar isteyen pek çok mes’elede bir insanın:
a. En yüksek ve en güzel ahlâkı temsîl etmesi,
b. Her türlü güzel ahlâkın zirvesinde bulunması,
c. Yüksek ahlâkın bütününe, hiç birbirini nakzetmeden ve zıddının sahasına girmeden sahib olması,
d. Güzel bir ahlâkla arz-ı endâm ederken diğerlerini unutmaması, ihmâl etmemesi ve başka biriyle karıştırmaması, o insanın doğruluğuna ve peygamberliğine delâlet etmez mi?

9. Doktor, hastaya ve hastanın durumuna göre ilaçları değiştirir ve ilaçların dozajında da gerekli ayarlamalarda bulunur. İnsan da, diğer insanlara karşı davranışlarını, huylarını, âdet ve alışkanlıklarını ayarlama ve hesaplama durumundadır. Ahlâkî davranışlar, zaman ve zemine, makamın keyfiyetine ve muhatapların durumuna göre farklılıklar arzeder. Çoğu zaman davranışlarımızı yerine göre ayarlayamaz ve hatalar yaparız. Meselâ, bir valinin emrindeki kişilere makamında göstermesi gereken vakar ve ciddiyeti evinde de göstermesi kibir ve kendini beğenme olur. İnsanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhameti muharebede düşmana gösterdiğimizde, kendi insanımıza karşı zulüm ve merhametsizlik etmiş oluruz. “Yazık, uykusuz kalmasın” diye çocuğumuzu sabah namazına kaldırmamak, ona acımak değil, bilakis en büyük kötülüktür. İrşad adına, muhatabın durumunu, seviyesini ve şartları nazara almadan bütün doğruları sıralayıvermek irşad olmadığı gibi, sıraladığımız doğrular adına da hem bir ihânet, hem de cinâyettir. Aleyhissalâtü vesselâm’ın bütün söz ve davranışlarını tek tek incelediğimizde, O’nun, yer, kişi, mevki, zaman ve şartlara göre söz ve davranışlarını bütün inceliklere riâyetle nasıl ayarladığını ve bu sahada en ufak bir falso vermediğini görürüz. Bu da, O’nun (sav) peygamberliğine vâzıh bir delil teşkil etmektedir.

10. Diyelim ki, her durumda söz ve davranışlarınızı ayarladınız; irâdenizin gücünü göstererek hareket biçiminizi tayin etmeğe muvaffak oldunuz. Fakat, çok defa insan hem ânî hem de isabetli düşünmeye, karar vermeye imkân bulamadan karar verme mecburiyetinde kalır. Meselâ, bir muharebe sahasında hemen karar verme durumunda kaldığınızda oturup uzun boylu düşünmeğe kalkmanız, büyük bir mağlubiyete ve felâkete sebebiyet verebilir. Sonra, çok defa ânî verilen kararların, neticesi düşünülmeden sarfedilen sözlerin ve hesaplanmadan atılan adımların insanı içinden çıkılmaz durumlara soktuğu çok vaki’dir. Öyleyse, konuşurken, bir iş plânlarken, gelecekteki hâdiseleri, vukûu muhtemel aksülâmelleri ve karşılaşılabilecek güçlükleri hesaba katma mecburiyeti vardır. Şimdi düşünün; vereceğiniz kararlar, atacağınız adımlar ve söyleyeceğiniz sözler yalnızca birkaç gün, hattâ bir kaç ay, bir kaç yıl, ya da bir kaç asır ötesini değil, Kıyamet’e kadar gelecek bütün zamanları ilgilendiriyorsa, o zaman ne yaparsınız? Evet, her sözü, her davranışı ve her adımı asırlar boyu her devrin, her anlayışın ve her seviyenin insanı tarafından hüsn ü kabul görmüş, tatbike çok çok müsait ve en elverişli bulunmuş; karşılaşılan her türlü müşkül ve zorluklara çare olmuş.. ve zaman geçtikçe solup gitmesi bir yana, daha da tazelenip yenilenmiş, güçlenip çağın üstüne çıkmış bu insan peygamber değil de ya nedir..?

11. Sadece ana başlıklar halinde bir kaçını zikrettiğimiz bu güzel ahlâkın sahibi Zât’ı bize sorsalar, “Evet” deriz, “O bir nebîdir, Nebîler Serveri’dir. Biz de O’nun (sav) şâhidleriyiz. Evet Hak adına Hakk’ın temsilcisinin şahidleriyiz.” Çünkü, bu kadar güzel ve yüksek ahlâk ancak doğru insanlarda bulunabilir. Güzel ahlâk, ancak doğruluk toprağında yetişip, sümbül verebilir. Yalan söyleyen bir insanın daha başka söz ve davranışlarında da za’f ve lekeler bulunmaması mümkün değildir. Yalan, âdeta fâsit bir dairenin başlangıcı gibidir. Zincirleme, arkasından her türlü kötü ahlâkı da sürükler getirir. Tıpkı doğruluğun güzel ahlâkı sürükleyip getirdiği gibi. Şimdi, serâpâ ahlâk-ı âliyeyle serfirâz olan O yüce Kâmet (sav), belli ki, daha işin başında bir salih daire teşkîl edip, hak ve hakikat adına doğru, dosdoğru olarak bu ulvî vazifeye, peygamberlik misyonuna başlamış ve neticede misyonunu tam bir başarıyla noktalamıştır.

12. Aynı nükteye bir başka zaviyeden daha bakabiliriz:
Birbirine münasip ve uygun şeyler arasında meyil ve câzibe, birbirine zıt ve muhalif şeyler arasında ise nefret ve itme vardır. Seçtiğimiz arkadaşlarımız, kendi karakterimize ve düşünce dünyamıza en uygun olan kişiler değil midir? Dumanlı ve loş kokulu yerler kendilerine uygun kişileri çekerken, Allah’ın evleri ise belli ki kendilerine münasip kutluları çekecektir. Evet, doğruluk da daima doğru insanları çekip, sînesinde barındıracaktır. Öyleyse, bu güne kadar milyonlarca doğruluğu müsellem insanları kendine celb ve cezbeden insan acaba doğruluğun özü ve hülâsası olmaması mümkün müdür? Cezbeden en güzel olunca, cezbedilen de güzel olmalıdır. O ne yüce ve erişilmez bir câzibedir ki, asırlardır milyonları meczûb hâle getirmiştir.

13. Böylesine yüce ve güzel ahlâka sahip olan bir insanda, elbetteki izzet-i nefis, haysiyet; şeref bulunacaktır ve O bu haliyle aslâ, yalana, hileye tenezzül etmeyecektir.

BAKINIZ
Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Hayatı
Hz. Muhammed'in Ahlak Anlayışı
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
Hz. Muhammed'in özellikleri nelerdir?
Son düzenleyen Safi; 24 Ekim 2016 22:36
Kral_Aslan - avatarı
Kral_Aslan
VIP MsXTeam
12 Kasım 2008       Mesaj #2
Kral_Aslan - avatarı
VIP MsXTeam
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNDEN ÖNCEKİ HAYATI O’NUN PEYGAMBERLİĞİNE DELİLDİR
1. Dünyaya teşrifi esnasında meydana gelen olağanüstü hâdiseler, çocukluk devresinde yakınlarının müşahedeleri ve gençliğinde firâset sahiplerinin kendisinde sezdikleri ma’nâlar, O’nun gelecekte büyük bir vazife altına gireceğinin anlamlı ifadelerinden başka bir şey değildi...
Sponsorlu Bağlantılar

2. Peygamberliğine kadar olan devrede daima zulme ve haksızlığa karşı çıkmış ve “Hılfü’l-Füdûl” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine bil-fiil girip, mazlumların, mağdurların yanında yerini almıştı...

3. İhtişamlı ve saltanatlı bir 40 yıl yaşamayıp, tâ küçük yaşta yetim ve öksüz kalmış, dedesi ve amcasının himayesinde büyümüştü.. şahsı, malı ve taraftarları açısından öyle çok güçlü de değildi.

4. Çevresinde fuhuş adına bütün olup bitenlere rağmen, peygamberliğine kadar olan bu devrede iffet, namus ve hayasına toz bile kondurmamıştı. İki defa düğüne giderken yolda uyuyup kaldığını bizzat kendisi ifade buyurmaktadır. Garîze-i beşeriyenin en güçlü olduğu 25 yaşında, dul, çocuklu ve 40 yaşındaki Hatice Validemiz’le izdivaçları hengâmında buram buram terlediği ve gelinlik kız gibi kızardığı nakledilir. Sefere çıkışta “kızımı, namusumu kime teslim edeyim” diye düşünenlerin hemen ilk akıllarına gelen de bu iffet ve namus âbidesi genç olmalıydı.

5. Peygamberlik öncesi dönemde bir defa olsun yalanına, hıyânetine ve sözünden döndüğüne şâhit olunmamıştır. Bu mevzûda, düşmanları dâhil, hiç kimse herhangi bir misâl gösterememektedir. Kaldı ki en azılı hasımları bile O’na ‘Muhammed’ül-Emîn’ diyorlardı. Kâbe tamiratında Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta hakem tayin edilmiş ve bu mukaddes taşı yere serdiği ridâsının üzerine koyup, birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koymuş ve bu müşkül meseleyi halletmişti.

6. Mukaddes Hira mağarasında geçen sancılı günlerinden sonra, büyük bir da’vâ ile ortaya çıkması da, peygamberliğinin önemli delillerindendir. Çünkü, O ümmîdir ve bütün hayatında kimseden bir şey öğrenmediği de çok iyi bilinmektedir. O’nun peygamberlik öncesi aylar ve aylar tek başına bir mağarada kapalı kalması ve birdenbire üdebâ ve büleğâya meydan okuyan bir beyânla ortaya çıkması, elindeki hârika fermânın ilâhî olduğunu gösterir .. evet Efendimiz (sav) böyle bir iç hazırlığı ve lahûtileşmeden sonradır ki o nurlu mağaradan ayrılıp, Mekke ufuklarında doğmuş ve da’vâsını neşre koyulmuştur.

7. Daha çocukluğunda (O Kâmet-i Muallâ ve Kâmil için ‘çocuk’ sözü inşaallah sû-i edeb olmaz) ve gençliğinde 40 yıl boyunca en ufak bir yalan ve dengesizliğine rastlanmayan bir kimsenin, meleke haline gelmiş bütün ahlâkını birden 40 yaşında değiştirmesi nasıl mümkün görülebilir?

PEYGAMBERİMİZİN DÜŞMANLARI BİLE O’NUN SIDKINA ŞÂHİTTİRLER

1. Kırk yaşına kadar kendisine “Muhammed’ül-Emîn” diyen ve emanetlerini teslim eden düşmanlarının O’nu, Peygamberlikle ortaya çıktığında red ve inkâr etmeleri, kendileri adına tenâkuzdan başka bir şey değildir. Kendilerini akıllı, kültürlü ve mütefekkir gören bu insanlar, böylece tam kırk yıl aldatılıp uyutulduklarını kabul etmiş olmuyorlar mı? Öyleyse, inkârlarında başka bir maksat vardı; çünkü değişen ve dönen Peygamber değil, döneklik yapıp, Güneş’e göz yuman bizzat onların kendileriydi.

2. Düşmanları O’nu yalancılıkla itham edemiyor, getirdiklerini red ve inkâr edemiyor, sadece ‘sâhir, şâir, mecnun’ yakıştırmalarında bulunuyorlardı. Mevcudiyet ve hakikatını inkâr edemedikleri mu’cîzelerine de ‘sihir’ deyip geçiyorlardı.

3. Peygamberliğini kabûle yanaşmayan müşrikler, “Muhammed doğru söylüyor” diyor, fakat peygamberliğin O’na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, “neden eşraftan falana, falana verilmedi de, bir yetime verildi” diye kendilerince sözde mazeret beyân ediyorlardı.

4. Mekke müşriklerinin, şiir ve belâgatta ileri seviyede oldukları halde, okuma ve yazması olmayan bir Zât tarafından, “destekçilerinizi de çağırıp haydi benzerini, hatta bir sûresinin benzerini siz de getirin” diye meydan okunarak tebliği yapılan Kur’ân’a ve Peygamberlik da’vâsına karşı kendileri için en kolay ve te’sirli yol olması gereken dille mücadeleyi bırakıp, en tehlikeli ve rizikolu yol olan kılıçla mücadeleye girmeleri de O’nun peygamberliğine apaçık bir delildir.

5. Müşrikler, yine O’nu ilzamda en kolay yollardan biri olması gereken açığını arama, yanlışını izhâr ve ilân etme mevzûunda çaresiz kalıyorlardı; zira, bir açığını ve yalanını bulsalardı hemen bütün cihâna ilân edeceklerdi.

6. Can alıcı düşmanlarının, kendisine kılıç çekmiş ve her kötülüğü yapmış hasımlarının zamanla birer birer eriyip dize gelmeleri ve O’nun dairesine katılmakla müslüman olmaları da O’ndaki doğruluğa, ismet, fetânet ve câzibeye ayrı bir delildir. Safvan, Ebû Süfyan, Amr ibn ü’l-Âs, Halid, İkrime, Hind ve Vahşî gibi en amansız hasımları ve daha niceleri sonunda hakkâniyetine boyun eğmiş ve bu hakkâniyetin yaman mübelliğleri olmuşlardır.

PEYGAMBERİMİZİN RİSÂLETİNİ İLÂNINDAN SONRAKİ HAYATI DA O’NUN PEYGAMBERLİĞİNİN VE DA’VÂSINDAKİ DOĞRULUĞUNUN BİR BAŞKA ŞÂHİDİDİR
1. Büyük ideal ve yüksek düşüncelerle içi sürekli kaynayıp duran bir insanın, fikirlerini açığa vurmaması, düşünce ve da’vâsı paralelinde taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez.
Biz basit bir fikir ve düşüncemizi bile içimizde tutamayıp, tanıdığımıza-tanımadığımıza intikâl ettirmeğe çalışırız. İnsan, düşünce ve da’vâsını en canlı ve heyecanlı olduğu gençlik yıllarında yaymaya çalışır. 15-20 yaşlarındaki binlerce, onbinlerce gencin nice bâtıl fikirleri neşretmek için ellerinde bildirilerle gösterilerde ve kanlı hâdiselerde nasıl mücâdele ettiklerine bütün dünya tarihi şahiddir. Oysa, Nebîler Sultanı (sav) da’vâsını tebliğe 40 yaşında başlamıştır: Demek ki, O, bir emir altında hareket ediyor ve kendisine emredileni yapıyordu...

2. Bir insanın, çeşitli muvaffakiyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra hiç değişmemesi, onun yüce ve yüksek ahlâkını, doğruluk derecesini gösterir. İşte, O’nun Peygamberlikten önceki ve sonraki güneş gibi parlak ve apaçık hayatı! Evet O’nun en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile bakışının bulanmaması, başının dönmemesi fonksiyon ve vazifesini başladığı gibi bitirmesi peygamberliğinin delili değil de ya nedir?

PEYGAMBERİMİZİN ZÂTI DA DOĞRULUĞUNA VE NÜBÜVVETİNE ŞEHÂDET EDER

1. Sîmâ, anlayan ve görebilen için rûhun aynası ve iç âlemin tanıtıcı satırlarını yansıtan bir kitap hükmündedir. Peygamberimizin hakikat gamzeden nurlu sîmâsını gören yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selâm, daha ilk görüşünde “Bu sîmâda yalan yoktur” diyerek îmân etmişti.

2. Muhâl-farz, o Zât’ın söz ve davranışlarında yalan ve yapmacıklık olsaydı, gerek peygamberlik öncesi, gerekse peygamberliği döneminde mutlaka bir açık verecek, gaf ve falso yapacak ve neticede, fırsat kollayıp duran hasımları da, bunu cihâna ilân ederek hiç kılıca sarılma lüzumu duymadan emellerine ulaşacaklardı.

3. Bir şeyin sun’isi, taklit ve yanlışı, hiç bir zaman hakikî ve fıtrî olanı gibi değildir. Gözü doğuştan sürmeli olanla, sonradan boyalı olan birbirinden farklıdır. Sinek tavus kuşunu, ateş böceği güneşi, çoban vâliyi veya ilim adamını ne kadar temsil ve taklit edebilir? Hele Peygamberlik gibi bir mevzûda taklit ve yalanın asla yeri olamaz.

4. İnsanın, yaratılış icâbı, önemsiz bir konuda küçük bir topluluk içinde, o topluluğa muhalefetle küçücük bir yalanı bile söylemesi imkânsız denecek kadar zordur. Buna karşılık, O Zât (sav), Peygamberlik gibi çok büyük bir da’vâ adına, kendine hasım büyük bir cemaat içinde, çok önemli şeyleri tam bir emniyetle, telaşsız söyleyebiliyorsa, bunda hile ve yalan olacağı düşünülebilir mi?

5. Hele bu Zât ümmî ise, okuma-yazma bilmiyorsa ve karşısında da zekî, kültürlü, söz söylemesini bilen, şiir ve belâgatta seviyeli bir cemaat bulunuyorsa, böyle bir durumda o Zât’ın söz ve davranışlarını pervasızca sergilemesi ve çok uzun zaman yalanlanmadan bunu sürdürmesi nasıl mümkün olabilir ki..?

6. İnsan, ortaya attığı herhangi bir düşünce, tez ve fikrine karşı medenîce fikir münazarası şeklinde mukabelede bulunulduğunu görse, yalan-yanlış da olsa, fikirlerini müdafaaya devam edebilir. Fakat, bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele rûhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma, yüzüne tükürülme ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile, da’vâsından dönmemesi ve asla ümitsizliğe düşmemesi O’nun doğruluğuna şaşmaz bir delildir.

7. Bugün pek çok insan görürsünüz ki; sözgelimi sıcak günlerde oruç tutamadığı için ma’zûr görülsün ister. Şimdi o asra gidin; üstten güneşin, alttan taşlık ve kumluk çölün, içten çile, ızdırab ve binbir ölümün sıcaklığını göz önüne getirin; sonra da, hayatında meyvelerini göremeyeceği -haşa!- bir yalan uğruna, kişinin ortaya atılıp, onca eziyet ve işkencelere katlanmasının; hurma dallarından yapılma yatakta yatıp, günlerce karnına taş bağlayacak derecede aç kalmasının ve hayatının büyük bir bölümünü savaş meydanlarında geçirmesinin mümkün olup olamayacağını düşünün..!

8. Önemli olan bir da’vâ ile ortaya çıkmak değildir; önemli olan getirdiği prensipleri bizzat tatbik edip, da’vâsına mükemmel bir nümûne olabilmektir. Tarihte, büyük diye tanınan nice sistem koyucu ve kanun vaz’ ediciler vardır ki, söylediklerini yaşamadıklarından dolayı hüsn ü kabul görmemiş, da’vâ ve sistemlerini sürekli kılamamış ve samimî, heptenci ve sâdık taraftarlar bulamamışlardır. “Namaz kılın” diyen O Zât’ın kıldığı namazlara, “zekat verin” diyen O Zât’ın infâk ettiği mallara, “oruç tutun” diyen O Zât’ın tuttuğu oruçlara ve haramlara karşı çıkan O Zât’ın haram karşısındaki tavrına bakın!..

9. İnsan, bedenen 18 yaşına kadar gelişir; huy, karakter ve ahlâkının mayalanması ise çok küçük yaşlarda başlar; rüşde ermekle gelişir, gençlik devresinde kökleşir ve 30’undan sonra âdeta meleke haline gelir ve sabitleşir. 40 yaşından sonra, geniş çapta bir kafa-kalp ameliyatı geçirmeden ahlâk ve karakter değiştirmek, cild değiştirme kadar müşkil bir mes’eledir. Şimdi, iki cihân güneşi Efendimiz (sav)’e bakalım: O’nu, 40 yaşına kadar emin, namuslu ve iffetli olarak yaşamış, doğruluğunu herkese kabul ettirmiş olarak görürüz. Eğer yaratılışında -haşa!- kötü bir huy, bir karakter taşımış olsaydı, bu, gençlik tesiriyle ortaya çıkacaktı. 40 yaşına kadar râsıh ve ayrılmaz hâle gelmiş alışkanlıkların, birden 40 yaşında bıçakla kesilmiş gibi değişmesi mümkün değildir. Şimdi 40 yaşına kadar hiç yalan söylemeyen bir kişinin, 40 yaşında birden yalan söylemeğe başlaması düşünülebilir mi?

10. Yalancı, sahtekâr ve gayr-ı ciddî bir insanın, bırakın uğruna seve seve varını-yoğunu ve hayatını fedâ edecek arkadaşlara sahip olması, şöyle oturup sohbet edeceği dürüst ve güzel ahlâklı bir arkadaş bulması bile oldukça zordur. Şimdi siz bir de, O Zât’ın çevresinde, onca gailelere rağmen bir araya gelmiş Sahâbe’ye, sonra Tabiîn’e, sonra da asırlar boyu O Kâmet-i bâlâya gönül vermiş binlerce, milyonlarca evliyâ, asfiyâ ve mürşîdlere, ilmin her dalında mütehassıs âlimlere ve bu devasa insanların çevresinde kümelenmiş milyonlarca aydınlık ruhlara bakınız! Acaba, bunca insanın, hilâf-ı vâki’ birşey etrafında bir araya gelmeleri mümkün müdür..?

11. Eğer bu Zât -haşa- peygamber değilse, başka hiçbir peygamberin peygamberliğiyle alâkalı söylenecek pek fazla bir şey olamaz. Zira, bütün peygamberân-ı izâmın sundukları mesaj, gösterdikleri mucîze ve bıraktıkları iz, kâinatın Efendisiyle kıyas edilemeyecek kadar küçüktür.

12. Evet, O’ndan başka birinin O’nun davâsı ve husûsiyetleriyle ortaya çıkması mümkün değildir; çünkü, bize bu meydan okumayı öğreten de bizzat Allah’tır. “Eğer kulumuza indirdiğimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin...” (Bakara, 2/23) şeklindeki meydan okumasına on dört asırdır henüz bir karşılık gelmiş değildir.

13. Ve nihâyet, insanlara karşı yalan söylemeyen bir Zât, nasıl olur da Allah’a karşı yalan söyler? Nasıl olur da, kendi sözlerini Allah’ın kelâmı olarak gösterebilir?

PEYGAMBERİMİZİN EŞSİZ AHLÂKI DA NÜBÜVVETİNE VE DOĞRULUĞUNA ŞÂHİDDİR
1. Güzel ahlâk çekirdekler halinde insanın fıtratına dercedilmiştir. Saf fıtratın tezâhürü, temiz yaratılışın gün yüzüne çıkması ve rûhun dış aynada yansıması demek olan güzel ahlâka sahip bulunmanın en önde gelen şartlarından biri, belki birincisi terbiye ve telkindir. Evet, güzel ahlâk kendine has ortamda beslenir râsih hâle gelir.
Şimdi, Peygamber Efendimiz (sav)’in nübüvvetinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ve yüksek ahlâkı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile O’nu kim yetiştirmiştir? Annesi, babası diyemeyiz, çünkü onları çok küçükken kaybetmiştir. Dede ve amcalarının ise, içinde bulundukları toplumda O’na böyle bir ahlâk kazandırmaları hiç mi hiç mümkün görünmemektedir. Peki, kimdir öyleyse O Zât’ın mürebbîsi? Cevabını, kendi beyânıyla verelim: “Eddebenî Rabbî, fe-ahsene te’dîbî!” “-Beni Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye etti!”

2. İyi veya kötü ahlâkın gelişmesinde vasatın, çevrenin ve toplumun tesiri de oldukça önemlidir. Şimdi, O’nun yaşadığı asırda, Mekke’ye gittiğimizde, insanların vahşette canavarları geçtiğini, haksızlığın, zulmün, fâiz ve sömürünün kol gezdiğini, kızların diri diri toprağa gömülüp kadınların esir pazarlarında satıldığını, çocuklara baba bulmanın zorlaşıp, Ka’be çevresinde kadınların çırılçıplak dolaştığını görürüz. Her mahallede bir câminin bulunduğu günümüz şartlarında nesilleri eğitmenin zorluğunu düşünün, bir de o asırda, o şartlarda en güzel ve en yüksek ahlâka sahip olmanın imkânsızlığını..!

3. Her peygamber gibi, Peygamber Efendimiz de Sıdk, Emânet, Tebliğ, Fetânet ve İsmet vasıflarına bihakkın ve en yüksek derecede sahipti.

4. Kendimize, çevremize ve tarih boyunca gelip geçmiş büyüklere ve büyük görünenlere baktığımızda, kendilerinde ancak belli ahlâkî güzelliklerin tezâhür ettiğini ve güzel ahlâkın her türlüsünü hemen hemen hiç kimsede göremeyiz. Kimisi cömerttir fakat, aynı derecede affedici değildir; kimi cesurdur ama, aynı zamanda cimridir. Ayrıca hiç bir ahlâkî güzellik hiç kimsede zirve noktasında temsil edilmiş değildir. Oysa O Zât’da, güzel ahlâkın her türlüsü, en üst seviyede vardı ve mütemâdiydi.

5. Bir insanda, birbirine zıt güzel ahlâkın birbirini nakzetmeyecek ve engellemeyecek derecede bulunması oldukça zordur; yani, insan cömerttir ama, bunu israf derecesine vardırabilir; tutumludur fakat bu cimrilik seviyesindedir. Cesurdur, ama bu cesurluk tehevvür noktasındadır. Halbuki O Zât, bütün güzel ahlâkı en yüce bir şahsiyet oluşturacak şekilde kendinde toplamış ve hiç bir ahlâkı, zıddının sınırına vardırmamıştır. Sözgelimi, son derece cesur ve celâdetliydi; ama aynı zamanda son derece mütevazî, halim ve selimdi. Daha da önemlisi, cesâret ve celâdeti kalbleri kırıp dökme noktasına asla varmadığı gibi, tevâzû ve affediciliği de hiç bir zaman zillet ve korkaklık seviyesine düşmezdi. Vakar ve ciddiyetinin yanında mütebessim ve huzûr verici, metin ve çetin oluşunun yanısıra alabildiğine re’fet ve merhamet sahibi; dünyaya meydan okurken de kumlar üstünde oturup bir çocukla da sohbet edebilecek kadar mütevâzi idi. Bunlar gibi daha pek çok güzel ahlâkı hem de en zirvede, birbirine karıştırmadan ve en mükemmel şekilde Zâtında toplayan, yaşayan ve ümmetine nümûne olan ancak O Zât (sav)’tır.

6. Hiç bir insan her sahada, her konuda rehber ve mütehassıs olamaz. Yüzlerce ilim dalının teşekkül etmiş bulunduğu günümüzde, herhangi bir sahada mütehassıs olma yılları almakta, belki bir ömür boyu aynı sahada çalışmak gerekmektedir. Evet, bir insanın hem mükemmel bir tıb bilgini, hem mükemmel bir komutan, hem dirâyetli bir idareci, hem bir terbiyeci, hem bir sosyolog hem de bir muallim olması âdeta imkânsızdır. Fakat, bütün bunlar Peygamber Efendimiz’de hem de en üst seviyede gerçekleşmiş bulunmaktadır. O’nun hayat-ı seniyyelerini okuduğunuzda bunu açıkça göreceksiniz. Ayrıca, değil her sahada, tek bir sahada bile ihtisas yapmak için belli zamana, gerekli araç-gerece ve sakin bir atmosfere ihtiyaç duyulduğu da düşünülünce iş bütün bütün karmaşıklaşır...

7. O Kutlu Asr’a gidin! Hiçbir pedagoji eğitimi görmeyen, hiç bir askerî mektep bitirmeyen, hiçbir içtimâî mektepten çıkış almayan; teleskop ve mikroskopla hiç bir tanışıklığı bulunmayan, hele hele okuma-yazması olmayan O Zât (sav)’ın, her sahada nasıl bir uzman gibi şaşmaz, eskimez, pörsümez, canlı ve ölmez sözler söylediğini, inkılâplar yaptığını, her sahada bir rehber ve mütehassıs gibi emniyet ve rahatlık içinde konuşup hareket ettiğine bakın!. Daha da önemlisi, bütün bu ihtisas isteyen işleri yaparken sermaye olarak sadece 23 sene gibi kısa bir zaman dilimini kullandığını, hayatının hemen tamamını çile ve ızdırap içinde, muharebe meydanlarında, cemiyetinin mes’eleleriyle haşir-neşir olarak ve ailelerini de en mükemmel şekilde idare etmeyi ihmâl etmiyerek, en mükemmel ve en son Din’in hem de asırlar sürecek prensiplerini vaz’ ederek, cihana hükmedecek bir sistem kurup yerleştirirken evet böylesi ağır şartlar altında nasıl olmuş da her sahada hakîmâne söz söyleyebilmiş..!

8. Şimdi, zaman, imkân, huzurlu ve güvenli bir çalışma atmosferi gibi şartlar isteyen pek çok mes’elede bir insanın:
a. En yüksek ve en güzel ahlâkı temsîl etmesi,
b. Her türlü güzel ahlâkın zirvesinde bulunması,
c. Yüksek ahlâkın bütününe, hiç birbirini nakzetmeden ve zıddının sahasına girmeden sahib olması,
d. Güzel bir ahlâkla arz-ı endâm ederken diğerlerini unutmaması, ihmâl etmemesi ve başka biriyle karıştırmaması, o insanın doğruluğuna ve peygamberliğine delâlet etmez mi?

9. Doktor, hastaya ve hastanın durumuna göre ilaçları değiştirir ve ilaçların dozajında da gerekli ayarlamalarda bulunur. İnsan da, diğer insanlara karşı davranışlarını, huylarını, âdet ve alışkanlıklarını ayarlama ve hesaplama durumundadır. Ahlâkî davranışlar, zaman ve zemine, makamın keyfiyetine ve muhatapların durumuna göre farklılıklar arzeder. Çoğu zaman davranışlarımızı yerine göre ayarlayamaz ve hatalar yaparız. Meselâ, bir valinin emrindeki kişilere makamında göstermesi gereken vakar ve ciddiyeti evinde de göstermesi kibir ve kendini beğenme olur. İnsanlara gösterilmesi gereken şefkat ve merhameti muharebede düşmana gösterdiğimizde, kendi insanımıza karşı zulüm ve merhametsizlik etmiş oluruz. “Yazık, uykusuz kalmasın” diye çocuğumuzu sabah namazına kaldırmamak, ona acımak değil, bilakis en büyük kötülüktür. İrşad adına, muhatabın durumunu, seviyesini ve şartları nazara almadan bütün doğruları sıralayıvermek irşad olmadığı gibi, sıraladığımız doğrular adına da hem bir ihânet, hem de cinâyettir. Aleyhissalâtü vesselâm’ın bütün söz ve davranışlarını tek tek incelediğimizde, O’nun, yer, kişi, mevki, zaman ve şartlara göre söz ve davranışlarını bütün inceliklere riâyetle nasıl ayarladığını ve bu sahada en ufak bir falso vermediğini görürüz. Bu da, O’nun (sav) peygamberliğine vâzıh bir delil teşkil etmektedir.

10. Diyelim ki, her durumda söz ve davranışlarınızı ayarladınız; irâdenizin gücünü göstererek hareket biçiminizi tayin etmeğe muvaffak oldunuz. Fakat, çok defa insan hem ânî hem de isabetli düşünmeye, karar vermeye imkân bulamadan karar verme mecburiyetinde kalır. Meselâ, bir muharebe sahasında hemen karar verme durumunda kaldığınızda oturup uzun boylu düşünmeğe kalkmanız, büyük bir mağlubiyete ve felâkete sebebiyet verebilir. Sonra, çok defa ânî verilen kararların, neticesi düşünülmeden sarfedilen sözlerin ve hesaplanmadan atılan adımların insanı içinden çıkılmaz durumlara soktuğu çok vaki’dir. Öyleyse, konuşurken, bir iş plânlarken, gelecekteki hâdiseleri, vukûu muhtemel aksülâmelleri ve karşılaşılabilecek güçlükleri hesaba katma mecburiyeti vardır. Şimdi düşünün; vereceğiniz kararlar, atacağınız adımlar ve söyleyeceğiniz sözler yalnızca birkaç gün, hattâ bir kaç ay, bir kaç yıl, ya da bir kaç asır ötesini değil, Kıyamet’e kadar gelecek bütün zamanları ilgilendiriyorsa, o zaman ne yaparsınız? Evet, her sözü, her davranışı ve her adımı asırlar boyu her devrin, her anlayışın ve her seviyenin insanı tarafından hüsn ü kabul görmüş, tatbike çok çok müsait ve en elverişli bulunmuş; karşılaşılan her türlü müşkül ve zorluklara çare olmuş.. ve zaman geçtikçe solup gitmesi bir yana, daha da tazelenip yenilenmiş, güçlenip çağın üstüne çıkmış bu insan peygamber değil de ya nedir..?

11. Sadece ana başlıklar halinde bir kaçını zikrettiğimiz bu güzel ahlâkın sahibi Zât’ı bize sorsalar, “Evet” deriz, “O bir nebîdir, Nebîler Serveri’dir. Biz de O’nun (sav) şâhidleriyiz. Evet Hak adına Hakk’ın temsilcisinin şahidleriyiz.” Çünkü, bu kadar güzel ve yüksek ahlâk ancak doğru insanlarda bulunabilir. Güzel ahlâk, ancak doğruluk toprağında yetişip, sümbül verebilir. Yalan söyleyen bir insanın daha başka söz ve davranışlarında da za’f ve lekeler bulunmaması mümkün değildir. Yalan, âdeta fâsit bir dairenin başlangıcı gibidir. Zincirleme, arkasından her türlü kötü ahlâkı da sürükler getirir. Tıpkı doğruluğun güzel ahlâkı sürükleyip getirdiği gibi. Şimdi, serâpâ ahlâk-ı âliyeyle serfirâz olan O yüce Kâmet (sav), belli ki, daha işin başında bir salih daire teşkîl edip, hak ve hakikat adına doğru, dosdoğru olarak bu ulvî vazifeye, peygamberlik misyonuna başlamış ve neticede misyonunu tam bir başarıyla noktalamıştır.

12. Aynı nükteye bir başka zaviyeden daha bakabiliriz:
Birbirine münasip ve uygun şeyler arasında meyil ve câzibe, birbirine zıt ve muhalif şeyler arasında ise nefret ve itme vardır. Seçtiğimiz arkadaşlarımız, kendi karakterimize ve düşünce dünyamıza en uygun olan kişiler değil midir? Dumanlı ve loş kokulu yerler kendilerine uygun kişileri çekerken, Allah’ın evleri ise belli ki kendilerine münasip kutluları çekecektir. Evet, doğruluk da daima doğru insanları çekip, sînesinde barındıracaktır. Öyleyse, bu güne kadar milyonlarca doğruluğu müsellem insanları kendine celb ve cezbeden insan acaba doğruluğun özü ve hülâsası olmaması mümkün müdür? Cezbeden en güzel olunca, cezbedilen de güzel olmalıdır. O ne yüce ve erişilmez bir câzibedir ki, asırlardır milyonları meczûb hâle getirmiştir.

13. Böylesine yüce ve güzel ahlâka sahip olan bir insanda, elbetteki izzet-i nefis, haysiyet; şeref bulunacaktır ve O bu haliyle aslâ, yalana, hileye tenezzül etmeyecektir.

BAKINIZ
Hz. Muhammed (S.A.V.)'in Hayatı
Hz. Muhammed'in Ahlak Anlayışı
Peygamber Efendimiz (S.A.V.) Hakkında
Hz. Muhammed'in özellikleri nelerdir?
Son düzenleyen Safi; 24 Ekim 2016 23:00
Hayatın ne anlamı var.. Yanımda sen olmayınca....
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
27 Kasım 2008       Mesaj #3
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Hazret-i Peygamberin (ASM) halleri ve vasıfları, hayatını anlatan eserlerde ve tarih kitaplarında çokça bahsedilmiştir. Fakat o vasıfların ve hallerin büyük çoğunluğu, Hz. Peygamberin (ASM) insan yönüne bakmaktadır ve anlatılanlar Hz. Peygamberin (ASM) sadece maddi şahsına bakmakta, manevi şahsına bakmamaktadır. Hz. Peygamberin manevi şahsiyeti ve kudsi mahiyeti o derece yüksektir ki, tarih kitaplarında anlatılan maddi şahsiyetiyle alakalı vasıfları, O'nun (ASM) yüksek kıymetini tam olarak anlatmaktan çok uzaktır.

Kulluk yönü itibariyle bile "bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir" sırrınca, her gün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir muazzam ibadet, O'nun (ASM) sevaplarına eklenmektedir. Cenab-ı Allah'ın nihayetsiz rahmetine, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir kabiliyetiyle mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar olmaktadır.

"Levlake levlake lema halektul eflak" kudsi hadisi sırrınca şu kâinatın yaratılışın asıl gayesi, tarihlerin şahitliği doğrultusunda en mükemmel insan (1), Kâinatın Hâlık' ı olan yaratıcımızın tercümanı olan mübarek şahsiyetini ve mahiyetini tam olarak anlamak için kitaplardaki vasıfları ve halleri kâfi gelmemektedir. Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız gibi Bedir Savaşında yanında bulunan, Hz. Cebrail'i geride bırakarak Mi'raç'da Cenab-ı Allah ile görüşecek kadar yüksek makamlara erişen manevi mahiyetini bir kenara bırakıp; savaşta zırh giyen, yara alan, hasta olan, açlık çeken, ticaret yapan, sahabeleri ile bir arkadaş gibi sohbet eden, bir aile reisi olarak eşleri ve çocukları ile ilgilenen, torunları ile oynayan, … vb. insani yönleri ile değerlendirmeye kalkmak hata olacaktır.

İşte, yukarıda anlatıldığı gibi Efendimizin (ASM) insani yönü ile alakalı duyulanlar karşısında hata yapmamak için birde başımızı kaldırıp hakikî mahiyetine ve peygamberlik vazifesi ile Cenab-ı Hakkın elçisi ve Rehber Kitabının tercümanı olan asıl nuranî manevi şahsiyetine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.
alıntı

HZ. MUHAMMED’İN HAYATI
Hz. Muhammed Hicret’ten 52 yıl önce (Milâdi 570), Rebiülevvel ayının 17. gününde Mekke şehrinde dünyaya gelmişlerdir. Babası, Hz. Abdullah daha Hz. Muhammed dünyaya gelmeden, 25 yaşlarında vefât etmiştir. Annesi, Hz. Âmine’yi ise 6 yaşında iken kaybetmiştir. Küçük yaşta babasını ve annesini kaybeden Hz. Muhammed’i, dedesi Abdülmuttâlib himayesine aldı ve o zamana kadar kimseye verilmemiş olan Muhammed adını kendisine verdi. O da bir yıl sonra vefât edince, Hz. Muhammed’i amcalarından, Hz. Ali’nin babası Hz. Ebû Tâlib yanına alıp büyütmüştür. Hz. Muhammed Mekke’nin en büyük ailesi olan Hâşimiler’dendi.Peygamberler, Peygamber olarak dünyaya gelirler ve o vazife için yaratılmışlardır. Peygamberlik gibi ağır bir emaneti yüklenmek için bir hazırlık devresi geçirirler, sonunda ilâhi vahye mazhar olurlar ve insanlara ilâhi emirleri tebliğe başlarlar.
Hz. Muhammed’in hayatı, Peygamberliğini açıklamaya emir alıncaya kadar; sade, temiz, çok dürüst ve yaşayışı da insanlığa örnek bir yaşayış idi.

Hz. Muhammed genç yaşlarında iken bütün Hicâz’da, daha Peygamberlik gelmeden önce, huylarının güzelliği ve her hususta emin oluşları dolayısıyla, Araplar tarafından “Muhammed’ül Emin” diye anılmaya başlanmıştı. Babasından mal, mülk, bir şey kalmadığı için bir hayli fakirdi; yalnız çok soylu bir aileden olduğu için çok itibar görürdü.

Kureyş hanımlarından olan Hz.Hatice ticaretle uğraşmakta idi. Çok zengin ve dul olduğundan, mallarını idare etmesi, ticaretini sürdürmesi için emin bir kişi olarak gördüğü Hz.Muhammed’i kendisine yardımcı seçti. Daha sonra Hz.Muhammed ile Hz.Hatice evlendiler. Evlendiklerinde Hz.Muhammed 25, Hz.Hatice ise 38 veya 40 yaşlarında idi. Hz.Muhammed’in, Hz.Hatice’den iki erkek, dört kız çocuğu olmuştur.Bütün evlâtları kendi zamanında âhiret dünyasına göç etti. Hayatta kalan tek evlâtları Hz.Fâtıma ise Hz.Muhammed’in, Peygamberlikleri zamanında Hicret’ten 11 yıl önce dünyaya gelmiştir.

Hz.Muhammed’in soyu çok sevdiği kızı “Ehl-i Beyt”ten olan Hz.Fâtıma’dan yürümüştür. Hz.Fâtıma’dan da, Hz.Peygamber’in çok sevdikleri “Ehl-i Beyt”ten olan torunları Hz.Hasan ile Hz.Hüseyin dünyaya gelmişlerdir.
Son düzenleyen Safi; 24 Ekim 2016 22:43
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
2 Ocak 2009       Mesaj #4
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
1. RABBANÎLİK
Hiçbir peygamber, düşünüp taşınıp şöyle bir sistem ortaya koyayım, diyerek işe başlamamıştır ve başlamaz. Risalet mevzuunda doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak, insanlar içinden bir kimseyi peygamber yapmayı murad buyurur.. vakti ve zamanı gelince tamamen peygamberlik için yaratılmış bu seçkin insana, vazife, sorumluluk ve peygamberlik vazifesini duyurur, o da peygamberliğini ilan eder.
Her peygamber seviyesine göre, vahiyle gelir, vahiyle yaşar ve vahiy kesilince de gider. Bizim hayatiyetimizin devamı için hava, su, ekmek gibi temel maddeler ne ise, peygamber için de vahiy odur. Onlar âdeta, Allah'tan gelen "üns" esintileriyle beslenirler. Feyz-i akdes ve mukaddesten daima sabâ rüzgarı gibi bir şeyler eser gelir ve onlar da bu esintiler devam ettiği sürece insanların arasında kalmaya katlanırlar. O kesilince de Rabb'e doğru iştiyakla kanat çırpar ve ötelere uçacakları anı beklerler.
Onlar, bütün varlıklarıyla Rablerine teslim olmuşlardır. O neyi söylemelerini isterse ancak onu ve Rablerinin istediği ölçüde söylerler. Getirdikleri din, tamamen Allah (celle celâluhu) tarafından vaz'edildiği için onlar vazifelerinde rabbanîdirler ve böyle rabbanî bir vazifeyi yerine getirmekle mükelleftirler.
Vazifelerini yaparlarken de, muhataplarının kabul veya reddi onları bağlamaz ve alâkadar da etmez. Evet, onların vazifesi sadece tebliğ edip anlatmaktır. Muhaliflerin dedikleri, söyledikleri veya yaptıkları hiç umurlarında değildir. Davaları adına taviz vermeleri ise, kat'iyen düşünülemez. "Ay'ı bir omuzuma, Güneş'i diğer omuzuma koysalar, vallahi bu davadan vazgeçmem!"onların umumî düsturudur.

2. HASBÎLİK
Peygamberler yaptıkları hizmet karşılığında maddî-mânevî hiçbir ücret beklemezler. Kur'ân-ı Kerim onların bu hususiyetlerini çeşitli vesilelerle ve muhtelif âyetlerde dile getirmiştir. Hepsinin sözündeki ortak ve odak nokta إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّٰهِ "Benim mükâfatım ancak Allah'a aittir." hakikatinde toplanmaktadır. Bizler, maddî olmasa da mânevî bir ücret bekleyebiliriz. Hâlbuki nebiler bunu da beklemezler ve bütün yaptıklarını Cenâb-ı Hakk'ın emri olması zaviyesinden değerlendirerek yaparlar. Farzımuhal, neticede Cehennem'in alevlerinde yanacak dahi olsalar, yine onların düşüncelerindeki berraklık bulanmaz ve hep vazifelerini yapmayı düşünürler...
Peygamberler maddî-mânevî füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunan insanlardır ve bu mevzuda zirve varlıklardır.. Cennet sevdası da Cehennem korkusu da değildir onlara bu çetin ve zorlu vazifeyi yaptıran, bu zorlardan zor hizmeti gördüren.. sadece ve sadece Rabb'in rızasını kazanabilmektir.
Her peygamber hasbîdir. Ancak hasbîlikte doruk nokta Nebiler Sul­tanı'na aittir. Doğduğu zaman "Ümmetî!" demiş, mahşerde de "Ummetî, ümmetî!" diyecektir. Bu nasıl hasbîliktir ki, Cennet kapıları ardına kadar açılıp O'nun teşrifini beklerken O, ümmetini de oraya götürebilmek için mahşerin en bunaltıcı anlarını Cennet'e tercih edebilmektedir. Ve yine bu nasıl bir hasbîliktir ki, sadece sıhriyet ve kurbiyet itibarıyla kendine yakın olanları değil; en mücrimi de dahil, bütün ümmetini toptan istemektedir.
Evet onların ruh menfezleri sadece bir noktaya açıktır: Allah'ın (celle celâluhu) rızasına.. bundan başka her şeye onlar kapılarını sürgülemiş ve sürmelemişlerdir.
Bilhassa günümüzde, peygamberliğe ait bir vazife olan tebliğ ve irşad vazifesini omuzlayanların bu noktaya çok iyi dikkat etmeleri ve bu mevzuda çok hassas davranmaları gerekmektedir. Çünkü sözün tesiri, belâgat ve fesâhatında değil, samimî olmasında saklıdır. Bu ise hasbîliği gerektirmektedir.
Bu mânâya işaret içindir ki, Kur'ân-ı Kerim'de:
اتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُم مُهْتَدُونَ "Sizden ücret istemeyen kimselere tâbi olun, onlar hidayete ermiş kimselerdir." denilmektedir.
Evet, onlar hidayet semalarında pervaz edip uçarken, siz de onlara tâbi olun. Çünkü sizden dünyalık namına bir şey talep edip istemiyorlar. Uyup arkasından gideceğiniz insanları iyice düşünüp tartın ve öyle insanlara tâbi olun ki, gece ve gündüzleri, hep hizmet aşkıyla dolu olsun. O, gelecek neslin zafer arabalarının geçeceği yolları hazırlamayı, o dönemin debdebeli ve muhteşem günlerini idrak edip kavuşmaya tercih etsin. Ve onun hasbîlikle yoğrulmuş gönül dünyasına, bu kadar masum bir isteğin gölgesi dahi düşmesin. İşte kendinize böyle önder ve liderler seçin ve onların ardından gidin!
Allah Resûlü hasbî idi. Hayatı boyunca karnını arpa ekmeği ile dahi doyurmamıştı. Bazen günler, haftalar ve aylar geçerdi de, O'nun saadet dolu hanesinde yemek pişirmek için ne bir ocak yanar ne de bir tas çorba kaynardı.
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir gün Allah Resûlü'nün yanına gittim. Namazı oturarak kılıyordu. Namazını tamamlayınca sordum: Yâ Resûlallah hasta mısınız?
Hayır, açlık.. yâ Ebâ Hüreyre, dedi.
Ağlamaya başladım. Kâinat kendisi için yaratılmış, Allah'ın en sevgilisi açlık ve gıdasızlık sebebiyle ayağa kalkacak gücü olmadığından namazını oturarak kılıyordu. Benim ağladığımı görünce teselli etti.
Ağlama yâ Ebâ Hüreyre! Bu dünyada açlık ızdırabını çeken, diğer tarafta Allah'ın azabından emin olacaktır.
Ensardan bir kadın kendisine döşek gibi bir şey getirmiş ve Hz. Âişe Validemiz de (radıyallâhu anhâ) onu Allah Resûlü'nün her zaman üzerinde istirahat buyurduğu hasırın üzerine sermişti. Geldiğinde bu manzarayı gören Allah Resûlü, ne olduğunu sormuş ve aldığı cevap üzerine de şöyle buyurmuştu:
Âişe! Onu derhal geriye teslim et. Allah'a yemin ederim ki, eğer istese ve arzu etseydim, Allah benim sağımda ve solumda, altından ve gümüşten dağlar yürütürdü; fakat ben istemiyorum.
Evet O, eğer isteseydi müreffeh bir hayat yaşayabilirdi; ama istemiyordu. Bir gün bir melek geldi ve Allah'tan (celle celâluhu) selâm getirdi, sonra da sordu: "Yâ Resûlallah, Cenâb-ı Hakk'ın selâmı var, soruyor: Bir melik peygamber mi olmak istersin, yoksa bir kul peygamber mi?"
Cibril imdada yetişir: تَوَاضَعْ يَا رَسُولَ اللّٰهِ "Yâ Resûlallah (Rabbine karşı) mütevazi ol!" Ve Allah Resûlü tercihini yapar: "(Bir gün aç kalıp tazarru eden, diğer gün tok olup şükreden) bir kul peygamber olmayı isterim."
Oturur, köle ve hizmetçilerle beraber yemek yerdi. Bir kadın bu manzarayı görünce: "Oturmuş da köle gibi yemek yiyor." dedi. Kâinatın Efendisi cevap verdi: "Benden güzel köle mi olur! Ben Allah'ın kölesiyim."
Allah Resûlü'nün bütün hayatı hasbîlik tablolarıyla doludur. Şimdilik misallerin tafsilatını, O'nun hayat-ı seniyyesini konu alan binlerce kitaba havale ediyoruz. Evet, O başta olmak üzere ve bütün nebiler hasbî olarak yaşamışlar, yaptıkları hizmet mukabilinde ne dünya ne de ahiret namına hiçbir talepte bulunmamışlardır. Onun içindir ki sözleri müessir olmuştur. Öyle ise, sözlerinin iksir-misal tesirli olmasını isteyenler, evvelâ hizmetleri karşılığında kimseden hiçbir şey istememeyi öğrenmeliler...

3. İHLÂS
İhlâs, yapılan her şeyi Allah (celle celâluhu) için yapma ve yapılmayanı da yine Allah için yapmama, demektir. Peygamberler, daha işin başında işte böyle bir ihlâsa erdirilmiş şahsiyetlerdir. Gerçi çalışıp çabalama ile insan, ihlâsta bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, diğer insanların varabileceği son nokta, nebiler için sadece bir başlangıç noktasıdır. Onlar, âdeta ihlâsın özü hâline gelmiş ve muhlasînden kılınmışlardır. Kur'ân-ı Kerim onların bu hususiyetini bazı peygamberlerde müşahhaslaştırarak şu şekilde anlatır: وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّه كَانَ مُخْلَصاً وَكَانَ رَسُولاً نَبِيًّ "Kitab'da Musa'yı da an! Gerçekten o, ihlâsa erdirilmiş, bir resûl ve bir peygamberdi."
Ve Hz. Yusuf için إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ "...Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır."
Ve Allah Resûlü'nün şahsında ümmetine şöyle sesleniyor: إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللّٰهَ مُخْلِصاً لَهُ الدِّينَ "Şüphesiz ki Kitab'ı sana hak olarak indirdik, (o hâlde sen de) dini O'na has kılarak Allah'a kulluk et!"
Yine Allah (celle celâluhu), Habibini şöyle konuşturuyor:
قُلِ اللّٰهَ أَعْبُدُ مُخْلِصاً لَهُ دِينِي "De ki: Ben dinimi sadece O'na has kılarak Allah'a kulluk ederim."
Kulluğun sebebi, Allah'ın emridir; neticesi, Cenâb-ı Hakk'ın rızasıdır; meyve ve semeresi ise Rabb'in ahirette verecekleridir. Kulluk bütün bir hayatı içine alır ve mü'minin bütün davranışlarında bir şuur ve iz'an olarak kendisini hissettirir.
Asrımızın büyük mütefekkiri: "Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O'nun rızası dairesinde hareket ediniz." derken ihlâsın hem tarifini yapmakta hem de ehemmiyetini dile getirmektedir.
İhlâs, insanın dosdoğru ve müstakîm olmasının adıdır. İhlâslı insanın hayatında zikzaklar yoktur. Ruhanî seyri hep yukarıya doğru ve dimdiktir. Onun içindir ki, onlar işe başladıkları günkü mahviyetlerini, zirvelere çıktıkları zaman da koruyup muhafaza edebilmişlerdir. Ancak onlar ne kadar azdır!.
İnsanlık tarihinde, bu ufkun zirvesinde sadece bir insan vardır; o da Allah Resûlü'dür. Nasıl olmasın ki, davasını ilk yaymaya başladığı günkü tavrıyla Mekke'yi fethettiği gün arasında mahviyet ve tevazu bakımından zerre kadar değişme göstermemiştir.
Mekke sulhle alınmıştır. Münferit bir iki hâdise olsa bile, bunu umuma teşmil etmek doğru değildir. İki Cihan Serveri, senelerce evvel çıkarıldığı bu mübarek yere girerken fatih bir kumandan edasıyla girmiyordu. O gün merkûba binmiş ve başını o kadar eğmişti ki, mübarek başı neredeyse eğerin kaşına değecekti.
O, Medine'de bulunduğu devre içinde de tavrını hiç değiştirmemişti. Sahabe, O içeriye girdiğinde ayağa kalkardı.. kalkmalıydılar da. Hatta O girdiğinde cenazeler dahi kabirlerinden fırlayıp, O'na ihtiram etmeliydiler.. O bütün bunlara fazlasıyla lâyıktı. Ancak kendisi, sahabenin böyle ayağa kalkmasından ciddî rahatsızlık duyar ve her defasında:
لاَ تَقُومُوا كَمَا تَقُومُ اْلأَعَاجِمُ "Acemlerin (büyüklerine) ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın!" der ve tekdîr ederdi.
Evet O, kudsî vazifeye nasıl başladıysa, öyle de bitirdi.. O'nun hayatı âdeta bir mûsıkî âhengi içinde geçmişti. Başladığı işi başladığı perdede bitiriyordu ve bu çok üstün muvaffakiyet demekti. Hatta O, bir yönüyle bu ilâhî mûsıkîye pestle başlamış ve neticede arz u semayı velveleye verecek tize ulaşmıştı.
O, bütün hayatı boyunca dini Allah'a tahsis ederek sadece O'na kulluk yaptı.. gönlü sadece O'nun mârifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O'nun âsârını süzüp durdu.. bütün duyguları O'ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve köpürdü.. O, Hakk'a uyanmış, hakikate yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha ile hep "Allah" deyip dolaşmıştı. Çünkü O, bir ihlâs insanıydı...
O'ndaki ihsan şuuru da buna ayrı bir buud teşkil ediyordu. Çünkü bizzat O'nun tarifi içinde ihsan, Allah'ı görüyor gibi kulluk yapmaktı. Meseleyi bir teşbihle anlatacak olursak, başkası kıbleye dönüp namaz kılarken, O, namazını Kâbe'nin içinde kılıyordu.

4. MEV'İZE-İ HASENE (GÜZEL ÖĞÜT)
Peygamberler, davalarını neşrederken kat'iyen diyalektiğe girmezler. Onlar insanlara "mev'ize-i hasene" ve "hik­met"le yaklaşırlar. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Efendimiz'e şöyle ifade edilmektedir:
اُدْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ"Sen Rabb'inin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; ve onlarla en güzel şekilde mücadele et."
Onlara eşyanın hikmetini, hilkatteki esrarı yumuşak bir şekilde ve inan­dı­rıcı bir üslûpla anlat! Yani hissiyatlarını rencide etmeden, kalb ve kafalarını doyurmaya gayret et!
Peygamberler demagoji, diyalektik ve felsefî üslûba hiç mi hiç iltifat etmemişlerdir. Zira, ne dün ne de bugün, demagojiye açık birkaç ahmak istisna edilecek olursa, bu yolla kimseye bir şey anlatılamamıştır. Zaten Cenâb-ı Hak da onları bu türlü abes şeylerle meşgul etmek istememiştir. Onların vazifesi hikmetle ve "mev'ize-i hasene" ile dine ait meseleleri neşredip yaymaktan ibarettir.
İnsan sadece bir zihin ve kafadan ibaret değildir; onun bir de kalbi, ruhu, sırrı, hafîsi, ahfâsı vardır ve bunların hepsi de tatmin ister, tatmin beklerler. İşte nebiler, insanları bütün bu yönleriyle ele alır ve mesajlarını takdim ederken de onları bütün havâslarıyla ikna ve tatmin ederler. İnsana ait hiçbir hususiyet boş bırakılmadan yapılan böyle bir tebliğin neticesi ise, bütün tereddütleri zail olarak muhatabın imandaki vahdete ulaştırılmasıdır ki, bu da insanın varoluş gayesidir.
Onların ders halkasında yetişenlerde bir başka yakîn hâsıl olur. Onların huzurunda, bu âleme bakan gözlerinin yanında kalb gözlerinin kapakçıkları da açılır ve başkasının görmediği, bilemediği meseleler artık, onlar için ayân olur. Gayrı bütün dünya tereddüt ve şüphe ile dolup taşsa, ihtimal onlar sadece bunlara müstehzi bir eda ile güler geçerler. Zira onların vicdanlarında hâsıl olan mârifet peteğine hiçbir şüphe sineği konamaz...
Allah (celle celâluhu), onların bildiği biri, bin yapar, bildiklerine bereket katar ve onlara bilmediklerini de öğretir. Semadan gelen ilham esintileri onların kalblerini âdeta bir sema hâline getirir.. ve onlar bu bildiklerini harfiyen tatbik etmekle, semaya doğru yükselen "kelime-i tayyibe" merkûbunu bulur ve yükseldikçe yükselir.
Hatta onların arasında, Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi öyleleri yetişir ki, "Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek." der ve sır kapılarını aralarlar. Yani, "Gayb perdesi kalksa, ben neticede görmem gerekli olan her şeyi görsem, şu anda inandığımdan fazla bir mârifet ufkuna ulaşacağıma ihtimal vermiyorum; zira yakînim o ki, ben gaybe imanın doruğundayım."
Hz. Ali (radıyallâhu anh) gibi bir insanda bu söz, "tahdis-i nimet" makamında söylenmiş bir sözdür. Allah Resûlü, Hakk'ın takdiriyle kıyamete kadar gelecek velilerin babası olarak onu ilân buyurmuştur. Onu, saadet hücresine almış, kadınların en güzeli, en incesi, en zarifi, en endamlısı, hurileri geride bırakacak, o nübüvvet bahçesinin çiçeği Hz. Fatıma Anamızla evlendirmiş ve bu kutlu evlilikten de bir güzelle bir de güzelcik, yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelmiş. Ayrıca bütün veliler ve veliler içinde de kutuplar hep bu menbadan fışkırıp çıkmış...
Evet, Hz. Ali böyle olduğu gibi, onunla devam eden altın silsilenin hemen hemen her bir halkası da, bu şuuru temsilin birer kahramanı olmuştur.

Evet, bu şuur, iman ve islâmın neticesinde ihsan sırrına erenlerde gelişir.. ve onlar daha dünyada iken: فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ "Senden perdeyi kaldırdık, bugün artık gözün keskindir."hitabına mazhar olurlar. Batılının entüisyon dediği bu hâl, insanın vicdanında varlığını hissettirmeye başladı mı artık dış dünya susar ve iç sezişlerin çığıltıları benliği sarar; derken ruh-efzâ bir hâl olur. Çünkü Mârifet Sultanı gönül tahtına oturmuştur. O'nu dışarılarda aramaya ne gerek var..?
İşte tilmizlerini bu duygu ve düşünceye yükselten Nebi, metot olarak hep en şümullü mânâsıyla mev'ize-i haseneyi esas almış ve irşad binasını da bu temel üstüne kurmuştur.
Bizim bu babda söylemeye çalıştığımız hususları şu âyet, en veciz ve en mucizevî bir üslûpla dile getirmektedir: كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ"Nitekim, kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab'ı ve hikmeti getirip bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik."
İki Cihan Serveri'nin bu mevzudaki hassasiyet ve metodunu çeşitli vesilelerle arz edip misalleştirdiğimizden burada daha fazla bir şey söylemeyi zait görüyoruz. Yine de bir iki cümle ile hulâsa edecek olursak, şöyle demek mümkündür:
O, her zaman muhatabın durum ve seviyesine göre, onun aklını, kalbini, vicdanını doyuracak şekilde, eksik ve fazladan müberra olarak, hikmet çerçevesinde bir usûl ve üslûpla hitap ederdi ki, ekseriyetle O'nu dinleyip de huzurdan ayrılanlar, iman ve itminan elde etmiş olarak ayrılırlardı. Velid b. Muğire ve Utbe b. Rebia gibi bazıları, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediklerinin hak olduğunu kabullenmekle beraber, gurur ve kibirlerinin esiri olmuş, inanamamış; bazıları da korkularının kurbanı olmuş, inkârda kalmıştır ki, aslında bu da tamamen alıcı durumunda olanlara ait kusurlardandır. Bazen de, Şair A'şâ gibi her şeyi kabul etmekle beraber, eski alışkanlıklarını terk edemeyip mehil isteyenler vardı ki, eğer hidayete ermeden ölmüşlerse, bu, onlara ait kaza ve kaderin, daha önceden sebkat etmesiyle izah edilmelidir. Bunların hiçbirinde Allah Resûlü'ne râci bir eksiklik ve kusur yoktur ve olamaz da!

5. TEVHİDE ÇAĞRI
Kur'ân-ı Kerim'de birçok peygamberin kavmine hitabında, bu nokta ele alınarak şöyle denmektedir: يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللّٰهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ"Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin için O'ndan başka ilâh yoktur."
Her peygamberin davası bu yüce hakikatle başlar ve onunla noktalanır.
Birbirinden ayrı zaman ve mekânlarda gelen bu mümtaz şahsiyetlerin böyle bir noktada ittifakları ve hep aynı hakikatleri haykırmaları, hiçbir şüphe ve tereddüt bırakmaz ki, bunlar kendilerine ait fikir ve düşünceleri değil, Rabbilerinden aldıkları mesajları tebliğ etmektedirler. Zira aynı meselede ayrı ayrı istidat ve kabiliyetteki insanların, hem de çeşitli yer ve zamanlarda yaşamalarına rağmen ittifak etmeleri aklen mümkün değildir. Siz, aynı ekole mensup bir kısım felsefî akımların, hem de aynı zaman dilimi içinde yaşayanları arasında dahi, çok küçük ve basit meselelerde, pek çok ihtilaf ve farklılıklara şahit olursunuz.
İşte, beşerî düşünce ve mülâhaza kaynaklı cereyanlardaki bu ihtilaf.. ve ilâhî vahiyle serfiraz zatların sundukları sistemlerdeki bu ittifak, öncekilerin heva ve heves kaynaklı, ikincilerin de hidayet edalı olduğunu göstermektedir. Evet, bunlardaki söz birliği ve hepsinin tevhid hakikatiyle gelmesi de yine o müesseseye ait bir hususiyettir. Onun içindir ki Allah Resûlü:
أَفْضَلُ مَا قُلْتُ أَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِي: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ"Ben ve benden evvel gelen bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: 'Lâ ilâhe illâllahu vahdehû lâ şerike leh' mânâsına gelen sözdür." buyurmuşlardır.
Son düzenleyen Safi; 24 Ekim 2016 22:58
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
2 Ocak 2009       Mesaj #5
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
HZ.PEYGAMBER’İN BEŞERİ YÖNÜ
Kur’an-ı Kerim bize Hz.Peygamber de dahil olmak üzere gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin insan üstü varlıklar olmadıklarını belirtmektedir. Bütün Peygamberler birer beşerdir. Hırıstiyanların sonradan tanrılaştırdıkları Hz.İsa da dahil olmak üzere gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin beşer oldukları, bir çok ayette ısrarla ve tekrar tekrar vurgulanmaktadır. Bütün elçilerin ve özellikle de Hz.Muhammed’in diğer insanlar gibi beşer oluşunun bir çok ayette vurgulanması, bu konunun tarihte ve de Kur’an’ın nuzül (inişi ) döneminde Mekke müşrikleri için bir sorun olduğunu göstermektedir.
“De ki Ey Peygamber: “Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır” demiyorum;Gaybı da bilmiyorum,size bir meleğim de demiyorum,ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum. ( enam /50 )
Ey Muhammed De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım.bana ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyedilmiştir,öyleyse O’na yönelin ve O’ndan bağışlanma dileyin.O’ndan başkasına ilahlık yakıştıranların vay haline” ( fussilet /6 )
“ De ki: Ben de sizin gibi insanım.Şu farkla ki,ilahınızın bir tek ilah oluşu bana vahyolundu. Artık kim, Rabbine kavuşmayı umuyorsa,hayırlı ve düzgün davranışlar ortaya koysun.Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ortak koşmasın.” ( kehf /110 )
Yukarıdaki ayetlerde Peygamberin bir beşer olduğu ısrarla vurgulanmakta, Peygamberi diğer insanlardan farklı kılan özelliğin kendisine vahiy gelmesi olduğu ifade edilmektedir.
Mekke müşrikleri’nin ısrarla bir meleğin elçi olarak gönderilmesi gerektiğine dair istekleri reddedilmiş ve bir meleğin ancak meleklere elçi olacağı vurgulanmıştır. Bir meleğin elçi olarak gönderilmesi ancak yeryüzündekilerin de melek olmaları durumunda söz konusu olabilirdi. Burada onların bu isteklerinin de arkasında Peygambere inanmamak için değişik gerekçe ve bahaneler arama anlayışlarının yattığı aşikardır.Bu konu da Kur’an’da şöyle ifade edilmektedir: “İşte bunun gibi insanlara bir Peygamber eliyle, doğru yol bilgisi geldiği zaman onları, O’na inanmaktan alı koyan, onların “Allah, ölümlü bir insanı mi elçi olarak gönderdi?” diye itiraz etmelerinden başka bir şey değildir.Onlara şu sözümü ilt:Yeryüzünde melekler bulunsaydı da, rahat rahat gezselerdi, şüphesiz onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik” ( isra / 95-96 )
Peygamberlerin insan olması bir anlamda insanlara ancak bir insanın örnek olabileceğine dair zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Doğal olarak insanlara ancak onlar gibi insani özellikler taşıyan birisi örnek olabilir. Kendileri gibi yiyip içen, evlenip çoluk çocuk sahibi olan, ağlayıp gülen biri kılavuzluk edebilir. Onlarla beraber yaşayan onlarla oturup kalkan biri….
İnsanlar sevdikleri ve önem verdikleri şahsiyetlere, büyük liderlere ve karizmatik önderlere çeşitli ve olağanüstü özellikler atfetme eğilimine sahiptirler. İşte bu aşırı yüceltmenin bir sonucu olarak bazı tarihi kaynaklarda Hz. Peygamber insanlığından soyutlanarak, sayısız olağanüstü niteliklerle bezenmiş bir insan olarak tasvir edilmektedir. Bu Tasavvur sapmasının en önemli sonucu ise olağanüstü bir peygamberin, sıradan insanlar için örnekliğinin daha başında imkansız kılmış olmasıdır. Nitekim bir çok eserde Hz. Peygamberin yekpare nurdan olduğu, gölgesinin bulunmadığı yürürken ayaklarının iz bırakmadığı, geriye dönmeden de arkasını görebildiği, gece karanlığında da gün ortasında ki gibi görebildiği vb. birçok doğa üstü nitelikler atfedilmiştir. Oysa onun hayatı ve ahlaki nitelikleri Kur’an’da müminler için yaşanabilir en güzel örnek olarak takdim edilmekte, onun da bir beşer olduğu vurgulanmaktadır.

Allah Rasulü her insan gibi beşerdi. Diğer insanlar gibi yaşamış evlenip çoluk çocuk sahibi olmuş, eşlerine koca, çocuklarına müşvik bir baba ve torunlarına dedelik yapmıştır. Bağda bahçede çalışmış, zaman zaman ağlamış, zaman zaman da gülmüştür. Çarşı pazarda alışveriş yapmış, ashabı ile beraber kerpiç ve taş taşımıştır. Savaşlara katılarak ordusunu komuta etmiş, bu savaşlardan birinde yaralanmış ve mübarek dişlerinden biri kırılmıştır.
Mescidde cemaatine namaz kıldırmış, hem dini hem siyasi kararlar almış, çeşitli devletlerle diplomatik münasebetlerde bulunmuş, değişik ülkelere elçi göndermiştir. Hayatı boyunca bir yandan normal bir insan gibi yaşamış öte yandan nübüvvet vazifesini ifa etmiştir, hem dini hem de siyasi bir rehber olmuştur.
Sonuç olarak yukarıda zikrettiğimiz ayetlerin de açıkça ortaya koyduğu gibi Hz. Peygamber de diğer bütün insanlar gibi bir beşerdi. Bir beşerde bulunan ihtiyaçların, nitelik ve özelliklerinin tamamını taşımaktadır. Bütün insanlar gibi ölümlü bir varlıktır, güç ve kuvveti sınırlıdır. Allah dilemedikten sonra ne gaybı bilmesi nede kendiliğinden bir mucize göstermesi söz konusu olabilir.

HZ.PEYGAMBER’İN NEBEVÎ YÖNÜ
Hz.Peygamber bizler gibi insan olup bütün insani özellikleri taşımakla beraber onu gerek bizlerden gerek diğer peygamberlerden ayıran bir takım üstün yönleri ve özellikleri de bulunmaktadır.
1- Hz.Peygamber’i Peygamber olarak diğer insanlardan ve Peygamberlerden ayıran ve üstün kılan en önemli özelliği son peygamber olması, ondan sonra artık kıyamete kadar yeni bir peygamber gelmeyecek olmasıdır. Bu özelliğine dayanarak onu Peygamberler zincirinin son halkası ve nübüvvetin son temsilcisi,son mührü anlamına “Hatemu’l - Enbiya”olarak nitelendirmekteyiz.
“Muhammed,sizin erkeklerinizden, herhangi birinin babası değildir. Ama O Allah’ın elçisi ve Peygamberlerin sonuncusudur” ( azhab / 40 )
2- Hz.Peygamberin başka bir önemli ve ayrıcalıklı nebevi yönü ve özelliği,Hz Peygamberin risaletinin evrensel oluşu, risaletinin insanlarla beraber cinleri, başka bir deyişle görünmeyen varlıkları da içine alacak kadar geniş olmasıdır.Bu özelliğine binaen de onu iki ağırlığın da elçisi manasına “Rasulu’s sakaleyn”olarak vasıflandırmaktayız.
“Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.Ancak insanların çoğu bilmezler.” ( sebe / 28 )
3- Hz.Muhammed’in bir Peygamber olarak ayrıcalıklı ve diğer insanlardan üstünlük arz eden bir diğer nebevi özelliği de geçmiş ve gelecek günahlarının bağışlanmış olmasıdır.Tıpkı diğer Peygamberler gibi Allah ve resulü de ismet sıfatını haizdir.
“….Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlayacak,sana olan nimetini tamamlayacak ve seni doğru yola eriştirecektir” (fetih /2 )
4- Hz.Peygamber’in Kur’an tarafından vurgulanan bir diğer önemli nebevi niteliği, onun alemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasıdır.
“Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” ( enbiya /107 )
O’nun alemlere rahmet olması demek Allah’ın bir lütfu ve merhametinin sonucunda gönderilmesi, merhamet ve sevgi numunesi olması demektir.
5- Hz.Peygamber’i diğer insanlardan üstün ve farklı kılan bir vasfı da inananlara kendilerinden daha yakın olması ve hanımlarının da müminlerin anneleri oluşudur.
“Peygamber inananlara kendilerinden daha yakındır,eşleri inananların anneleridir…” ( ahzab /6 )
6- Hz.Peygamberi yüce ve üstün kılan bir diğer nebevi özellikte kendisine Allah ve meleklerin salat etmeleri,buna ilaveten kıyamete kadar müminlerin de ona adının zikredildiği yerde ve özellikle namazlarda salat ve selam okumakla emrolunmalarıdır.
“Allah ve melekleri Peygamber’e salat ederler. Ey inananlar,sizde ona salat okuyun ve gereğince esenlik dileyin.” (ahzab /56 )
7- Hz.Peygamber’in bir diğer önemli nebevi özelliği de sürekli ilahi denetim ve gözetim altında bulunmuş olmasıdır.Onun her tavrı ve tutumu yüce Allah’ın denetiminden geçmiş,Kur’an’da yer yer Ona yönelik uyarılar yapılmış,zaman zaman yaptığı ‘zelle’olarak adlandırılan ufak tefek kusur ve noksanlıklar anında düzeltilmiştir.
“Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret;sen bizim nezaretimiz altındasın,kalkarken rabbini överek tesbih et” ( tur / 48 )
8- Hz.Peygamber’in bir diğer nebevi özelliği de ilahi mesajları iletirken can güvenliğinin Allah tarafından sağlanmış olması,hayatına yönelik bir çok öldürme teşebbüsünün başarısızlıkla sonuçlanması ve Allah tarafından anında haberdar edilerek hayatının korunmuş ve kollanmış olmasıdır.
“Ey Resul!Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.Doğrusu Allah,kafirler topluluğuna rehberlik etmez.” (maide /67 )
9- Hz.Peygamber’in en önemli özelliği ve üstün yönü ise sıradan insanlardan farklı olarak yaşantısı ve kişiliğinin, olaylar ve olgular karşısındaki tutumunun özellikle inananlar tarafından izlenmesi ve örnek alınması gerektiğinin Kur’an-ı Kerim tarafından emredilmiş olmasıdır. “Andolsun ki Rasulullah,sizin için,Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”( ahzab /21 )
Son düzenleyen Safi; 24 Ekim 2016 22:59
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
12 Aralık 2009       Mesaj #6
Avatarı yok
Yasaklı
Alıntı

hazreti muhammedin peygamberlik öncesindeki insani özellikleri ve bu özelliklerin islamın insanlar tarafından kabul görmesinde ve benimsemesindeki rolü .. yardımcı olursanız çok sevinirim =)

Peygamber efendimizin, kendisine vahiy gelmeden önceki örnek kişiliği;peygamber olduktan sonra da aynı şekilde devam etmiştir. Cahiliye döneminde yaşayanlar Hz. Muhammed'e(s.a.v) “Muhammedü'l-Emin” yani güvenilir Muhammed adını vermişlerdir(özü sözü doğru manasında).Toplumun iyi ve kötü yönlerine karşı tavrı,eşiyle, akrabalarıyla ve komşularıyla ilişkisi,yoksula yardımı, haksızlığa karşı duruşu, ticaretteki dürüstlüğü ve peygamberlik öncesindeki insanlarla daha fazla irtibat kuran yönü ;bir çok kişinin islamiyeti benimseyip kabul etmesinde ve peygamber efendimize inanmalarında önemli deredece etkili olmuştur.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
15 Şubat 2010       Mesaj #7
Avatarı yok
Yasaklı
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

HZ muhammedin hayatını anlatan kitap acil lütfen sizi seviyorum

Peygamberimizi(s.a.v) ve Hayatını Anlatan Kitaplar
-Çöle İnen Nur:Necip Fazıl Kısakürek
-Hz.Muhammed'in Hayatı:Martin Lings
-Alemlere Rahmet Hz.Muhammed:Hüseyin Algül
-Son Peygamber:Mevlana Şibli Numani
-Model İnsan Peygamber:Bekir Sağlam
-Özgürlük Peygamberi:Abdurrahman Şarkavi
-Son Peygamber Hz.Muhammed:M.Ebu Zehra
-Hz Muhammed ve Evrensel Mesajı:İbrahim Sarıçam

Peygamberimizin hayatını anlatan kitaplardan bazılarıdır.
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
16 Aralık 2010       Mesaj #8
Avatarı yok
Yasaklı
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

arkadaşlar lütfen yalvarırım acil bir şekilde bana PEYGAMPERİMİZİN İNSANİ YÖNÜ İLE İLGİLİ BİR AYET MEALİ hemen yalvarırım

Ey Muhammed! De ki: "Ben sadece sizin gibi bir insanım, ancak bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Artık hep O'na yönelin ve O'ndan bağışlanma dileyin. Vay O'na ortak koşanların haline! (Fussilet, 41/6)

Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir. Eğer aldırmazlarsa onlara de ki: Bana Allah yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben O'na dayanmaktayım ve O, o büyük Arş'ın Rabbidir. (Tövbe, 9/128-129)

Benzer Konular

6 Mart 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
21 Eylül 2011 / Ziyaretçi Cevaplanmış
8 Kasım 2010 / Ziyaretçi Cevaplanmış
19 Aralık 2015 / babu123 Soru-Cevap
2 Kasım 2013 / wahaman Soru-Cevap