Arama

Hikayelerin çeşitleri ve özellikleri hakkında bilgi verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 25 Şubat 2010 Gösterim: 10.642 Cevap: 3
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
20 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
halk hikaysinin,moupassant tarzı hikayenin,ben merkezli hikayenin,cehov tarzı hikayenin özelliklerini istiyorum
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi
hikâyenin tanımı ve türk halk hikâyesinin kaynakları öykü, hikâye olarak da bilinir, gerçek yada düş ürünü bir olayı edebi bir üslupla aktaran kısa düzyazıdır. türk halk hikayeleri, efsânelerden, masallardan, menkıbelerden ve destanlardan kaynak olarak oluşmuşlardır. türk tarihinde gelen hikâyeye malzeme olabilecek eserler bulunduğu gibi başka kaynaklardanda türk halk hikâyesi beslenmiştir. kısaca türk halk hikâyesinin kaynaklarını belirtecek olursak; 1) türk kaynağından gelenler: dede korkut hikâyeleri, köroğlu, âşık garib, kerem ile aslı, tâhir ile zöhre gibi hikâyelerdir. 2) arap-islam kaynağından gelenler: leylâ ile mecnun, ebu müslim, battal gazi... 3)iran-hind kaynağından gelenler: ferâd ile şirin, kelile ve dimne vb. bu saydığımız kaynaklardan beslenen türk halk hikâyeleri; modern hikâyeciliğin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. batıda hikâye antik yunan ve latin çağlarında, bugün anladığımız manâda hikâye yoktur. klasisizm döneminde de fazla rağbet görmeyen hikâyenin yerine tragedya ve komedyalar yazılıyordu. 18.yyda voltairein hikâyeler yazdığını biliyoruz. fakat, voltairein hikâyelerinde daha çok kendi düşüncelmerini yaymak istediği bilinmektedir. romantikler döneminde de w.hoffmanın, adgor poenın hikâyeleri gözümüze çarpmaktadır. ama gerçek hikâyeler devri, 19.yyın sonlarında realistlerle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. fransada yetişen ünlü hikâye yazarlarından alphonse daudet, guy de maupassant, a.maurois en çok okunan yazarlar arasındadır. aynı yüzyılda yetişen ingliz ve rus hikâyecileri de hikâye türünün gelişmesine hizmet etmişlerdir. dünya edebiyatında hikâyenin önemi büyüktür. bildiğimiz gibi iki tür hikâye vardır. bunlardan ilki maupassant tarzı hikâyelerdir. bu hikâyeler, küçük bir roman gibi olay örgüsü içinde yazılırlar. olayın örgüsü daha önce tâyin edildiği için okuyucuyu zorlayan bir hayâl gücü gerektirmezler. bu hikayelerde toplumsal konular ve kişilerin karakterleri incelenir. gözleme ve gerçekliğe büyük önem verilir. çehov tarzı hikâyeler ise romandan bağımsız bir kuruluşa sahiptirler. hikâyenin başlangıcı ve sonu bir düğüm hâlinde, olay örgüsü dahilinde verilmez. okuyucunun ufkunu geliştirmesine yöneliktir. kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden, anlatılmak istenen mesaj okuyucuya aktarılır. maupassant tarzı hikâyeler daha çok klasik tazdadır.çehov tarzı hikâye anlatıma dayalı olduğu için modern tarz hikâyenin ortaya çıkışını hazırlamıştır. zaman, mekan, kişilerin tanıtılması gibi konularda romanda bağımsız olarak yazılan çehov tarzı hikâyede gerçek yaşam daha soyuttur. türk edebiyatında hikâye bugün anladığımız manâda hikâye bizde 1870lerden beri görülmeye başlamıştır. fransızcadan tercüme edilen romanlarda hikâye zannedildiği bu dönemde, roman ve hikâye terimleri yeni yeni anlaşılmaya başlanıyordu. daha sonraları; hacimce çok olanlara roman, az olanlara da hikâye denilmeye başlanmış... hikâyenin tanımı ve türk halk hikâyesinin kaynakları öykü, hikâye olarak da bilinir, gerçek yada düş ürünü bir olayı edebi bir üslupla aktaran kısa düzyazıdır. türk halk hikayeleri, efsânelerden, masallardan, menkıbelerden ve destanlardan kaynak olarak oluşmuşlardır. türk tarihinde gelen hikâyeye malzeme olabilecek eserler bulunduğu gibi başka kaynaklardanda türk halk hikâyesi beslenmiştir. kısaca türk halk hikâyesinin kaynaklarını belirtecek olursak; 1) türk kaynağından gelenler: dede korkut hikâyeleri, köroğlu, âşık garib, kerem ile aslı, tâhir ile zöhre gibi hikâyelerdir. 2) arap-islam kaynağından gelenler: leylâ ile mecnun, ebu müslim, battal gazi... 3)iran-hind kaynağından gelenler: ferâd ile şirin, kelile ve dimne vb. bu saydığımız kaynaklardan beslenen türk halk hikâyeleri; modern hikâyeciliğin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. batıda hikâye antik yunan ve latin çağlarında, bugün anladığımız manâda hikâye yoktur. klasisizm döneminde de fazla rağbet görmeyen hikâyenin yerine tragedya ve komedyalar yazılıyordu. 18.yyda voltairein hikâyeler yazdığını biliyoruz. fakat, voltairein hikâyelerinde daha çok kendi düşüncelmerini yaymak istediği bilinmektedir. romantikler döneminde de w.hoffmanın, adgor poenın hikâyeleri gözümüze çarpmaktadır. ama gerçek hikâyeler devri, 19.yyın sonlarında realistlerle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. fransada yetişen ünlü hikâye yazarlarından alphonse daudet, guy de maupassant, a.maurois en çok okunan yazarlar arasındadır. aynı yüzyılda yetişen ingliz ve rus hikâyecileri de hikâye türünün gelişmesine hizmet etmişlerdir. dünya edebiyatında hikâyenin önemi büyüktür. bildiğimiz gibi iki tür hikâye vardır. bunlardan ilki maupassant tarzı hikâyelerdir. bu hikâyeler, küçük bir roman gibi olay örgüsü içinde yazılırlar. olayın örgüsü daha önce tâyin edildiği için okuyucuyu zorlayan bir hayâl gücü gerektirmezler. bu hikayelerde toplumsal konular ve kişilerin karakterleri incelenir. gözleme ve gerçekliğe büyük önem verilir. çehov tarzı hikâyeler ise romandan bağımsız bir kuruluşa sahiptirler. hikâyenin başlangıcı ve sonu bir düğüm hâlinde, olay örgüsü dahilinde verilmez. okuyucunun ufkunu geliştirmesine yöneliktir. kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden, anlatılmak istenen mesaj okuyucuya aktarılır. maupassant tarzı hikâyeler daha çok klasik tazdadır.çehov tarzı hikâye anlatıma dayalı olduğu için modern tarz hikâyenin ortaya çıkışını hazırlamıştır. zaman, mekan, kişilerin tanıtılması gibi konularda romanda bağımsız olarak yazılan çehov tarzı hikâyede gerçek yaşam daha soyuttur. türk edebiyatında hikâye bugün anladığımız manâda hikâye bizde 1870lerden beri görülmeye başlamıştır. fransızcadan tercüme edilen romanlarda hikâye zannedildiği bu dönemde, roman ve hikâye terimleri yeni yeni anlaşılmaya başlanıyordu. daha sonraları; hacimce çok olanlara roman, az olanlara da hikâye denilmeye başlanmıştır

Sponsorlu Bağlantılar
Halk hikayesi örneği: Kerem ile Aslı
Maupassant Tarzı Hikaye Örneği: Pembe İncili Kaftan
Çehov Tarzı Hikaye Örneği: Yoldan Geçen Öykü
Ben merkezli hikaye örneği: Sinağrit Baba
Dönem Ödevimde Konumla İlgili İlk Açıklamalarım

Dünya hikayeciliği, realizm sahasında başlıca iki rehber tanır; Guy de Maupassant, Anton Çehov. Birincisi ruh tahlillerinde, ikincisi portre ve karakter çizmekte büyük bir kudret göstermiştir. Ben bunu bilen birisi olarak bu iki büyük hikaye yazarının hikayelerini incelemenin beni yazarları anlama konusunda ve hikayeleri birbirinden ayırt etme yönünde geliştirebileceğini düşündüm, çünkü kısa hikayecilik benim ilgimi çeken bir daldı.

Dönem ödevimde iki hikayecilik türünü ayırt etmeye yarayacak en küçük farklara kadar size sunmayı ve dönem ödevimi okumayı bitirdiğinizde, bir Türk veya yabancı hikayesi olsun bunun hangi tarzda yazılmış olduğunu anlayacak duruma gelmenize çok büyük katkı saylayacağımı umuyorum.

Maupassant’ın Biyografisi:

Doğalcılık akımına bağlı Fransız öykü ve roman yazarıdır. Öykü alanında Fransa'nın en büyüklerindendir. Parisli bir borsa oyuncusunun oğlu olarak 5 Ağustos 1850'de Dieppe kenti yakınlarındaki Miromesnil şatosunda dünyaya geldi. Guy de Maupassant, burada Normandiya bölgesini ve köylülerinin yaşamını yakından tanımak fırsatını buldu. İlk eğitimini Kilise'den aldı. 13 yaşında gönderildiği İlahiyat okulundaki yaşama ısınamadığı için kurallara aykırı davrandı. Böylece kendisini okuldan kovdurdu. Öğrenimini Rouen lisesinde tamamladı.
1869'da Paris'te hukuk okumaya başladı. Fransa ile Almanya arasında savaş çıkması üzerine öğrenimine ara verdi. Gönüllü olarak savaşa katıldı. 1870'de seyyar jandarma birliğinde asker oldu. Maupassant, o dönemde tanığı olduğu olayları, yaşadıklarını, gözlemlediklerini daha sonra kaleme aldığı birçok öyküsünde anlattı. 1871'de terhis olduktan sonra Paris'te hukuk öğrenimini sürdürdü.Babasını yardımıyla Donanma Bakanlığı'nda bir iş buldu. Atlet yapılıydı, iyi yüzer ve kürek çekerdi; yalnız aklı denizcilikte değildi; yazar olmak istiyordu. 1879'da da Eğitim Bakanlığı'na geçti. Canlı ve taşkın bir kişiliği olan Maupassant, hayatın zevklerine ve çalışmaya aynı coşkuyla sarılmıştı. Şair Louis Bouilhet, onun ilk şiir denemelerini teşvik etti. Yaşamını kazanmak için çalışmaya başladığı Bakanlıklarda bürokrasi dünyasını tanıdı. Böylece bürokratların bulunduğu ortamı gözlemlemek fırsatını buldu.
Maupassant'ın yazarlık hayatı, 1871'den sonra başladı. Şiirler yazdı (Le Mur, Au Bord de l'Eau). 1871 ile 1880 arasında, özellikle, annesinin çocukluk arkadaşı romancı Gustave Flaubert'in etkisinde kaldı. Flaubert, Maupassant'ı iyi bir yazar olarak yetiştirmek için çok çalıştı. Ona gerçeği değişik bir bakışla gözlemlemeyi, yalnız gördüklerini ve duyduklarını yazmayı öğretti. İlk yazdıklarını okuyup düzeltti. Flaubert, onu Emile Zola, Ivan Turgenyev, Edmond de Goncurt ve Henry James gibi ünlü yazarlarla tanıştırdı. Flaubert'in 1880'de beklenmedik ölümü, Maupassant'ı çok derinden etkiledi.
1880'de, Flaubert'in ölümünden bir ay önce, aralarında Emile Zola'nın da bulunduğu natüralist (doğalcı) bazı yazarların öykülerinin toplandığı "Les Soirées de Médan" (Médan Akşamları) adlı kitapta Maupassant'ın da bir öyküsü yer aldı (Boule de Suif - Kartopu - İs Yumağı). Bu öykü, Maupassant'a ilk büyük başarısını getirdi ve onun öykü yazarlığına olan eğilimini ortaya çıkardı.
Maupassant, 1880'den 1891'e kadar, 18 kitapta toplanan yaklaşık 300 öykü ile 6 roman yayımladı. Romanları şunlardır: Bir kadının yaşamı boyunca uğradığı hayal kırıklıklarını anlatan ve ilk romanı olan "Une Vie" (Bir Hayat - 1883), "Bel Ami" (Güzel Dost - 1885), "Mont Oriol" (Oriol Dağı - 1887), "Pierre et Jean" (Pierre ile Jean - 1888), "Fort Comme la Mort" (Ölüm Gibi Kuvvetli - 1889) ve "Notre Coeur" (Kalbimiz - 1890).
Maupassant, en güzel öykülerini, 1881 ile 1886 arasında yazdı. Elde ettiği başarılar, ona yüksek sosyetenin kapılarını açtı. Son romanlarında, yüksek sosyeteye ilişkin yaşantılarını anlattı. Bu romanlar, doğrudan doğruya, Maupassant'ın karşı cinsle olan ilişkilerinin verdiği sıkıntılardan esinlendi. Öykü kitaplarından elde ettiği gelirle "Bel Ami" adlı bir yata sahip oldu. Maupassant, bu yatla Akdeniz'de geziler yaptı ve yolculuk izlenimlerini 1884'te yayımlanan "Au Soleil" (Güneşte), "Sur l'Eau" (Denizde - 1888) ve "La Vie Errante" (Serseri Hayat - 1890) adlı öykülerinde anlattı.
Maupassant, genç yaşında baş ağrılarından şikayet etmeye başladı. Hastalığı, 1884'ten itibaren, zihin yorgunluğunun ve gördüğü hallüsinasyonların etkisiyle gittikçe artıyordu. Sağlık durumu günden güne bozuluyordu. Ne olduğunu bilmediği ve kendisine düşman bellediği bir varlığı hep yanı başında hissediyor ve ölüm düşüncesi sürekli olarak aklını kurcalayıp duruyordu.
Guy de Maupassant, 1887 yılında yayımlanan "Le Horla" adlı öyküsünde, delilik belirtilerinin nasıl başladığını ve insan üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini anlattı. Bu kitap yayımlandıktan sonra, iyileşmek ümidiyle, uzunca bir deniz yolculuğuna çıktı. Yolculuktan döndükten sonra "Pierre et Jean" adlı romanını tamamladı. Daha sonra "Notre Coeur" adlı romanı kaleme aldı. 1890'da yayımlanan "La Vie Errante" adındaki yapıtından sonra da pek bir şey yazamadı. Sağlık durumu da adamakıllı bozulmuştu. Fazla ilâç almak yüzünden o iriyarı bedeni ve zihni yıpranmıştı. 1892'nin Ocak ayında kendini öldürmeye kalkıştı. Ağır hasta olarak Paris'e getirildi ve bir sağlık yurduna yatırıldı. Maupassant, 1893 yılında iyileşemeden öldü. Paris'teki Montparnasse mezarlığına gömüldü.
Maupassant’ın Sanatı:
Guy de Maupassant, "Les Soirées de Médan" ve "Pierre et Jean"ın önsözlerinde yazma yöntemini anlatır. Yöntemi, kişisel olmayan nesnelliğin sürekli araştırılması üzerine kuruludur.
Maupassant, öncelikle bu özelliğiyle, bütün dünyada kısa öykü türünün belli başlı birkaç ustasından biri haline geldi. Maupassant'ın öykülerinde her türlü ortam ve bu ortama uygun tipler görülebilir. Normandiya köylülerini, Normandiyalı yada Parisli küçük burjuvaları, büyük mülk sahiplerini ve memurları öykülerinde büyük bir ustalıkla anlattı. Sıradan insanları güçlü bir yalınlıkla işledi. Dünya görüşü kötümser olan Maupassant'ın öykülerinin anlatım tekniği gittikçe gelişti. Sonunda natüralizmin aşırılıklarına karşı tepki göstermeye kadar vardı.
Maupassant, hayatta güven uyandıran her şeye çatar; Tanrı'yı inkâr eder. Onu "yaptıklarını bilmez" olarak görür. Aldatmaca olarak kabul ettiği dine saldırır. Ona göre, evren, "kör ve bilinmez güçlerin zincirden boşanmasıdır". İnsan, sadece "diğerlerinden üstün bir hayvandır". Gelişme, gerçekleşmeyecek bir düştür. Dostluk bile, ona "iğrenç bir aldatmaca" olarak görünecektir; çünkü Maupassant'a göre, "insanların duygu ve düşünceleri anlaşılmazdır ve onlar yalnızlığa mahkûmdurlar".
Hastalığının ilerlemesine bağlı olarak Maupassant'ın yazarlık tarzı da değişime uğradı. "La Maison Tellier" (Madame Tellier'nin Evi - 1881), "Mademoiselle Fifi" (1882), "Les Contes de la Bécasse" (Çulluğun Öyküleri - 1883) gibi ilk öykülerinde, buruk ve alaylı bir konuşma gücünden kaynaklanan kuru bir anlatım görülür. Bu öykülerde, onun kavgacı niyetleri, dine, burjuva önyargılarına ve "kadına özgü kötü niyetliliğe" saldırma isteği sezilir. Hastalığının zararlarını görmeye başladığı günden itibaren Maupassant'ın anlatım yolu daha az yergici bir görünüm aldı. Yazarlık hayatının sonuna doğru "La Peur", "Lui?", "Solitude", "Le Horla", "L'endormeuse" gibilerinin de aralarında bulunduğu otuza yakın öyküsü, intihar düşüncesi, görünmez bir varlığın musallat olan fikri ile iç sıkıntısı ve korkulardan esinlendi.
Guy de Maupassant, Flaubert ekolünde, "hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir görünüm" bulup ortaya çıkarmayı öğrenmişti. Öykülerinin özgünlüğü, bunların yapısından daha çok, memurların, burjuvaların ya da köylülerin yaşantılarının geçtiği birbirinden çok farklı ortamların, tiplerin ve geleneklerin "gerçek olarak tasvir edilmesi"nden ileri gelir.
Öyküleri bir bütün olarak ele alındığında, 1870 - 1890 arası Fransız toplumunun zengin bir panoraması çıkar ortaya. Yapıtlarının kişisel yaşamından birçok iz taşıması, Maupassant'ın öykü ve romanlarını birer "otobiyografi" ya da "günlük"müş gibi ele alınmasına yol açmıştır.
Maupassant'a olan ilgi, 20. yüzyılın ikinci yarısında azalmıştır. Ama Maupassant günümüzde de, her sınıftan okura seslenen ve hem belirli bir düzeyi tutturan, hem de belirli ölçüde popüler olabilen yeni bir öykü türünün yaratıcısı kabul edilir.

Natüralist Biçim: 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olan bir edebi akımdır. Doğalcılık olarak da adlandırılır.
Doğa bilimlerinin, özellikle de Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıyla gelişmiştir. Edebiyatta gerçekçilik geleneğini daha da ileri götüren doğalcılar, gerçekleri ahlaksal yargılardan, seçici bir bakıştan uzak bir tutum ve tam bir bağlılıkla anlatmayı amaçlar. Doğalcılık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle gerçekçilikten ayrılır. Doğalcı yazarlar, insanı ahlaksal ve akılsal nitelikleriyle değil, rastlantısal ve fizyolojik özellileriyle ele alır. Doğalcı yaklaşıma göre, çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen toplumsal ve ekonomik baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar. Yazgılarını belirleyebilme gücünden yoksun oldukları için yaptıklarından sorumlu değillerdir.
Doğalcılığın kuramsal temelini Hippolyte Taine’in Historei de la Litterature Anglaise (İngiliz edebiyatı tarihi) adlı eseri oluşturur. İlk doğalcı roman Goncourt Kardeşler’in bir hizmetçi kızın yaşamını konu alan Germinie Lacarteux adlı yapıtıdır. Ama Emile Zola’nın Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı eseri akımın edebi bildirgesi sayılır. Emile Zola’nın yanısıra Guy de Maupassant, J. K. Huysmans, Leon Hennique, Henry Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet natüralist eserler veren yazarlardır.
Maupassant Biçimi : Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü, hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir.
Çehov’un Biyografisi :

Anton Çehov 1860 yılının Ocak ayında Rusya'nın bir taşra kenti olan Taganrog'da doğdu. Babası Pavel Çehov, bakkaldı. Ancak babası için sanat ve din her zaman bakkallıktan daha ön plandaydı. Bu yüzden hiçbir zaman başarılı bir tüccar olamadı. Sert, otoriter ve merhametsiz bir insan olan Pavel Çehov çocuklarına kilisede ilahi söyletiyordu. Çehovlar'ın başlıca uğraşı ilahiler, ev ve kilise ibadetleriydi. Babalarının bu dini ve artistik eğilimleri çocukları için bir işkence haline geliyordu. Bu ağır hayatı Çehov için anlamlı kılan tek kişi, duygusal ve anlayışlı bir insan olan annesiydi.

Kendisi ticarette başarı sağlayamayan Pavel Çehov, oğullarından birini bu alanda yetiştirmeyi düşünüyordu. Bunun için de Anton'u uygun gördü. Bu arada Anton liseye başlamıştı. Ancak kilise korosu, dükkan işleri onun dersleriyle ilgilenmesine engel oluyordu. Sonuçta çok da vasıflı bir okul sayılamayacak Taganrog Lisesi uzadıkça uzadı. "Kılıflı Adam", "Edebiyat Öğretmeni" adlı hikayeleri bu döneme aittir.

Bir süre sonra babasının borçları nedeniyle tüm aile Moskova'ya taşındı. Anton'sa eğitimini tamamlamak üzere Taganrog'ta kaldı. 16 yaşındaki lise öğrencisi Çehov üç yıl boyunca kendi hayatını kazandı. Birçok zorluk yaşadı. Tüm bunlara rağmen bu dönem önceki yaşamından daha katlanılabilirdi. Dükkanda oturmak, kilisede ilahi söylemek zorunda değildi. Bu zamanını yazmaya ve okumaya ayırıyordu. Ayrıca artık hayata ve sosyal çevresine daha eleştirel bir gözle bakabiliyordu.

Çehov geçmişe dönüp bakmaktan hep korkardı. "Bende otobiyografyafobi var." derdi.
1879 yılında liseyi bitiren Çehov Moskova'ya ailesinin yanına döndü. Moskova Tıp Fakültesi'ne yazıldı. Ailesinin geçimine katkıda bulunmak için dergilerde yazı yazmaya başladı. Bu dönemde kaleme aldığı yapıtlarını "Melborne'nin Masalları" adı altında birleştirerek üniversiteyi bitirdiği yıl ilk kitabını yayınladı. Çehov'un bu dönemde yazdığı yazılar birer zorunluluktu; çünkü içinde bulunduğu çevre çıkarcı, ikiyüzlü ve gericiydi. Bu durum onun edebi kişiliğini köstekliyordu; ancak para kazanmak zorundaydı. Tüm bunlara yazdığı derginin sahibinin sürekli mizah yazıları istemesi ve sansürün eklenmesi Çehov'u iyice zorlar hale geldi. Bu ortamdan kendini sıyırmaya çalışıyordu.

Üniversiteyi bitirdiği yıl doktorluğa başladı. "Cerrahlık", "Kaçak", "Cansız Ceset" hikayelerini bu sırada yazdı. Hekimlik, vaktini fazlasıyla aldığından yazmaya vakit bulamıyordu. Bu durumda ikisinden birini seçmek durumunda kalacaktı ve eserlerinin şöhreti de iyice yayılınca, doktorluğu bırakmaya karar verdi. Çehov'un bilime olan bağlılığı şu sözlerinden bellidir: "Darwin'i okuyorum. Ne haşmet! Müthiş seviyorum onu."
Çehov üzerine yazanların çoğu onun Çarlık Rusya'sını anlatışını, bir doktorun hastalığı teşhisine benzetirler.

Çehov'un sistemli, düzenli bir sosyal- politik görüşü yoktu. Her türlü haksızlığa, bayağılığa, dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe düşmandı. Eserlerinde bu sosyal kusurları ele aldı. ("Memurun Ölümü", "Madalya", "Bukalemun")
1886 yılında çıkan "Alacalı Hikayeler" adlı kitabından sonra 1887'de Çehov iki hikaye kitabı birden çıkardı: "Masum Sözler", "Alaca Karanlıkta". Ertesi yıl "Alaca Karanlıkta" Puşkin Ödülü'nü kazandı. Bundan sonra başarılar ardı ardına geldi.

Çehov'u artık okuyucunun her türü seviyordu. Eleştirmenler de onun sanat gücünü kabul etmişlerdi; ama yazarı karamsar olmakla eleştiriyorlardı. Çehov'sa karamsarlığı bütün ömrü boyunca reddetti. Hayatına böylesine ilgi gösteren insan karamsar olamazdı. Stanislavski de bu iddiayı kesinlikle reddederek şöyle diyordu: "Anton Pavloviç gördüğüm en büyük iyimserdir." Çehov'un hayat sevgisini kendisine ruhça en yakın kahramanı, "Vanya Dayı"daki Astrov, güzel ifade ediyor. Hayatından memnun olup olmadığı sorusuna şu karşılığı veriyor: "Genel olarak hayatı severim; ama bizim hayatımıza, taşra hayatına, Rus hayatına, esnaf hayatına tahammül edemem, ruhumun bütün gücüyle hor görürüm."

Yazarın kendini en rahat hissettiği yer halkın yanıydı. Bir dönemden sonra kendini sosyal işlere verdi.1892 yılında Nijni Naugored vilayetinde başgösteren kıtlıkla savaşmak için kurulan teşkilata katıldı. Aynı yıl Melihova adlı bir köyde aldığı çiftliğe yerleşti. Böylece Çehov'un Melihova Dönemi denilen dönem başladı. Yaratıcılığının zirvesindeydi. Yaşayışı çok sadeydi. Halka yakın olmak, sosyal işlerle uğraşmak, onu mutlu ediyordu. Buna rağmen sağlık durumu gittikçe bozuluyordu. Hastalığı iklim tedavisi istiyordu ve Çehov güneye gidiyordu. Yalta'da bir yazlık evi vardı.
Yalta'da devrin büyük yazarlarının ve sanatçılarının ziyaret ettiği yazar en çok Tolstoy'la ve Gorki'yle görüşüyordu. Moskova Devlet Tiyatrosu oyuncusu Olga Knipper'le evlendi.
Sağlık durumu gittikçe bozulmaktaydı. Doktorlarının tavsiyesiyle Almanya Bodenwagler'e taşındı. 1 Temmuz 1904 Gecesi son şampanyasını içtikten sonra uyudu ve bir daha uyanmadı.


Çehov’un Sanatı:

Çehov, yaklaşık 1000 sözcükten oluşan komik kısa öykü türünü başlı başına bir sanat haline dönüştürdü. Aynı zamanda sefaleti ve umutsuzluğu ele alan ve önceki öykülerindeki çılgınca komiklikle garip bir zıtlık sergileyen ciddi yapıtlar da yazdı. Zamanla bu yönü çok daha ağır bastı ve daha sonraki yapıtlarına tümüyle egemen oldu.

Çehov'un tiyatro sevgisi çocukluk yaşlarında izleyici olarak başladı. Vodvil olarak adlandırdığı birer perdelik oyunlarıyla, dörder perdelik oyunlarından ilk ikisi olan İvanov ve Orman Cini'ni 1887-1890 yıllarında yazdı.
Vodvilleri taşra tiyatrosunda büyük başarı kazandı. Bir Moskova tiyatrosunda sahnelenen İvanov da çok büyük başarı sağladı. Orman Cini'nin aynı başarıyı sağlamaması üzerine Çehov oyun yazmaya uzun süre ara verdi. Martı'yla yeniden oyun yazmaya başlaması ikinci başarısızlığı beraberinde getirdi. Bunun üzerine Çehov tiyatroyla ilgisini kesmeye karar verdi. Bir mektubunda şöyle diyordu: "700 yıl yaşasam bir piyes yazmam. Nesine isterseniz bahse girerim." Bunları yazarken tiyatro sevgisini hesaba katmamıştır. Bu sırada Vanya Dayı büyük övgülere layık görülüyordu. Martı'nın ikinci sahnelenişinde kazandığı büyük başarı da Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi'ni yazmasını sağladı.

Çehov Biçimi : Hikayede asıl olan "olay" değildir. Hikaye, sona erdiği zaman her şey bitmiş değildir. Hikaye, asıl bundan sonra başlıyor demektir. Zira, kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal kurması devamlı hareket hâlindedir ve kendine göre yorumlar yapmaya uygundur.


Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır:
"Kaleme alınan konular, "sade" olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikaye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim. "


Bu dönem ödevi kapsamında iki hikaye türünün babaları olan Anton Pavloviç Çehov ve Guy de Maupassant’dan birer hikaye seçtim.

1.hikaye: Anton Çehov’dan “Duruşmadan önceki gece” :

Özet:

Bay Zaytsev iki kadınla evli olduğu için sanık sandalyesine oturtulacağı S... bölge mahkemesine doğru yol alıyordu, hava berbattı. Perişan bir halde menzil hanına vardı. Orda bir menzil değnekçisi onu yatacağı yere götürdü. Burası berbat kokan ve buz gibi bir odaydı, bir paravanla oda ikiye bölünüyor diğer kısımda başkaları uyuyordu. Hemen kıyafetlerini çıkardı ve ısınmak için dökme sobanın etrafında hoplayıp zıplamaya başladı, o anda gözü paravana kaydı ve dehşete kapıldı orda bir kadın yüzü ona bakıyor ve sırıtıyordu. Hemen gidip yatağına uzandı ve çok utandı aynı şeyleri kadında hissetmişti. Yatağında yatarken bu kadını güzel biri olarak hayal etti, tam o sırada paravanın arkasından kadının tahtakuruları ile ilgili şikayet ettiğini duydu. Adamın aklına birden bir fikir geldi yanında her zaman pire tozu taşırdı ve bunu o kadına vermeli ahbaplık kurmalıydı. Bu düşüncelerin içindeyken kadının bir kez daha şikayet ettiğini duydu.Kadına kendinde pire tozu bulunduğunu ve isterse kendisine verebileceğini söyledi ve ondan olumlu cevap aldı. Ona kürkünü giyip tozu vereceğini söyledi, kadın buna karşılık paravanın üstünden vermesini söyledi. O da zaten paravanın üstünde vereceğini saygısızlık etmeyeceğini söyledi ayrıca yanına gidebileceğini doktor olduğunu ve yasalara göre doktorların kişilerin özel yaşamına girebileceklerini söyledi. Kadın onun doktor olmasına şaşırdı ve tozu almaya kocasını göndereceğini söyledi, kocasını uyandırdı ve tozu almaya gönderdi. Yanında kocasının olduğunu duymak Zaytsev’i allak bullak etmişti. Kocası geldi tozu aldı o sinirle yorganı üzerine çekti. Gecenin bir kısmında yatağından kadın ve kocasının konuşmaları ve şikayetlerini duydu. Gecenin ilerleyen dakikalarında kadın Zaytsev’in doktor olduğunu sanarak ona hastalığını anlattı ve Zaytsev sahte bir muayene yaptı. Gece 3’ü sohbet ettiler, bu arada kadına sahte bir reçete yazdı, ardından yattı. Sabah kalktı duruşmaya hazırlandı yola çıkarken kadının kocası kendisine vizite ücreti olarak zorla 10 ruble verdi. Duruşmaya yollandı ve duruşma salonuna girdi. Etrafında birçok insan vardı, jüriler vardı ve heyecan içindeydi. Savcı masasına da baktı ve sırtından ecel terleri aktı karşısındaki kadının kocası Fedya idi. Fedya onu görünce çok sinirlendi, onu haşlayacağa benziyordu… Olaylar öğle paydosunda yazıldı, az sonra savcılar iddianameye okuyup işlem yapacak ve olaylar asıl o zaman başlayacaktı……

2. Hikaye: Guy De Maupassant’dan “Mutluluk” :

Özet:

Akşamüstü çay saatinde bayanlı erkekli gurup tam Akdeniz’e bakan bir yerde toplanmıştı, Akdeniz onlara berrak kıpırtısız, ürpertisiz, dümdüz ve sonsuza uzanan bir madeni tabaka olarak görünüyordu, denize tepeden bakmaları bu görüntüyü güçlendiriyordu. Güneş kaybolmuş ve gökyüzü pembelere bürünmüştü, ayrıca ufuk çizgisinde altın tozuyla ovulmuş gibi bir renk göze çarpmaktaydı. Kendi aralarında insanın tek bir kadını yada tek bir erkeği uzun süre sevip sevemeyeceğini tartışıyorlardı, bu tartışmalar bazen kalın bir erkek sesinde bazense ince bir kadın sesinde dile geliyordu. Onlar tartışırken denizin ufuk noktasında kül renginde ve muazzam büyüklükte bir heyula ortaya çıktı. Herkes şaşırmış, kadınlar ayağa kalkmış bu heyulaya bakıyorlardı. Bu ilk kez gördükleri bir kitleydi ve onlar ne olduğunu merak ediyorlardı. O arada birisi atıldı ve orasının Korsika Adası olduğunu ve onu örten sis bulutları elverdikçe kendini gösterdiğini söyledi. Yaşlı biri gerçek aşkla bu adaya birkaç sene önce gittiğinde karşılaştığını söyledi ve tartışmaya cevabı kendisinin gördüklerinde bulabileceklerini söyledi. Gördüklerini anlatmaya başladı, 5 yıl önce Korsika’ya gitmişti buranın nasıl ilkel bir yer olduğunu görmüştü, burası İtalya’nın yakınından geçebilecek kadar bir zarafete asla sahip olamazdı. Ayrıca insanları kıskançlık, kavga gibi normal hayata yerleşmiş şeyleri yapmıyordu. Buranın insanları despot kişilerdi ama despotlukları kadar büyük misafirperverliğe sahiptiler, öyle misafirperverlikti ki birinin kapısını çalar, evinde bir gece geçirir, onla kahvaltı yapar ve elini sıkıp oradan giderdiniz. Yaşlı kişi bir akşam 10 saat yol gittikten sonra bir dere dibinde tamamen ıssız bir evceğize rastlamıştı. O ev kalması için uygun yerdi oranın kapısını çaldı ve onu yaşlı bir kadın karşıladı. Kadın sade ve temizdi erkeği ise sağırdı ve 82 yaşındaydı. Onu karşılayan kadın mükemmel Fransızca konuşuyordu, nedeni Avrupa’dan buraya gelmiş olmasıydı. Yaşlı kişi yemeği yemiş dışarıya oturmuş, kadın yanına gelmişti. Konuşmaya başladılar ve şaşırtıcı olarak 2sinin de Nansi’li olduğunu öğrendiler. Kadın, yaşlı kişiye bazı kişileri tanıyıp tanımadığını sordu. Daha sonra yaşlı kişi onun bir zamanlar babasının tümeninde ki görevli genç bir askerle kaçmış olan Nansi’li soylu kız olduğunu anladı. Bütün zenginliğini, lüksünü bırakmış, ailesini onu büyütenleri bırakmış delicesine aşık olduğu adamın ardından gitmişti, çünkü onunla birlikte olabilmek tüm bunların üstündeydi. O adamla bir ilkel çukura mı yoksa bir saraya mı gittiği önemli değildi. Tüm bunları ona yaptıran şey aşktı ve aşk ile bağlandığı bu adam bir ilkel çukurda da olsa onun kalbini mutlulukla doldurmuştu. Önemli olan bu değil miydi? Mutlu olmak. Yaşlı kişi anlatmayı bitirmişti. İnsanlar farklı şeyler düşünüyordu. Bazısı kadının bir budala olduğunu nasıl o zenginlikleri bırakıp basit hayata atıldığını söylüyordu. Aralarından biri doğruyu idrak etmişti. Bu hayatta mutlu olmak önemli olan değil miydi? Kadın mutluluğu çok güzel yaşamıştı, o zaman bunları boş yapmamıştı. Konuşma sürerken bu garip anıyı hatırlatan Korsika adası yeniden sis bulutlarının arasına daldı ve gözden kayboldu….

İki Türü Temsil Eden Öykülerin Karşılaştırılması:

İlk hikaye Çehov tarzında yazılmış ve o türü en güzel temsil edebilecek hikayelerden birisidir. İkinci hikaye ise Maupassant tarzını en güzel temsil edebilecek hikayelerden birisidir.

İlk hikayede Çehov tarzının etkisi çok belirgindir. Burada daha hikayenin başlangıcında S… şehri ifadesi kullanılarak okuyucunun düşüncesine açık bir ifade yaratılmıştır, okuyucu bu cümleyi okuduğunda aklından şehir isimlerini geçirerek hangisi olabileceğini düşünmeye başlar. İkinci hikayemizde ise olayın geçtiği yer Akdeniz’e bakan küçük bir mekan olmasına rağmen konumu, manzarası gibi şeyler en ince ayrıntısına kadar okuyucuya sunulmuştur. İkinci hikayede insanların seslerinin kalınlık dereceleri bile belirtilerek bize düşünmek, yorum yapmak için hiçbir fırsat verilmediğini en ince ayrıntısına kadar olayların bize sunulduğunu görüyoruz. Bu derece ayrıntılara ilk hikayede yaklaşıldığını bile görmüyoruz, her şey bizim yorumumuza açık ve hayal gücümüze bağlı. Bu konuda, ilk hikayeyi okuttuğum ve kafasında kurgulamasını istediğim arkadaşımdan kurguladıklarını anlatmasını istediğimde benim kafamdaki şeylerden tamamen farklı şekilde mekanlar, şekiller yarattığını gördüm. Bu Çehov hikayeciliğinin hayal gücüne açık olma yönünü tamamen doğrulamaktadır. İlk hikayede Çehov’un kişilerin konuşmasını kısa tutarak anlatmak istediklerini cümledeki unsurlar ile anlatmayı yeğlediğini görebiliyoruz. İkinci hikayemize bakarsak buna tam zıt olarak sık sık kişilerin konuşturulduğu ve bu konuşmaların kısa tutulması yerine bütün hikayenin konuşmada anlatılanlara göre şekillendiğini ve bazen bu konuşmaların bir sayfa sürdüğünü görebiliyoruz.

Hikayeleri psikolojik açıdan incelemek istersek, ilk hikayede yazarın karamsar bir yaklaşım sergilediğini, her şeyin kötüye gideceğine inandığını ama “Hemen kıyafetlerini çıkardı ve ısınmak için dökme sobanın etrafında hoplayıp zıplamaya başladı, o anda gözü paravana kaydı ve dehşete kapıldı orda bir kadın yüzü ona bakıyor ve sırıtıyordu.” cümlesindeki gibi bazı yerlerde okuyucunun keyiflenmesini sağlayacak gizli mizah unsurları kullandığını görmekteyiz. İkinci hikayede ise konuya karamsar yaklaşılmış, konuların anlatımında bile karamsar ifadeler kullanılmış. Hikayede asıl anlatılmak istenen aşk hikayesinin nasıl her özelliğiyle kötü olarak ön plana çıkarılabileceği düşünülmüş ve anlatılmak istenen aşk hikayesi mutlu bitsede bir sefalet ile sonuçlanmıştır. Ayrıca hikayenin sonunda görüş belirten kişilerin bile o bir budala olmalı gibi karamsar, güzelliğe yönelik olmayan kelimeler kullanması dikkat çekmektedir.

Hikayelerimiz bize iki tür hikayeciliği en ayırt edilebilecek konularda anlatmıştır. Genel olarak iki hikayeyi de okuyan bir kişinin birinci hikayede “Konuşma sürerken bu garip anıyı hatırlatan Korsika adası yeniden sis bulutlarının arasına daldı ve gözden kayboldu….” sonuyla kafasında tamamen kendi yaratabileceği bir devam hikayesi yazabileceği ve her şeyi kendi hayal gücüne bağlayabileceğini görmekteyiz. Ama ikinci hikayede Korsika Adası’ndan bulunulan mekana kadar anlatıldığı için, hikayeye gelebilecek son çok açık olarak anlatıldığı için bize bir son düşünme fırsatı kalmamaktadır.
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
20 Kasım 2008       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
hikâyenin tanımı ve türk halk hikâyesinin kaynakları öykü, hikâye olarak da bilinir, gerçek yada düş ürünü bir olayı edebi bir üslupla aktaran kısa düzyazıdır. türk halk hikayeleri, efsânelerden, masallardan, menkıbelerden ve destanlardan kaynak olarak oluşmuşlardır. türk tarihinde gelen hikâyeye malzeme olabilecek eserler bulunduğu gibi başka kaynaklardanda türk halk hikâyesi beslenmiştir. kısaca türk halk hikâyesinin kaynaklarını belirtecek olursak; 1) türk kaynağından gelenler: dede korkut hikâyeleri, köroğlu, âşık garib, kerem ile aslı, tâhir ile zöhre gibi hikâyelerdir. 2) arap-islam kaynağından gelenler: leylâ ile mecnun, ebu müslim, battal gazi... 3)iran-hind kaynağından gelenler: ferâd ile şirin, kelile ve dimne vb. bu saydığımız kaynaklardan beslenen türk halk hikâyeleri; modern hikâyeciliğin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. batıda hikâye antik yunan ve latin çağlarında, bugün anladığımız manâda hikâye yoktur. klasisizm döneminde de fazla rağbet görmeyen hikâyenin yerine tragedya ve komedyalar yazılıyordu. 18.yyda voltairein hikâyeler yazdığını biliyoruz. fakat, voltairein hikâyelerinde daha çok kendi düşüncelmerini yaymak istediği bilinmektedir. romantikler döneminde de w.hoffmanın, adgor poenın hikâyeleri gözümüze çarpmaktadır. ama gerçek hikâyeler devri, 19.yyın sonlarında realistlerle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. fransada yetişen ünlü hikâye yazarlarından alphonse daudet, guy de maupassant, a.maurois en çok okunan yazarlar arasındadır. aynı yüzyılda yetişen ingliz ve rus hikâyecileri de hikâye türünün gelişmesine hizmet etmişlerdir. dünya edebiyatında hikâyenin önemi büyüktür. bildiğimiz gibi iki tür hikâye vardır. bunlardan ilki maupassant tarzı hikâyelerdir. bu hikâyeler, küçük bir roman gibi olay örgüsü içinde yazılırlar. olayın örgüsü daha önce tâyin edildiği için okuyucuyu zorlayan bir hayâl gücü gerektirmezler. bu hikayelerde toplumsal konular ve kişilerin karakterleri incelenir. gözleme ve gerçekliğe büyük önem verilir. çehov tarzı hikâyeler ise romandan bağımsız bir kuruluşa sahiptirler. hikâyenin başlangıcı ve sonu bir düğüm hâlinde, olay örgüsü dahilinde verilmez. okuyucunun ufkunu geliştirmesine yöneliktir. kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden, anlatılmak istenen mesaj okuyucuya aktarılır. maupassant tarzı hikâyeler daha çok klasik tazdadır.çehov tarzı hikâye anlatıma dayalı olduğu için modern tarz hikâyenin ortaya çıkışını hazırlamıştır. zaman, mekan, kişilerin tanıtılması gibi konularda romanda bağımsız olarak yazılan çehov tarzı hikâyede gerçek yaşam daha soyuttur. türk edebiyatında hikâye bugün anladığımız manâda hikâye bizde 1870lerden beri görülmeye başlamıştır. fransızcadan tercüme edilen romanlarda hikâye zannedildiği bu dönemde, roman ve hikâye terimleri yeni yeni anlaşılmaya başlanıyordu. daha sonraları; hacimce çok olanlara roman, az olanlara da hikâye denilmeye başlanmış... hikâyenin tanımı ve türk halk hikâyesinin kaynakları öykü, hikâye olarak da bilinir, gerçek yada düş ürünü bir olayı edebi bir üslupla aktaran kısa düzyazıdır. türk halk hikayeleri, efsânelerden, masallardan, menkıbelerden ve destanlardan kaynak olarak oluşmuşlardır. türk tarihinde gelen hikâyeye malzeme olabilecek eserler bulunduğu gibi başka kaynaklardanda türk halk hikâyesi beslenmiştir. kısaca türk halk hikâyesinin kaynaklarını belirtecek olursak; 1) türk kaynağından gelenler: dede korkut hikâyeleri, köroğlu, âşık garib, kerem ile aslı, tâhir ile zöhre gibi hikâyelerdir. 2) arap-islam kaynağından gelenler: leylâ ile mecnun, ebu müslim, battal gazi... 3)iran-hind kaynağından gelenler: ferâd ile şirin, kelile ve dimne vb. bu saydığımız kaynaklardan beslenen türk halk hikâyeleri; modern hikâyeciliğin oluşmasında önemli rol oynamışlardır. batıda hikâye antik yunan ve latin çağlarında, bugün anladığımız manâda hikâye yoktur. klasisizm döneminde de fazla rağbet görmeyen hikâyenin yerine tragedya ve komedyalar yazılıyordu. 18.yyda voltairein hikâyeler yazdığını biliyoruz. fakat, voltairein hikâyelerinde daha çok kendi düşüncelmerini yaymak istediği bilinmektedir. romantikler döneminde de w.hoffmanın, adgor poenın hikâyeleri gözümüze çarpmaktadır. ama gerçek hikâyeler devri, 19.yyın sonlarında realistlerle başlayıp günümüze kadar gelmiştir. fransada yetişen ünlü hikâye yazarlarından alphonse daudet, guy de maupassant, a.maurois en çok okunan yazarlar arasındadır. aynı yüzyılda yetişen ingliz ve rus hikâyecileri de hikâye türünün gelişmesine hizmet etmişlerdir. dünya edebiyatında hikâyenin önemi büyüktür. bildiğimiz gibi iki tür hikâye vardır. bunlardan ilki maupassant tarzı hikâyelerdir. bu hikâyeler, küçük bir roman gibi olay örgüsü içinde yazılırlar. olayın örgüsü daha önce tâyin edildiği için okuyucuyu zorlayan bir hayâl gücü gerektirmezler. bu hikayelerde toplumsal konular ve kişilerin karakterleri incelenir. gözleme ve gerçekliğe büyük önem verilir. çehov tarzı hikâyeler ise romandan bağımsız bir kuruluşa sahiptirler. hikâyenin başlangıcı ve sonu bir düğüm hâlinde, olay örgüsü dahilinde verilmez. okuyucunun ufkunu geliştirmesine yöneliktir. kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden, anlatılmak istenen mesaj okuyucuya aktarılır. maupassant tarzı hikâyeler daha çok klasik tazdadır.çehov tarzı hikâye anlatıma dayalı olduğu için modern tarz hikâyenin ortaya çıkışını hazırlamıştır. zaman, mekan, kişilerin tanıtılması gibi konularda romanda bağımsız olarak yazılan çehov tarzı hikâyede gerçek yaşam daha soyuttur. türk edebiyatında hikâye bugün anladığımız manâda hikâye bizde 1870lerden beri görülmeye başlamıştır. fransızcadan tercüme edilen romanlarda hikâye zannedildiği bu dönemde, roman ve hikâye terimleri yeni yeni anlaşılmaya başlanıyordu. daha sonraları; hacimce çok olanlara roman, az olanlara da hikâye denilmeye başlanmıştır

Sponsorlu Bağlantılar
Halk hikayesi örneği: Kerem ile Aslı
Maupassant Tarzı Hikaye Örneği: Pembe İncili Kaftan
Çehov Tarzı Hikaye Örneği: Yoldan Geçen Öykü
Ben merkezli hikaye örneği: Sinağrit Baba
Dönem Ödevimde Konumla İlgili İlk Açıklamalarım

Dünya hikayeciliği, realizm sahasında başlıca iki rehber tanır; Guy de Maupassant, Anton Çehov. Birincisi ruh tahlillerinde, ikincisi portre ve karakter çizmekte büyük bir kudret göstermiştir. Ben bunu bilen birisi olarak bu iki büyük hikaye yazarının hikayelerini incelemenin beni yazarları anlama konusunda ve hikayeleri birbirinden ayırt etme yönünde geliştirebileceğini düşündüm, çünkü kısa hikayecilik benim ilgimi çeken bir daldı.

Dönem ödevimde iki hikayecilik türünü ayırt etmeye yarayacak en küçük farklara kadar size sunmayı ve dönem ödevimi okumayı bitirdiğinizde, bir Türk veya yabancı hikayesi olsun bunun hangi tarzda yazılmış olduğunu anlayacak duruma gelmenize çok büyük katkı saylayacağımı umuyorum.

Maupassant’ın Biyografisi:

Doğalcılık akımına bağlı Fransız öykü ve roman yazarıdır. Öykü alanında Fransa'nın en büyüklerindendir. Parisli bir borsa oyuncusunun oğlu olarak 5 Ağustos 1850'de Dieppe kenti yakınlarındaki Miromesnil şatosunda dünyaya geldi. Guy de Maupassant, burada Normandiya bölgesini ve köylülerinin yaşamını yakından tanımak fırsatını buldu. İlk eğitimini Kilise'den aldı. 13 yaşında gönderildiği İlahiyat okulundaki yaşama ısınamadığı için kurallara aykırı davrandı. Böylece kendisini okuldan kovdurdu. Öğrenimini Rouen lisesinde tamamladı.
1869'da Paris'te hukuk okumaya başladı. Fransa ile Almanya arasında savaş çıkması üzerine öğrenimine ara verdi. Gönüllü olarak savaşa katıldı. 1870'de seyyar jandarma birliğinde asker oldu. Maupassant, o dönemde tanığı olduğu olayları, yaşadıklarını, gözlemlediklerini daha sonra kaleme aldığı birçok öyküsünde anlattı. 1871'de terhis olduktan sonra Paris'te hukuk öğrenimini sürdürdü.Babasını yardımıyla Donanma Bakanlığı'nda bir iş buldu. Atlet yapılıydı, iyi yüzer ve kürek çekerdi; yalnız aklı denizcilikte değildi; yazar olmak istiyordu. 1879'da da Eğitim Bakanlığı'na geçti. Canlı ve taşkın bir kişiliği olan Maupassant, hayatın zevklerine ve çalışmaya aynı coşkuyla sarılmıştı. Şair Louis Bouilhet, onun ilk şiir denemelerini teşvik etti. Yaşamını kazanmak için çalışmaya başladığı Bakanlıklarda bürokrasi dünyasını tanıdı. Böylece bürokratların bulunduğu ortamı gözlemlemek fırsatını buldu.
Maupassant'ın yazarlık hayatı, 1871'den sonra başladı. Şiirler yazdı (Le Mur, Au Bord de l'Eau). 1871 ile 1880 arasında, özellikle, annesinin çocukluk arkadaşı romancı Gustave Flaubert'in etkisinde kaldı. Flaubert, Maupassant'ı iyi bir yazar olarak yetiştirmek için çok çalıştı. Ona gerçeği değişik bir bakışla gözlemlemeyi, yalnız gördüklerini ve duyduklarını yazmayı öğretti. İlk yazdıklarını okuyup düzeltti. Flaubert, onu Emile Zola, Ivan Turgenyev, Edmond de Goncurt ve Henry James gibi ünlü yazarlarla tanıştırdı. Flaubert'in 1880'de beklenmedik ölümü, Maupassant'ı çok derinden etkiledi.
1880'de, Flaubert'in ölümünden bir ay önce, aralarında Emile Zola'nın da bulunduğu natüralist (doğalcı) bazı yazarların öykülerinin toplandığı "Les Soirées de Médan" (Médan Akşamları) adlı kitapta Maupassant'ın da bir öyküsü yer aldı (Boule de Suif - Kartopu - İs Yumağı). Bu öykü, Maupassant'a ilk büyük başarısını getirdi ve onun öykü yazarlığına olan eğilimini ortaya çıkardı.
Maupassant, 1880'den 1891'e kadar, 18 kitapta toplanan yaklaşık 300 öykü ile 6 roman yayımladı. Romanları şunlardır: Bir kadının yaşamı boyunca uğradığı hayal kırıklıklarını anlatan ve ilk romanı olan "Une Vie" (Bir Hayat - 1883), "Bel Ami" (Güzel Dost - 1885), "Mont Oriol" (Oriol Dağı - 1887), "Pierre et Jean" (Pierre ile Jean - 1888), "Fort Comme la Mort" (Ölüm Gibi Kuvvetli - 1889) ve "Notre Coeur" (Kalbimiz - 1890).
Maupassant, en güzel öykülerini, 1881 ile 1886 arasında yazdı. Elde ettiği başarılar, ona yüksek sosyetenin kapılarını açtı. Son romanlarında, yüksek sosyeteye ilişkin yaşantılarını anlattı. Bu romanlar, doğrudan doğruya, Maupassant'ın karşı cinsle olan ilişkilerinin verdiği sıkıntılardan esinlendi. Öykü kitaplarından elde ettiği gelirle "Bel Ami" adlı bir yata sahip oldu. Maupassant, bu yatla Akdeniz'de geziler yaptı ve yolculuk izlenimlerini 1884'te yayımlanan "Au Soleil" (Güneşte), "Sur l'Eau" (Denizde - 1888) ve "La Vie Errante" (Serseri Hayat - 1890) adlı öykülerinde anlattı.
Maupassant, genç yaşında baş ağrılarından şikayet etmeye başladı. Hastalığı, 1884'ten itibaren, zihin yorgunluğunun ve gördüğü hallüsinasyonların etkisiyle gittikçe artıyordu. Sağlık durumu günden güne bozuluyordu. Ne olduğunu bilmediği ve kendisine düşman bellediği bir varlığı hep yanı başında hissediyor ve ölüm düşüncesi sürekli olarak aklını kurcalayıp duruyordu.
Guy de Maupassant, 1887 yılında yayımlanan "Le Horla" adlı öyküsünde, delilik belirtilerinin nasıl başladığını ve insan üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini anlattı. Bu kitap yayımlandıktan sonra, iyileşmek ümidiyle, uzunca bir deniz yolculuğuna çıktı. Yolculuktan döndükten sonra "Pierre et Jean" adlı romanını tamamladı. Daha sonra "Notre Coeur" adlı romanı kaleme aldı. 1890'da yayımlanan "La Vie Errante" adındaki yapıtından sonra da pek bir şey yazamadı. Sağlık durumu da adamakıllı bozulmuştu. Fazla ilâç almak yüzünden o iriyarı bedeni ve zihni yıpranmıştı. 1892'nin Ocak ayında kendini öldürmeye kalkıştı. Ağır hasta olarak Paris'e getirildi ve bir sağlık yurduna yatırıldı. Maupassant, 1893 yılında iyileşemeden öldü. Paris'teki Montparnasse mezarlığına gömüldü.
Maupassant’ın Sanatı:
Guy de Maupassant, "Les Soirées de Médan" ve "Pierre et Jean"ın önsözlerinde yazma yöntemini anlatır. Yöntemi, kişisel olmayan nesnelliğin sürekli araştırılması üzerine kuruludur.
Maupassant, öncelikle bu özelliğiyle, bütün dünyada kısa öykü türünün belli başlı birkaç ustasından biri haline geldi. Maupassant'ın öykülerinde her türlü ortam ve bu ortama uygun tipler görülebilir. Normandiya köylülerini, Normandiyalı yada Parisli küçük burjuvaları, büyük mülk sahiplerini ve memurları öykülerinde büyük bir ustalıkla anlattı. Sıradan insanları güçlü bir yalınlıkla işledi. Dünya görüşü kötümser olan Maupassant'ın öykülerinin anlatım tekniği gittikçe gelişti. Sonunda natüralizmin aşırılıklarına karşı tepki göstermeye kadar vardı.
Maupassant, hayatta güven uyandıran her şeye çatar; Tanrı'yı inkâr eder. Onu "yaptıklarını bilmez" olarak görür. Aldatmaca olarak kabul ettiği dine saldırır. Ona göre, evren, "kör ve bilinmez güçlerin zincirden boşanmasıdır". İnsan, sadece "diğerlerinden üstün bir hayvandır". Gelişme, gerçekleşmeyecek bir düştür. Dostluk bile, ona "iğrenç bir aldatmaca" olarak görünecektir; çünkü Maupassant'a göre, "insanların duygu ve düşünceleri anlaşılmazdır ve onlar yalnızlığa mahkûmdurlar".
Hastalığının ilerlemesine bağlı olarak Maupassant'ın yazarlık tarzı da değişime uğradı. "La Maison Tellier" (Madame Tellier'nin Evi - 1881), "Mademoiselle Fifi" (1882), "Les Contes de la Bécasse" (Çulluğun Öyküleri - 1883) gibi ilk öykülerinde, buruk ve alaylı bir konuşma gücünden kaynaklanan kuru bir anlatım görülür. Bu öykülerde, onun kavgacı niyetleri, dine, burjuva önyargılarına ve "kadına özgü kötü niyetliliğe" saldırma isteği sezilir. Hastalığının zararlarını görmeye başladığı günden itibaren Maupassant'ın anlatım yolu daha az yergici bir görünüm aldı. Yazarlık hayatının sonuna doğru "La Peur", "Lui?", "Solitude", "Le Horla", "L'endormeuse" gibilerinin de aralarında bulunduğu otuza yakın öyküsü, intihar düşüncesi, görünmez bir varlığın musallat olan fikri ile iç sıkıntısı ve korkulardan esinlendi.
Guy de Maupassant, Flaubert ekolünde, "hiç kimse tarafından görülmemiş ve söylenmemiş bir görünüm" bulup ortaya çıkarmayı öğrenmişti. Öykülerinin özgünlüğü, bunların yapısından daha çok, memurların, burjuvaların ya da köylülerin yaşantılarının geçtiği birbirinden çok farklı ortamların, tiplerin ve geleneklerin "gerçek olarak tasvir edilmesi"nden ileri gelir.
Öyküleri bir bütün olarak ele alındığında, 1870 - 1890 arası Fransız toplumunun zengin bir panoraması çıkar ortaya. Yapıtlarının kişisel yaşamından birçok iz taşıması, Maupassant'ın öykü ve romanlarını birer "otobiyografi" ya da "günlük"müş gibi ele alınmasına yol açmıştır.
Maupassant'a olan ilgi, 20. yüzyılın ikinci yarısında azalmıştır. Ama Maupassant günümüzde de, her sınıftan okura seslenen ve hem belirli bir düzeyi tutturan, hem de belirli ölçüde popüler olabilen yeni bir öykü türünün yaratıcısı kabul edilir.

Natüralist Biçim: 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında etkili olan bir edebi akımdır. Doğalcılık olarak da adlandırılır.
Doğa bilimlerinin, özellikle de Darwinci doğa anlayışının ilke ve yöntemlerinin edebiyata uyarlanmasıyla gelişmiştir. Edebiyatta gerçekçilik geleneğini daha da ileri götüren doğalcılar, gerçekleri ahlaksal yargılardan, seçici bir bakıştan uzak bir tutum ve tam bir bağlılıkla anlatmayı amaçlar. Doğalcılık, bilimsel belirlenimciliği benimsemesiyle gerçekçilikten ayrılır. Doğalcı yazarlar, insanı ahlaksal ve akılsal nitelikleriyle değil, rastlantısal ve fizyolojik özellileriyle ele alır. Doğalcı yaklaşıma göre, çevrenin ve kalıtımın ürünü olan bireyler, dıştan gelen toplumsal ve ekonomik baskılar altında ezilir, içten gelen güçlü içgüdüsel dürtülerle davranırlar. Yazgılarını belirleyebilme gücünden yoksun oldukları için yaptıklarından sorumlu değillerdir.
Doğalcılığın kuramsal temelini Hippolyte Taine’in Historei de la Litterature Anglaise (İngiliz edebiyatı tarihi) adlı eseri oluşturur. İlk doğalcı roman Goncourt Kardeşler’in bir hizmetçi kızın yaşamını konu alan Germinie Lacarteux adlı yapıtıdır. Ama Emile Zola’nın Le Roman Experimental (Deneysel Roman) adlı eseri akımın edebi bildirgesi sayılır. Emile Zola’nın yanısıra Guy de Maupassant, J. K. Huysmans, Leon Hennique, Henry Ceard, Paul Alexis, Alphonse Daudet natüralist eserler veren yazarlardır.
Maupassant Biçimi : Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü, hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir.
Çehov’un Biyografisi :

Anton Çehov 1860 yılının Ocak ayında Rusya'nın bir taşra kenti olan Taganrog'da doğdu. Babası Pavel Çehov, bakkaldı. Ancak babası için sanat ve din her zaman bakkallıktan daha ön plandaydı. Bu yüzden hiçbir zaman başarılı bir tüccar olamadı. Sert, otoriter ve merhametsiz bir insan olan Pavel Çehov çocuklarına kilisede ilahi söyletiyordu. Çehovlar'ın başlıca uğraşı ilahiler, ev ve kilise ibadetleriydi. Babalarının bu dini ve artistik eğilimleri çocukları için bir işkence haline geliyordu. Bu ağır hayatı Çehov için anlamlı kılan tek kişi, duygusal ve anlayışlı bir insan olan annesiydi.

Kendisi ticarette başarı sağlayamayan Pavel Çehov, oğullarından birini bu alanda yetiştirmeyi düşünüyordu. Bunun için de Anton'u uygun gördü. Bu arada Anton liseye başlamıştı. Ancak kilise korosu, dükkan işleri onun dersleriyle ilgilenmesine engel oluyordu. Sonuçta çok da vasıflı bir okul sayılamayacak Taganrog Lisesi uzadıkça uzadı. "Kılıflı Adam", "Edebiyat Öğretmeni" adlı hikayeleri bu döneme aittir.

Bir süre sonra babasının borçları nedeniyle tüm aile Moskova'ya taşındı. Anton'sa eğitimini tamamlamak üzere Taganrog'ta kaldı. 16 yaşındaki lise öğrencisi Çehov üç yıl boyunca kendi hayatını kazandı. Birçok zorluk yaşadı. Tüm bunlara rağmen bu dönem önceki yaşamından daha katlanılabilirdi. Dükkanda oturmak, kilisede ilahi söylemek zorunda değildi. Bu zamanını yazmaya ve okumaya ayırıyordu. Ayrıca artık hayata ve sosyal çevresine daha eleştirel bir gözle bakabiliyordu.

Çehov geçmişe dönüp bakmaktan hep korkardı. "Bende otobiyografyafobi var." derdi.
1879 yılında liseyi bitiren Çehov Moskova'ya ailesinin yanına döndü. Moskova Tıp Fakültesi'ne yazıldı. Ailesinin geçimine katkıda bulunmak için dergilerde yazı yazmaya başladı. Bu dönemde kaleme aldığı yapıtlarını "Melborne'nin Masalları" adı altında birleştirerek üniversiteyi bitirdiği yıl ilk kitabını yayınladı. Çehov'un bu dönemde yazdığı yazılar birer zorunluluktu; çünkü içinde bulunduğu çevre çıkarcı, ikiyüzlü ve gericiydi. Bu durum onun edebi kişiliğini köstekliyordu; ancak para kazanmak zorundaydı. Tüm bunlara yazdığı derginin sahibinin sürekli mizah yazıları istemesi ve sansürün eklenmesi Çehov'u iyice zorlar hale geldi. Bu ortamdan kendini sıyırmaya çalışıyordu.

Üniversiteyi bitirdiği yıl doktorluğa başladı. "Cerrahlık", "Kaçak", "Cansız Ceset" hikayelerini bu sırada yazdı. Hekimlik, vaktini fazlasıyla aldığından yazmaya vakit bulamıyordu. Bu durumda ikisinden birini seçmek durumunda kalacaktı ve eserlerinin şöhreti de iyice yayılınca, doktorluğu bırakmaya karar verdi. Çehov'un bilime olan bağlılığı şu sözlerinden bellidir: "Darwin'i okuyorum. Ne haşmet! Müthiş seviyorum onu."
Çehov üzerine yazanların çoğu onun Çarlık Rusya'sını anlatışını, bir doktorun hastalığı teşhisine benzetirler.

Çehov'un sistemli, düzenli bir sosyal- politik görüşü yoktu. Her türlü haksızlığa, bayağılığa, dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe düşmandı. Eserlerinde bu sosyal kusurları ele aldı. ("Memurun Ölümü", "Madalya", "Bukalemun")
1886 yılında çıkan "Alacalı Hikayeler" adlı kitabından sonra 1887'de Çehov iki hikaye kitabı birden çıkardı: "Masum Sözler", "Alaca Karanlıkta". Ertesi yıl "Alaca Karanlıkta" Puşkin Ödülü'nü kazandı. Bundan sonra başarılar ardı ardına geldi.

Çehov'u artık okuyucunun her türü seviyordu. Eleştirmenler de onun sanat gücünü kabul etmişlerdi; ama yazarı karamsar olmakla eleştiriyorlardı. Çehov'sa karamsarlığı bütün ömrü boyunca reddetti. Hayatına böylesine ilgi gösteren insan karamsar olamazdı. Stanislavski de bu iddiayı kesinlikle reddederek şöyle diyordu: "Anton Pavloviç gördüğüm en büyük iyimserdir." Çehov'un hayat sevgisini kendisine ruhça en yakın kahramanı, "Vanya Dayı"daki Astrov, güzel ifade ediyor. Hayatından memnun olup olmadığı sorusuna şu karşılığı veriyor: "Genel olarak hayatı severim; ama bizim hayatımıza, taşra hayatına, Rus hayatına, esnaf hayatına tahammül edemem, ruhumun bütün gücüyle hor görürüm."

Yazarın kendini en rahat hissettiği yer halkın yanıydı. Bir dönemden sonra kendini sosyal işlere verdi.1892 yılında Nijni Naugored vilayetinde başgösteren kıtlıkla savaşmak için kurulan teşkilata katıldı. Aynı yıl Melihova adlı bir köyde aldığı çiftliğe yerleşti. Böylece Çehov'un Melihova Dönemi denilen dönem başladı. Yaratıcılığının zirvesindeydi. Yaşayışı çok sadeydi. Halka yakın olmak, sosyal işlerle uğraşmak, onu mutlu ediyordu. Buna rağmen sağlık durumu gittikçe bozuluyordu. Hastalığı iklim tedavisi istiyordu ve Çehov güneye gidiyordu. Yalta'da bir yazlık evi vardı.
Yalta'da devrin büyük yazarlarının ve sanatçılarının ziyaret ettiği yazar en çok Tolstoy'la ve Gorki'yle görüşüyordu. Moskova Devlet Tiyatrosu oyuncusu Olga Knipper'le evlendi.
Sağlık durumu gittikçe bozulmaktaydı. Doktorlarının tavsiyesiyle Almanya Bodenwagler'e taşındı. 1 Temmuz 1904 Gecesi son şampanyasını içtikten sonra uyudu ve bir daha uyanmadı.


Çehov’un Sanatı:

Çehov, yaklaşık 1000 sözcükten oluşan komik kısa öykü türünü başlı başına bir sanat haline dönüştürdü. Aynı zamanda sefaleti ve umutsuzluğu ele alan ve önceki öykülerindeki çılgınca komiklikle garip bir zıtlık sergileyen ciddi yapıtlar da yazdı. Zamanla bu yönü çok daha ağır bastı ve daha sonraki yapıtlarına tümüyle egemen oldu.

Çehov'un tiyatro sevgisi çocukluk yaşlarında izleyici olarak başladı. Vodvil olarak adlandırdığı birer perdelik oyunlarıyla, dörder perdelik oyunlarından ilk ikisi olan İvanov ve Orman Cini'ni 1887-1890 yıllarında yazdı.
Vodvilleri taşra tiyatrosunda büyük başarı kazandı. Bir Moskova tiyatrosunda sahnelenen İvanov da çok büyük başarı sağladı. Orman Cini'nin aynı başarıyı sağlamaması üzerine Çehov oyun yazmaya uzun süre ara verdi. Martı'yla yeniden oyun yazmaya başlaması ikinci başarısızlığı beraberinde getirdi. Bunun üzerine Çehov tiyatroyla ilgisini kesmeye karar verdi. Bir mektubunda şöyle diyordu: "700 yıl yaşasam bir piyes yazmam. Nesine isterseniz bahse girerim." Bunları yazarken tiyatro sevgisini hesaba katmamıştır. Bu sırada Vanya Dayı büyük övgülere layık görülüyordu. Martı'nın ikinci sahnelenişinde kazandığı büyük başarı da Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi'ni yazmasını sağladı.

Çehov Biçimi : Hikayede asıl olan "olay" değildir. Hikaye, sona erdiği zaman her şey bitmiş değildir. Hikaye, asıl bundan sonra başlıyor demektir. Zira, kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal kurması devamlı hareket hâlindedir ve kendine göre yorumlar yapmaya uygundur.


Çehov, hikâye anlayışını şöyle anlatır:
"Kaleme alınan konular, "sade" olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikaye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim. "


Bu dönem ödevi kapsamında iki hikaye türünün babaları olan Anton Pavloviç Çehov ve Guy de Maupassant’dan birer hikaye seçtim.

1.hikaye: Anton Çehov’dan “Duruşmadan önceki gece” :

Özet:

Bay Zaytsev iki kadınla evli olduğu için sanık sandalyesine oturtulacağı S... bölge mahkemesine doğru yol alıyordu, hava berbattı. Perişan bir halde menzil hanına vardı. Orda bir menzil değnekçisi onu yatacağı yere götürdü. Burası berbat kokan ve buz gibi bir odaydı, bir paravanla oda ikiye bölünüyor diğer kısımda başkaları uyuyordu. Hemen kıyafetlerini çıkardı ve ısınmak için dökme sobanın etrafında hoplayıp zıplamaya başladı, o anda gözü paravana kaydı ve dehşete kapıldı orda bir kadın yüzü ona bakıyor ve sırıtıyordu. Hemen gidip yatağına uzandı ve çok utandı aynı şeyleri kadında hissetmişti. Yatağında yatarken bu kadını güzel biri olarak hayal etti, tam o sırada paravanın arkasından kadının tahtakuruları ile ilgili şikayet ettiğini duydu. Adamın aklına birden bir fikir geldi yanında her zaman pire tozu taşırdı ve bunu o kadına vermeli ahbaplık kurmalıydı. Bu düşüncelerin içindeyken kadının bir kez daha şikayet ettiğini duydu.Kadına kendinde pire tozu bulunduğunu ve isterse kendisine verebileceğini söyledi ve ondan olumlu cevap aldı. Ona kürkünü giyip tozu vereceğini söyledi, kadın buna karşılık paravanın üstünden vermesini söyledi. O da zaten paravanın üstünde vereceğini saygısızlık etmeyeceğini söyledi ayrıca yanına gidebileceğini doktor olduğunu ve yasalara göre doktorların kişilerin özel yaşamına girebileceklerini söyledi. Kadın onun doktor olmasına şaşırdı ve tozu almaya kocasını göndereceğini söyledi, kocasını uyandırdı ve tozu almaya gönderdi. Yanında kocasının olduğunu duymak Zaytsev’i allak bullak etmişti. Kocası geldi tozu aldı o sinirle yorganı üzerine çekti. Gecenin bir kısmında yatağından kadın ve kocasının konuşmaları ve şikayetlerini duydu. Gecenin ilerleyen dakikalarında kadın Zaytsev’in doktor olduğunu sanarak ona hastalığını anlattı ve Zaytsev sahte bir muayene yaptı. Gece 3’ü sohbet ettiler, bu arada kadına sahte bir reçete yazdı, ardından yattı. Sabah kalktı duruşmaya hazırlandı yola çıkarken kadının kocası kendisine vizite ücreti olarak zorla 10 ruble verdi. Duruşmaya yollandı ve duruşma salonuna girdi. Etrafında birçok insan vardı, jüriler vardı ve heyecan içindeydi. Savcı masasına da baktı ve sırtından ecel terleri aktı karşısındaki kadının kocası Fedya idi. Fedya onu görünce çok sinirlendi, onu haşlayacağa benziyordu… Olaylar öğle paydosunda yazıldı, az sonra savcılar iddianameye okuyup işlem yapacak ve olaylar asıl o zaman başlayacaktı……

2. Hikaye: Guy De Maupassant’dan “Mutluluk” :

Özet:

Akşamüstü çay saatinde bayanlı erkekli gurup tam Akdeniz’e bakan bir yerde toplanmıştı, Akdeniz onlara berrak kıpırtısız, ürpertisiz, dümdüz ve sonsuza uzanan bir madeni tabaka olarak görünüyordu, denize tepeden bakmaları bu görüntüyü güçlendiriyordu. Güneş kaybolmuş ve gökyüzü pembelere bürünmüştü, ayrıca ufuk çizgisinde altın tozuyla ovulmuş gibi bir renk göze çarpmaktaydı. Kendi aralarında insanın tek bir kadını yada tek bir erkeği uzun süre sevip sevemeyeceğini tartışıyorlardı, bu tartışmalar bazen kalın bir erkek sesinde bazense ince bir kadın sesinde dile geliyordu. Onlar tartışırken denizin ufuk noktasında kül renginde ve muazzam büyüklükte bir heyula ortaya çıktı. Herkes şaşırmış, kadınlar ayağa kalkmış bu heyulaya bakıyorlardı. Bu ilk kez gördükleri bir kitleydi ve onlar ne olduğunu merak ediyorlardı. O arada birisi atıldı ve orasının Korsika Adası olduğunu ve onu örten sis bulutları elverdikçe kendini gösterdiğini söyledi. Yaşlı biri gerçek aşkla bu adaya birkaç sene önce gittiğinde karşılaştığını söyledi ve tartışmaya cevabı kendisinin gördüklerinde bulabileceklerini söyledi. Gördüklerini anlatmaya başladı, 5 yıl önce Korsika’ya gitmişti buranın nasıl ilkel bir yer olduğunu görmüştü, burası İtalya’nın yakınından geçebilecek kadar bir zarafete asla sahip olamazdı. Ayrıca insanları kıskançlık, kavga gibi normal hayata yerleşmiş şeyleri yapmıyordu. Buranın insanları despot kişilerdi ama despotlukları kadar büyük misafirperverliğe sahiptiler, öyle misafirperverlikti ki birinin kapısını çalar, evinde bir gece geçirir, onla kahvaltı yapar ve elini sıkıp oradan giderdiniz. Yaşlı kişi bir akşam 10 saat yol gittikten sonra bir dere dibinde tamamen ıssız bir evceğize rastlamıştı. O ev kalması için uygun yerdi oranın kapısını çaldı ve onu yaşlı bir kadın karşıladı. Kadın sade ve temizdi erkeği ise sağırdı ve 82 yaşındaydı. Onu karşılayan kadın mükemmel Fransızca konuşuyordu, nedeni Avrupa’dan buraya gelmiş olmasıydı. Yaşlı kişi yemeği yemiş dışarıya oturmuş, kadın yanına gelmişti. Konuşmaya başladılar ve şaşırtıcı olarak 2sinin de Nansi’li olduğunu öğrendiler. Kadın, yaşlı kişiye bazı kişileri tanıyıp tanımadığını sordu. Daha sonra yaşlı kişi onun bir zamanlar babasının tümeninde ki görevli genç bir askerle kaçmış olan Nansi’li soylu kız olduğunu anladı. Bütün zenginliğini, lüksünü bırakmış, ailesini onu büyütenleri bırakmış delicesine aşık olduğu adamın ardından gitmişti, çünkü onunla birlikte olabilmek tüm bunların üstündeydi. O adamla bir ilkel çukura mı yoksa bir saraya mı gittiği önemli değildi. Tüm bunları ona yaptıran şey aşktı ve aşk ile bağlandığı bu adam bir ilkel çukurda da olsa onun kalbini mutlulukla doldurmuştu. Önemli olan bu değil miydi? Mutlu olmak. Yaşlı kişi anlatmayı bitirmişti. İnsanlar farklı şeyler düşünüyordu. Bazısı kadının bir budala olduğunu nasıl o zenginlikleri bırakıp basit hayata atıldığını söylüyordu. Aralarından biri doğruyu idrak etmişti. Bu hayatta mutlu olmak önemli olan değil miydi? Kadın mutluluğu çok güzel yaşamıştı, o zaman bunları boş yapmamıştı. Konuşma sürerken bu garip anıyı hatırlatan Korsika adası yeniden sis bulutlarının arasına daldı ve gözden kayboldu….

İki Türü Temsil Eden Öykülerin Karşılaştırılması:

İlk hikaye Çehov tarzında yazılmış ve o türü en güzel temsil edebilecek hikayelerden birisidir. İkinci hikaye ise Maupassant tarzını en güzel temsil edebilecek hikayelerden birisidir.

İlk hikayede Çehov tarzının etkisi çok belirgindir. Burada daha hikayenin başlangıcında S… şehri ifadesi kullanılarak okuyucunun düşüncesine açık bir ifade yaratılmıştır, okuyucu bu cümleyi okuduğunda aklından şehir isimlerini geçirerek hangisi olabileceğini düşünmeye başlar. İkinci hikayemizde ise olayın geçtiği yer Akdeniz’e bakan küçük bir mekan olmasına rağmen konumu, manzarası gibi şeyler en ince ayrıntısına kadar okuyucuya sunulmuştur. İkinci hikayede insanların seslerinin kalınlık dereceleri bile belirtilerek bize düşünmek, yorum yapmak için hiçbir fırsat verilmediğini en ince ayrıntısına kadar olayların bize sunulduğunu görüyoruz. Bu derece ayrıntılara ilk hikayede yaklaşıldığını bile görmüyoruz, her şey bizim yorumumuza açık ve hayal gücümüze bağlı. Bu konuda, ilk hikayeyi okuttuğum ve kafasında kurgulamasını istediğim arkadaşımdan kurguladıklarını anlatmasını istediğimde benim kafamdaki şeylerden tamamen farklı şekilde mekanlar, şekiller yarattığını gördüm. Bu Çehov hikayeciliğinin hayal gücüne açık olma yönünü tamamen doğrulamaktadır. İlk hikayede Çehov’un kişilerin konuşmasını kısa tutarak anlatmak istediklerini cümledeki unsurlar ile anlatmayı yeğlediğini görebiliyoruz. İkinci hikayemize bakarsak buna tam zıt olarak sık sık kişilerin konuşturulduğu ve bu konuşmaların kısa tutulması yerine bütün hikayenin konuşmada anlatılanlara göre şekillendiğini ve bazen bu konuşmaların bir sayfa sürdüğünü görebiliyoruz.

Hikayeleri psikolojik açıdan incelemek istersek, ilk hikayede yazarın karamsar bir yaklaşım sergilediğini, her şeyin kötüye gideceğine inandığını ama “Hemen kıyafetlerini çıkardı ve ısınmak için dökme sobanın etrafında hoplayıp zıplamaya başladı, o anda gözü paravana kaydı ve dehşete kapıldı orda bir kadın yüzü ona bakıyor ve sırıtıyordu.” cümlesindeki gibi bazı yerlerde okuyucunun keyiflenmesini sağlayacak gizli mizah unsurları kullandığını görmekteyiz. İkinci hikayede ise konuya karamsar yaklaşılmış, konuların anlatımında bile karamsar ifadeler kullanılmış. Hikayede asıl anlatılmak istenen aşk hikayesinin nasıl her özelliğiyle kötü olarak ön plana çıkarılabileceği düşünülmüş ve anlatılmak istenen aşk hikayesi mutlu bitsede bir sefalet ile sonuçlanmıştır. Ayrıca hikayenin sonunda görüş belirten kişilerin bile o bir budala olmalı gibi karamsar, güzelliğe yönelik olmayan kelimeler kullanması dikkat çekmektedir.

Hikayelerimiz bize iki tür hikayeciliği en ayırt edilebilecek konularda anlatmıştır. Genel olarak iki hikayeyi de okuyan bir kişinin birinci hikayede “Konuşma sürerken bu garip anıyı hatırlatan Korsika adası yeniden sis bulutlarının arasına daldı ve gözden kayboldu….” sonuyla kafasında tamamen kendi yaratabileceği bir devam hikayesi yazabileceği ve her şeyi kendi hayal gücüne bağlayabileceğini görmekteyiz. Ama ikinci hikayede Korsika Adası’ndan bulunulan mekana kadar anlatıldığı için, hikayeye gelebilecek son çok açık olarak anlatıldığı için bize bir son düşünme fırsatı kalmamaktadır.
Quo vadis?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Aralık 2009       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ben merkezli hikayenin ozellikleri
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Şubat 2010       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye nedir?
manzum hikaye nedir?
halk hikayesi nedir?
lütfen yardım edin çok acil...
şu an dersteyim diğer derse lazım...
çabuk olun................................................lütfen.....

Benzer Konular

20 Mart 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Nisan 2019 / Misafir Tıp Bilimleri
18 Mart 2014 / misafiroğuz Soru-Cevap
17 Ağustos 2017 / Misafir Cevaplanmış
12 Nisan 2012 / Misafir Soru-Cevap