Arama

Varlık felsefesi nedir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 3 Şubat 2010 Gösterim: 19.843 Cevap: 10
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
23 Kasım 2008       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
hegel, nietzsche, albert camur un felsefelerinin benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir
EN İYİ CEVABI _KleopatrA_ verdi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

varlık nedir

Varlık (kavram)

Sponsorlu Bağlantılar
Vikipedi, özgür ansiklopedi



Varlık, felsefenin temel kavramlarından birisidir. Varolan, ya da varolduğu söylenen şey, varlık kavramının içeriğini oluşturur. İlk olarak Elea okulu'nun öncüsü Parmanides tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Farklı felsefe okullarında ya da akımlarında farklı anlam katmanların ele alınmakta ve tanımlanmaktadır. Öznel ve nesnel varlık tanımları sözkonusudur ve bu varlık kavramı özellikle varlık teorisinde (ontoloji de) temel bir rol oynar. Varolanın varoluşu durumu, ancak varolan şeylerle varlık arasında bir ayrım sözkonusudur. Varlık varolanların her birinde mevcut olan niteliktir bir anlamda. Aristoteles varlığı varolanların içerisindeki özdeş olan nitelikler olarak belirtir. Bütün olanların genel kavramı. Gerçek varlık ve düşünsel varlık olarak iki ayrı şekilde belirtilir. Gerçek varlık varoluş olarak belirtilirken, düşünsel varlık öz olarak belirtilir.
Varlık felsefesi
Felsefe, varlığın var olup olmadığını; varsa eğer nasıl var olduğunu sorgular. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Bu konudaki açıklama ve varsayımlar ilkçağa dayanır. Ancak ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf'a dayanmaktadır. 18. ve 19. yüzyılda Immanuel Kant ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Ancak doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir.

Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu onların hemen ardından Atina idealistlerinin
fizik anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele anmak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar.

Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım:

İlkçağ Maddecileri
İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales'ten Demokritos'a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu'da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre "Hiçten bir şey olmaz."Evrenin de bir ilk biçimi, ilkolanı, arkhé'si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır.

Thales'e (625-545) göre ilk olan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer.

Arkhenin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonunu şeklinde karşımıza çıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak.

İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos (540-480) gelir. İlkolan'ı ateş olarak kabul eden Efesli Herakleitos; evreni karşıtların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklar. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de " Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz."

Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos'lu Demokritos'tur. (460-370) Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık gösterdiği için dünyadaki farklı maddeler oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edilemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.

Sofistler: İlkçağ Şüphecileri
"Bilen" anlamına gelen sofist sözcüğü ilkçağda genellikle gezgin öğretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezciliğe kadar uzanır.

Protagoras'a (482-411) göre "İnsan her şeyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da; varolmayanların varolmadıklarının da." Buna göre her şey için tam karşıt iki tez ileri sürülebilir.

Gorgias (483-375) biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.

İlkçağ İdealistleri
Atina'da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates'le başlayan, Platon'la devam eden ve Aristoteles'le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de iki büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanı sıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platon'u Eflatun olarak tanıyan İslam dünyası, Aristoteles için de başöğretmen sıfatını kullanmıştır.

Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır.

Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yolu ile ulaşabileceğimiz savındadır. Ancak kendi aralarında da iki farklı yaklaşım sergilerler. Birinci görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; ikinci görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.

Sokrates (Atina; 469-399)
Sokrates'e göre insanlara yeni bir şey öğretmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir işe kalkışmak da saygın bir şey değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmak, doğurtmaktır. (Maieutike) Bunu yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur.

Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmiştir.

"Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim." diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üzerinde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diğer yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder.

Bu tavrının bedelini "Atina'nın tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak"la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezası ile öder.

Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürer. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku veya bir başka dünyaya göç olduğunu; her iki durumda da ceza olamayacağını anlatır. Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve öğrencilerinin önünde ölür.

Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnek oluşturur. Kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) açısında oldukça etkili olur. Ancak izleyenleri onun haz teorisini farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşırlar.

Sokrates'i en iyi anlayan ve en doğru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon'dur.

Platon (427-347 Atina)
Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirdi. O öldükten sonra da yapıtlarında Sokrates'i konuşturmaya devam etti. Platon düşüncelerini Akademia adını verdiği okulunda yaydı. Sokrates'te dağınık olan idealist anlayışları sistemli bir dünya görüşü haline getirdi.

Platon'a göre iki ayrı dünya vardır. Bunlardan birincisi "idea"ların evrenidir. İdea'lar düşünsel varlıklardır, nesnellik taşımazlar. Ancak gerçektirler. Her İdea'dan bir tane vardır. Hem tek hem de gerçek olan ideaların bilgisi de tek ve gerçektir. Ancak ideaları duyu organlarıyla kavramak olanaksızdır. Onları bilgisine ancak akıl yolu ile ulaşabiliriz. Platon bu bilgilere "episteme", "sophia" (gerçek bilgi) adını verir.Bu bilginin peşine düşen insan da gerçek bilginin dostu olan filo-sophia yani filozoftur.

İkinci evren ise şu an içinde yaşadığımız "fenomen"ler evrenidir. Fenomenler ideaların gölgeleridir. Fenomenler evreni nesneldir ancak gerçeklikten yoksundur. O bir yanılsamadır. Sanal bir evrendir. İdeaların fenomenler evreninde birden çok gölgesi yani yansımaları vardır. Gölgelerin hiç biri tam olarak ideaları yansıtmazlar. Bir fenomen (gölge) ideasına ne kadar benzer se o kadar o "şey" olur. Fenomenler duyu organları ile kavranırlar. Biz onlar hakkında bu yolla bilgi sahibi olabiliriz. Ancak bu bilgiler fenomenler evreni gibi "tek"likten ve "gerçek"likten yoksundurlar. Doxa (sanı bilgisi) adını verdiği bu bilgilerin peşinde koşan ve ideaların farkında olmayan kişilere sanı dostu anlamına gelen filo-dox adını verir.

Platon'a göre insan ruh olarak idealar evreninde yaşar. Bu nedenle de ideaların bilgilere ruh olarak sahiptir. Ancak insan zaman zaman bir beden içinde fenomenler evrenine gelir. Fenomenler dünyasında yaşarken ideaları unutur. Fenomenlerin aldatıcı bilgileri peşine düşer. Filodox olur. İçlerinden bazıları ise ideaların bilgisini akılları aracılığı ile anımsarlar ve gerçek bilgilerin peşine giderler. Filozof olurlar.

Aristoteles (384-322 Atina)
Öğretmeni Platon'un düşüncelerine katılmadığı için, yetiştiği okula yani Akademia'ya yönetici olmayı kabul etmeyip, kendi okulunu, Lyceum'u (lise) açmıştır.

Pek çok kitabının yanı sıra O; doğru düşünmenin yollarını açıkladığı Organon (Alet) adlı kitabı ile de kendi adıyla anılan Klasik Mantık'ın kurucusu olmuştur. Felsefe alanında olduğu kadar bilimsel çalışmalarıyla da önemli olan Aristoteles, ontolojik anlayışını Fizik kitabının ardından yazığı ve adını Fizikten Sonra olarak koyduğu fizik kitabında ortaya koymuştur. O günden bu yana da fizik kavramı doğaüstü anlamında kullanılmaktadır.

Ona göre iki ayrı evren yoktur. Tek evren vardır ve nesnel olanla gerçek olan ayrı şeyler değil bir ve aynı şeydir. Ancak var oluş, iki farklı özün değişik oranlarda birleşmesiyle gerçekleşir. Var oluş form (salt biçim) ile hyle'in (salt madde) birleşmesidir. Saf madde biçim almaksızın var olamaz. O ancak bir olanaktır, var değildir. Var olabilmesi için mutlaka form alması gerekir.

Varlığın en basit biçimi cansız maddedir. Form Hyle'ye şekil, renk, koku gibi temel, basit özellikler vererek onu var eder. Varlığın ikinci aşaması bitkilerdir. Bitkiler kendinden önceki varlık tabakasının -cansız maddelerin- tüm özelliklerini taşımanın yanı sıra, özümseme yapma ve benzerini yaratarak çoğalma gibi özelliklere sahiptirler. Bitkiler daha fazla form alarak bu fazla özelliklere sahip olmuşlardır.

Varlık tabakalarının üçüncüsü hayvanlardır. Hayvanlar bitkilerden daha fazla form sahibi oldukları için onlardan daha mükemmeldirler ve onlarda bulunmayan duyumsama ve yer değiştirme özellikleri vardır.

Hayvanlar üstünde yer alan son varlık tabakası, insanlardır. İnsan akıl sahibi olma özelliği ile diğer varlıklardan ayrılır. İnsan aklı doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleri ile algı sürecinden edindiği malzemeleri işleyerek, duyum süreçlerini bilgi haline getirir. Bu işlemi yaparken de mantık kuralları ile davrandığı oranda doğru bilgilere ulaşabilir.

Ancak Aristoteles tüm insanların bu yeteneklere sahip olmadığını söyler. Çünkü insanlar da tıpkı kendinden önceki tabakalar gibi kendi içinde farklı tabakalara sahiptir. İnsanların en alt basamağını kadınlar oluştururlar ve onlar aklın ilkelerine sahip değildirler. Onların üstünde yer alan köylü ve köle erkekler de tıpkı kadınlar gibi akıl ilkelerinden yoksun olarak dünyaya gelirler. Bu nedenle onlar da kadınlar gibi doğru düşünme yeteneğinden yoksundurlar.

Varlık tabakalarının dışında form tek başına vardır ve en yetkin durumundadır. Salt biçim Tanrıdır.

Terimi Ekleyen: zeus Tarih: 08-Feb-2008 14:12. | Şimdiye kadar 638 kez okundu.

Varlık Felsefesi nedir Varlık Felsefesi nedir ,Varlık Felsefesi nedir? ,Varlık Felsefesi ne demek ,Varlık Felsefesi tanımı,Varlık Felsefesi örneği,Varlık Felsefesi türleri,Varlık Felsefesi nelerdir,Varlık Felsefesi hakkında, Varlık Felsefesi tarihi, Varlık Felsefesi nerede, Varlık Felsefesi ne zaman, neden, nasıl, niçin, anlami nedir, ne denir, nerde, niye, ne demektir.
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
23 Kasım 2008       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Varlık felsefesi
Felsefe, varlığın var olup olmadığını; varsa eğer nasıl var olduğunu sorgular. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Bu konudaki açıklama ve varsayımlar ilkçağa dayanır. Ancak ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf'a dayanmaktadır. 18. ve 19. yüzyılda Immanuel Kant ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Ancak doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir.
Sponsorlu Bağlantılar

Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu onların hemen ardından Atina idealistlerinin
fizik anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele anmak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar.

Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım:

İlkçağ Maddecileri
İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales'ten Demokritos'a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu'da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre "Hiçten bir şey olmaz."Evrenin de bir ilk biçimi, ilkolanı, arkhé'si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır.

Thales'e (625-545) göre ilk olan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer.

Arkhenin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonunu şeklinde karşımıza çıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak.

İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos (540-480) gelir. İlkolan'ı ateş olarak kabul eden Efesli Herakleitos; evreni karşıtların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklar. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de " Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz."

Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos'lu Demokritos'tur. (460-370) Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık gösterdiği için dünyadaki farklı maddeler oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edilemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.

Sofistler: İlkçağ Şüphecileri
"Bilen" anlamına gelen sofist sözcüğü ilkçağda genellikle gezgin öğretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezciliğe kadar uzanır.

Protagoras'a (482-411) göre "İnsan her şeyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da; varolmayanların varolmadıklarının da." Buna göre her şey için tam karşıt iki tez ileri sürülebilir.

Gorgias (483-375) biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.

İlkçağ İdealistleri
Atina'da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates'le başlayan, Platon'la devam eden ve Aristoteles'le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de iki büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanı sıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platon'u Eflatun olarak tanıyan İslam dünyası, Aristoteles için de başöğretmen sıfatını kullanmıştır.

Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır.

Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yolu ile ulaşabileceğimiz savındadır. Ancak kendi aralarında da iki farklı yaklaşım sergilerler. Birinci görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; ikinci görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.

Sokrates (Atina; 469-399)
Sokrates'e göre insanlara yeni bir şey öğretmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir işe kalkışmak da saygın bir şey değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmak, doğurtmaktır. (Maieutike) Bunu yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur.

Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmiştir.

"Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim." diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üzerinde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diğer yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder.

Bu tavrının bedelini "Atina'nın tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak"la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezası ile öder.

Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürer. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku veya bir başka dünyaya göç olduğunu; her iki durumda da ceza olamayacağını anlatır. Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve öğrencilerinin önünde ölür.

Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnek oluşturur. Kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) açısında oldukça etkili olur. Ancak izleyenleri onun haz teorisini farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşırlar.

Sokrates'i en iyi anlayan ve en doğru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon'dur.

Platon (427-347 Atina)
Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirdi. O öldükten sonra da yapıtlarında Sokrates'i konuşturmaya devam etti. Platon düşüncelerini Akademia adını verdiği okulunda yaydı. Sokrates'te dağınık olan idealist anlayışları sistemli bir dünya görüşü haline getirdi.

Platon'a göre iki ayrı dünya vardır. Bunlardan birincisi "idea"ların evrenidir. İdea'lar düşünsel varlıklardır, nesnellik taşımazlar. Ancak gerçektirler. Her İdea'dan bir tane vardır. Hem tek hem de gerçek olan ideaların bilgisi de tek ve gerçektir. Ancak ideaları duyu organlarıyla kavramak olanaksızdır. Onları bilgisine ancak akıl yolu ile ulaşabiliriz. Platon bu bilgilere "episteme", "sophia" (gerçek bilgi) adını verir.Bu bilginin peşine düşen insan da gerçek bilginin dostu olan filo-sophia yani filozoftur.

İkinci evren ise şu an içinde yaşadığımız "fenomen"ler evrenidir. Fenomenler ideaların gölgeleridir. Fenomenler evreni nesneldir ancak gerçeklikten yoksundur. O bir yanılsamadır. Sanal bir evrendir. İdeaların fenomenler evreninde birden çok gölgesi yani yansımaları vardır. Gölgelerin hiç biri tam olarak ideaları yansıtmazlar. Bir fenomen (gölge) ideasına ne kadar benzer se o kadar o "şey" olur. Fenomenler duyu organları ile kavranırlar. Biz onlar hakkında bu yolla bilgi sahibi olabiliriz. Ancak bu bilgiler fenomenler evreni gibi "tek"likten ve "gerçek"likten yoksundurlar. Doxa (sanı bilgisi) adını verdiği bu bilgilerin peşinde koşan ve ideaların farkında olmayan kişilere sanı dostu anlamına gelen filo-dox adını verir.

Platon'a göre insan ruh olarak idealar evreninde yaşar. Bu nedenle de ideaların bilgilere ruh olarak sahiptir. Ancak insan zaman zaman bir beden içinde fenomenler evrenine gelir. Fenomenler dünyasında yaşarken ideaları unutur. Fenomenlerin aldatıcı bilgileri peşine düşer. Filodox olur. İçlerinden bazıları ise ideaların bilgisini akılları aracılığı ile anımsarlar ve gerçek bilgilerin peşine giderler. Filozof olurlar.

Aristoteles (384-322 Atina)
Öğretmeni Platon'un düşüncelerine katılmadığı için, yetiştiği okula yani Akademia'ya yönetici olmayı kabul etmeyip, kendi okulunu, Lyceum'u (lise) açmıştır.

Pek çok kitabının yanı sıra O; doğru düşünmenin yollarını açıkladığı Organon (Alet) adlı kitabı ile de kendi adıyla anılan Klasik Mantık'ın kurucusu olmuştur. Felsefe alanında olduğu kadar bilimsel çalışmalarıyla da önemli olan Aristoteles, ontolojik anlayışını Fizik kitabının ardından yazığı ve adını Fizikten Sonra olarak koyduğu fizik kitabında ortaya koymuştur. O günden bu yana da fizik kavramı doğaüstü anlamında kullanılmaktadır.

Ona göre iki ayrı evren yoktur. Tek evren vardır ve nesnel olanla gerçek olan ayrı şeyler değil bir ve aynı şeydir. Ancak var oluş, iki farklı özün değişik oranlarda birleşmesiyle gerçekleşir. Var oluş form (salt biçim) ile hyle'in (salt madde) birleşmesidir. Saf madde biçim almaksızın var olamaz. O ancak bir olanaktır, var değildir. Var olabilmesi için mutlaka form alması gerekir.

Varlığın en basit biçimi cansız maddedir. Form Hyle'ye şekil, renk, koku gibi temel, basit özellikler vererek onu var eder. Varlığın ikinci aşaması bitkilerdir. Bitkiler kendinden önceki varlık tabakasının -cansız maddelerin- tüm özelliklerini taşımanın yanı sıra, özümseme yapma ve benzerini yaratarak çoğalma gibi özelliklere sahiptirler. Bitkiler daha fazla form alarak bu fazla özelliklere sahip olmuşlardır.

Varlık tabakalarının üçüncüsü hayvanlardır. Hayvanlar bitkilerden daha fazla form sahibi oldukları için onlardan daha mükemmeldirler ve onlarda bulunmayan duyumsama ve yer değiştirme özellikleri vardır.

Hayvanlar üstünde yer alan son varlık tabakası, insanlardır. İnsan akıl sahibi olma özelliği ile diğer varlıklardan ayrılır. İnsan aklı doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleri ile algı sürecinden edindiği malzemeleri işleyerek, duyum süreçlerini bilgi haline getirir. Bu işlemi yaparken de mantık kuralları ile davrandığı oranda doğru bilgilere ulaşabilir.

Ancak Aristoteles tüm insanların bu yeteneklere sahip olmadığını söyler. Çünkü insanlar da tıpkı kendinden önceki tabakalar gibi kendi içinde farklı tabakalara sahiptir. İnsanların en alt basamağını kadınlar oluştururlar ve onlar aklın ilkelerine sahip değildirler. Onların üstünde yer alan köylü ve köle erkekler de tıpkı kadınlar gibi akıl ilkelerinden yoksun olarak dünyaya gelirler. Bu nedenle onlar da kadınlar gibi doğru düşünme yeteneğinden yoksundurlar.

Varlık tabakalarının dışında form tek başına vardır ve en yetkin durumundadır. Salt biçim Tanrıdır.

Terimi Ekleyen: zeus Tarih: 08-Feb-2008 14:12. | Şimdiye kadar 638 kez okundu.

Varlık Felsefesi nedir Varlık Felsefesi nedir ,Varlık Felsefesi nedir? ,Varlık Felsefesi ne demek ,Varlık Felsefesi tanımı,Varlık Felsefesi örneği,Varlık Felsefesi türleri,Varlık Felsefesi nelerdir,Varlık Felsefesi hakkında, Varlık Felsefesi tarihi, Varlık Felsefesi nerede, Varlık Felsefesi ne zaman, neden, nasıl, niçin, anlami nedir, ne denir, nerde, niye, ne demektir.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
23 Kasım 2008       Mesaj #3
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Albert Camus

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Batı felsefesi
20. yüzyıl felsefesi 200px Albert Camus2C gagnant de prix Nobel2C portrait en buste2C posC3A9 au bureau2C faisant face C3A0 gauche2C cigarette de tabagisme {{{resim_başlığı}}} Adı Albert Camus Doğumu 7 Kasım, 1913 Mondovi, Cezayir Ölümü 4 Ocak, 1960 Villeblevin, Fransa Okul/gelenek Varoluşçuluk, Absürdizm Etkilendikleri Søren Kierkegaard, Fyodor Dostoyevski, Franz Kafka, Herman Melville, Jean-Paul Sartre
30px Nobel medal




Albert Camus (7 Kasım 1913 – 4 Ocak 1960), Fransız bir yazar ve filozoftur.
Varoluşçuluk ile ilgilenmiştir ve absürdizm akımının öncülerinden biri olarak tanınır; fakat Camus kendini herhangi bir akımın filozofu olarak görmediğinden, kendini bir "varoluşçu" ya da "absürdist" olarak tanımlamaz. 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanarak, Rudyard Kipling'den sonra bu ödülü kazanan en genç yazar olmuştur. Ödülü aldıktan 3 yıl sonra bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.


Hayatı


Çocukluğu ve gençliği

20. yüzyılın en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913’te Cezayir’in Mondovi kasabasında doğdu. Yoksul bir aileden gelen Camus'nün babası bir Cezayir Fransız'ı, annesi ise İspanyol'du. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1914'te babasını kaybetti. Annesi evlerde hizmetçilik yaparak oğlunu okutmaya çalıştı. Ancak Camus, daha bağımsız bir hayat sürebilmek için evinden ayrıldı. 1923'te liseye, ardından da Cezayir Üniversitesi'ne kabul edildi. Üniversite eğitimi sırasında sağlığı bozuldu ve 1930'da vereme yakalandı. Hastalığı yüzünden üniversite takımının kaleciliğini bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonra çeşitli işlerde çalışmaya başlayan Camus, felsefe eğitimini ancak 1936'da tamamlayabildi.
1934'te Fransız Komünist Partisi'ne katıldı. Bu hareketinin kaynağı, Marksist-Leninist öğretisine (doktrinine) desteğinden ziyade, İspanya'da daha sonra iç savaşla sonuçlanacak politik duruma duyduğu kaygıydı. Ancak üç yıl sonra, Stalinist komünizme yakınlığından kaynaklanan Troçkist suçlamasıyla partiden atıldı. Camus 1934'te Simone Hie'yle evlendi. Simone bir morfin bağımlısıydı ve Camus'yle evlilikleri, Simone'nun sadakatsizliğine bağlı olarak son buldu. 1935'de "İşçinin Tiyatrosu"nu (Théâtre du Travail) kurdu fakat bu tiyatro 1939'da kapandı. Aynı yıl, verem hastası olduğundan Fransa ordusuna kabul edilmedi.
1940'ta piyanist ve matematikçi Francine Faure ile evlendi ve 5 Eylül 1945'te Catherine ve Jean adlarında ikiz çocukları oldu. Aynı yıl Paris-Soir dergisi için çalışmaya başladı. Daha henüz "Sahte Savaş" olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı'nın ilk zamanlarında bir pasifist olarak kaldı. Ancak bu tutumu Paris'in Alman ordusu tarafından işgali ve 1941'de, komünist gazeteci Gabriel Péri'nin gözleri önünde idam edilmesiyle değişti ve onun da başkaldırmasına neden oldu. Paris-Soir ekibiyle Bordeaux'ya gitti ve aynı yıl ilk kitapları olan "Yabancı" ve "Sisifos Söylencesi"ni tamamladı. Camus, Bordeaux'yu 1942'de terkedip Cezayir'in Oran şehrine gitti ve ardından Paris'e döndü.

Edebiyat kariyeri

Camus İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler'e karşı oluşmuş Fransız Direnişi'ne katıldı ve bu direnişin bir parçası olarak "Combat" adında bir gazete yayımlamaya başladı. 1943'te gazetenin editörü oldu; fakat 1947'de "Combat" ticari bir gazete olunca buradan ayrıldı. Jean-Paul Sartre ile tanışması burada gerçekleşmiştir.
Savaştan sonra, Sartre ve de Beauvoir gibi kişilerin buluştuğu Boulevard Saint-Germain'deki Café de Flore'u ziyaret etmeye başladı. Bu yıllarda, aynı zamanda Amerika'yı turlayarak Fransız varoluşçuluğu hakkında dersler verdi. Politik olarak sol görüşlere yatkın olmasına rağmen komünizme karşı çıkması, ona komünist partilerde arkadaş kazandırmadığı gibi Sartre'dan da uzaklaştırdı.
Camus, 1949'da vereminin tekrarlaması yüzünden iki yıl inzivaya çekildi ve "Başkaldıran İnsan"ı yayımladı. Bu kitap, Fransa'daki birçok sol görüşe sahip arkadaşı ve özellikle de Sartre tarafından hoş karşılanmadı ve Sartre'la bütünüyle yollarını ayırdı. Kitabının tatsız yorumlarla karşılanması Camus'yü kitap yazmaktan tiyatro oyunları çevirmeye itti.
Camus, 1950ler'de kendini insan haklarına adadı. 1952'de Birleşmiş Milletler, Francisco Franco diktatörlüğündeki İspanya'yı üye olarak kabul edince UNESCO'daki çalışmalarını durdurdu ve kurumdan ayrıldı. Ayaklanmalarda insandışı bir sertlik kullanan Sovyet metodlarını eleştirdi. Pasifistliğini koruyan Camus, İdam cezasına karşı savaşını sürdürdü.
Cezayir Bağımsızlık Savaşı 1954'te başladığında, Camus kendini ahlaki bir ikilem içinde buldu. Bunun nedeni, Cezayir doğumlu Fransızlar'ı betimlemek için kullanılan bir sıfat olan "siyah ayak" olmasıydı. Ancak, sonunda, savaşta Fransa hükümetini savunuyordu. Kuzey Afrika'da başlayan isyanın, aslında Mısır önderliğindeki yeni-Arap emperyalizminin ve batıya saldıran Sovyetler Birliği'nin işleri olduğunu düşünüyordu. Cezayir'in özerk, hatta bir federasyon olmasını savunuyordu; fakat bütünüyle bağımsızlığını desteklemiyordu. Öte yandan, Araplar'la "siyah ayak"ların beraber yaşayabileceğini düşünüyordu. Bu kriz sırasında ölüm cezasına çarptırılan Cezayirliler'in kurtulması için gizlice çalıştı.
Camus, 1955 ve 1956 yıllarında Fransız "L'Express" dergisinde yazdı. Bunların ardından 1957 yılında Camus Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Genel yaklaşım bu ödülün bir önceki yıl yayımlanan "Düşüş" için değil, idam cezasına karşı yazdığı "Réflexions Sur la Guillotine" makalesi için verildiğidir. Stockholm Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşma esnasında Cezayir konusundaki hareketsizliğini savundu; fakat daha sonra Cezayir'de yaşayan annesinin başına ne geleceği konusunda meraklandığını bildirdi. Çelişkili sayılan bu durum Fransız sol entelektüelleri tarafından tepkiyle karşılandı.

Ölümü

200px Camus Monument in Villeblevin France 17 august 20031 magnify clip
Fransız yazar ve filozof Albert Camus adına abide, hayatını kaybettiği küçük Fransız kasabası Villeblevin


Camus, 4 Ocak 1960'ta, Sens yakınlarındaki küçük Villeblevin kasabasında "Le Grand Fossard" isimli bir yerde geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Daha sonra mantosunun cebinde bir tren bileti bulunmuştur. Büyük bir olasılıkla, Camus gideceği yere trenle gitmeyi planlamıştı; fakat arkadaşıyla birlikte arabayla dönmeyi tercih etti. İronik biçimde, Camus daha önce en absürt ölüm şeklinin ne olduğu sorulduğunda, araba kazasında ölmeyi bunlardan biri olarak nitelendirmişti. Kazanın gerçekleştiği Facel Vega marka otomobilin sürücüsü ve yayımcı dostu da Camus'yle birlikte hayatını kaybetti. Camus Lourmarin Mezarlığı, Lourmarin, Vaucluse, Provence-Alpes-Côte d'Azur'de gömülmüştür.
200px 20041113 002 Lourmarin Tombstone Albert Camus magnify clip
Albert Camus, mezartaşı


Camus'nün ölümünden sonra telif hakları Camus'nün çocukları olan, Catherine ve Jean Camus'ye devredildi. Ölümünden sonra 1970'te "Mutlu Ölüm", 1995'te de öldüğünde hala bitmemiş olan "İlk Adam" yayımlandı.

Camus`ye göre saçma (absürt, uyumsuz) felsefesi
150px Camus pul magnify clip
Kartpostal


Camus'nün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Söylencesi"nde açıklayıp "Yabancı" ve "Veba" gibi romanlarında da işlemiştir.
Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"`nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
Camus, makalelerinde okuyanı dualizmle tanıştırır. Mutluluk ve keder, yaşam ve ölüm, karanlık ve aydınlık.. Hayatın çeşitli biçimlerde geçtiğini ve insanın ölümlü olduğu gerçeği de budur. Sisifos Söyleni`de bu dualizm bir çelişki halini alır: Bir yanda yaşayarak hayatlarımıza değer vermekte öte yandan eninde sonunda yok olacağımız gerçeğini de bilmekteyiz. Bu çelişkiyle yaşamak "Absürt"`ün ta kendisidir. Eğer hayatımızın anlamsız ve boşuna olduğunu biliyorsak, kendimizi öldürmeli miyiz? Bu trajedik kısır döngü nasıl aşılabilir? Camus saçma kavramını burada kurar: yaşamın beyhudeliğinin bilincinde olan insan. Fakat Camus intihardan yana değildir, yaşamın anlamsızlığının yok edilemeyeceğinin bilincindedir fakat bununla savaşmaktan kaçınmaz.

Varoluşuluk ve absürdizm hakkındaki görüşleri [değiştir]

Bazı eleştirmenler Camus`yü kategorize etmeye çalışarak onun bir varoluşçu ya da absürdist olduğunu söyler. Eleştirmenlerin mi ya da Camus`nün kendi ifadesinin mi doğru olup olmadığı tartışılmakla birlikte, Camus etiketlenmeyi sevmediğini belirterek varoluşçu olduğu tanımına karşı çıkar: "Hayır, ben bir varoluşçu değilim. Sartre ile isimlerimizin yan yana anılmasına hep şaştık. Sartre ve ben kitaplarımızı birbirimizle gerçekten tanışmadan önce yayımladık. Birbirimizi tanıdığımızda ise ne kadar farklı olduğumuzu anladık. Sartre bir varoluşçudur, benim yayımladığım tek fikir kitabı Sisifos Söylencesi`dir ve sözde varoluşçu filozoflara karşı doğrultulmuştur.[1]
Bir absürdist olup olmadığı hakkında da şunları söyler:
"Absürt kelimesinin kötü bir geçmişi var ve bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ediyorum. Absürt`ü Sisifos Söylencesi`de ele alırken, bir metod arıyordum doktrin değil. Sistemli bir şüphe pratiği yapıyordum. Daha sonra bir şeyler inşa edebileceği düşüncesiyle "tabula rasa" yöntemini kullanmaya çalışıyordum. Eğer hiçbir şeyin bir anlamı olmadığı varsayarsak, dünyanın absürt olduğu sonucuna ulaşmalıyız. Fakat gerçekten hiçbir şeyin hiçbir anlamı yok muydu? Bu noktada kalabileceğimize hiçbir zaman inanmadım." [2]
Camus ve futbol

Camus`yle birlikte anılan ve sık sık gönderme yapılan konulardan biri de kaleciliğidir. Bir süre Cezayir Üniversitesi genç takım kaleciliği yapmıştır ve maç raporlarına göre tutkuyla oynayan cesur bir kalecidir. Bir seferinde arkadaşı Charles Poncet "tiyatroyu mu yoksa futbolu mu" tercih edeceğini sorduğunda, "Tereddütsüz futbol" cevabını vermiştir. [3] . Tüberküloza yakalanınca futbolu bırakmak zorunda kalmıştır. 1950`li yıllarda bir spor dergisine futbol hakkında bir yazı yazması rica edilince şöyle demiştir:
"Ahlak ve insanın yükümlülükleri hakkında güvenebileceğim ne biliyorsam onu futbola borçluyum."... Camus, dini ve politik insanların aklımızı karışık ahlaki sistemlerle karıştırmaya çalıştığını böylece aslında basit olan şeylerin olduğundan daha komplike göründüğünü söyler. İnsanlar, politikacılar ve filozofların alanı yerine futbolun basit ahlakına bakmakla daha iyi edebilir.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
23 Kasım 2008       Mesaj #4
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Nietzsche Felsefesi


Üstüninsan

Ana madde: Üstüninsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Miller, 17. yy'da yazdığı Geistlichen Erquickstunden adlı eserinde kullanmıştır.[21] Nietzsche, üstüninsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstüninsan insanlığın da amacıdır.
Nietzsche, üstüninsan kavramıyla, soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır.[22]
Nietzsche kendisini, üstüninsanın habercisi olarak tanıtır. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır[23]:
İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış.
Ayrıca eşitliğe de inanmayan filozof, bunu şöyle belirtir[24]:
Çünkü insanlar eşit değildirler. Gerçek budur. Ve benim istediğim şeyi onlar istemezler.
İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir[25]:
İddia ederim ki benim üstinsan dediğime, siz şeytan diyeceksiniz.
Ona göre üstinsan sert olmalıdır[26].
Sert olunuz!
Halk tabakasını küçümser ve eşitliğe inanmadığını tekrar vurgular[27]:
Panayırda kimse üstinsanlara inanmaz. Orada konuşmak isterseniz halk tabakası göz kırpar ve "Biz hep eşitiz" der.
Ayrıca üstinsan hakkında şöyle der[28]:
Haydi haydi, ey üstinsanlar! Ancak şimdi insan, geleceğin doğum sancısındadır. Tanrı öldü, şimdi dileriz ki üstinsan yaşasın.[29]
Ey üstinsanlar, içten adamlar, açık kalpliler; güvensiz olun! Derinliklerinizi gizli tutun; çünkü bugün halk tabakasının günüdür.
Nietzsche'nin üstün insanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüz­yılda kapitalizmin yarattığı fabrika köleleri­ne, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasi­siyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa'daki demokratikleş­menin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapı­yı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir.[30]

"Tanrı Öldü" iddiası

"Tanrı öldü", Nietzsche'nin en popüler sözüdür.[31] Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen Bilim adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken "Tanrı'nın Ölümü" düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp "Tanrı öldü! Tanrı öldü!" diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı'nın ölümünü ilan eder.
150px Nietzsche187a magnify clip
Friedrich Nietzsche, Basel, yaklaşık olarak 1875.


Nietzsche "Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı'ya nasıl mal edilebilir?" düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı'nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan'a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.
Tanrı'nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche'ye göre "Sanatçı Tanrı" kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. "Hristiyan Tanrı" ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. "Tanrı'yı yadsıyoruz, Tanrı'nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz." Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı'yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche'ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.
Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin varoluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yoketmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.
Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar varolmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.
İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.[32]
Tanrı'nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.[33]

Bengi dönüş

Nietzsche'nin bengi dönüş ve üstinsan görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche ebedi dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar tekrar geleceğini savunur. Nietzsche'ye göre; "insan tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir". Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üstinsan olmak için üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üstinsana ulaşmada insanın önündeki en büyük engeli Tanrı olarak görmektedir.

Hristiyanlık ve deccal

200px Friedrich Nietzsche drawn by Hans Olde magnify clip
Hans Olde'nin Nietzsche çizimi


Nietzsche, "Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de..."[34] diyerek Batı Kültürü'nün çöküşünü (decadence), ahlak değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, "çileci ülkü"ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir.[35]
Nietzsche'nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması, 19. yüzyılda çok ses getirmese de, Nietzsche'nin tanınmasıyla ve üne kavuşmasıyla beraber büyük yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, Deccal adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur[36]. Ona göre "İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür."
Nietzsche, Deccal adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar[37]":
Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar.Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır.Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: "Hristiyanlık!"
Nietzsche'nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilistik özellik gösteren dinleredir. Nietzsche'nin başkaldırışı, tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkıldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, köle ahlakını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilinecek Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur.
Nietzsche'ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır[38].
Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmeti'nin, yani bilimin düşmanı olacaktır.
Yine Deccal adlı eserinde, Hristiyanlık'ı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır[39].
Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma'dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya'nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu...
Hristiyanlık, Nietzsche'ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan herşeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister.[40][41]
Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi...
Nietzsche şöyle devam etmektedir:
Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir!
Ecce Homo adlı eserinde de bu konuda[42][43]:
Anladınız mı beni? Beni ben yapan, beni insanlığın geri kalanından ayıran, Hristiyan ahlâkının maskesini düşürmüş olmamdır. Hristiyan ahlakı -yalan isteminin en kötü niyetli biçimi- insanlığın gerçek Kirke'si; insanlığı harabeye çeviren Hristiyan ahlakı... Yaşamın temel içgüdülerini küçümseme öğretildi: Öyle ki, bedeni yok etmek için bir "ruh", bir "tin", yaratıldı sahte bir şekilde, yaşamın ön koşulunda, cinsellikte, pis bir şey barındırdığı öğretildi sürekli; öyle ki katı bencillikle, muvaffakıyet için son derece önemli olan şeyde kötülük ilkesi aranıyor...
Hristiyan ahlakının maskesinin düşürülmesi eşi benzeri olmayan bir olay, bir dönüm noktasıdır. Bunu halka açıklayan kişi, karşı konulamaz bir güç, bir yazgıdır. -İnsanlık tarihinini ikiye böler: kendinden önce yaşayanlar, kendisinden sonra yaşayanlar...

Apollon ve Dionysos

200px Nietzsche Olde 08 magnify clip
Nietzsche Turin kliniğinde


Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Dionysos, Nietzsche'de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın bire bir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır.
  • Apollon ; Nietzsche'de anlamını "biçim"le bulur.
  • Dionysos ; Nietzsche'de anlamını "uyum"la bulur.
Nietzsche'ye göre, Eski Yunanlılar, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla Heykel ve Müzik tanrılarıyla, sanatsal üretimin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir.[44] Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche'de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır.
Dionysos müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon'un odak noktasının yakalanması, Nietzshe'ye göre "dans etmek"tir.
Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche'ye göre sanat, bu iki "kavramsal" tanrının etkisiyle şekillenir.[45]
Nietzsche'ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der[46]:
Mantıksal bir çıkarsamayla, ama sezginin anında oluşan keskinliğiyle, sanatın sürekli gelişiminin Apolloncu ve Dionysoscu bir ikiliğe bağlı olduğunu anladığımızda estetik bilimi için çok şey yapmış oluruz: Yaradılışın, bazen araya giren uzlaşmalara rağmen sürekli çatışan cinsiyet ikiliğine bağlı olması gibi...
Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder[47]:
Özet olarak, diyalektik, "ayak takımının bir intikam alma yöntemi", "çaresiz insanların seçtiği bir Yahudi yöntemi", "insanın gücünü kendince teşhir edip gösteriş yapması" ve bu yolla karşı tarafın iddasını kurnazca ve hileyle yere vurma isteğidir.
Nietzsche, Sokrates'ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates'ten sonraki çağ, Sokrates'in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates'in yöntemide bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için, diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekün reddedilir.
İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche'ye göre doğa yaratısı insan bile, doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos, doğanın elleridir. Doğa bu kavramlarla yaratır ve yıkar.[48]
En tuhaf ve zor sorunlarında bile yaşama "Evet" diyebilmek, en yüksek tiplerin kurban edilmesinde bile, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşam istemi -Dionysosça dediğim şey işte bu.

Güç istenci

Güç istenci, Friedrich Nietzsche'nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem teşkil etmektedir. Güç İstenci, Nietzsche'ye göre evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olmakla beraber; tüm detayları, mikro ve makro kozmosu kaplar. Tüm değişim ve dönüşümler, bu istencin farklı kisvelere bürünmüş halidir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür.
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
23 Kasım 2008       Mesaj #5
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
hegel' inMutlak idealizm sistemi [değiştir]

Hegel felsefesi her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. Ama bilinç kendi başına özgür değildir; bilincin özgürleşmesi 'Tinin fenolojisinde'nde betimlenen karmaşık bir süreçle gerçekleşir.
Bu eserde Hegel, bilincin bütün dünya ölçeğinde kendi kendini nasıl sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını ortaya koyar. Bilinç, dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine de, 'efendi ile köle arasındaki diyalektik olarak adlandıralan yolla' varacaktır. Gerçekte bu diyalektik, herbiri kendisini olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik ierini insanlık içinde -çünkü insanlık hayvanlardan kesinlikle farklı olarak, yaşamı aşma yeteğine sahiptir- betimler. Her biri bunu bir ölüm kalım savaşı içinde, hem kendisi hem öteki için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle (Marx'ta proleter) esaretinden de bu çalışma içinde ve bunun sayesinde kurtulacaktır; çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.
Bu süreç sonunda, bilinç Akıl'a ulaşır. Dünya ona yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisidir, ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir. Ama bilinç artık sadece bireyin bilinci değildir; bilinç, içinde 'ben'in biz olduğu, biz'in ben olduğu' tinsel bir topluluğun bilincidir. ve bu da Tin'den başka bir şey değildir. Tin, tarihsel gelişim kilit anları olan belli sayıda 'figures' aracılığla tarih boyunca kendini ortaya koymuştur. Bu kilit anlar yunan etiğinden, Hegel in dönemindeki çağdaş Prusya'ya kadar uzanır. Bu süreç sonunda ancak bilinç, Tinin kendi bilinci haline gelerek mutlak bilgiye ulaşır; filozofda böyle bir bilginin yorumcusu olur.
Quo vadis?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ekim 2009       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
felsefe nedir acil
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Ekim 2009       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

felsefe nedir acil

FELSEFE NEDİR?
- Felsefe kişinin kendisini ve çevresini anlama, yorumlama, açıklama ve gerçeği arama çabasıdır.
FELSEFENİN GENEL ÖZELLİKLERİ
- Felsefe, bilgi edinmeye değil bilgi aramaya yönelik bir faaliyettir.
- Felsefede cevaplardan çok sorular önemlidir.
- Felsefe, insanı ve evreni bir bütün halinde kavramaya çalışır.
- Felsefe, bir bilin değildir ancak bütün bilimler felsefeden doğmuştur.
- Felsefenin yöntemi her zaman için bilinçli, tutarlı, sistemli bir düşünme yöntemidir.
- Felsefi sistemler kendi içerisinde tutarlıdır. Fakat genel- geçer bir niteliğe sahip değildirler.
FELSEFENİN YARARI
- Felsefe kişide merak ve kuşku uyandırır.
- Felsefe bilinçlenmeyi ve görüş açımızın gelişmesini sağlar.
- Demokrasinin gelişmesini ve işlemesini sağlamaktadır.
- Yeni bilim dallarının ortaya çıkmasını sağlar.
- Felsefe insana hemen her konuda akıl yürütebilmesini sağlar.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Ocak 2010       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
varlık nedir
Son düzenleyen _KleopatrA_; 14 Ocak 2010 12:28
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
14 Ocak 2010       Mesaj #9
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

varlık nedir

Varlık (kavram)

Vikipedi, özgür ansiklopedi



Varlık, felsefenin temel kavramlarından birisidir. Varolan, ya da varolduğu söylenen şey, varlık kavramının içeriğini oluşturur. İlk olarak Elea okulu'nun öncüsü Parmanides tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Farklı felsefe okullarında ya da akımlarında farklı anlam katmanların ele alınmakta ve tanımlanmaktadır. Öznel ve nesnel varlık tanımları sözkonusudur ve bu varlık kavramı özellikle varlık teorisinde (ontoloji de) temel bir rol oynar. Varolanın varoluşu durumu, ancak varolan şeylerle varlık arasında bir ayrım sözkonusudur. Varlık varolanların her birinde mevcut olan niteliktir bir anlamda. Aristoteles varlığı varolanların içerisindeki özdeş olan nitelikler olarak belirtir. Bütün olanların genel kavramı. Gerçek varlık ve düşünsel varlık olarak iki ayrı şekilde belirtilir. Gerçek varlık varoluş olarak belirtilirken, düşünsel varlık öz olarak belirtilir.
Varlık felsefesi
Felsefe, varlığın var olup olmadığını; varsa eğer nasıl var olduğunu sorgular. Reel (gerçek) ve ideal (düşüncel) varlık alanları, töz (cevher) ve öz ile oluş nedir gibi sorular ontolojinin (varlık öğretisinin) temel sorunlarıdır. Bu konudaki açıklama ve varsayımlar ilkçağa dayanır. Ancak ontolojinin bir felsefe dalı olması ve bu adı alması 17. yüzyılda Wolf'a dayanmaktadır. 18. ve 19. yüzyılda Immanuel Kant ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel'in bu alandaki çalışmalarını, 20. yüzyılda Hartmann izlemiştir. Ancak doğaldır ki varlık sorunu ilk günden bu yana felsefeyi meşgul etmiştir.

Başlangıçta doğa filozoflarının ilgilendiği varlık sorunu onların hemen ardından Atina idealistlerinin
fizik anlayışında temel sorun olmuştur. Varoluşu idealist bir anlayışla ele anmak orta çağında karakteristiği olarak karşımıza çıkar.

Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım:

İlkçağ Maddecileri
İlkçağ Maddecileri (Doğa Filozofları) Thales'ten Demokritos'a kadar uzanan ve coğrafya olarak Anadolu'da yaşayan düşünürlere verilen addır. Maddeci düşünürler; evrenin bir yaratıcısı olmadığı ve ezeli bir var oluş içinde olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre "Hiçten bir şey olmaz."Evrenin de bir ilk biçimi, ilkolanı, arkhé'si vardır. Her şey arkhénin dönüşümü sonucu bugünkü halini almıştır.

Thales'e (625-545) göre ilk olan sudur. Her şey sudan gelir ve yine suya dönecektir. Dünya da sonsuz su (okeanos) içinde yüzer.

Arkhenin ne olduğu konusunda çok farklı isimlendirmelere rastlanır. İlkolan kimi zaman toprak, hava, su veya ateş ya da bunların kombinasyonunu şeklinde karşımıza çıkmaktadır; kimi zaman ise sayı, apeiron (sınırsızlık-sonsuzluk) sperma (tohum) ya da atom olarak.

İlk çağ maddecileri içinde öne çıkan düşünürlerin başında Efesli Herakleitos (540-480) gelir. İlkolan'ı ateş olarak kabul eden Efesli Herakleitos; evreni karşıtların zıtlığı ve birlikteliği ile açıklar. Tanrı da ihtiyarlık ile gençlik, gece ile gündüz gibi zıtlıkların arkasında bir olan noustur, akıldır. Ona göre evrende değişmeyen tek şey değişimdir. Bu nedenle de " Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız. Çünkü hem ırmak değişmiştir; hem de biz."

Maddeci görüşü son noktasına taşıyan da Teos'lu Demokritos'tur. (460-370) Ona göre evrenin temel yapı taşı bölünemeyen madde yani atomdur. Canlı-cansız, bitki-hayvan, insan-ruh her şeyin temelinde atom vardır. Atomlar yapısal olarak aynı oldukları halde hareket alanları, hareket hızları, ağırlıkları, dizilişleri farklılık gösterdiği için dünyadaki farklı maddeler oluşmaktadır. İnsan duyu organları ile ancak maddenin dış görünüşü hakkında bilgi sahibi olabilir. Ama maddenin temelini oluşturan atomlar hakkında bilgi edilemez. Bu nedenle de maddelere ait bilgilerimiz doğruluktan yoksundur ve karanlıktır.

Sofistler: İlkçağ Şüphecileri
"Bilen" anlamına gelen sofist sözcüğü ilkçağda genellikle gezgin öğretmenlik yaparak yaşamlarını çok farklı mekanlarda geçiren düşünürlere verilen bir addır. Sofistler genelde kuşkucu bir yaklaşım içindedirler. İnsan sorununa geniş yer verdikleri düşünceleri; görelilikten bilinemezciliğe kadar uzanır.

Protagoras'a (482-411) göre "İnsan her şeyin ölçüsüdür, varolanların varlıklarının da; varolmayanların varolmadıklarının da." Buna göre her şey için tam karşıt iki tez ileri sürülebilir.

Gorgias (483-375) biraz daha ileri giderek; genel olarak varlık hakkında bilginin olanaksızlığını ileri sürer. Ona göre hiçbir şeyin varlığı kesin değildir. Varlık olsaydı bile onu bilmek olanaksızdır. Bir şekilde varlığı bilseydik bile bunu başkalarına bildiremezdik.

İlkçağ İdealistleri
Atina'da felsefe diğer şehirlerden çok farklı bir yol izler. Sokrates'le başlayan, Platon'la devam eden ve Aristoteles'le noktalanan idealist yaklaşımlar yalnızca kendi dönemlerinde değil, çok sonraları da etkili olmuştur. Bu düşünürlerin kurdukları ruhçu ve idealist yaklaşım özellikle de iki büyük dinin resmi görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Hıristiyanların yanı sıra İslam dünyası da bu düşünürlere büyük önem vermiştir. Platon'u Eflatun olarak tanıyan İslam dünyası, Aristoteles için de başöğretmen sıfatını kullanmıştır.

Varlık hakkındaki düşünceleri idealist olan üçlünün bilginin kaynağı konusundaki yaklaşımları da akılcıdır.

Akılcı öğreti bilginin kaynağının öznel ve aldatıcı olan duyu verileri olamayacağı görüşündedir. Akılcı öğreti herkes için geçerli olan gerçek bilgilere ancak akıl yolu ile ulaşabileceğimiz savındadır. Ancak kendi aralarında da iki farklı yaklaşım sergilerler. Birinci görüş (Sokrates ve Platon) bilgilerin doğuştan insan aklında hazır olduğunu; ikinci görüş (Aristoteles) ise doğuştan bilgilerin değil, bilgiyi elde etmede kullanılan akıl ilkelerinin doğuştan var olduğunu ileri sürer.

Sokrates (Atina; 469-399)
Sokrates'e göre insanlara yeni bir şey öğretmek mümkün olmadığı gibi, böyle bir işe kalkışmak da saygın bir şey değildir. Çünkü bilgiler insan aklında doğuştan vardır. Yapılması gereken şey bilgileri ruhun derinliklerinden gün ışığına çıkartmak, doğurtmaktır. (Maieutike) Bunu yolu da karşılıklı konuşmadır diyalogdur. Uygun sorularla doğurtulamayacak bilgi yoktur.

Sokrates diyalog konusunda kendine özgü ince-alaylı bir konuşma sanatı olan ironiyi geliştirmiştir.

"Bir tek şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğim." diyerek yola çıkar. Bilgiyi arama serüveninde; konunun uzmanlarıyla, uzmanlık alanlarına giren konular üzerinde söyleşir. Bir yandan bilgiyi ararken diğer yandan da bilgiye sahip olduklarını sananlarla ince ince dalga geçer, alay eder.

Bu tavrının bedelini "Atina'nın tanrılarına inanmamak ve gençleri baştan çıkarmak"la suçlandığı mahkemeden aldığı ölüm cezası ile öder.

Mahkemede yaptıkları nedeniyle ceza değil ödül alması gerektiğini ileri sürer. Mahkemenin verdiği ölüm cezasının da aslında ceza değil ödül olduğunu, çünkü ölümün sonsuz bir uyku veya bir başka dünyaya göç olduğunu; her iki durumda da ceza olamayacağını anlatır. Korkunun bilgisizlikten kaynaklandığını, sonuçlarını bildiğimiz durumlardan korkulmayacağını söyler. Ölüm cezasının infazını cellâtlara bırakmaz, kendisi uygular ve öğrencilerinin önünde ölür.

Bu tavrı kuram-eylem bağlamı açısından tutarlı ancak trajik bir örnek oluşturur. Kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) açısında oldukça etkili olur. Ancak izleyenleri onun haz teorisini farklı biçimlerde yorumlayarak farklı dünya görüşlerine ulaşırlar.

Sokrates'i en iyi anlayan ve en doğru yorumlayan, giderek de görüşlerini sistemli bir biçime sokan Platon'dur.

Platon (427-347 Atina)
Sokrates'in diyaloglarını yazıya geçirdi. O öldükten sonra da yapıtlarında Sokrates'i konuşturmaya devam etti. Platon düşüncelerini Akademia adını verdiği okulunda yaydı. Sokrates'te dağınık olan idealist anlayışları sistemli bir dünya görüşü haline getirdi.

Platon'a göre iki ayrı dünya vardır. Bunlardan birincisi "idea"ların evrenidir. İdea'lar düşünsel varlıklardır, nesnellik taşımazlar. Ancak gerçektirler. Her İdea'dan bir tane vardır. Hem tek hem de gerçek olan ideaların bilgisi de tek ve gerçektir. Ancak ideaları duyu organlarıyla kavramak olanaksızdır. Onları bilgisine ancak akıl yolu ile ulaşabiliriz. Platon bu bilgilere "episteme", "sophia" (gerçek bilgi) adını verir.Bu bilginin peşine düşen insan da gerçek bilginin dostu olan filo-sophia yani filozoftur.

İkinci evren ise şu an içinde yaşadığımız "fenomen"ler evrenidir. Fenomenler ideaların gölgeleridir. Fenomenler evreni nesneldir ancak gerçeklikten yoksundur. O bir yanılsamadır. Sanal bir evrendir. İdeaların fenomenler evreninde birden çok gölgesi yani yansımaları vardır. Gölgelerin hiç biri tam olarak ideaları yansıtmazlar. Bir fenomen (gölge) ideasına ne kadar benzer se o kadar o "şey" olur. Fenomenler duyu organları ile kavranırlar. Biz onlar hakkında bu yolla bilgi sahibi olabiliriz. Ancak bu bilgiler fenomenler evreni gibi "tek"likten ve "gerçek"likten yoksundurlar. Doxa (sanı bilgisi) adını verdiği bu bilgilerin peşinde koşan ve ideaların farkında olmayan kişilere sanı dostu anlamına gelen filo-dox adını verir.

Platon'a göre insan ruh olarak idealar evreninde yaşar. Bu nedenle de ideaların bilgilere ruh olarak sahiptir. Ancak insan zaman zaman bir beden içinde fenomenler evrenine gelir. Fenomenler dünyasında yaşarken ideaları unutur. Fenomenlerin aldatıcı bilgileri peşine düşer. Filodox olur. İçlerinden bazıları ise ideaların bilgisini akılları aracılığı ile anımsarlar ve gerçek bilgilerin peşine giderler. Filozof olurlar.

Aristoteles (384-322 Atina)
Öğretmeni Platon'un düşüncelerine katılmadığı için, yetiştiği okula yani Akademia'ya yönetici olmayı kabul etmeyip, kendi okulunu, Lyceum'u (lise) açmıştır.

Pek çok kitabının yanı sıra O; doğru düşünmenin yollarını açıkladığı Organon (Alet) adlı kitabı ile de kendi adıyla anılan Klasik Mantık'ın kurucusu olmuştur. Felsefe alanında olduğu kadar bilimsel çalışmalarıyla da önemli olan Aristoteles, ontolojik anlayışını Fizik kitabının ardından yazığı ve adını Fizikten Sonra olarak koyduğu fizik kitabında ortaya koymuştur. O günden bu yana da fizik kavramı doğaüstü anlamında kullanılmaktadır.

Ona göre iki ayrı evren yoktur. Tek evren vardır ve nesnel olanla gerçek olan ayrı şeyler değil bir ve aynı şeydir. Ancak var oluş, iki farklı özün değişik oranlarda birleşmesiyle gerçekleşir. Var oluş form (salt biçim) ile hyle'in (salt madde) birleşmesidir. Saf madde biçim almaksızın var olamaz. O ancak bir olanaktır, var değildir. Var olabilmesi için mutlaka form alması gerekir.

Varlığın en basit biçimi cansız maddedir. Form Hyle'ye şekil, renk, koku gibi temel, basit özellikler vererek onu var eder. Varlığın ikinci aşaması bitkilerdir. Bitkiler kendinden önceki varlık tabakasının -cansız maddelerin- tüm özelliklerini taşımanın yanı sıra, özümseme yapma ve benzerini yaratarak çoğalma gibi özelliklere sahiptirler. Bitkiler daha fazla form alarak bu fazla özelliklere sahip olmuşlardır.

Varlık tabakalarının üçüncüsü hayvanlardır. Hayvanlar bitkilerden daha fazla form sahibi oldukları için onlardan daha mükemmeldirler ve onlarda bulunmayan duyumsama ve yer değiştirme özellikleri vardır.

Hayvanlar üstünde yer alan son varlık tabakası, insanlardır. İnsan akıl sahibi olma özelliği ile diğer varlıklardan ayrılır. İnsan aklı doğuştan sahip olduğu akıl ilkeleri ile algı sürecinden edindiği malzemeleri işleyerek, duyum süreçlerini bilgi haline getirir. Bu işlemi yaparken de mantık kuralları ile davrandığı oranda doğru bilgilere ulaşabilir.

Ancak Aristoteles tüm insanların bu yeteneklere sahip olmadığını söyler. Çünkü insanlar da tıpkı kendinden önceki tabakalar gibi kendi içinde farklı tabakalara sahiptir. İnsanların en alt basamağını kadınlar oluştururlar ve onlar aklın ilkelerine sahip değildirler. Onların üstünde yer alan köylü ve köle erkekler de tıpkı kadınlar gibi akıl ilkelerinden yoksun olarak dünyaya gelirler. Bu nedenle onlar da kadınlar gibi doğru düşünme yeteneğinden yoksundurlar.

Varlık tabakalarının dışında form tek başına vardır ve en yetkin durumundadır. Salt biçim Tanrıdır.

Terimi Ekleyen: zeus Tarih: 08-Feb-2008 14:12. | Şimdiye kadar 638 kez okundu.

Varlık Felsefesi nedir Varlık Felsefesi nedir ,Varlık Felsefesi nedir? ,Varlık Felsefesi ne demek ,Varlık Felsefesi tanımı,Varlık Felsefesi örneği,Varlık Felsefesi türleri,Varlık Felsefesi nelerdir,Varlık Felsefesi hakkında, Varlık Felsefesi tarihi, Varlık Felsefesi nerede, Varlık Felsefesi ne zaman, neden, nasıl, niçin, anlami nedir, ne denir, nerde, niye, ne demektir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Şubat 2010       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
whitehead ın varlık felsefesi hakkında düşüncesi

Benzer Konular

10 Mayıs 2009 / Murat Murat Soru-Cevap
25 Aralık 2012 / ThinkerBeLL Felsefe
23 Aralık 2009 / Misafir Cevaplanmış
5 Temmuz 2015 / ThinkerBeLL X-Sözlük
12 Temmuz 2013 / ThinkerBeLL Felsefe