Arama

Savaşların insanlar üzerindeki etkileri nelerdir? - Sayfa 6

En İyi Cevap Var Güncelleme: 29 Nisan 2015 Gösterim: 154.065 Cevap: 83
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Ekim 2010       Mesaj #51
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Savaş, insanların yaşama hakkını elinden almaya kadar ileri boyutlara varır.

Sponsorlu Bağlantılar
Nice insanlar ölür, niceleri sakat kalır, evsiz barksız kalır, ailesini kaybeder, sevdiklerinden uzak kalır vs vs.

İnsan yaşamı üzerinde ki tehditlerini saymakla bitiremeyiz herhalde. Televizyonu açıp ana haber bültenlerini 1-2 gün izleyin. Savaş halindeki ülkeler, savaş sonrası ülkelerin durumları ile ilgili haberleri takip edin böylece cevabı siz de bulacaksınız.

Savaş ekonomik düzeni alt üst eder. Bu da bölge insanlarını doğrudan etkiler. İnsanlar aç susu kalır. İlaç sıkıntısı baş gösterir. Hastalar ilaç hatta hastane bulamaz. Aç kalırlar vs. vs.

_________________________________________________________________________

SAVAŞ SONRASI İNSAN

Savaş nefretin dolaysız dışavurumudur. Kullandığı teknoloji ne olursa olsun hangi kriterlere göre değerlendirilse değerlendirilsin doğası gereği yıkıcıdır. Bu yıkıcılık savaşın bizzat başladığı andan çok önce başlar ve savaşın bitiminden çok sonraya kadar biyolojik psikolojik ekolojik yıkımlar olarak kendini yaşamın her alanında gösterir.
Savaşın öznesi insandır. Nesnesi ise tanımlanabilen her şeydir. Herkese tehdit altında olduğunu hissettiren ilk duygu ölümdür.Düşüncenin ilk oluşumundan bu yana insanlar bu ölüm duygusundan kurtulmak için değişik korunma yömtemleri geliştirdiler.ilerlemenin temel amacı bu ölüm duygusunu ortadan kaldırmaktır diyebiliriz. Postmodern düşünürlerden J.Baudrillard „Mutlak korunma öldürücüdür.“der. Kişinin her türlü insan ve nesneyle olan ilişkisi iktidar temelli olduğundan; savaş, iktidarı elde etmenin ve onu elde tutmanın en etkin yöntemidir.

Savaş,savaşa katılan gruplar tarafından „hak“ nosyonu etrafında değerlendirilir. Politik tanısı ne olursa olsun reçetesi savaş olarak belirlenen iktidar hastalığında, hastalığı tedavi edecek ilacın bileşiminde sadece „hak“ vardır. Hak temelinde gelişen bu politik süreç kendi tarafını ve karşıtını yaratmak zorundadır. Simmel „Olumsuzlama dünyanın en basit şeyidir. Bu yüzden bir hedefte anlaşamayan kişiler, büyük kitleler olarak burada buluşurlar.“ diyor. J. Baudrilard ekliyor „kitleleri olumlu görüş ya da eleştirel niyetleri doğrultusunda kışkırtmak gereksizdir; çünkü kitlelerin böyle görüş ya da niyetleri yoktur: Ayrışmamış bir güçleri vardır yanlızca, bir reddetme güçleri. Yanlızca dışladıklarıyla, yadsıdıklarıyla güçlüdürler.“ Bir kez ölüm tehdidi altında bulunan insanlar politik ve tarihsel olarak artık iktidarın kendini meşrulaştırma ve koruma araçlarına dönüşürler.

Bu çalışmamızdaki amacımız, savaş ve savaşın oluşum süreçlerinin bir analizi ve değerlendirmesi değil; savaş anında, öncesinde ve sonrasında savaşa katılanların, savaştan direkt veya dolaylı etkilenlerin ruhsal durumlarında oluşan veya oluşma ihtimali bulunan bir takım rahatsızlıkların kısa bir değerlendirmesini yapmaktır. Ruh sağlığında Amerikan Psikiyatri Birliği DSM IV te insanın ruhsağlığı „Gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşaması, böyle bir olaya tanık olması ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelinmesi“ ve „kişinin tepkilerinin korku, çaresizlik ya da dehşete düşme olası durumlarda bozulabilmektedir.“ denmektedir. İşte bu tür travmatik oluşumların en büyük sebebi savaş vb şiddet olaylarıdır.

Travma organizmada değişime yol açan fiziksel ve/veya psikolojik şiddetir. Travmanın psikolojik-psikiyatrik belirtileri uygulanan şiddeten bağımsız olarak ortaya çıkabilir. Çeşitli travmalarda fiziksel belirtilerin kaybolmasına rağmen psikolojik-psikiyatrik belirtilerin varlıkları yıllarca hatta yaşam boyu sürebilmektedir.travmanın psikolojik-psikiyatrik belirtilerinin uzunca bir süre geçtikten sonra da ortaya çıkabileceği uzmanlarca belirtilmektedir.

Travma sonrası ortaya çıkan tepkiler farklı olabilmektedir: Endişe, güvensizlik, korku, çaresizlik, umutsuzluk, yaşamdan tat almamak, bellek, duygudurum, uyku bozuklukları, konsantrasyon güçlüğü, olayı yeniden yaşama, kaçınma ve donukluk belirtileri, iştahsızlık, yaygın baş ağrıları, cinsel işlev bozuklukları, alkol, ilaç, madde kullanımında artış şeklinde erken belirtiler olabilr.Ayrıca akut stres bozuklukları, posttravmatik stres (PTSB) bozuklukları, depresyon, dissosiyatif bozukluklar, uyum bozuklukları, kısa psikotik tepkiler, panik atak, kronik depresyon , paranoid bozukluk ve psikofizyolojik hastalıklar gibi durumlar da ruhsal travmalar sonrası gelişebilir.

Son 20 yılda yapılan araştırmalar travmatik olaya „tanık olmak“ veya olayı „öğrenmek“ yani ikincil travmatik stres, posttravmatik stres (PTSB) ile doğrudan ilişkilendirilmiştir. Danieli travmanın, „travmayla doğrudan karşılaşan kişiden başlayarak gittikçe büyüyen halkalar halinde, kişinin ailesi, arkadaşları ve yaşadığı toplumu“ etkilediğini söylemiştir. Solomon ve arkadaşlarının Lübnan savaşına katılmış İsrail askerlerinde, Davidson ve arkadaşlarının Vietnam’da savaşmış ABD askerleri üzerine yaptığı çalışmalarda PTSB tanısı almış askerlerin ailelerinde PTSB geliştirmeyenlere göre daha fazla çatışma ve işlev bozukluğu saptanmıştır. PTSB tanısı almış askerlerin eşlerinde, umutsuzluk düzeyi yüksek ve uyum sorunları daha fazla bulunmuştur. travmanın çocuklar üzerindeki dolaylı etkileri, Nazi soykırımından kurtulan ebeveynlerin savaş sonrası doğan çocukları üzerinde araştırılmıştır. Soykırımdan kurtulan ebeveynlerin, çocuklarıyla, bağımlı aşırı koruyucu, çocuğun bireyselleşmesini engelleyen bir ilişki kurdukları saptanmıştır. Kamboçyalı sığınmacıların çocuklarında ebeveynlerin yaşadıkları travmaların etkilerinin iki kuşak boyunca ğörüldüğü saptanmıştır.
İkincil travmatik stresin ana nedeni, kişinin travmanın birinci mağduruyla samimiyeti ve akrabalık ilişkisine bağlı olmasında değil mağdurla ne düzeyde özdeşim kurduğuna bağlıdır. Kişi travmatik olayı TV’de izlese ve travmaya uğrayanları hiç tanımasa da eğer onlarla güçlü bir özdeşim içindeyse, PTSB belirtileri geliştirebilir.

Özdeşim kurma yönü her zaman mağdurdan yana olacak diye bir kural yoktur. şiddeti kullanandan yana da bir özdeşim kurulabilir. Archer ve Gartner ABD’de yaptıkları araştırmalarda şiddete madalya takılan vietnem savaşı sonrasında, kadın ve erkek siviller tarafından işlenen şiddet suçlarında (1963-1973 arasında) erkeklerde %101, kadınlarda %59 oranında bir artış olmuştur.yine aynı araştırmacıların yaptığı başka bir çalışmada I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı, Vietnam savaşı ve başka 11 savaştan sonra, savaşan uluslarda, savaş savaş yaşamamış uluslara göre cinayet oranlarında önemli yükselmeler olmuştur.

Savaşı yapanların sayısı, savaşı yaşayanların sayısından her zaman az olmuştur. Klinik müdahaleler ve rehabilitasyonlarla ancak kısmi olarak düzeltilme şansı olan yukarıda adını saydığımız ruhsal bozukluklar; gelişen teknolojik aletlerle yaşamımıza her yönüyle işlemektedir. Körfez savaşını naklen izlememiz, 11 Eylül saldırılarının ve son Irak savaşının her Tv. kanalında milyon kez gösterilmesi, her coğrafyanın kendi özel çatışma ve savaş koşulları, çağımızda yaşayan her insanı birer savaş mağduruna dönüştürmüştür.

Beş kişinin tek bir halatı çekmesi, her birinin kuvvetinin beşle çarpılması demektir. Ölüm için bunun tersi geçerli. Bin kişiyi öldürdüğünüzde, her birinin ölümü, tek başına ölmüş olmasından bin kez daha önemlidir (Gombrowicz ). Bu önermeyi ruhsal ölüme göre düşünürsek çağdaş insanı trajik bir varlık olarak görmemiz yanlış mı olacak?

Savaşın insan sağlığı üzerindeki tehdidi yalnızca savaş sırasında görülmüyor. Amerika’da askeri atıklar yüzünden, askeri tesislere yakın yerleşim yerlerinde yaşayanlarda kanser vakası giderek artıyor.
Asker ve Savaş Karşıtı Komitesi’nin (COMD) web sitesinde yer alan bir rapora göre, bu yerleşim yerlerinde doğan çocukların % 100′ü savaş kirliliğine maruz kalarak dünyaya geliyor. Bu sanayi bölgesindeki yetişkinlerin %90′ı, çocuklarınsa %80′i buna bağlı sinir sistemi, solunum yolları hastalıklarına sahipler. Kısacası savaşın doğrudan etkisinin asla görülmediği Amerika’da savaş endüstrisinin doğurduğu sonuçlar, savaşın etkisini nesiller boyu taşıyan savaş mağduru toplumları nasıl etkileyebildiğini göstermeye yarıyor.
Savaşın yol açtığı hastalıklar
Kanser: Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasından sonra yakın tarihin en yakın savaşlarından Körfez Savaşı’nın olumsuz sonuçları, son beş yılda etkisini göstermeye başladı. Son bir kaç yıldır 12-13 yaşında meme kanserine yakalanan Iraklı çocukların sayısı giderek artıyor. Iraklı çocuklarda yaygın olarak görülen bir diğer kanser türü ise lösemi.
Uzmanlık alanı 'radyasyon ile kanser arasındaki ilişki' olan Boston Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü Profesörlerinden Dr. Richard Clapp, 1995 yılında yayımladığı raporda savaştan sonra tiroid kanseri riskinin 2.5, testis kanserinin 2.2, beyin tümörünün 1.5, meme kanserinin görülme olasılığınınsa 1.3 kat arttığını belirtti.
Bağışıklık sistemi hastalıkları: Savaşın ve savaş artıklarının verdiği zarar yalnızca kanser türlerinin çoğalmasıyla sınırlı değil. Zira savaş sonrası doğan çocukların bağışıklık sistemi son derece zayıf olduğundan, buna bağlı hastalıklar da savaş mağduru çocuklarda bolca görülüyor. Hava, su ve yiyeceklerdeki atıklar anne karnından bebeğe geçip, anne ve babadaki pasif etkiyi aktif hale getirebiliyor. Yani anne ve babası sağlıklı olan bir çocuk, savaşa maruz kalan bir anne babadan dünyaya geldiği için savaşın ağır yükünü çekmek zorunda kalabiliyor.
Solunum yolu hastalıkları: Çeşitli kimyasal silahların ya da patlayıcıların yapımında kullanılan kimyasal maddeler, atıklar solunum sistemini etkiliyor. Bronşit va astım hastası çocukların oranı bir hayli fazla. Ayrıca doğrudan savaşa maruz kalan çocukların nefes borusu ve ciğerlerinde kimyasal maddelerin yol açtığı ciddi yaralar gözleniyor.
Dermatolojik problemler: Savaşın insan sağlığındaki olumsuz etkilerinden biri de cilt yüzeyinde baş gösteriyor. Savaş sırasında kullanılan kimyasal maddeler, cilt yüzeyinde ciddi yaralanmalara yol açıyor. Uzun süreli bir tedavi gerektiren yaralanmalar, savaş döneminde hijyenik bir ortamın olmaması sebebiyle diğer mikrobik hastalıklara davetiye çıkarıyor.
Sıcak savaş kadar savaş sendromu da halk sağlığını tehdit ediyor. Özellikle piskolojik yönden insanları olumsuz etkileyen savaş sendromu sebebiyle Baş ağrısı Tansiyon Bulantı Kalp çarpıntısı görülmeye başlıyor.
Savaşta kadın ve çocuk olmak…
Göç ve cinsel şiddet
Savaşın psikolojik boyutu
Savaşın toplumsal yaşamdaki etkileri
zzeeyynneepp - avatarı
zzeeyynneepp
Ziyaretçi
18 Ekim 2010       Mesaj #52
zzeeyynneepp - avatarı
Ziyaretçi
Ya benim bi ödevim var ama afiş ödevi slogan olarak ne yazabilirim?Ödevin konusu savaşın insanlar üzerindeki etkileri.
Sponsorlu Bağlantılar
mustafa inan - avatarı
mustafa inan
Ziyaretçi
18 Ekim 2010       Mesaj #53
mustafa inan - avatarı
Ziyaretçi
savaşlarda ölen çocuklarla ilgili istatistik bilgileri bulamadım da yardımcı olabilir misiniz?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Kasım 2010       Mesaj #54
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaslar savaşın insanlar uzerin deki etkısı nelerdır?? acele Msn Confused
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Aralık 2010       Mesaj #55
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bence savaşların kötü bir şey olduğunu tüm dünyaya yaymak için mücadele ettiğimiz ve uğruna öldüğümüz yerlere götürülmeli ve savaşın kötü bir şey olduğunu anlamalılar....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2010       Mesaj #56
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı
SAVAŞ SONRASI İNSAN
Savaş nefretin dolaysız dışavurumudur. Kullandığı teknoloji ne olursa olsun hangi kriterlere göre değerlendirilse değerlendirilsin doğası gereği yıkıcıdır. Bu yıkıcılık savaşın bizzat başladığı andan çok önce başlar ve savaşın bitiminden çok sonraya kadar biyolojik psikolojik ekolojik yıkımlar olarak kendini yaşamın her alanında gösterir.
Savaşın öznesi insandır. Nesnesi ise tanımlanabilen her şeydir. Herkese tehdit altında olduğunu hissettiren ilk duygu ölümdür.Düşüncenin ilk oluşumundan bu yana insanlar bu ölüm duygusundan kurtulmak için değişik korunma yömtemleri geliştirdiler.ilerlemenin temel amacı bu ölüm duygusunu ortadan kaldırmaktır diyebiliriz. Postmodern düşünürlerden J.Baudrillard „Mutlak korunma öldürücüdür.“der. Kişinin her türlü insan ve nesneyle olan ilişkisi iktidar temelli olduğundan; savaş, iktidarı elde etmenin ve onu elde tutmanın en etkin yöntemidir.

Savaş,savaşa katılan gruplar tarafından „hak“ nosyonu etrafında değerlendirilir. Politik tanısı ne olursa olsun reçetesi savaş olarak belirlenen iktidar hastalığında, hastalığı tedavi edecek ilacın bileşiminde sadece „hak“ vardır. Hak temelinde gelişen bu politik süreç kendi tarafını ve karşıtını yaratmak zorundadır. Simmel „Olumsuzlama dünyanın en basit şeyidir. Bu yüzden bir hedefte anlaşamayan kişiler, büyük kitleler olarak burada buluşurlar.“ diyor. J. Baudrilard ekliyor „kitleleri olumlu görüş ya da eleştirel niyetleri doğrultusunda kışkırtmak gereksizdir; çünkü kitlelerin böyle görüş ya da niyetleri yoktur: Ayrışmamış bir güçleri vardır yanlızca, bir reddetme güçleri. Yanlızca dışladıklarıyla, yadsıdıklarıyla güçlüdürler.“ Bir kez ölüm tehdidi altında bulunan insanlar politik ve tarihsel olarak artık iktidarın kendini meşrulaştırma ve koruma araçlarına dönüşürler.

Bu çalışmamızdaki amacımız, savaş ve savaşın oluşum süreçlerinin bir analizi ve değerlendirmesi değil; savaş anında, öncesinde ve sonrasında savaşa katılanların, savaştan direkt veya dolaylı etkilenlerin ruhsal durumlarında oluşan veya oluşma ihtimali bulunan bir takım rahatsızlıkların kısa bir değerlendirmesini yapmaktır. Ruh sağlığında Amerikan Psikiyatri Birliği DSM IV te insanın ruhsağlığı „Gerçek bir ölüm ya da ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma ya da kendisinin veya başkalarının fizik bütünlüğüne bir tehdit olayını yaşaması, böyle bir olaya tanık olması ya da böyle bir olayla karşı karşıya gelinmesi“ ve „kişinin tepkilerinin korku, çaresizlik ya da dehşete düşme olası durumlarda bozulabilmektedir.“ denmektedir. İşte bu tür travmatik oluşumların en büyük sebebi savaş vb şiddet olaylarıdır.

Travma organizmada değişime yol açan fiziksel ve/veya psikolojik şiddetir. Travmanın psikolojik-psikiyatrik belirtileri uygulanan şiddeten bağımsız olarak ortaya çıkabilir. Çeşitli travmalarda fiziksel belirtilerin kaybolmasına rağmen psikolojik-psikiyatrik belirtilerin varlıkları yıllarca hatta yaşam boyu sürebilmektedir.travmanın psikolojik-psikiyatrik belirtilerinin uzunca bir süre geçtikten sonra da ortaya çıkabileceği uzmanlarca belirtilmektedir.

Travma sonrası ortaya çıkan tepkiler farklı olabilmektedir: Endişe, güvensizlik, korku, çaresizlik, umutsuzluk, yaşamdan tat almamak, bellek, duygudurum, uyku bozuklukları, konsantrasyon güçlüğü, olayı yeniden yaşama, kaçınma ve donukluk belirtileri, iştahsızlık, yaygın baş ağrıları, cinsel işlev bozuklukları, alkol, ilaç, madde kullanımında artış şeklinde erken belirtiler olabilr.Ayrıca akut stres bozuklukları, posttravmatik stres (PTSB) bozuklukları, depresyon, dissosiyatif bozukluklar, uyum bozuklukları, kısa psikotik tepkiler, panik atak, kronik depresyon , paranoid bozukluk ve psikofizyolojik hastalıklar gibi durumlar da ruhsal travmalar sonrası gelişebilir.

Son 20 yılda yapılan araştırmalar travmatik olaya „tanık olmak“ veya olayı „öğrenmek“ yani ikincil travmatik stres, posttravmatik stres (PTSB) ile doğrudan ilişkilendirilmiştir. Danieli travmanın, „travmayla doğrudan karşılaşan kişiden başlayarak gittikçe büyüyen halkalar halinde, kişinin ailesi, arkadaşları ve yaşadığı toplumu“ etkilediğini söylemiştir. Solomon ve arkadaşlarının Lübnan savaşına katılmış İsrail askerlerinde, Davidson ve arkadaşlarının Vietnam’da savaşmış ABD askerleri üzerine yaptığı çalışmalarda PTSB tanısı almış askerlerin ailelerinde PTSB geliştirmeyenlere göre daha fazla çatışma ve işlev bozukluğu saptanmıştır. PTSB tanısı almış askerlerin eşlerinde, umutsuzluk düzeyi yüksek ve uyum sorunları daha fazla bulunmuştur. travmanın çocuklar üzerindeki dolaylı etkileri, Nazi soykırımından kurtulan ebeveynlerin savaş sonrası doğan çocukları üzerinde araştırılmıştır. Soykırımdan kurtulan ebeveynlerin, çocuklarıyla, bağımlı aşırı koruyucu, çocuğun bireyselleşmesini engelleyen bir ilişki kurdukları saptanmıştır. Kamboçyalı sığınmacıların çocuklarında ebeveynlerin yaşadıkları travmaların etkilerinin iki kuşak boyunca ğörüldüğü saptanmıştır.
İkincil travmatik stresin ana nedeni, kişinin travmanın birinci mağduruyla samimiyeti ve akrabalık ilişkisine bağlı olmasında değil mağdurla ne düzeyde özdeşim kurduğuna bağlıdır. Kişi travmatik olayı TV’de izlese ve travmaya uğrayanları hiç tanımasa da eğer onlarla güçlü bir özdeşim içindeyse, PTSB belirtileri geliştirebilir.

Özdeşim kurma yönü her zaman mağdurdan yana olacak diye bir kural yoktur. şiddeti kullanandan yana da bir özdeşim kurulabilir. Archer ve Gartner ABD’de yaptıkları araştırmalarda şiddete madalya takılan vietnem savaşı sonrasında, kadın ve erkek siviller tarafından işlenen şiddet suçlarında (1963-1973 arasında) erkeklerde %101, kadınlarda %59 oranında bir artış olmuştur.yine aynı araştırmacıların yaptığı başka bir çalışmada I. Dünya savaşı, II. Dünya savaşı, Vietnam savaşı ve başka 11 savaştan sonra, savaşan uluslarda, savaş savaş yaşamamış uluslara göre cinayet oranlarında önemli yükselmeler olmuştur.

Savaşı yapanların sayısı, savaşı yaşayanların sayısından her zaman az olmuştur. Klinik müdahaleler ve rehabilitasyonlarla ancak kısmi olarak düzeltilme şansı olan yukarıda adını saydığımız ruhsal bozukluklar; gelişen teknolojik aletlerle yaşamımıza her yönüyle işlemektedir. Körfez savaşını naklen izlememiz, 11 Eylül saldırılarının ve son Irak savaşının her Tv. kanalında milyon kez gösterilmesi, her coğrafyanın kendi özel çatışma ve savaş koşulları, çağımızda yaşayan her insanı birer savaş mağduruna dönüştürmüştür.

Beş kişinin tek bir halatı çekmesi, her birinin kuvvetinin beşle çarpılması demektir. Ölüm için bunun tersi geçerli. Bin kişiyi öldürdüğünüzde, her birinin ölümü, tek başına ölmüş olmasından bin kez daha önemlidir (Gombrowicz ). Bu önermeyi ruhsal ölüme göre düşünürsek çağdaş insanı trajik bir varlık olarak görmemiz yanlış mı olacak?
mısırın kralı - avatarı
mısırın kralı
Ziyaretçi
20 Aralık 2010       Mesaj #57
mısırın kralı - avatarı
Ziyaretçi
Bir Barış Kültürü Yaratmak
Hakların gerçeklik kazanması yalnızca bir siyasi çerçevenin tesisini değil, fakat aynı zamanda ve en az onun kadar önemli olmak üzere bir kültürel çatının varlığını gerektirir. Zira haklar, içerikleri bakımından ne denli evrensel olurlarsa olsunlar her zaman belli bir toplumda yaşayan ve belli bir tarihin ve kültürün izlerini taşıyan insanların hakları olacaklardır. Bu, hiç kuşkusuz barış hakkı için de geçerlidir. Dolayısıyla barış hakkının ahlaki ve siyasi boyutlarını gündelik hayata bağlayacak bir barış kültürünün kurucu unsurları ayrıca ele alınmalıdır.
Modern dünyada barış kültürünün gelişimi, öncelikle, bireysel haklar dizgesinin farklı kültürler tarafından içselleştirilmesine bağlıdır. Hakların farklı kültürler içerisinde hayat bulması, kültürlerin kendileri açısından dönüştürücü olacağı gibi, kültürler arası etkileşimi kolaylaştırarak yerel ve küresel ölçekteki barış ilişkilerine de dayanak sağlayacaktır.
Farklılıkların tanınması ve katılımı, bir barış kültürünün oluşumu açısından bireysel hakların içselleştirilmesi kadar asli bir nitelik taşımaktadır. Bir yandan insan grupları arasındaki farklılıkların savaş nedeni olabildiği, diğer yandan da savaşın farklı insan grupları açısından farklı tahakküm biçimlerini beraberinde getirdiği göz önüne alındığında, bir barış kültürü yaratmaya yönelik girişimlerin bazı noktalarda özellikle hassas ve dikkatli olması gerekmektedir. Öncelikle etnik, dinsel veya kültürel farklılıkların pek çok durumda kendileri bakımından bir çatışma veya savaş nedeni olmadığına, fakat bugün dünyaya hakim olan ekonomik ve siyasal sistemler tarafından birer çatışma kaynağı haline getirildiğine dikkat çekmek istiyoruz. İkinci olarak, farklılıkları bir araya getirmek adına onları soyut bir evrenselciliğin potası içinde eritmeye yönelik girişimlerden kaçınmak gerektiğini vurguluyoruz. Böylesi girişimler farklı insan gruplarının, özellikle savaş koşullarında kadın ve çocukların, spesifik bir temelde maruz kaldıkları baskı ve şiddet biçimlerini görünmez kılabildiği gibi; evrenselcilik kisvesi altında belli bir grubun diğerlerini dışlayacak şekilde ayrıcalıklı kılınmasına da zemin oluşturabilmektedir. Bu nedenle barış kültürü, farklı kültürel kimliklerin karşılıklı tanınma ilişkisi çerçevesinde, eşit hak ve onur ilkesi uyarınca birlikte yaşamasını içerir.
Bu unsurlardan oluşan bir barış kültürünün yaratılması, içinde yaşaya geldiğimiz ve tarihsel mirasını taşıdığımız çatışma kültüründen bütünüyle arınma yönünde bir inanç ve sorumluluk gerektirmektedir. Böylesi bir arınma kendi kendimizle, geçmişimizle ve bugünümüzle bir yüzleşmeyi; yaşadığımız ve yaşamakta olduğumuz şiddet olayları ve insanlık suçlarıyla tavizsiz ve koşulsuz bir hesaplaşmayı kaçınılmaz kılar. Bu çerçevede kendi toplumumuza baktığımızda, ortak yaşam kipini tahrip eden deneyimlerle hesaplaşamamış ve bu nedenle geleceği kurma kapasitesi büyük ölçüde zedelenmiş bir toplum görüyoruz. Eğer geleceği kurma kapasitemizi yeniden kazanmak ve barış içerisinde bir arada yaşama iradesini ortaya koymak istiyorsak, içinde bulunduğumuz coğrafyanın travmatik şiddet deneyimlerini besleyen ve özellikle Ermeni sorunu ile Kürt sorununun temelinde yer alan etnik ayrımcılıkla; inanç özgürlüğünü hiçe sayarak toplumsal vicdanda derin bir yara açan otoriter uygulamalarla; cinsiyetçilikle ve milliyetçilikle; ve bizi hem kendimizle hem de birbirimizle barışmaktan alıkoyan tüm dışlayıcı önyargılarla yüzleşmek zorundayız. Bu, kendi geleceğimizi ancak bir barış kültürü yaratarak kurabileceğimiz anlamına gelir.
Her kültür bir dil içerisinde doğduğu ve dil kültürün merkezi unsuru olduğu için barış kültürü, kendine özgü bir dil ve üslubu da beraberinde getirmelidir. Böyle bir kültür, hakimiyet ilişkilerini yansıtan, farklılıklara dair aşağılayıcı ve dışlayıcı ifadeler barındıran, değişik şiddet biçimlerinin sembolik olarak yeniden üretilmesini sağlayan ve böylece insan haklarının dayandığı temel moral değerleri yıkan bir çatışma dili içerisinde doğamaz. Dolayısıyla dilin dönüşümü, bir barış kültürünün olmazsa olmaz koşuludur. Ancak dil, hiç kuşkusuz, iradi kararlarla dönüştürülebilen veya kağıt üstünde yaratılabilen bir yapı değildir. Barış kültürünün ihtiyaç duyduğu bir dil ancak hayatın içinden gelebilir. Bir yandan yerel kültürler, diğer yandan da sokaktaki barış hareketi böyle bir dilin kendisinden devşirilebileceği somut kaynaklar olma özelliğine sahiptir. Hem kendi coğrafyamızda farklı inanışlarla biçimlenen insan topluluklarının yüzlerce yıl bir arada yaşadığı barış havzaları olduğunu hatırlayarak, hem de dünyanın her yerinden milyonlarca insan arasında bir ortak duyu yaratmayı başarmış olan barış hareketinin hayal gücünden beslenerek barış kültürünün dilini geliştirmeye ve zenginleştirmeye çalışmalıyız. Bu, barış hareketinin önündeki en acil ihtiyaçlardan biridir.
Nihayet, barış kültürünün oluşumuna katkıda bulunacak örgütlenmelerin bizzat bu kültürün değerlerini cisimleştirmeye inatla ve samimiyetle gayret ediyor olmaları gerekir. İç işleyişi bakımından hiyerarşik bir nitelik taşıyan; şiddet olayları, hak ihlalleri ve adaletsizliğin çeşitli biçimleri karşısında ilkesel tutum almaktan kaçınarak insan haklarının moral zeminini terk eden; dünyaya başkasının gözleriyle bakmayı denemektense herkesi kendi tikel pozisyonunu benimsemeye davet eden; ve tüm bu nedenlerle, savunduğu görüşlerin içeriği ne olursa olsun, aslında mevcut hakimiyet ilişkilerini ve çatışmacı kültürü kendi pratiklerinde yeniden üreten örgütlenmelerle bir barış kültürü yaratamayız.
O halde, hiç kimsenin herkes adına tek başına hareket edemeyeceği bir dünya için, herkes herkes için barışı isteme hakkına, gücüne ve sorumluluğuna sahip olmalıdır.

4. Barış Hareketi ve İnsan Hakları Hareketi
Irak işgali, bütün dünyada ve Türkiye'de kitlesel bir barış kampanyasının oluşmasına yol açtı. Bu, başlı başına bir kazanımdır. İnsan hakları hareketi ve barış hareketinin birbirini beslemesi açısından da önemlidir. Ancak bu moral verici ortamda dahi "barış" sloganının araçsal, taktiksel, konjonktürel, faydacı-pragmatik yönelimler tarafından daraltılma, içi boşaltılma zaafıyla karşı karşıya olduğunu belirtmeliyiz. Bu zaaf onların etkinliğini, inanılırlığını kısıtladığı gibi bizzat kendi ahlaki temellerini de zayıflatmaktadır. Barışın, barışı kendi başına asla önemsemeyen siyasi projelerin "kod adı" olarak kullanılması, bu ahlaki zaafın yaygın bir örneğidir. Bu zaafın aşılması etkin, saygın ve ilkesel bir insan hakları ve barış savunusunun önkoşuludur. İki hareket de birbirini bu yönden denetlemeli, eleştirmeli, yüreklendirmeli ve güçlendirmelidir.
Barış hareketi insan hakları hareketinin barışla ilgili taleplerinin içeriğini genişletmeye dönük bir meydan okumayı ifade etmektedir. İnsan hakları hareketi, savaş koşullarında bazı temel haklara ve insancıl hukuk kaidelerine uyulmasını gözetmeye odaklanırken; barış hareketi, barışın koşullarının sağlanması (inşası veya muhafazası) yönünde bir inisiyatife odaklanır.
Buna karşılık, barış hareketinin -salt savaşsızlık haline odaklanması nedeniyle- göz ardı edebildiği, sağlıklı ve sürdürebilir bir barışın güvenceleyecek eşitlikçi, özgür ve adil toplumsal ilişkilerin sağlanması, insan hakları hareketinin hassasiyetinin yüksek olduğu bir noktadır.
Buradan çıkarak rahatlıkla ileri sürebiliriz ki, her iki hareketin birbirlerinden öğrenecekleri çok şey vardır; dahası birbirini tamamlayıcı olmalarının gereği vardır. Unutulmamalıdır ki, barış hareketinin de insan hakları hareketinin de hedefi barışla ilgili kendi pozisyonlarını "steril" koşullarda muhafaza etmek değil; barışı kurmak, geliştirmektir. Barış talebinin ilkesel bir temele oturtulması arayışı, barışın temellerini güçlendirmeye dönük politik inisiyatiflerden alıkoymamalıdır. Barış talebi, kendi azami ilkesel çerçevesini tebliğ etmekten hiçbir zaman sakınmaksızın müzakere ve uzlaşılara açık, dahası bunlara yetenekli olmalıdır. Adem-i merkezi ilişki ağları çerçevesinde somut sorunlarla ilgili eylem birlikleri, barış hareketinin ulusal ve uluslararası tanınırlığa ve konvansiyonlara sahip olma ihtiyacını karşılamak açısından da işlevseldir.
Yaşam hakkının mutlak savunusunu ifade etmek bakımından (öldürmeyi ve bir misyon için ölmeyi reddetmek anlamında), vicdani red hakkı bir temel insan hakkı olarak benimsenmeli, meşrulaştırılması için çaba sarfedilmelidir.
Anti-militarizm Türkiye'de bir yalnızlık alanıdır; bu da barış hareketi ve insan hakları hareketi açısından yaşamsal bir sorundur. Militarizm, salt askeri sorunlarla ve orduyla sınırlı olmayan çok yaygın ve etkili bir hegemonyaya sahiptir; kanıksanmıştır, "normal" sayılmaktadır. Barış hareketinin ve insan hakları hareketinin, Türkiye'nin toplumsal ve politik analizine militarizm kavramını mutlaka ve her konuda dahil etmeye; bunun ötesinde kendi söylem, eylem ve yapılarının demilitarizasyonuna dönük radikal bir özeleştiriye (arınmaya) ihtiyacı vardır. İnsan hakları ve barış hareketleri, hiyerarşik, bürokratik-otoriter, merkezi yapılara itibar etmemelidir.
Militarizmi sorgulamanın, kapitalizmi sorgulamakla ilişkisi gözden kaçırılmamalıdır. Savaşların, ordunun ve silah sanayiinin, kapitalizmin tarihsel gelişmesinde ve yeniden üretiminde kilit bir işlevi vardır.
Barışın salt savaşsızlık hali olarak tanımlanmaması ve barışçı etkinliklerin salt fiili veya yakın savaş tehlikesi anında yürütülecek etkinlikler olarak düşünülmemesi için, barış ve insan hakları hareketlerinin pozitif bir barış söylemi geliştirmesi gereklidir. Barış, korunması, "kurtarılması" gereken bir durum olarak değil, inşa edilmesi gereken bir süreç olarak kavranmalıdır. ABD'nin saldırganlık stratejisinin adını tersine çevirerek, bu çerçevede "önleyici barış" kavramını ortaya atabileceğimizi düşünüyoruz.
Bu bağlamda bizler için acil mesele, Kürt Sorunudur. Bir zamanlar OHAL bölgesi olarak tanımlanan bölgedeki 15 yıla yakın süren ve düşük yoğunluklu çatışma olarak tanımlanan olay, barış hareketi açısından, açıkça bir savaş haliydi. Bu savaş ortamı her iki taraf açısından da, nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir "çözüm" üretememiştir. Savaş halinin yol açtığı önemli bir yıkım da Kürt nüfusunun barışı kurma açısından özellikle inisiyatif alabilecek donanımlı unsurlarının yok edilmesine yol açmış bulunmaktadır. Öte yandan bazı illerde halen kitlesel ölçekte korunmakta olan koruculuk uygulaması, savaş mekanizmasının kronikleştirilmesi ve yeniden üretilmesi anlamına gelmektedir.
Barış hareketi, Güneydoğu'daki kırılgan, güvensiz gûya "barış" halinin sağlıklı bir barış ortamına dönüştürülmesi için projeler geliştirebilir. Bölgede şiddete dayalı ilişkileri geriletecek barışçı toplumsal yaşamın koşullarını geliştirmeye dönük böylesi girişimlerin bir ilk adımı olarak; örnek bir yerleşimde köye dönüş modelinin barış ve insan hakları gönüllülerince yürütülmesi önerisi dile getirilmiştir.
Güvenlik tehdidinin insan hakları ve barışa karşı terörize eden bir tehdit söylemi olarak gitgide kurumsallaştığı açıktır. Buna karşı, uluslararası barış ve demokrasi hareketi içinde gündeme gelmiş ve Mayıs 2003'te İnsan Güvenliği Komisyonu tarafından hazırlanan ve "İnsan Güvenliği: İnsanları Korumak ve Güçlendirmek" başlığı altında Birleşmiş Milletler'e sunulmuş olan raporda yer alan "insan güvenliği" kavramını öne çıkartmak gerektiğini düşünüyoruz. Kadınları zımnen "iç düşman" olarak konumlandıran baskı ve şiddet koşulları, bu "insan güvenliği" kavramı çerçevesinde sürekli sorun edilmelidir.
Kadınlar savaşların öncelikli kurbanlarıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 2000 yılında çıkarttığı 1325 sayılı karar savaş sırasında kadına yönelik her türlü şiddeti kınayarak tecavüzü "savaş suçu" olarak kabul etmiştir. Bunun ötesinde, savaş ortamları dışında da, kadınlara karşı yüzyıllardır süren bir "gizli" savaştan söz etmeliyiz. Kadınlar "olağan" gündelik şiddetin mağdurlarıdır; ki bunun ülkemizdeki güncel bir örneği "namus cinayetleri"dir. O halde kadınlar, barış hareketinin de öncelikli özneleri olmalıdırlar ve özneleridirler. Yukarıda sözü geçen 1325 sayılı BM kararı, her türlü barış inisiyatifinde kadınların varlığını bir koşul olarak vaz etmiştir. Kadınlar dünya barış hareketinin önemli kazanımlarına öncülük etmişlerdir. (Örneğin savaş suçlarının kayda geçmesine ve şiddet tanıklıklarının görünür, işitilir hale gelmesini sağlamaya yönelik "kadın mahkemeleri", birkaç yıldır Asya Pasifik bölgesinde önemli toplantılar gerçekleştirmiştir.) Kadınların varlığı ve inisiyatifi, barış hareketinin bir "eklentisi" ve herhangi "unsuru" olmaktan öte, kurucu bir etmeni olarak düşünülmelidir. Kadın bakış açısı barışın inşasını ve tasavvurunu ketleyen mekanizmalarının, erkek egemen tahakküm yapılarının teşhiri, geriletilmesi ve aşılması için barış hareketi ve insan hakları hareketi tarafından "buralardaki erkekler tarafından da- paylaşılması ve geliştirilmesi gereken bir bakış açısıdır.
Erkek egemenliğini, şiddeti ve tahakkümü yadırgamamak, militarizmi içselleştirmek veya en iyi ihtimalle normalleştirmek gibi "alışkanlıkları" sorun olarak saptıyorsak barış hareketinin ve insan hakları hareketinin, bunların ideolojik kalıplarından ve tortularından uzak duran bir dili inşa etmesi gerekir. Tabii ki radikal, ama "savaşçıl" olmayan bir barış savunuculuğunun dilini kurmalıyız. Barış savunuculuğunun dili salt formel hukuki bir talep dili değil, üçüncü kişilerin aklına ve vicdanına hitap etmeyi hedefleyen, ikna etme çabasını sorumluluk olarak üstlenen bir dil olmalıdır.
Yine buna bağlı olarak, direnme ve savunma hakkının savaş ve şiddet dışında da yolları olduğunu, üstelik bunların ilkesel ve ahlaki tutarlılığımıza halel getirmemek yanında pekala etkili yollar da olabileceğini anlatabilmeliyiz. Barış ve insan hakları savunucularının yücelteceği farklı bir kahramanlık türü vardır; o da, zulüm karşısında "haklı" veya "mazur görülebilir" bir zulme başvurmaksızın direnenlere özgü kahramanlıktır, sivil cesarettir.
İnsan hakları ve barış savunucuları, militarist hamasete karşı barış kurma deneyimlerini, savaş karşıtı anlatıları (akademik olsun, edebi olsun), şiddet dışı direnişlerin soylu ve aynı zamanda başarılı hikayelerini derlemeye ve yaymaya önem vermelidirler. Unutulmamalı ki, savaşçı ve askeri değerleri işleyen "psikolojik hazırlık" ve yüreklendirmeler, savaş ortamlarının hazırlanmasında önemli rol oynarlar ve bu "hazırlığa" karşı sürekli bir uyanıklık gerekir.
Dini referansların, savaşların hazırlanmasında ve meşrulaştırılmasında işe koşulduğunu biliyoruz. Barış ve insan hakları savunucularının kendilerine dayanak alabilecekleri dini referanslar, deneyimler ve ilişki ağları olduğunu da biliyoruz. Böylesi referansların öne çıkarılması, aktarılması, "çoğaltılması", gerekli ve önemlidir. Bu referanslara başvurmaktan kaçınmak için hiçbir sebebimiz yoktur. Dahası, barışçı değerleri yücelten dini referansları teşvik etmek için çok sebebimiz vardır.
Türkiye'de ilkesel bir barış savunuculuğuyla değil, milliyetçi/dini bir husumet temelinde ilgi duyulan, Kıbrıs, Çeçenistan, Filistin/İsrail, Irak gibi vakalara, insan hakları temelinde bir barışçılık barış açısıyla yaklaşmayı teşvik etmek bakımından; ABD'de, İsrail'de, Rusya'da, (Güney) Kıbrıs'ta varolan barış hareketlerini tanıtmaya özel bir önem vermek gerekir. Bu barış hareketleriyle buluşmalar, ortak toplantılar da kuşkusuz ufuk açıcı olacaktır.
Ortadoğu üzerindeki dışsal etkenleri (emperyal hegemonyayı) gözden saklayan, burayı insan hakları, demokrasi, sivil toplum oluşumlarına bünyesel olarak elverişsiz ve yekpare bir "öteki" dünya olarak resmeden; dolayısıyla Ortadoğu'da barış ve insan haklarına ancak dışardan taşınarak elitler eliyle yerleştirilebilecek değerler olarak tasarlayan bakış açısı başlı başına büyük bir sorun kaynağıdır. Türkiye'deki barış ve insan hakları savunucuları bu bakış açısını kendi içlerinde de sorgulayarak, barış ve insan haklarının yerli potansiyelleri ile eşit ve ortak statülü ilişkilere talip olmalıdırlar.
20 Mart 2005 tarihinde İstanbul'da toplanacak olan "Dünya Savaş Suçları Mahkemesi" nihai oturumu, Türkiye'deki insan hakları kuruluşlarının ağırlıklı bir gündem maddesi olarak alınmalıdır. Bu toplantı, hem Türkiye kamuoyunda barış talebinin güçlü bir şekilde temellendirilmesi, hem de uluslar arası barış hareketine düşünsel ve eylemsel bir katkı sağlanması için bir fırsattır. teşekkürler 1 snyemi aldı çoq yoruldum
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
28 Aralık 2010       Mesaj #58
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
yaa lütfen daha farklı sözler bulamaz mısınız?? acil
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
29 Aralık 2010       Mesaj #59
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
savaşın olumsuz etkileri nelerdir?
misafir - avatarı
misafir
Ziyaretçi
29 Aralık 2010       Mesaj #60
misafir - avatarı
Ziyaretçi
savaşın olumsuz etkileri nelerdi arkadaşlar?

Benzer Konular

10 Ekim 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
25 Kasım 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
16 Aralık 2014 / Misafir Cevaplanmış
5 Eylül 2011 / Misafir Soru-Cevap