Arama

Dilin toplumların varlığını sürdürebilmesi açısından önemi nedir?

Güncelleme: 7 Ocak 2012 Gösterim: 22.552 Cevap: 22
esra nur şahin - avatarı
esra nur şahin
Ziyaretçi
16 Aralık 2008       Mesaj #1
esra nur şahin - avatarı
Ziyaretçi
dilin toplumların varlığını sürdürmek açısından önemi nedir?
Sponsorlu Bağlantılar
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
16 Aralık 2008       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Bildiginiz gibi sohbet esnasında,lisan bahsi acıldıkca "halen o bahis mi?" bezginlik yada karşı gelenler bana, acınmaya layık,gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar.vatan bahsi acıldıgı bir yerde: "halen mi o bahis" diyecek bir Türk, menfur bir kayıtsızlık göstermiş olur. bu telakki, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı bu derece varittir. vatan fikri bizde daima vardı; fakat Namık Kemal in, bu fikri kalbimizde yeni bir nefesle uyandırdığı günden beri daha uyanık olmalıyız. onun vatan fikrini uyandırdıgı gibi, bir diger Türk şairi cıkıpda lisan fikrinin kutsiliğini uyandırsaydı, bize ögretsetdiki; bizi ezelden ebede kadar bir millet halinde koruyan, birbirimize baglayan bu TÜRKCE Dİ bu ag öyle metin bir bagdırki vatanın hudutları koptugu zaman bile kopmaz. hudutlar aşırı yine bizi birbirimize bağlı tutar. Türkcenin çekilmediği yerler vatandır, ancak dilin cekildiği yerler vatanlıktan cıkar. vatanın kendi gövde ve ruhu dildir.bu bag milleti birbirine baglayan, dimagdan dimağa, kalpden kalbe gecmiş bir teldir.İnsanlar arasındaki iletişimin en temel araçlarından biri olan dil, milletlerin geçmişten devraldıkları bir mirastır. Dil yoluyla insanların birbirlerini, geçmişten bu güne ve de geleceğe yönlendirmesi sağlanmaktadır. Ortak dil ortak kader birliği demektir. Aynı dili konuşan insanların aynı geçmişe sahip oldukları, aynı kültürü paylaştıkları, aynı alışkanlık ve değerlere sahip olduk bilinmektedir.
Dil bir milletin kültürel değerlerinin başında gelir. Aynı dili konuşan insanlar millet denilen sosyal varlığın temelini oluşturur. Dil, duygu ve düşünceyi insana aktaran bir vasıta olduğu için, insan topluluklarını bir yığın veya kitle olmaktan kurtararak, aralarında duygu ve düşünce birliği olan bir toplum hâline getirir... Dolayısıyla dil ferde toplumunun bağışladığı en büyük miras ve donanımdır.Bu donanıma yabancılaşma insanların içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmasını da beraberinde getirmektedir. Çünkü insanların yaşadıkları topluma yabancılaşmadan, ona uyum sağlayarak yani sosyalleşerek hayatlarını devam ettirmeleri, o toplumun kültürünü, inanç ve değerlerini benimsemeleriyle gerçekleşmektedir. Bu ise nesillere dil yoluyla aktarılabilmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Bütün insan kültürünün temelini oluşturan ve insan topluluğunu yaratan dildir. Dilini yüceltemeyen toplumların zamanla başka kültürlerin tutsaklığında debelenmesi ve kültürünü unutarak yabancılaşması kaçınılmazdır. Çünkü “dil ve kültürde bir şeyler iyi gitmediği zaman bütün kurumlarda da bir şeyler iyi gitmemeye başlar.”
Dil kültürü oluşturan önemli unsurların başında yer alır. Bu konumuyla dil, bir toplumun kültürü içinde şekillenen tüm birikimleri temsil edecek işlev yüklenmektedir. Günlük alışkanlıklar, öfkeler, sevinçler ve değer yargıları dil yoluyla ifade edilmekte ve tanımlanmaktadır. Bu işlevi nedeniyle de dil ve kültür arasında kaçınılmaz bir bağ bulunmaktadır. Bu nedenle de dil ile kültür sürekli etkileşim içindedir. “Kültür hayatının sağlıklı gelişiminde, benimsenebilir bir dil..., ortak bir dünya görüşü ve hayat anlayışı, anlaşılabilir bir sanat ve edebiyat telakkisi... gibi unsurların vazgeçilmez bir yeri vardır.” Sanatta ve edebiyatta kullanılan dilin anlaşılabilirliği, bu alanlarda verilecek eserlerle halka inilebilmeyi sağlayacaktır. “Dil ile ortaya konulan sanat eserleri, diğer alanlara göre daha belli ve göze çarpar nitelikte bir kültür taşıyıcısıdır.
Düşünce dili yaratır... Her Türk genci ve insanının dikkat etmesi gereken husus, ana dilinde düşünme alışkanlığını kazanması ve milletleşme şuurunu benimseyerek büyük topluma katılmasıdır. Bu yapılmadığı takdirde millet oluşturma süreci gerçekleşemez. Diline sahip çıkan milletler, geleceğine de sahip çıkar. Geçmişiyle bu günü arasında dil bakımından anlaşılmazlık varsa, geçmişin tahlil edilerek ders çıkarılması, dolayısıyla da geleceğe yön verilmesi zorlaşmaktadır.
Dilin öğrenilmesi toplumsal/kültürel çevreyle ilgilidir. Çocuğun toplumsal yani dilsel çevresi olmadan dil edinmesi olası görülmemektedir. Başka bir ifadeyle, dilsel etkileşim, toplumsal/kültürel bağlamın varlığıyla gerçekleşir ve değer kazanır. Bireylerin birbirleriyle anlaşmalarında, problemlerinin hallinde dilin önemi büyüktür. Edebiyatta, şiirde, sanatta, tiyatroda halk kitlelerine ulaşacak yani halkın anlayacağı dilden eserler vermek hem halkın bilinçlenmesi, hem de eserlerin uzun süre anlaşılırlılığını koruması açısından önemlidir. Geçmişten bu güne intikal eden sözlü ve yazılı kültür ürünlerinin bu güne kadar varlığını sürdürmelerindeki en büyük etken anlaşılır, sade ve halkın genelinin anlayabileceği bir dille yazılmış, söylenmiş olanlarıdır.
Cumhuriyet dönemi toplumsal kurumlarda yerleşme ve modernleşmenin daha yoğun yaşandığı bir dönemdir. Dil de uluslaşmanın temel öğelerinden biri olarak bu süreçteki yerini aldı. Özellikle Atatürk dil ve kültürü modernleşme ve batılılaşma yolundaki bütün atılımların gerçek zeminini görmüştür. Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan dilde yenileşme ve felsefe üretme çabaları Atatürk’ün söz konusu duyarlılığı çevresinde gelişmiştir. Atatürk için dil bir kimliktir. Dilin örselenmesi, yozlaşması ve ihmali doğrudan doğruya ulusal kimliği etkileyecek derecede önemlidir. Atatürk’ün cumhuriyet dönemine damgasını vuran dil felsefesini şu sözlerle izlemek mümkündür: “Türk demek dil demektir. Milliyetin çok bariz vasıflarından birisi dildir. Türk milletindenim diyen insanlar her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına, camiasına mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.” Çünkü “dil hem millet olmanın temel ögesi hem de kültür birliğinin en temel aracıdır.“
Karamanoğlu Mehmet Bey yayınladığı fermanla: “Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste, meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır” demesinde, Türk kültürünün korunması ve gelecek nesillere aktarımında ve de millet olma bilincinin sağlanmasında dilin önemini vurgulamak yatmaktadır. Bunalımlı dönemden kurtularak milletin yeniden toparlanması ve kendine gelmesinde Atatürk’ün yaptığı inkılapların içinde harf inkılabının da bulunmasında bu amaç yapmaktadır.
Aynı soydan gelen toplumların en önemli ortak yanları onların aynı dili kullanmalarıdır. Çünkü dil yoluyla ortaklığın devamlılığı sağlanmaktadır. Sovyet sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmadan önceki dönemde, bünyesinde barındırdığı Türk toplulukları, farklı yazı ve konuşma dillerine yöneltilerek birbirlerinden ayırma yoluna gidilmişti. Daha doğrusu, bu toplulukların, kendi aralarında ortak dilleri yoluyla kültür alışverişini sağlayamamaları amacıyla farklı dilleri kullanmalarına özen gösterilmişti. Azerbaycan’ın Latin alfabesine ilk geçişine başlangıçta ses çıkarmayan Rusya, daha sonra Türkiye’nin Latin harflerini kabul etmesiyle Azerbaycan’ın tekrar Kril alfabesini kullanması yönündeki gayretleri de, aynı soydan gelen bu iki toplumun birbirleriyle kültürel alışverişi, aralarındaki iletişimi engellemek amacından kaynaklanmaktadır. İsmail Gaspıralı da “Rusya’daki Türk toplulukları dil, kültür, tarih bağlarına sahiptiler. Ayrıca, içinde bulundukları sosyal, siyasal ve kültürel problemleri de aynı idi. Bu problemler bakımından da aralarında benzerlik hatta ayniyet bulunmaktaydı. Bu topluluklar birbirlerinden tecrit edilmişlerdi. Bu nedenle de problemlerine ortak çözüm üretme imkanına sahip değillerdi. Problemleri tek başlarına da çözme imkanları yoktu. Çünkü onlar dil ve kültür bakımından yakın ilişki kuramıyorlardı” diyerek, aynı toplulukların birbirleriyle ortak hareket etmede dilin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmekte ve de bir milletin hayatta kalabilmesi için problemlerini kolayca çözebilmede kullanılan dilin önemli bir etken olduğunu vurgulamaktadır. 19. Asırda, Avrupa’da millet ve milliyet mefhumlarının tanımlanması, sınırlarının ve özelliklerinin belirlenmesini ele alan bir dizi tartışmalar olmuştur. Almanya ve İtalya’da milliyetçilik, en önemli olgusu olan devlet idealinden vazgeçerek, farklı devletlerdeki aynı dili konuşan ve aynı kültürü paylaşan insanlar arasındaki kültürel birliği vurgulamakta ve bu topluluklar için ortak bir vatan talebiyle ortaya çıkmaktadır. Yani dilin, millet olma bilincinin en önemli göstergesi olduğu ve farklı coğrafyalarda da olsa aynı dili konuşan insanların aynı kültüre sahip olduklarını belirtmektedir.
Bunlardan yola çıkarak Gökalp millet, ne ırki, ne kavmi, ne coğrafi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir. Millet, lisanca, dince, ahlakça ve bediiyatça müşterek olan yani aynı terbiyeyi almış fertlerden oluşan bir zümredir diyerek millet olmada dilin önemine vurgu yapmaktadır.
İsmail Gaspıralı “Lisan Meselesi” adlı yazısında “Milleti millet eden iki şeyden birinin “tevhid-i lisan” olduğunu söyleyerek bunların “her kaysı olmaz ise yaki bozulur ise millet payesinden, derecesinden düşer; belki inkiraza yol tutar” demektedir.
Dil insan topluluklarının anlaşmalarında, problemlerini çözmelerinde en önemli iletişim araçlarından biridir. Bu noktada konuşulan dilin herkes tarafından anlaşılması çok önemlidir. Bir toplumda yeniliklerin, buluşların ve gelişmelerin halkın her kademesine kolaylıkla iletilebilmesinde, dilin herkes tarafından anlaşılır olması gerekmektedir. Aksi takdirde, anlaşılmayan bir dil ya da kavramların oluşturduğu bir konuşma yolu seçilirse durum, birbirinden habersiz çalan enstrümanların çıkardığı, ne olduğu anlaşılmayan bir şey durumuna gelir. Bir orkestranın ortak dili notalarıdır. Farklı sesler çıkaran aletlerin çaldıkları şarkılarda ortak bir ahenk yakalamak için hepsinin ortak notaya uymaları gerekmektedir ki dinleyenlerin hem anlaması hem de zevk alması gerçekleşebilsin.
Göktürkler’in ikiye bölündüğü dönemde Kağanlık yapan Şe Tu’nun 585 yılında Çin Kağanına yazdığı mektup, Türklerin diline ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından kayda değer bir durumdur. “592 yılında, Göktürkler ikiye bölünmüştür. Doğu Göktürkler’in başında Şe-Tu Kağan vardır. Çin Kağanı, Şe-Tu Kağana mektup yazarak, ona bir çok vaatte bulunur, bütün Türklerin kağanı olabilmesi için kendisine yardım edebileceğini söyler. Buna karşılık da Çin kağanına bağlı olmasını, Türklerin kılık, kıyafetlerini, dillerinin, geleneklerinin, görenek ve yasalarının hülasa, Türkler’i millet olarak yaşatan maddi ve manevi değerlerinin değiştirilmesini ister. Onların yerine Çin adetlerinin, Çin dilinin, Çin gelenek ve yasalarının kabulünü şart koşar. Bu istek çok düşündürücüdür. Şe-Tu Kağan’ın Çin Kağanına verdiği cevap ise bize bazı gerçekleri anlatmaktadır. Şe-Tu kağanın cevabı şudur. “ Oğlum, şimdi yanınızda olacaktır. Size her yıl vergi olarak kutsal soydan üretilmiş atlar göndereceğim. Her gün bütün zamanını size verecek, buyruklarınızdan başka boyun eğeceğim bir şey olmayacaktır. Ancak, giysilerimizin önlerini kesmeye, omuzlarımızda dalgalanan saçlarımızı çözmeye, dilimizi de değiştirmeye ve sizin yasalarınızı benimsemeye gelince, bizim törelerimiz ve geleneklerimiz çok uzak çağlardan gelir ki, ben bile bunlardan bir tekini değiştirmeye şimdiye kadar cesaret edemedim. Çünkü, bütün bir Türk milleti aynı kalbi taşıyor“ diyerek dilin toplumsal bütünlük açısından büyük önem taşıyan unsurlardan birinin dil olduğunun üzerinde durur. Ayrıca tarihten gelen bir köklü bir dil geleneğinin bulunduğunu ve Türkler için geleneğin oldukça önemli olduğunu anlatmaktadır.
Baltacıoğlu dil konusunda yapılacak şey nedir? Sorusuna şu şekilde cevap vermektedir: Dilimizin kalıp gelenekleri gibi ruh geleneklerini de aramak. Gelenekler halktadır. Halkın kullandığı dil ile yani dil geleneği ile aydının kullandığı dil geleneğinin aynı olması gerekmektedir. “Gelenek demek millette nevi belirtilen belkemiği demektir. Gelenek değişmedikçe millet de değişmez. Bir millet herhangi bir dış sebeple dilini kaybedebilir. Fakat dilinin, dininin geleneğini kaybetmedikçe o millet henüz kaybolmamıştır.” Buradan, toplumun üyelerinin aynı şekilde düşünmelerinde, aynı şekilde duymalarında, aynı özellikte bir hayat sürmelerinde dilin ne kadar önemli olduğu düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
Birey ve toplum yaşamındaki sadece bir iletişim aracı olma özelliğiyle değil, bireyleri toplumuna, toplumları milletine bağlayan ve onlara millet olma özelliği kazandıran önemli bir araçtır dil. Dil düşüncenin, düşüncelerin açığa çıkarılabilmesinin en önemli etkin aracıdır. Milletler dil sayesinde kültürlerini, edebiyatlarını, tarih ve sanatlarını ortaya çıkarabilmekte ve yeni nesillere aktarabilmektedirler.
Alıntıdır
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
16 Aralık 2008       Mesaj #3
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Dil insanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendi kanunları içerisinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık; milleti birleştiren, koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir müessese; bin yıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş bir sosyal kurum; seslerden örülmüş bir ağ; temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemidir.
Dil, diğer insanlarla bütün ilişkilerimizde bize aracılık eden, sosyal bağlarımızı düzenleyen bir vasıta olarak hayatımızın her safhasında mevcuttur. Evde, okulda, sokakta, çarşıda, iş yerinde ve her yerde onunla beraber yaşıyoruz. İnsan konuştuğu dili doğduğu günden itibaren hazır bulur. Fakat dil doğuştan bilinmez. İlk aylarda ağlamalar, taklit, birtakım hareketlerle anlaşma sağlamaya çalışır. Çocuk içinde yaşadığı topluluğun dilini, anadilini uzun bir çıraklık devresi süresince öğrenir. Daha sonra kulağına gelen seslerin belli kavramlara, hareketlere, varlıklara karşılık olduğunu anlamaya başlar.
Dil insan benliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan zekasının, insanda sınırı çizilemeyen duygu ve düşünce kabiliyetinin sonuçları kendi benliğinin dışına ancak dille aktarılabilir. Bu bakımdan dil ile düşünce iç içe girmiş durumdadır. İnsan dil ile düşünür. Dilin gelişmesi düşünmeyi düşünceye, düşüncenin gelişmesi de dile bağlıdır. Çeşitli medeniyetlerin meydana getirilmesini sağlayan düşünce, gelişmesini dile borçludur.
Dil her şeyden önce sosyal ve millî bir varlıktır. Fertlerin üstünde, bir milleti ilgilendirir. Bütün bir milletin duygu ve düşünce hazinesini teşkil eder. Bir milleti ayakta tutan, fertleri birbirine bağlayan, sosyal hayatı düzenleyen ve devam ettiren, millî şuuru besleyen bir unsur olarak dilin oynadığı rol çok büyüktür. Bağımsızlığın temeli millî şuurdur. Millî şuurun en kuvvetli kaynağı ise dildir.
Belli ses öbeklerinin insanlar arasında danışıklı bir değer kazanarak birer kavrama karşılık olmaları dilin oluşmasında esas sayılabilir. Bunun gibi onların çeşitli kullanışları da ortak değerler bağlayarak dilin kurallarını meydana getirmiş olmalıdırlar. bunlar üreyip genişlemiş ve az çok titizlikle korunarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Ses kanunlarına uyup zamanla değişmelere uğramış olmaları da tabiidir.
Dil ile düşünce organı olan insan beyni destekleşe oluşmuş olmalıdır. Öyle ki sonuçta dil düşünmenin de bir vasıtası olmuştur. Ana dilimizden cümleler kurarak düşünürüz. Bunları dile getirdiğimizde adına konuşma deriz. Dil olmasa düşünce ve duygu da gelişmezdi, insan topluluğu ilerlemez, bir medeniyet oluşturamazdı. Yine insanoğluna bahşedilen din hayatı ile sanat hayatı da dil temeli üzerine kurulmuşlardır.
Dil konuşma aygıtının çıkardığı çok çeşitli seslerin son derecede karmaşık bir birleşiminden meydana gelir. Ancak kulağımız da bunları bütün incelikleri ile ayırabilecek yaradılıştadır. Bu sebeple biz onları çözümlemekte güçlük çekmeyiz. Konuşma organlarının belirli bir durum alarak bir an içinde çıkardıkları basit sese bir seslik, yahut sadece ses deriz: a, ü, b, t gibi. Bir soluk hamlesi içinde çıkan birkaç sesin topluluğuna da hece adını veririz: “bu, ka-pı, pen-ce-re” gibi.
Bir dilde bir anlamı olan tek veya çok heceli ses öbeklerine kelime deriz:: “kuş, görmek, umutsuz” gibi. Bir dilin bütün kelimeleri o dilin kelime dağarcığını meydana getirir. Kelimelerin bir düşünceyi bir bütün olarak anlatan düzenli topluluğuna cümle adını veririz: “Orhan okula gitmelidir.” Bir maksadı anlatmak için bir sıra cümleler kullanırız. Buna da söz deriz. Sözlerle anlaşmak konuşmakla olur.
İnsanlar sözlerini uzaktakilere ulaştırmak, ya da uzun zaman saklamak ihtiyacı ile onları daha dayanıklı bir işaret sistemine çevirmeyi düşünmüşler, yazıyı icat etmişlerdir. Eski insanlar hakkında bilgilerimizi bıraktıkları yazılı belgelerden alıyoruz. Milletlerin yazıdan önceki yaşayışları hakkında pek az şeyi öğrenebildiğimiz için tarih yazıyla başlar, diyoruz.
İnsanlar her kelime için, her hece için, veya her ses için ayrı işaretler kullanan türlü yazı sistemleri yapmışlardır. Bugünkü ileri milletlerin yazılarında her işaret bir ses karşılığıdır. Buna harf deriz. Bir dilin kullandığı harflerin topluluğu o dilin alfabesi olur. Bu türlü yazıya da alfabe yazısı adını veririz. Yazılı bir sözü yeniden seslendirmeye okuma diyoruz. Sessiz okumak da olur.

Bir milleti ayakta tutan, onun varlığını ve devamını sağlayan, millî şuuru besleyen, bir millete mensup olma hazzını veren ve bireylerini birbirine yaklaştırarak onlar arasında birlik yaratan unsur olarak dilin, millet hayatındaki yeri çok önemlidir. Öyle ki milletin varlığı, dilin varlığıyla mümkündür.
İnsanın geçmişini öğrenmesinde, gününü yaşamasında, geleceğine yön vermesinde, kişiliğini kazanmasında, aynı dili konuşan diğer insanlarla iletişim kurmasında ve kendisini ifade etmesinde dilin çok önemli bir araç olduğu muhakkaktır. Bu bakımdan dil bir anlamda bireye hizmet eder. Ancak, insan tabiatı gereği toplu hâlde yaşamaya ihtiyaç duyar. Çevresinde kendiyle aynı değerleri paylaşan insanların bulunmasını ister. Bu ortak değerlerin oluşturulmasında, paylaşılmasında, nesilden nesile aktarılmasında, milletin varlığını devam ettirmesinde dil, çok önemli bir görevi yerine getirir. Çünkü millet olmanın birinci şartı, aynı dili konuşmaktır.
Dil, milletin ortak kültürüyle yol alarak varlığını devam ettirir. Milleti oluşturan bireyler arasında birleştirici bir rol üstlenen dil, aynı zamanda ortak şuurun, millî şuurun ortaya çıkmasına hizmet eder. Millî birliği ve beraberliği sağlar. Dilin bu özelliği Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetini kuran; Türk halkı, Türk milletidir. Türk milleti demek, Türk dili demektir. Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti, geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, an’anelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.” sözlerinde veciz ifadesini bulmuştur.
Millî varlığın korunmasıyla dilin korunması arasında çok sıkı bir ilgi vardır. Dilini unutmayan fakat bağımsızlığını kaybeden bir toplum milliyetini koruyor demektir. Bu toplum, bağımsızlığını kazanıp bir devlet kurarak, bir millet olarak yeniden tarih sahnesine çıkabilir. Sovyet Rusya’nın dağılmasıyla Türklerin ve diğer milletlerin bağımsız birer devlet olarak yeniden tarih sahnesine çıkmaları bunun en yeni örneğidir. Tarihte bunun başka pek çok örneği vardır. Ancak dilini kaybeden milletlerin tarih sahnesinden silindikleri de bilinmektedir.
Bir milletin dili bozulursa kültüründe sıkıntılar ortaya çıkar. Düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında çöküntü başlar. Dil asıl işlevini (insanlar arasında anlaşma aracı olma) yerine getiremez. Kitleler birbirlerini anlayamaz hâle gelir ve yavaş yavaş kopmalar başlar. Bu gerçek, tecrübeyle sabit olduğu için bir milleti içten yıkma yönteminde işe önce dilden başlanır.Yeni neslin kültürel değerleri öğrenmemesi ve bireylerin, kuşakların birbiriyle sağlıklı iletişim kurmalarını engellemek için ne gerekiyorsa yapılır. Bu yüzden dil üzerinde oynanan oyunlara karşı her zaman uyanık olmak gerekir. Adres bulmada kolaylık olsun gibi bir bahaneyle meselâ; Yunus Emre Caddesi’ni 4. Cadde şeklinde değiştirmek bile kültür bakımından son derece yanlıştır. Çünkü, cadde adını rakamla ifade ettiğiniz zaman bu tabelayı okuyan kimsenin buradan caddenin numarası dışında öğrenebileceği bir şey yoktur. Fakat Yunus Emre adının yaşatılması hâlinde en azından yetişen nesil Yunus Emre’nin kim olduğunu, bu caddeye neden bu ismin verildiğini merak edecektir, öğrenmek isteyecektir ve sonuçta kendi kültüründen birşeyler bulacaktır. Bir milletin ruhu, karakteri, anlayışı… çoğunlukla sanatkârların ortaya koydukları eserlere yansıdığından bu yönüyle de dil, sosyal yapının ve kültürün aynası durumundadır. Dolayısıyla bu eserlerin dikkatle incelenmesi o milletin karakteri hakkında sağlam ipuçları verecektir. Gelişmiş ülkelerin kendi kültürlerini ve başka kültürleri öğrenmek için araştırmalar yaptırmalarını, bunlar için bütçelerinden önemli paylar ayırmalarını yabana atmamak lâzımdır. Her milletin kendine göre birtakım kültür özellikleri olduğu gibi milletlerin zayıf ve güçlü olduğu yönler de vardır. Kültür araştırmalarıyla bunların tespiti mümkündür. İzlenecek politikaların belirlenmesine bu araştırmalardan elde edilen veriler ışık tutmaktadır. Sömürgeci ülkeler günümüzde stratejik araştırma enstitüleri adı altında dünyanın dört bir tarafında yaptıkları araştırmalarda o ülkenin veya bölgenin etnik yapısını, özellikle de yerel dilleri gündeme getirmektedirler. Tarihte ve günümüzde bunun pek çok örneğini görmek mümkündür.Özetlemek gerekirse dil, milletin manevî gücünün aynasıdır. Bir milletin kültürel değerlerini oluşturan ve o milleti ayakta tutan; edebiyatı, sanatı, bilim ve tekniği, dünya görüşü, ahlâk anlayışı, müziği… geçmişten günümüze ancak dil sayesinde aktarılmaktadır. Dolayısıyla dilin korunmasıyla millî varlığın korunmasını aynı seviyede algılamak gerekir.
Toplumsal kültürün öğelerinden birisi olan dil, aynı zamanda kültürün kuşaklar arasında aktarılmasını sağlayan en önemli araçtır. İnsanların birbirleriyle anlaşmaları, kaynaşmaları ve bu şekilde bir toplum oluşturmaları onların ortak bir dile sahip olmalarına bağlıdır. Her ulusun bir dili vardır. Yaşamı boyunca doğal çevresi, yaptığı işler ve denemeler, kullandığı araçlar, yetiştirdiği ve yararlandığı hayvanlar, uğradığı saldırılar, yaptığı savaşlar, duyduğu üzüntüler, sevinçler, ulusun diline yansır. Ulus bunlar için ayrı ayrı sözcükler yaratır. Yaşamından çıkardığı sonuçları söyler; bunlar birer atasözü olur. Yaşadığı büyük olayları öyküler, böylece o ulusun destanları doğar. Atasözlerini, destanlarını söyleyiş yolu, o ulusun dilde güzellik anlayışını, söz sanatlarını yansıtır (Göğüş, 1978: 1). Diğer bir ifadeyle, bir ulusun kültürü bütün yönleriyle dile yansır, dil ortamında yaşayarak gelecek kuşaklara aktarılır. Böylece sağlanan bilgi birikimi, toplumsal ilerlemenin, bilim ve teknolojideki gelişmenin de sağlayıcısı olur.
Dil toplumsal yaşam açısından olduğu kadar, birey açısından da önemlidir. O, bir yandan bireylerin soyutlama yapabilmeleri, soyut düşünceler tasarlayabilmelerini sağlarken, diğer yandan da bu düşüncelerin bireyler arasında paylaşılmasını, öğrenmeyi, anlaşma ve kaynaşmayı sağlar; bireyin toplumla iyi ilişkiler kurabilmesinin aracı olur.
Ünlü düşünür Konfüçyüs’e (İ.Ö. 551-479) atfedilen şu cümleler, dilin birey ve toplum açısından ne kadar önemli bir araç olduğunun yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce anlaşılması açısından ilginçtir.
“Konfüçyüs’e sorarlar:
- Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız ilk olarak ne yapardınız?
Büyük düşünür şöyle karşılık verir:
-Hiç kuşkusuz, dili gözden geçirmekle işe başlardım. Ve dinleyenlerin meraklı bakışları karşısında sözlerine devam eder:
-Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.”
Dilin önemine ilişkin bu açıklamadan sonra, edebiyatın birey ve toplum hayatındaki önemine değinmekte yarar var.
Edebiyat, aracı ve ortamı dil olan bir güzel sanat dalıdır. İnsanın kendisini, çevresini, doğayı ve dünyayı tanıması, daha sağlıklı bir biçimde değerlendirmesi ve duyarlık kazanması için, edebiyat eğitimi büyük önem taşır. Dil ve edebiyat eğitiminde temel hedef, bir şey belletmek ve öğrenciye bilgi yüklemek değil, dili sevdirmek, dilin düzgün kullanılmasını öğretmek ve güzel yazılardan hoşlanma duygusunu aşılamaktır (Kavcar, 1994: 853).
Birey edebi eserleri okuyarak, dilinin geniş anlatım olanaklarının farkına varır. Dil duyarlılığı, sevgisi ve bilinci kazanır. Bu alanda sağlanan birikim, düşüncelerin sözlü ve yazılı olarak etkin bir biçimde anlatılmasının da sağlayıcısı olur.
Aynı zamanda birey okuduğu eserlerden etkilenir, eserin telkin ettiği şeyler sezgi ve yaşantı yoluyla bireyin davranışı haline gelir. Böylece ailenin ve okulun bireye kazandırmak için çaba harcadığı, çoğu zaman bilişsel yönü ağır basan davranışlar, edebi eserlerin okunması yoluyla, sezgi ve yaşantıya dayalı olarak bireye kazandırılmış olur
reflexive - avatarı
reflexive
Ziyaretçi
2 Ocak 2009       Mesaj #4
reflexive - avatarı
Ziyaretçi
Halk şiirinin Halk Kültürü açısından önemi nedir?
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
14 Ocak 2009       Mesaj #5
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaşlar Bir millet için dile ve tarih neden önemlidir? konusunun cevabı gerekiyor acılen yardım ederseniz memnun olurum...
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
14 Ocak 2009       Mesaj #6
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
DİL VE TARİH

Dil, cansız kelimelerdenoluşan sadece zihni bir müessese olmayıp canlı, gelişen, bulunduğu medeniyet çevresiyle kelime alış-verişi yapan organizmadır.

Bir Türk atasözü "Dilini kaybeden biri, kendisini, özünü, milliyetini kaybeder" Dilin önemini bu sözlerle anlatır. Eğer kelimeler doğru söylenmezse ağızdan çıkan sözler anlatılmak istenen sözler değillerdir. Ağızdan çıkan sözler anlatılmak istenen sözler olmayınca yapılması gerekenler yapılmaz. Yapılması gerekenler yapılmayınca ahlak ve sanat soysuzlaşır. Ahlak ve sanat soysuzlaşınca adaletsizlik başlar ve halk ne yapacağını bilememenin çaresizliği içinde bocalar durur. Yüzlerce yıl önce Konfüçyus Çin de ögrencilerine dilin neden bu kadar önemli bir etken olduğunu anlatmıştır. Dil iletişim kaynağıdır. İletişim insanoğlunun varlığı iler başlar ve varolduğu sürece insanlar arasında bir bağ oluşturmak, birbirleriyle anlaşma,birbirlerini anlama ve tanıma bakımından en önemli etken olarak var olacaktır.

Dil kullanma ile eskimez yıpranmaz kullanışlığını yitirmez aksine dil kullanıldığı sürece kendini yeniler ve geliştirir. Osmanlı Devleti 600 yıl boyunca 72 millete hükmetmiş hükmettiği milletlerin dilinden ve kültüründen etkilenmiştir. Osmanlı Devleti Arapça ve Farsçanın etkisi altına girmiştir. Atatürk dilimizi Arapça ve Farsça nın hakimiyetinden kurtarmak için ilkin Arap harflerini bırakıp latin harflerine geçmenin Batı medeniyetine girebilmek için gerekliliğine,yeni harflerin Türk insanının önüne yepyeni ufuklar açacağına inanıyordu. Bizim güzel ahenktar zengin lisanımız yeni

Türk harfleri ile kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir bir çerçeve içinde bulundurarak anlaşılamayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak bunu anlamak mecburiyetindeyiz.Anladığınızın eserlerine yakın zamanda bütün kainat şahit olacaktır. Buna katiyetle eminim. Sözleri ile yeni Türk harflerinin Türk Milletine yapacağı etkilerin öneminden bahsetmiştir. 12 Temmuz 1932 de Türk Dil Kurumu kuruldu. 1934 yılında Tarama dergisi yayımlanmaya başlandı. Atatürk döneminde Türk Dili Atatürk ün dile verdiği önemden dolayı büyük gelişme kazandı. Atatürk ün vefatını müteakip Türk Dil Kurumu aralarında dilcilerin bulunmadığı kişilerin kabul edilmediği bir kurum haline geldi. Türk Dili#8217;nden istedikleri gibi tasarruf edebileceklerine inanıyorlardı. Atatürk ün vefatından sonra günümüze kadar birçok yabancı kelime dilimize girmiş ve dilimizi yabancı kelimeler arasında anlaşılmazlığa sürüklemektedir. Günümüzde her alanada yabancı kelimelerin dilimize yerleştiğini görebiliriz(gazete,TV, Radyo )

Dil kadar da tarihte bir millet için önem verilmesi gereken konulardandır. Osmanlı Devleti Türk Milletinin tarihi ile hiç ilgilenmemişti.Bu dönemde Osmanlı Devletini Türk Milletinin kurup ayakta tuttuğu , bu devletin bir Türk Devleti olduğu adeta unutulmuştu. Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk Milleti uzun ve şerefli bir tarihe sahiptir. Bu köklü milletin tarihi aydınlığa çıkarılmalıydı,bu da ancak milli ve ilmi tarihçilik döneminin açılması ile mümkün olabilirdi. Atatürk ün tarih konusuna eğilmeye sevk eden birinci sebep bu idi. Atatürk Türk vatanı ile ilgili haksız iddia ve taleplerin çürütülmesi maksadı ile tarih çalışmalarına büyük önem veriyordu. Türk Milletine zorla kabul ettirilmek istenen ve Türk ün kahramanlığı ile yırtılıp atılan Sevr Anlaşmasının yanlış ve çarpıtılmış tarih bilgileri üzerine kurulu olduğunu biliyordu. Osmanlı Devleti#8217;nin haşmeti karşısında yüzyıllarca duydukları korkuların önyargıların düşmanlıkların ve koyu bir haçlı bağnazlıpğının etkisi altında Türk Milletini Orta Asya ya sürmekten bahseden gafiller türemiştir. Atatürk çarpıtılmış tarih bilgileri ile Türklüğe düşmanlık edenlerin temelsiz iddialarını yine tarih silahı ile çürütmenin yararlı olacağını görmüştür.1931 yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Bu kuruluş birçok bilimsel çalışma ve yayınlar ile Türk Tarihçiliğine büyük hizmetler yaptı. Atatürk büyük devletler kuran atalarımız büyük ve geniş kapsamlı medeniyetlerede sahip olmustur. Bunu aramak incelemek

Türklüğe ve cihana bildirmek bizim için bir borçtur. Türk Çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kudret bulacaktır. Türk Tarihçiliğinin gelişmesini milli tarihimizle ilgili bilgilerimizin yeni boyutlara ulaşmasını büyük ölçüde Atatürk ün bilinçli çabalarına borçluyuz. Bir millet için tarihini bilmenin önemi günümüzde Türk Tarihine yapılan asılsız suçlamalarla karşı karşıya klmasıyla ortaya çıkıyırdu. Ermenilerin sözde soykırım iddiası hiçbir tarihi belgeye dayanmayan Türk Devletini suçlayan bir iddiadır.

Türk Milleti tarihi inceleyip bu iddiayı çürütmezse durumun nerelere varabileceğini düşünebilirsiniz. Her ne kadar Türk Milleti nin Ermeni iddialarının asılsız olduğunu kanıtlasa da Ermeniler iddialarını bir platformda tartışmaya dahi yanaşmaz iken hala iddialarında ısrar etmekteler ve diğer ülkeleri etkileme peşindeler, bu da gösteriyor ki tarihi gerçekleri sadece muhattabına değil tüm dünyanın önüne sermeli gerçekleri anlamamakta ısrar edip bir takım çıkarlar elde etmenin peşinde koşanların gözüne sokmalıyız. Kimsenin aksini iddia etmeye ne dili varabilmeli ne de yüzü olmalı.
kaynak
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
14 Ocak 2009       Mesaj #7
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
reflexive adlı kullanıcıdan alıntı

Halk şiirinin Halk Kültürü açısından önemi nedir?

Halk şiiri geleneği, Türk kültürünün tarihi içindeki görünümü, değişmesi ve gelişmesine paralel olarak bir değişim ve gelişim içinde olmuştur. Aynı uygarlığa bağlı kültürler aynı dünya görüşünde birleşirler. Bir uygarlığın dünya görüşü de o uygarlığa özgü bir edebiyat anlayışı sağlar. Her eser belirli bir kültür bağlamı içinde oluşur ve canlılığını sürdürür. Edebî eserler, yaşayan bir kültür topluluğunun kendilerine özgü ortak dünya görüşüne ve değerler sistemine göre şekillenir. Her kültürün kendi anlamlar, değerler ve kurallar bütünü vardır. Kültüre bağlı olarak şekillenen her türlü birikim doğal olarak o kültürün bir parçasıdır (Yılmaz, 1994:2-4).

Kültür kaynaklarının, Orta Asya'dan Anadolu'ya çağlar boyu süren bir zaman süreci içinde uzanan halk şiiri geleneği üzerindeki etkisini, şekillendirmesini incelemeden önce, kültür kavramını biraz açalım: Kültür günümüzde toplumun bütün ürünlerini kapsayacak bir genişlik kazanmıştır. Bu terim bilim dilinde de ulaşılmış bir tanımdan yoksundur (Turan, 1990:11). Türk Kültürünü tarih boyunca irdelemeye ve halk edebiyatını şekillendirmesini incelemeye çalıştığımızda kültüre tarihsel açıdan bakmalıyız. Bilindiği gibi kültür salt bir tarihsel miras olarak ele alınmaz. Kültürün Türk tarihinin akışı içerisinde oluşumunu gelişmesini ve değişmesini de incelemeliyiz. Ziya Gökalp (Gökalp, 1958:70), Mümtaz Turhan(Turhan, 1969:56) Hilmi Ziya Ülken (Turan, 1990: 15) gibi araştırmacılar kültürün çeşitli tanımlamalarını yapmışlardır. Buna göre kültürü şöyle tanımlamak mümkündür; "Kültür, yaşadığı toplumda geçerli olan ve gelenek halinde de devam eden her türlü dil, duygu, düşünce, inanç, sanat ve yaşayış ögelerinin tümüdür".

Sosyal yapı, ait olduğu toplumun kültür ögeleriyle şekillenir. Sosyal yapı bir değerler ve kurumlar bütününün meydana getirdiği değişme özelliği gösteren, kişileri ortak noktalarda birleştiren bir sosyal yasam biçimidir (Tural, 1992: 14). Kültür, insanoğlunun sosyal etkileşme yoluyla kazandığı maddî manevî birikimleri, değerleri, yönelimleri içeren karmaşık bir bütündür (İzbul, 1982:145-153). Toplumsal yapı, kişiler ve guruplar arasındaki kurumlaşmış ilişkiler bütünüdür. Kültür her toplumsal ögede yansımasını bulan bir dokudur (Turan, 1990: 13). Kültür geleneğin zaman boyutundaki gerçekliğine uygulanacak kavramdır. Kültür doğası gereği değişkendir. Gelenekler değişir. Zamanın bir kesitinden alınan bir örnek veya zincirin bir halkası geleneğin bütününü temsil edemez (İzbul, 1982: 145-153). Toplumlar gelenek diye adlandırılan kalıp davranış, ortak düşünce ve anlayış sistemleriyle oluşmuş, varlığını sürdürmüştür.

Kültürleşme adı verilen evrensel süreçte az veya çok daima karşılıklılık ilkesi vardır (Güvenç,1993:138). Kültür varlıkları, yeniyi alma, yaratma ile uyarlamada basan gösterebildiği ölçüde değişir, gelişir (Güvenç, 1993: 170). Kültür,yaşanan, yaşatan ve yaşayan varlık olarak geçmişten geleceğe sürekliliktir (Güvenç,1993:231). Her kültür olgusu kültürün bütünü gibi doğar, gelişir ve kaybolur veya yeni fonksiyonlarla genişler ve gençleşir (Yılmaz,1994:2-4). Toplumsal olgular bir kültür potasında eriyerek, içerik ve bütünlük kazanır. Değişme süresi içinde süreklilik gösteren oluşumlardır. Kültür toplumsaldır. Kişi, içinde yaşadığı toplumun kültüründen soyutlanamaz. Kültür tarihseldir uzun bir zaman dilimi içinde olgunlaşır ve yaygınlaşır. Kültür bir yaşam biçimi; bir toplumsal davranıştır. Bu olgu da bir tarih çanağı içinde oluşur. Tarih içinde (Turan, 1990: 20-25) yoğrulan ve gelişen kültür öğrenilir, yeni değerlendirme ve özümsemelerle gelecek kuşaklara aktarılır. Kültür aynı zamanda işlevseldir. Bir kültür dışa kapalı, kendine dönük olsa da durağan değildir. Kültürler arası etkileşim kaçınılmazdır. Türk kültürü belirli bir coğrafyayla sınırlandırılamayacağı için göçüp yerleştikleri; devlet kurup egemen oldukları ülkelerin tümünü kapsamaktadır. Türk kültüründe dört köken, dörtlü bir bileşke söz konusudur. Bunlar Orta Asya, İslam kültürü, Anadolu ve Batı kültürüdür.

Türklerin tarihleri kadar eski bir edebiyatları vardır. Yazının bilinmediği çağlarda edebiyat sözlüydü. Çok eski çağlara ait bilgi ve belgelerden yoksun olsak da, az da olsa ele geçen belgeler Türklerin çok eskilere uzanan bir geçmişleri olduğu kanaatini vermektedir. İslâmiyet öncesi edebiyat bir bütündü. Aydınlar ve halk için iki ayrı edebiyat yoktu (Dizdaroğlu, 1993:2). Yazı dili ve konuşma dili birdi. Kutadgu Bilig ile Divan-ı Lugati't Türk'teki manzum parçalar, Budizm ve Manihaizm çevresinde yazılan eserler, İslâmiyet öncesi Türk Edebiyatı hakkında bize bilgi vermektedir (Köprülü, 1918: 28). Ayrıca çeşitli kaynaklarda, birbirini tamamlayan bilgiler buluyoruz. (Caferoğlu, 1958: 179; Arat, 1965:XI; Gökalp, 1925: 303-331).
Türkler, İslâmiyet'ten önce bağlı bulundukları eski inanç sistemlerinin kültür ve geleneğine bağlı bir edebiyata sahiptiler. Din, kültürü etkiler, kültür de edebiyatı şekillendirir. Bütün ilkel toplulukların edebiyatları önce mitolojik kimlikle başlar, daha sonra dini şekle bürünür. En ilkel inanç sistemi olan totemizm, animizm (ruhçuluk), doğacılık (Şamanizm), Budizm, Manihaizm, Konfüçyüsçülük gibi semai olmayan dinlerin Türkler arasında kabul gördüğüne dair bir çok kayıtlara rastlamaktayız. (İnan, 1976:2-8; Turan,1969:547; Gökalp,1974:106). Bu dinlerin toplum ve kültür hayatındaki izleri yüzyıllarca sürmüştür. Bugünkü Türk yaşayışında bile bu eski inanış, görüş ve geleneklerin izlerini bulmak mümkündür. Türklerin doğa güçlerine egemen olmaya, etkilemeye çalışan Şaman inancından olduğu kabul edilir, Şamanizm inancında kişi kendini doğanın bir parçası sayar. Doğayla uzlaşmaya, onunla birleşip bütünleşmeye ve özdeşleşmeye çalışır (Turan,1990:101-103; Güvenç,1993:98). Türklerin tanıştıkları diğer bir kültür de Konfüçyüsçülüktür. Konfüçyüs tanrısı, peygamberi olmayan, semavi dinlerden farklı olarak insan-doğa, insan toplum; insan-insan ilişkisi üzerine düşünen ve toplumun kültürel birikimini ahlak kuralları biçiminde yorumlayan bir bilge kişidir. Konfüçyüsçülük; Budacılık; kutsal inançlarla çatışan ahlak sistemleri değildir. Çatışan iyiliklerle kötülüklerin dengelemesiyle mutluluğun yakalanacağına inanan inanç sistemleridir. (Güvenç,1993:98-101; Turan,1990:101-112).

Türklerin İslâmiyeti kabul etmelerinden sonra eski edebî biçimler ve İslâmî kılığa bürünmüş konular varlıklarını sürdürmüşlerdir. Yeni kültür gereği mitlerle örgülü destan şiirleri, dini şiirlere dönüşmüş; daha sonra da her konu şiirin alanına girmiştir (Dizdaroğlu,1993:3-4). Yüzyıllar boyu çeşitli inanç sistemlerinden etkilenen Türkler bunları yeni dinin kalıplarına uydurmuşlardır. Her inanç sistemi topluklara uygun bir yapı kazanır. İslâmîyet dervişlerle yayıldı. Bu dervişlerin çoğu kamların; ozanların ya da şamanların devamıydı. Bunlar eski inanç sistemleriyle İslâmiyet'i uzlaştırmışlardır. Anadolu'daki İslam tarikatlarının kurulup gelişmesinde Yesevi tarikatının önemi büyüktü. Kültür tarihi açısından temel süreç kültürleşmedir. Anadolu'da Türkler kültürel etkileşim için yeni bir kültürel kimlik kazanmışlardır (Güvenç,1993:101-123). Türklerin İslâmiyet'e geçişleriyle eski dinsel inançların değer ve uygulamaları birden bire sona ermemiştir. İslâmiyet'e geçiş sonrası yurt değiştirme, yani Anadolu'ya gelişleriyle günlük yaşam ve değer yargılarında değişikler başlamıştır. Anadolu'da yeni kültür; İslam kültürü; eski Anadolu uygarlıkları kültürleri ve eski inanç sistemleri arasında bir sentezde oluşmuştur. Türk kültürü tarihi açısından Anadolu'da dinsel inançlara değişik bakış açılan tarikatları doğurmuştur. Anadolu sufıliği İslâmiyet öncesi inanç sistemleri ve sosyal yaşantısının etkileriyle karışmış bir sentezi oluşturur (Ocak,1992:271-276).

Türklerin en eski inanç sistemleri olan doğa ve atalar kültür kalıntıları, İslâmî dönemde velî kültünde görülür. Gelecekten haber veren, hava şartlarını değiştiren, felaketleri önleyen,hastalan iyileştiren velilerde, Türk Şamanları âdeta yeniden hayat bulmuş gibidir. Atalar kültü ecdadın takdisine dayanır. Ecdattan yardım amacıyla korku ve saygıyla kurban kesilir, eşyaları ve mezarı kutsal sayılır, önceleri tekke edebiyatına giren velî kültü sonraları bütün halk şiirinde önemli yer tutmuştur (Köprülü,1966:32-33).

Her edebî gelenek, belli bir kültür birikimi, dünya görüşü ve inanç sisteminin, yaşam biçiminin sanatçılar tarafından özümsenip kendilerine özel bakış açılarıyla yorumlanmasıyla özgün anlatımlara kavuşur. Ozan- baksı edebiyat geleneğinin değişen zaman, zemin inanç sistemi dünya görüsü ve yaşama etkisiyle şekillenmesiyle Anadolu'da halk edebiyatı oluşmuştur (Günay,1988:101-104). Hicretin ilk yüzyılından itibaren bir zühd ve takva anlayışı içinde ortaya çıkmaya başlayan tasavvuf hareketi, miladi IX yy. dan sonra geniş ve renkli bir düşünce sistemi olmuştur XI. Yy.dan tarikatların kurulmasıyla tasavvuf bütün İslam alemine yayılmıştır (Ocak,1984:1).

Türklerin İslâmîyet'i kabul ettikleri IX. yy dan Tanzimata kadar süren edebiyatların da ortaya konulan eserlerin ortak niteliği, dini öz taşımalarıdır. İslâmiyet sonrası gelişen bütün edebiyatlarda İslâmî dünya görüşü hakimdir. Âşık tarzı edebiyatın klasik sekliyle örnekler verdiği 16. yüzyıl ve sonrasında dayandığı kültür birikimi nedeniyle eserler bütünüyle lâ-dini karakter taşımaz. Ortak coğrafyada yaşayan insanların duygu ve tasaları, değer yargıları bir birikim sonucu oluşur (Günay,1988:101-104).

Anadolu'da, yeni coğrafyada yeni bir kültür senteziyle oluşan Türk edebiyatı şu kaynaklara dayanıyordu: Kur'an ve hadisler, peygamber ve evliya hikayeleri, tasavvuf, Şehname, Arap, Fars ve Hint edebiyatlarından aktarılan çeşitli eserler ve bunlara ek olarak yerli ve millî malzeme, bu ortak malzemenin kazanılış, öğreniliş ve edebiyata yansıyış biçimi, Anadolu'da farklı Edebiyatların biçimlerinin doğmasına neden oldu. Bu nedenle aynı ortak kültür kaynağından beslenen Divan edebiyatı temsilcileri ile, halk edebiyatı temsilcilerinin dünya görüşleri, hayata bakış biçimi çok farklı olmamıştır.

Ozan-baksı geleneği diye adlandırabileceğimiz İslâmiyet öncesi Türk edebiyatı geleneği, Anadolu'da Osmanlı kültür ve üslubu içinde şekillenmiş yeni bir terkiptir. En belirgin ve etkili anlatım, İslâmiyet ve tasavvuftur. Tasavvuf, Anadolu'da diğer semavi dinlerin aksine bir doktrin olmakla kalmayıp bir yol, yaşam biçimi ve bütün edebiyatların etkileyici bir sanat haline gelmiştir (Günay,1988:101-104). Ozan-baksı geleneği İslâmiyet'ten sonra tasavvufi düşünce ve yeni yaşam, biçimiyle yerini yeni bir sanatçı tipine bırakmıştır (Günay,1993:20). İslâmiyet öncesi Türk edebiyat geleneğinin bir uzantısı olan Âşık edebiyatı, Bektaşî tarikatı mensupları arasında yayılıp gelişmiş ,yeni coğrafyada, yeni kültür ve dinin etkisi ile bir ölçüde değişerek yeniden şekillenerek gelişmiştir (Günay,1993:10). Farklı uygarlıklara ait kültürlerin oluşumu olan ozan-baksı geleneği her ne kadar âşık edebiyatını etkileyip beslese de millî öze bağlı ozan-baksı tipi, âşık tipinin prototipi değildir. Âşık tipi, Anadolu coğrafyasında, yeni bir kültürde İslâmî öze bağlı olarak oluşmuştur. Ozan -baksı geleneğinin özelliklerinden olan büyücülük, hekimlik ve din adamlığı gibi nitelikler, İslâmiyet'ten sonra terkedilmiştir. Âşık Edebiyatı klasik şekli ile 16. yüzyıldan itibaren yaygın bir şekilde yazalı kaynaklara aktarılmıştır. Bu edebiyatın ara örnekleri tespit edilememiştir. 15. yüzyılın ilk yansında Hurufîlik, Bektaşî tekkelerini oradan da Yeniçeri ocaklarına girince, zahirî bir tasavvuf rengi altında daha serbest bir görüşle din dışı ögeler şiire girdi. Bektaşî edebiyatından da âşık edebiyatının doğduğunu söyleyebiliriz. Âşık edebiyatında Bektaşî düşünce ve eğilimlerinin izleri gözlenir. Âşık Bektaşilik dışı tarikatlara mensup olsalar da Âşık tarzı edebiyatta Bektaşî edebiyatının ruh ve edası gözlenir (Günay,1993:10-18). Bektaşî edebiyatında İslâmiyet öncesi inanç sistemlerinin ve edebiyatının kuvvetli izleri görülür. Eski inanç sistemleri, kültürlerinin ayin ve törenlerine ait pratiklerin Anadolu'da yeni bir sentezle İslâmî şekil ve ruha dönüştüğünü görüyoruz. Bu sentez bir yaşam ve değerler bütününe dönüşmüş. Tekke ve âşık tarzı halk şiirini etkilemiştir. Divan şiirinde ise bir şiir imajı olarak etkisini göstermiştir.

On altıncı yüzyılda Alevî ve Bektaşî tarikatlarına yapılan baskı, dini pratiklerin gizli yapılmasına neden oldu. İslâmî kültür etkisiyle Türk kültürü yeni yurt edindiği Anadolu coğrafyasında yeni bir kültürel kimlik kazanınca millî öze bağlı, epik şiirler yazan ozanın yerini İslâmî öze bağlı lirik şiirler yazan âşık aldı. İslâmiyet öncesi kültüre ait bazı pratiklerin İslâmî renge bürünerek tarikatlara taşındığını görüyoruz. En kuvvetli etkiyi de Bektaşî edebiyatında hissediyoruz. Âşık tarzı Türk edebiyatı bir yönüyle İslâmiyet öncesi Türk şiirine diğer yönüyle Bektaşî şiirine dayanmaktadır. Anadolu'da oluşan yeni kültürel kimlik, halk şiirinde sanatçı tipini doğurmuştur. Epik şiir göçebe kültürünün Âşık şiiri de Anadolu yerleşik düzeninin ürünüdür. Epik şiir kaybolurken, lirik şiir ortaya çıkmıştır. Geleneğin süreklilik kazandığı yıllarda sanatçı adının âşık, hak âşığı, şair gibi adlarla ayrılması; Divan, tekke ve Âşık tarzı edebiyat sanatçılarının ortak kültür kaynağından beslenmelerine rağmen, farklı şiir çevrelerine mensup olmaları, farklı kitlelere seslenmeleri nedeniyle yollarının ayrıldığının önemli bir göstergesidir. Âşığın olağanüstü güçlerle donatılması, onu sanata hazırlayan dolu içme törenlerinin yapısı, bizi şaman kültürünün pratiklerine kadar götürür (Başgöz,1977:252-254).

Şehir kültürüne açık yerlerde klasik edebiyatın âşık edebiyatı üzerinde etkisi olmuştur. Bu hem dilde hem şiir imajlarında hem biçimde kendini gösterir. Âşık edebiyatı bir bileşim, bir sentezdir. Âşık mistik birlik arayan dervişle dans ve müzik eşliğinde şaman kültürünü sürdüren ozandan işlevsel olarak ayrılır. Onlar din dışı şiirler söyleyen eski ozan-baskı tipinin görevlerinden arınmışlardır. Bazen yalnızca halkı eğlendirme halkın sesini şiirlerinde duyurma işlevini üstlenirler (Başgöz,1977:254). Âşık soyut ve ulaşılmaz sevgili tipiyle mistiğe bağlanır. Klasik şiirin etkisiyle bazen güzelleri, klasik şiirin güzelini andırır. Âşık şiiri, Osmanlı toplumunun Anadolu'daki köklü kültür yapısı değişikliği nedeniyle eğitimli kitleyle halkın arasındaki kültür ve dolayısıyla farklı oluşan sanat çevresi ve beğeni farklılığından doğmuştur. Divan şiirinin, üst kültürün beslediği şiir olarak, kasabalarda üst kültürü yakalamış esnaf arasında bile yaygın olması, bizi halkla eğitimli kitle arasındaki çizgiyi belirlerken çok dikkatli olmaya itmektedir.

Aynı kültür kaynağından beslendikleri için disiplinler arasında ortaklıkların ve benzerliklerin olması kaçınılmazdır. Divan şairleri ve âşıkları güzeli ve güzellikleri anlatmak için çeşitli kurumlardan yararlanarak benzetme ögeleriyle sevgili ve çevresini anlatırlar. Bu ögeler divan ve halk şiirinin tarihsel gelişimi içinde belli kullanım kalıplan kazanarak, klişe mecazlar haline gelmiştir. Bunları da bir noktada belirleyen şiirin sunulduğu kültür çevresinin ortak beğenişidir. Göçebe topluluklar içinde yetişen âşıklarda göçebe kültürü etkisiyle göçebe yaşamın ve doğal çevrenin etkisi görülür. Köy ve kasaba kültürünün etkisiyle yetişen âşıklar üzerinde çevrelerine ait özelliklerin varlığı dikkati çeker (Artun,1995:61-65). Ortak kültür kaynağından beslendikleri için divan ve halk edebiyatı şairleri aynı mazmun, mecaz ve benzetme ögelerini küçük değişiklikler yaparak ortaklaşa kullanmışlardır. Benzetme ögesinin çerçevesini millî kültür ve halkın beğenisini belirler. Âşıklar ortak benzetmeler dışında kendilerine özgü benzetmeler kullanmışlardır.

Âşıklar; tabiatı, insanı ve olayları, konuşma dilinin rahatlığı içinde, özgün imgelerle anlamlandırırlar. Âşık Ömer, Gevheri ve Dertli gibi divan şiiri etkisinde kalan, divan şiiri çerçevesinde yaşayan âşıklarda divan edebiyatının yoğun etkisi görülür. Bu âşıklarda tam anlamıyla divan şiirinin havasını, tekniğini ve ruhunu bulamazsak da klasik şiirin şekil, ölçü ve temalarıyla divan oluşturacak biçimde şiirler yazıldığını görüyoruz. Osmanlı kültürünün merkezi olan İstanbul da âşıklık geleneği, klasik müzikten de ögeler almış, klasik Türk müziği makamları ve aruzlu şekiller âşık fasıllarında önemli yer tutmuştur. Klasik şiir çerçevesinden uzak yaşayan âşıkların, şiirlerinde şiirin merkezine güzellikleri ve bunlara bağlı heyecanı ve duyarlılığı koyup çevrelerini dekor olarak aldıklarını ve doğayla bezediklerini görüyoruz. Âşıkların duygusallığı, hayatı algılamaları ve anlatmalarıyla daha çok yaşanan duygulan anlattıkları izlenimini ediniyoruz (Artun,1995:62).

Âşıklar dini-tasavvufi tarzda şiirler yazmasalar da İslâmiyet kültürü ve Tanrı birliğine varma yollarım arayan görüşler bütünü olan tasavvuftan etkilenmişlerdir. Tasavvufun âşık ve divan şairlerine etkisi onları ortak bir dünya görüşünde birleştirir. Âşık anlayışları, rintlik düşünceleri, ölüm ve hayat karşısındaki tavırları benzerdir. Tasavvufta aşk Tanrıyla bütünleşmektir.

Dünyevi aşk geçicidir, kişiyi olgunlaştırır, nefsi eğitir. Maddî aşk, manevî aşka geçişte bir basamaktır. Âşıklar tasavvuf kültürü etkisiyle kendilerini bahtsız, sevgiliyi erişilmez ve vefasız görürler. Divan şairinin aksine aşıklarda "aşk baki, yâr fanîdir. Âşık, divan şairi gibi yârini ellere kaptırma kaygısını yüreğinde taşır. Divan şairlerinin vuslatsız, paylaşmaya aşkın acılarıyla yaşamlarına karşın âşıklar, sevgiliye ve vuslata taliptir. Felekten yakınmalarına rağmen yaşama sevinci gözlenir. Âşık köklü bir dini eğitim alamamıştır. İslâmiyet kültürü etkisiyle dünyanın güzellikleri yanı sıra cenneti de ister. Şiirlerinde İslâmî motiflere, inanç esaslarına, ibadetlere, hukuka ve ahlak konularına değindiğini görürüz (Artun,1995:65).

Türkiye, Tanzimat'la birlikte doğu uygarlık dairesinden batı uygarlık dairesine geçiş kararı almıştır. Bu kararla birlikte kültür değişiklikleri yeni bir kültür sentezine doğru yönelmiştir. Âşık edebiyatı bireysel bir edebiyat olduğu kadar bir gelenek edebiyatıdır. Çağlar boyu halk şiirinin temsilcileri olan âşıklar son zamanlarda eski yaşam biçimini değişmesiyle azalmaya başladı. Sosyal yaşam değişince ona ait uzuvların değişmesi de doğaldır. Her edebî şekil, düşünce, belirli bir topluluğun belirli bir zamanda oluşturduğu üründür. Âşık şiirinin son yıllarda büyük kentlerin kenar mahallerinde, kasabalarda ve köylerde az da olsa seslenecek bir kitle bulabilmektedir. Köyden kente hızlı göç, şehre giden köylünün şehir kültürüyle tanışmasını sağlamıştır. Aynı zamanda iletişim araçları sayesinde aydın kültürü ile köy kültürü arasındaki açı hızla kapanmaktadır. Bu hızlı değişimden âşık şiiri de etkilenmiştir. Âşıklar doğaçlama yerine yazarak şiir yazmaya başlamışlardır. Bu durum, geleneğin kendilerinde sunduğu hazır gereçlerden kurtulmalarına yol açmış ve kişisel yaratıyı yakalamalarını sağlamıştır. Bu hızlı değişme ile tapşırma geleneği de ortadan kalkmaya başlamıştır. Âşık şiirinin konularım geleneksel konuların yanı sıra, kent kültürünün ögeleri de girmeye başlamıştır. Bugün gelenekten geriye halk şiirinin şekil özellikleriyle şiir -müzik beraberliği kalıyor dense yanlış olmaz (Başgöz,1977:256-258).

Cumhuriyet sonrası yaşanan hızlı kültür değişimi âşıkları etkilemiştir. Bugün âşıklar her geçen gün halk kültüründen ve âşık edebiyatı geleneklerinden kopuyorlar. Kültür topluluğu, dünya görüşü ve buna bağlı olarak davranışlarıyla bir zaman boyutundaki sürekli bir oluşumdur. Statik değil dinamiktir. Bu da bize bir kültürde oluşan eserlerin çağın kültürüne göre nasıl şekillendiğini gösteriyor. Her geçen gün biraz daha halk kültüründen kopan âşıklar, belli edebiyat ve düşünce akımlarının temsilcisi olduklarından bu gelenek sona erecektir
kaynak ...
TEKSİLAHJ0RDAN - avatarı
TEKSİLAHJ0RDAN
Ziyaretçi
14 Ocak 2009       Mesaj #8
TEKSİLAHJ0RDAN - avatarı
Ziyaretçi
“Dil” üzerine şeyler sarfedeceğim. Çünkü “dilimiz geleceğimizdir”, olmazsa olmazlarımızdan ve Edebiyatımızın temel taşlarından biridir.
Dil, hiç şüphesiz, milletimizin tarih sahnesinde var olması geleceğimiz acısından bugün önemli meselelerimiz arasında yer almaktadır. Konunun önemini ifade etme bakımından, mevzuyla ilgili bir şeyler söyleyebilmemiz ve yazabilmemiz için, aslında dilin mahiyetinin ne olduğuna, neleri kapsadığına, tarihi süzgeçten geçip günümüze kadar nasıl geldiğine, istikbalimiz açısından onun olmazsa olmazımız olup olmadığına bakmamız ve buna göre değerlendirmemiz gerekmektedir.
Dil, varlığın kendi var oluşunu ifade etmesi açısından olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Her ne kadar o, seslerin, hecelerin, kelimelerin ve cümle gruplarının anlamlı ve ahenkli bir şekilde bir araya geldiği bir semboller bütünü olsa da, onu milletlerin varlığı, devamlılığı ve geleceği açısından değerlendirdiğimizde dil; bir milletin kendisini, yaşayışını, kültürünü, inancını, devlet anlayışını, tarih şuurunu, geleneklerini, göreneklerini, eğitimini, teknolojisini, mimarisini, musikisini, yeme-içme şeklini, giyimini, mutfak kültürünü, yatmasını, kalkmasını; başka bir ifadeyle folklorunu; iç ve dış dünyasını söz ve yazıyı kullanarak ifade ettiği, asla vazgeçilmesi mümkün olmayan şah damarı niteliğinde bir unsurdur.
Ünlü düşünür Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” İfadesindeki gerçekle, dilin sadece düşünceyi aktaran kuru bir ifade unsuru olmadığını, aynı zamanda dilin, kişinin dünyayı algılama biçimi olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan dil, düşünce şeklimizle de yakından ilgilidir.
Yüksek düşünen insan, şüphesi yüksek şeylerden bahseder ve bunu ince bir üslupla ve ahenkli bir şekilde, dili de vasıta kılarak gerçekleştirir.
Bugün toplumumuzda hemen her alanda ifade şekillerimiz adeta arabeskleşmiş ve karmaşık bir yapı içine girmiştir. Bu nedenle kendimizi ifade etme biçimimiz de değişmiştir. Bu durum düşüncede, aşklarımızı ifade etmede, şiirlerimizde, edebiyatta, mimari ve güzel sanatlarda yozlaşmaya kadar giderek kendini göstermektedir. Oysa ki bir millet, kendi düşüncelerini, hayat biçimini hiçbir şeyin tesiri altında kalmaksızın ifade edebileceği kadarı ile hürdür. Bu manada hürriyetin sınırı da, toplumun ve onu oluşturan kişilerin inanmış oldukları değerler bütünüyle yakından alakalıdır. Dile bu açıdan baktığımızda, dil; bir değerler bütünün yazıyla veya sözle, işaretlerle, sembollerle ifade edilme şekli olarak karşımıza çıkar.
Dil, bir millet için çok şey ifade eder. Çünkü o doğrudan doğruya milleti ifade etmektedir. Millet ise, Yavuz Bülent BAKİLER’in ifadesiyle, “edebiyatı olan bir topluluktur.” Ona göre edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa edebiyatımız olmaz. Yine dünya çapında bir sanatkar olan Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un da ifadesiyle, “millet edebiyatından tanınır.” Edebiyat ise varlığını dile borçludur, millet de edebiyatıyla vardır. Edebiyat da bizi var eden unsurları, birtakım değerleri tümüyle birden içeren bir özellik taşımaktadır. O geçmişten günümüze bir köprü kuran vasıtadır.
Biz dili her yönüyle işleyen edebiyat sayesinde Dede Korkut’u, Ahmet Yesevi’yi, Yunus’u, Mevlana’yı, Pir Sultan Abdal’ı, Karacaoğlan’ı, Baki’yi, Süleyman Çelebi’yi, Mehmet Akif’i, Koca Sinan’ı, Dede Efendi’yi, Itrı’yi… ve tarihin ötesindeki nice şahsiyetleri; aynı zamanda yine edebiyat sayesinde geçmişten günümüze aktarılan kahramanlık şiirlerini, destanları, gazelleri, tarihi hikayeleri ve bunlar gibi pek çok şeyi öğreniyoruz.
Dil meselemiz, dünya üzerindeki varlığımızı, millet olan vasfımızı devam ettirebilmemiz ve diğer milletler yanındaki medeniyet yarışında bizde varız diyebilmemiz açısından hayati derecede önem arz eden bir unsur durumundadır.
Bugün bizim toplumuz, ne yazık ki gereği kadar üretemeyen bir toplum durumuna düşmüştür. Halbuki toplumun ayakta kalabilmesi, elde ettiği başarılara bağlıdır. Başarıları elde etmenin yolu ise düşünceden geçmektedir. Zihni alanımızın üretken olması, felsefede, bilimde ve sanatta günümüz itibariyle yeteri derecede başarı sağlayamamış olmamız, toplumumuzun geleceği açısından varlığımızı devam ettirme şansımızı menfi yönde etkilemektedir. Kişi, düşüncelerini ancak kelimeler vasıtasıyla bir başka kişiye aktarır. Düşündüğü içinde dili kullanır. Düşünme geleneğinin etkinliğini yitirmeyen toplumların dili daha gelişmiştir; kavram yapısı daha sistematiktir. Bunun sonucu olarak da bu toplumlarda bilim, sanat ve felsefe gibi insani faaliyetler daha gelişmiştir. Böylesi toplumların kültürel mirasları ve birikimleri daha fazladır.
Dilin gücünü belirleyen şey felsefi düşüncenin ve ilmi üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken olamayan, tembel olan bir toplum, ihtiyaçlarını başka toplumların ürettiklerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasi ve iktidasi alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzülmeye, giderek yok olmaya götürür, bu da milletler için felakettir.
Bugün konuştuğumuz dilin geçmişe nazaran söz dağarcığı da o kadar fakirleşti ki, adeta dumura uğradı. Küçüldü ve büzüldü. Bunun neticesinde düşüncelerimiz, gönüllerimiz, hayallerimiz, beyinlerimiz, fikir dünyamız ve kapasitemiz de küçüldü. Toplum olarak adeta zirveden dibe vurduk. Böyle giderse bir kabile dili kadar kelime kadrosuyla konuşacak, konuşamadığımız şekilde yazacak, yazdığımız şekilde düşünecek, düşünemediğimiz şekilde yabancılaşacağız. Bu durum farkında olmasak da kendi kendimizi reddetmeye kadar gidecek. İşte bu, millet olmayı reddetmektir.
Küreselleşen dünyada milli kültürümüz, örfümüz, adetimiz, giyim şeklimiz, değer yargılarımız gün geçtikçe yozlaşmaktadır. Kitle iletişim araçları ve kültürel yozlaşmayı tetikleyen odaklar tarafından milliği benliğimiz erozyona uğratılmış, bunun sonucunda kültürel farklılaşma hız kazanmıştır. Bu durum kültüre çok kötü yansımıştır. Oysa dil meselesi ihmale gelmez. Dil ki milletin kalbidir. O kalpteki her kriz, millet bünyesini ölüme yaklaştırır. Bunun için büyüklük iddiasındaki bütün milletler, halkıyla, devletiyle, dillerini koruma ve onu zenginleştirme yolunda şuur sahibidirler. Şayet dilimiz, insanlarımızın birbirlerini anlayamayacağı hale gelirse bunun neticesi olarak insanımız birbirlerine yabancılaşacak, bu da asla istemediğimiz, zikretmeden dahi kaçındığımız sonuçlar doğurabilecektir.
Dolayısıyla güzel dilimizin doğru bir şekilde yaşanması ve yaşatılması, tarihimizin ve kimliğimizin yaşamasıdır. Bunun da garantisi Türkiye’nin dünyadaki itibarının ve haysiyetinin yeniden kazanılmasına bağlıdır.
Dilimize “deryada bir damla” misali katkıda bulunabilirsem kendimi mutlu sayabileceğim.

rengarenk - avatarı
rengarenk
Ziyaretçi
11 Şubat 2009       Mesaj #9
rengarenk - avatarı
Ziyaretçi
Ana dil sevgisi niçin önemlidir?
ve küçük bir çocuğun yazdığı bir öykü istiyorum
rengarenk - avatarı
rengarenk
Ziyaretçi
11 Şubat 2009       Mesaj #10
rengarenk - avatarı
Ziyaretçi
aaaaaa cvp yazan yokmu yaw

Benzer Konular

8 Aralık 2013 / misafir Soru-Cevap
7 Kasım 2013 / ödev başında Soru-Cevap
1 Ekim 2011 / zİYA Soru-Cevap