Arama

Milli Mücadele hakkında bilgi verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 15 Kasım 2017 Gösterim: 98.154 Cevap: 5
osman - avatarı
osman
Ziyaretçi
17 Aralık 2008       Mesaj #1
osman - avatarı
Ziyaretçi
Milli Mücadele hakkında bilgi verir misiniz?
EN İYİ CEVABI Daisy-BT verdi
Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi, Türk İstiklâl Harbi, Millî Mücadele olarak adlandırılan I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin İtilaf Devletlerince'nce işgali sonucunda, Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadeledir. 1919 - 1923 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona ermiştir.
Kurtuluş Savaşı, dört belirgin döneme ayrılabilir:
Sponsorlu Bağlantılar
  1. I. Dünya Savaşı sonrası dönemi: Mondros Mütarekesi'nin yürürlüğe girdiği 31 Ekim 1918'den, Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu'ya yola çıktığı 19 Mayıs 1919'a kadardır
  2. Örgütlenme dönemi: 19 Mayıs 1919'dan, Ankara'daki Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 23 Nisan 1920'ye kadardır.
  3. Hakimiyetin sağlanması dönemi: 23 Nisan 1920'den, Londra Barış Konferansı'nın ikinci safhasının başladığı Mart 1922'ye kadardır.
  4. Barışın sağlanması dönemi: Mart 1922'den, Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923'e kadardır.
BAKINIZ Türk Kurtuluş Savaşı (İstiklal Harbi)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 15 Kasım 2017 22:43
ressam91 - avatarı
ressam91
Ziyaretçi
17 Aralık 2008       Mesaj #2
ressam91 - avatarı
Ziyaretçi
MİLLİ MÜCADELE (ULUSAL SAVUNMA): 19 MAYIS 1919
19 Mayıs 1919 tarihi, Türk İstiklâl Harbi’nin hukuken, siyâseten ve bir anlamda fiilen başladığı tarihtir. Milletin kendi istiklâlini kurtarmak yönünde kendi azim ve kararını ortaya koyduğu bir tarihtir. Bu tarihten sonra Anadolu’da Kuvâ-yı Milliye derlenip toparlanacak ve Hâkimiyet-i Milliye’nin idâmesi için mücâdeleye başlanacaktır. Mücâdele neticesi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmadan önce tasarladığı vechile yıkılan bir imparatorluktan yepyeni ve millî bir Türk devleti hayat bulacaktır. Bu itibarla 19 Mayıs tarihi, Türk tarihinde mümtaz bir mevkie sahiptir.
Sponsorlu Bağlantılar

Atatürk Nutuk’a, “1919yılı Mayısının 19 uncu günü Samsun’a çıktım. Umumî durum ve manzara Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu grup, Dünya Savaşı’nda yenilmiş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şartları ağır bir ateşkes anlaşması imzalanmış. Büyük Harbin uzun yılları boyunca, millet yorgun ve fakir bir halde...” diye başlar ve kısaca bir durum tespitinde bulunur. Sonra düşünülen kurtuluş çarelerini sıralar ve şunları söyler:

“Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da millî hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız, bağımsız yeni birTürk Devleti kurmak...İşte İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da, Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulanmasına başladığımız karar, bu karar olmuştur...Türk’ün haysiyeti ve gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, mahvolsun daha iyidir. Öyleyse ya istiklâl ya ölüm!”

1905 yılında Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal, aynı yıl merkezi Şam’da bulunan V. Ordu’ya tâyin oldu. Şam’a giderken Beyrut’taki arkadaşlarına,“Asıl mesele yıkılmak üzere bulunan imparatorluktan bir Türk devleti çıkarmaktır.” Diyen Mustafa Kemal, 1907’de özetle şu görüşleri ifade ediyordu:“Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicâmını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun gövdesi üzerinde değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde, düşmanların yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve halbuki geniş bir saha işgal eden devletin bütün varlığı ve müdâfası “Türk’ün omuzlarına yüklenmiş, Hıristiyan azınlıklar ise, yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek,Türk’ten başka unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar.

Şu halde devlet gövdesinin çökmesiyle hâsıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı, yoksa çoğunluğu Türk olan millî sınırlara çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak?Ben selâmeti ikinci fikrin tatbikinde görüyorum.”

Mustafa Kemal’in Birinci Dünya Harbi’nden kısa bir süre önce ileri sürdüğü isâbetli fikirler,Osmanlı Devleti’nin son on yılında iktidara sahip İttihat ve Terakki hükümeti tarafından başarılı bir şekilde tatbik edilebilseydi, devlet daha o zaman kurtarılabilirdi. Tarihin akışını anlamayan İttihat ve Terakki liderleri bu cesareti gösteremediler.

I.Dünya Harbi’ne girilmesi, büyük kayıplar bir yana, devletin sonu olmuş, bu devlet içinden yeni bir Türk devleti çıkarılmasını da iyice zorlaştırmıştır. Dört yıl süren savaştan yenilmiş olarak çıkan devlet, 30Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütarekesi’ni imzalamak zorunda kalmıştır. Mütârekenâme’nin meşhur 7. maddesi ile “Müttefikler güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkını” elde etmişlerdi. Osmanlı ordusu terhis edilir; silâh ve cephânelere el konulur. Müttefiklerin,Mütâreke maddelerini isteklerine uygun bir tarzda uygulamaya başlamaları, hatta Mütâreke maddeleri hükümlerine aykırı olmasına rağmen, bir çok yerde işgale başlamaları, Mondros Mütârekesi’nin ihtiva ettiği şartlar ile yetinmeyeceklerini ve aralarında yaptıkları gizli anlaşmaların hükümlerini açıkça uygulayacaklarını gösteriyordu. Başka bir ifade ile Müttefiklerin Osmanlı topraklarını parçalamak emelinde oldukları açıktır.

Müttefiklerin Anadolu’yu parçalayacaklarını çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütârekesi yapıldıktan sonra Kasım ayı ortalarında İstanbul’dadır. Millî Mücadele’ye hazırlanan Mustafa Kemal,İstanbul’da bulunduğu sıralarda, devletin içinde bulunduğu durumun muhâsebesini yapıyordu.

Mondros Mütârekesi yapıldıktan hemen sonra İngilizlerin,“Samsun’da Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahâlinin silâhlandırıldığı” yönünde şikâyetleri vardır. Mustafa Kemal Paşa, Nisan ayı sonlarında âsâyişin herhangi bir sûrette bozulmasını önlemek için,Samsun bölgesinde huzur ve sükûnun yeniden sağlanması, silâhların toplanması ve şâyet varsa mevcut şûraların kapatılması yetkilisiyle 9.Ordu Genel Müfettişi olarak Anadolu’ya gönderiliyordu. Mustafa Kemal Paşa, Nezâretten çıkarken,“Heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmağa hazırlanan bir kuş gibi idim.” diyordu.

Samsun’a ayak basmasından hemen sonra Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirilme gerekçesine mugayir hareketlerini gören İngiliz yetkililer endişelidirler. 6 Haziran 1919’da Karadeniz’deki İngiliz Deniz Kuvvetleri Komutanı General Milne, Üçüncü Ordu Müfettişi’nin faaliyetleri hakkında Osmanlı Harbiye Nezâreti’ne şikâyette bulunmakta ve karışıklıklara sebebiyet veren bu kişinin geri çağrılmasını talep etmektedir. Amiral Calthorpe da bir kaç gün sonra aynı anlamda teşebbüste bulunur. Harbiye Nezareti’nce bu talebe boyun eğilir ve Mustafa Kemal’e en kısa zamanda İstanbul’a dönmesi emredilir. İstanbul’dan azledildiğine dâir telgraf yola çıktığı anda, O da Harbiye Nezareti’ne ve Sultana sadece müfettişlik görevinden değil, aynı zamanda ordudan da istifa ettiğini bildirir. Artık sâde bir vatandaştır ve elinde hiç bir güç yoktur. Ancak O, mücâdele edeceği milletleri bildiği kadar, birlikte yürüyeceği milletini de çok iyi tanımaktadır. Bunu,“Ben 1919 senesi Mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün elimde hiç bir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asâletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek yola çıktım.” sözleriyle ifade edecektir. Nitekim, kısa bir süre sonra her taraftan sevgi ve bağlılık mesajları gelir. Kazım Karabekir Paşa bizzat gelerek, “Size askerlerimin ve subaylarımın saygılarını iletirim. Geçmişteki gibi her zaman bizim saygı değer komutanımızsınız. Size resmî otomobilinizi ve süvari muhafız takımını getirdim. Hepimiz emrinizdeyiz Paşam.” der.

Temmuz 1919’da Erzurum’a gelen Mustafa Kemal Paşa, görevinden ve askerlikten 8 Temmuz 1919’da istifa etmiştir.Samsun’a çıkışından henüz bir buçuk ay gibi kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen bu süre içerisinde yaptığı faaliyetler ve verdiği mesajlar, başta İngilizler olmak üzere müstevlilerin bütün hesaplarını bozacak mâhiyettedir. Bir hafta kadar Samsun’da kaldıktan sonra Havza’ya geçen, oradan Amasya’ya giden Mustafa Kemal Paşa, gerçekten de müfettişlik görevi dışında memleketin muhtelif yerlerinde cereyan eden olaylar ve özellikle Anadolu’da başlayan işgallerle ilgilenmeye, bildiriler yayınlamaya, yazışmalar yapmaya başlamıştır. Gönderdiği genelgelerinde, İzmir ve bunu takiben Manisa ve Aydın’ın işgalinin ilerideki tehlikeyi daha açık olarak hissettirdiğini, kabulü mümkün olmayan bu durum karşısında büyük ve heyecanlı mitingler yapılarak gösterilerde bulunulması ve tepkilerin dile getirilmesini ister.

Bu yazılarındaki ifadelerden Mustafa Kemal Paşa’nın doğrudan millet adına hareket eden ciddi bir devlet adamı ve lider olarak hareket ettiğini anlamaktayız. Samsun’dan Amasya’ya geçen Mustafa Kemal 21/22 Haziran 1919 gecesi meşhur Amasya Tamimini yayınlar.

Amasya Tamimi’nin maddeleri incelendiği zaman millî devlet kavramının ihtiva ettiği mânayı bulmak mümkündür. Zaten Amasya Tamimi’nden, Erzurum Kongresi-Sivas Kongresi-Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve Cumhuriyet’in ilânına kadar giden hareket çizgisi tamamen bu fikir ile kâim olmuştur. En önemlisi tamimde belirtilen “istiklâlin yine milletin azim ve kararıyla kurtarılacağı” ifadesidir. Böylece “İrâde-i Milliye” ve “Hâkimiyet-i Milliye” esası artık Millî Mücâdele ve Türk Devleti için temel ve sarsılmaz bir âmil olmuştur. Ayrıca, hukukî zemini hazırlayacak olan millî bir heyetin toplanması kararı da tarihî bir karar olmuştur.

İstiklâl Harbi başladıktan sonra millî bir devletin kurulması görüşü resmen ilk defa Misak-ı Millî’de yer almış, bu görüş önce Erzurum Kongresi’nde kabul edilip, sonradan Sivas Kongresi’nde genişletilerek 28 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan tarafından tasvip edilmiştir. Bu itibarla Misâk-ı Millî, İstiklâl Harbi’nin siyasî ve askerî hedeflerini gösteren bir belge olmuştur.

Burada önemli bir hususun da ilâve edilmesinde fayda vardır. Tam bağımsız bir millî devlet kurmak fikri, işin başından beri Mustafa Kemal Paşa’nın amaçları arasındadır.“Hürriyet ve İstiklâl benim karakterimdir... bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve bekâ bulabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve istiklâline sahip olması ile kâimdir...Ben yaşayabilmek için müstakil bir milletin evlâdı kalmalıyım. Bu sebeple Millî İstiklâl bence bir hayat meselesidir. Milletin ve memleketin menfaatleri gerektirdiği takdirde, milletlerden her biri ile dostluk ve siyasî münâsebetleri takdir ederim. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.” Diyen Atatürk, Haziran 1919’da Franklin Bouillon ile yaptığı görüşme sırasında “İstiklâl-i Tam” hakkında şunları söylemişti:“İstiklâl-i tam, bizim bugün deruhte ettiğimiz vazifelerin ruh-ı aslîsidir. Bu vazife bütün millet ve tarihe karşı deruhte edilmiştir.... Biz; yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya tebaiyet yüzünden bu evsaftan mahrum kalmağa tahammül edemeyiz. ... İstiklâl-ı tam denildiği zaman, bittabi, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, harsî ve ilâ... her hususta istiklâl-i tanı ve serbesti-i tam demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden mahrumiyet millet ve memleketin, mânâ-yı hakikiyesiyle bütün istiklâlinden mahrumiyeti demektir.”

Bütün bu bilgilerden anlaşılacağı gibi, 19Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkması Türk tarihinin bir dönüm noktasıdır. Bu olay ile Türk Millî Mücadelesi fiilen başlamış oluyordu. Zira Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışından itibaren yürüttüğü faaliyetler tamamen millî bir Türk devleti kurmaya matuf faaliyetlerdir. Bu olay ile Türk Millî Mücadelesi de liderini bulmuş oluyordu. Bu itibarla Büyük Zafer’e giden yolun başlangıcı “19Mayıs”tır ve bu eşsiz mücadeleyi başlatan da “Atatürk” olmuştur. Zaferden sonra da tam istiklâlini ilân eden yeni bir Türk Devleti kurulmuştur.

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 15 Kasım 2017 22:43
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
23 Ekim 2010       Mesaj #3
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi, Türk İstiklâl Harbi, Millî Mücadele olarak adlandırılan I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Osmanlı Devleti'nin İtilaf Devletlerince'nce işgali sonucunda, Misak-ı Milli sınırları içinde ülke bütünlüğünü korumak için girişilen çok cepheli siyasi ve askeri mücadeledir. 1919 - 1923 yılları arasında gerçekleşmiş ve 11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile fiilen, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen sona ermiştir.
Kurtuluş Savaşı, dört belirgin döneme ayrılabilir:
  1. I. Dünya Savaşı sonrası dönemi: Mondros Mütarekesi'nin yürürlüğe girdiği 31 Ekim 1918'den, Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu'ya yola çıktığı 19 Mayıs 1919'a kadardır
  2. Örgütlenme dönemi: 19 Mayıs 1919'dan, Ankara'daki Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 23 Nisan 1920'ye kadardır.
  3. Hakimiyetin sağlanması dönemi: 23 Nisan 1920'den, Londra Barış Konferansı'nın ikinci safhasının başladığı Mart 1922'ye kadardır.
  4. Barışın sağlanması dönemi: Mart 1922'den, Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923'e kadardır.
BAKINIZ Türk Kurtuluş Savaşı (İstiklal Harbi)
Son düzenleyen Safi; 15 Kasım 2017 22:44
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Kasım 2012       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürk Türk milletine çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi hatta bu düzeyi aşmayı amaç olarak göstermiştir. Çünkü o Türk toplumunda çağdaşlaşmayı her şeyden önce bir "yaşam davası" bir "var olma mücadelesi" kabul ediyordu. Atatürk "Büyük davamız en uygar ve en refaha kavuşmuş millet olarak varlığımızı yükseltmektir" diyor ve bu hususu "Türk milletinin dinamik ideali" olarak gösteriyordu. Onun içindir ki Büyük Önder'in hemen bütün konuşmalarında uygarlık ve çağdaşlaşma üzerinde önemle ve ısrarla durduğu görülür.

Çağdaşlaşma -bir genel tanım yapmak gerekirse- her bakımdan içinde bulunduğumuz zamanın gereklerini benimseme o gereklere uyma o gerekleri yerine getirme demektir. Bir diğer ifade ile gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından çağın gerektirdiği yaşam şekline geçme geçebilme demektir. İleri ülkeler gösterdikleri siyasal sosyal kültürel ve ekonomik gelişmelerle içinde bulundukları çağın uygarlığını temsil etmek üzere belli bir düzey çizerler. İşte bu düzey "çağdaş uygarlık düzeyi"dir. Bir ülkenin bir milletin çağdaş olup olmadığı yaşadığı zamanın uygarlık düzeyine yakınlığı bu uygarlık alanına dahil oluşu ile ölçülür. Atatürk'ün "Memleketler çeşitlidir; fakat uygarlık birdir ve bir milletin ilerlemesi için de bu tek uygarlığa katılması gerekir."32 sözü bu anlamda kullanılmıştır.

Atatürk uygarlığı bir milletin devlet yaşamında fikir yaşamında ve ekonomik yaşamda gösterdiği ilerlemelerin bileşkesi olarak tanımlıyordu. Bu anlamda bir uygarlık anlayışının "kültür"le eşdeğer olduğunu ondan ayrılamayacağını söylüyordu.33 "Millî kültürümüzü çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkaracağız."34 sözünde millî kültür geniş anlamda kullanılıyor Türk milletinin devlet yaşamında fikir yaşamında ve ekonomik yaşamda gösterdiği düzey yani Türk milletinin uygarlığı amaçlanıyordu.

Atatürk'e göre "Dünya'da her milletin varlığı değeri özgürlük ve bağımsızlık hakkı ancak gösterdiği ve göstereceği uygar eserlerle orantılıdır. Uygar eser meydana getirmek yeteneğinden mahrum milletler özgürlük ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkûmdur."35 O halde "Uygarlık yolunda ilerlemek ve başarı kazanmak yaşamın şartıdır."36

İşte bu gerçekçi düşüncelerin ışığında Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Türkiye'yi kalkındırmak Türk milletini hakkı olan uygar düzeye ulaştırmak genç Türkiye Cumhuriyeti'nin "var olma savaşı"nda en önemli konuyu oluşturuyordu. Diğer taraftan büyük askerî zaferleri takiben Lozan'da bağımsızlığını onaylatan yeni Türk Devleti'ni bütün dünya çağdaş nitelikleriyle görmek çağdaş nitelikleriyle benimsemek istiyordu. Kendi içine kapanmış çağın yeniliklerinden uygarlığın gereklerinden uzaklaşmış bir Türkiye şüphesiz ki çağdaş dünya ölçüleri içinde saygı göremez önem kazanamazdı. Büyük Önder bu gerçeği gördüğü içindir ki: "Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çabamız Türkiye'de çağdaş batılı bir hükümet kurmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de batıya yönelmemiş millet hangisidir?"37 sözleriyle çağdaşlaşma özlemini dile getiriyordu.

O halde ne yapılacaktı? Yapılacak iş şu idi: Çağdaş milletler çağdaşlık niteliğini her türlü dogmatik unsurdan sıyrılarak ancak bilim ve teknoloji kurallarını kendilerine rehber edinerek kazanmışlardı. O halde Türk milletine de her alanda yol gösterecek onu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştıracak tek rehber bilim ve teknik idi. Bilim ve teknik rehber alınmadıkça onun kuralları ve yöntemleri benimsenmedikçe hiçbir alanda ilerlemekten söz edilemezdi. Bu bakımdan Atatürk'e göre "İlim ve tekniğin dışında kılavuz aramak dalgınlıktı bilgisizlikti doğru yoldan ayrılmaktı."38 İşte Atatürk'ün çağdaşlaşma modeli temelde bu esasa dayanır.

Büyük Önder bu konuda düşüncelerini şöyle özetlemektedir: "Gözlerimizi kapayıp yalnız yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp dünya ile ilgisiz yaşayamayız. Tam tersine ileri uygar bir millet olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız. Bu yaşam ancak bilim ve teknikle olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her millet bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur."39 İşte Atatürk'ün bize çağdaşlaşmanın yolunu ve yöntemini gösteren ölmez sözleri...

Kurtuluş Savaşı'ndan sonra toplumumuzu ve sosyal durumumuzu göz önünde canlandıran bir tablo çizmek gerekirse bunun pek de iç açıcı olmadığı görülür. Ama bütün bu güçlüklere rağmen çağdaş bir toplum yaratmakta Atatürk'ün nasıl çalıştığı nasıl olağanüstü bir çaba harcadığı hepimizin malûmudur.

Atatürk çağdaşlaşma hareketini başlattığı büyük devrimlerine giriştiği zaman Türk toplumu -yüzyılların ihmali olarak- batıdan çok gerideydi. 1925'lerde yaptığı bir konuşmada bunu kendisi de söyler: "Birbirimizi aldatmayalım! Uygar dünya çok ilerdedir. Buna yetişmek ve o uygarlık alanına girmek zorundayız"40 der. Gerçekten o yıllarda batı uygarlığı ile aramızdaki mesafe büyüktü. Memleket baştan-sona kadar bakımsız ve harabe idi. Ulaşım imkânları yol ve araç son derece kısıtlı idi. Özellikle ekonomik yaşamımız çağdaş ölçülerden çok uzaktı. Ölüm kalım savaşından çıkmış malî kapitülâsyonları yeni üzerinden atmış bir memlekette ekonomi millî bir atılıma gerek gösteriyordu.

Hukuk düzenimiz şeriat esaslarına Mecelle'ye dayanıyordu. Oysaki günün gereklerine uygun lâik bir hukuk düzeni getirmek bu amaçla yeni yasalar yapmak ve uygulamak gerekiyordu. Yine bu yıllarda eğitimimiz kültür yaşamımız esaslı bir devrime gerek gösteriyordu. Geniş kitle okuldan eğitimden nasibini almıştı. Okuma yazma bilenlerimiz yok denecek kadar azdı. Genç kuşakları yüzyılın gereklerine göre yetiştirebilmek için bilimin ve teknolojinin ışığında lâik ve millî bir eğitim sistemine gerek vardı.
Çağdaş Türk biliminin temellerini atacak olan üniversitemiz -o zamanki ismiyle Darülfünun- batılı anlamda esaslı bir düzenlemeye gerek gösteriyordu. Darülfünunu doğulu renginden kurtararak modernleştirmek ona millî ve çağdaş üniversite niteliğini kazandırmak Türk Devrimi yönünden büyük önem taşıyordu.

Bir diğer sosyal sorun Türk kadını yüzyıllar süren bir ihmalin sonucu olarak toplum yaşamının dışında bırakılmıştı. Kadın siyasal hakları şöyle dursun sosyal ve hukuksal haklarından da mahrumdu. Oysaki uygarlık yolunda yükselme adımlarının kadın ve erkek her iki cins tarafından beraber atılması; beraber yol alınması gerekiyordu.

İşte bütün bu eksiklere bütün bu güçlüklere rağmen Atatürk görmüş ve sezmiştir ki uygarlık savaşında her şeyden önce esas ve önemli olan çağdaşlaşmayı önleyici düzeni ortadan kaldırmak yerine insanca yaşamanın yollarını açan lâik ve demokratik bir toplum düzeni kurmaktır. Bu ise düşünüş biçiminde değişikliği gerektirir. Bu bakımdan Atatürk döneminde Türk toplumunun çeşitli kurum ve kuruluşlarında yapılan her devrim temelde düşüncelerde yapılan devrime dayanmaktadır. Atatürk Devrimi aslında bir "düşünce devrimi"dir. Diğer bir ifade ile her türlü hurafeden sıyrılarak çağdaş düşünceyi benimseme akılcı bilimci ve gerçekçi yoldan yürüme devrimidir.

Atatürk ilke ve devrimleri Türk çağdaşlaşma hareketinin en önemli unsurunu bu atılımın itici gücünü oluşturmaktadır. Zira Atatürk ilke ve devrimleri Türkiye'yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yolları içermektedir. Atatürk de: "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını her bakımdan çağımıza uygun uygar bir toplum haline getirmektir. Devrimlerimizin temel kuralı budur."41 diyor. Bu nedenledir ki Atatürk'ün önderliğinde yapılan söz konusu devrimler yeni Türk Devleti'nin çağdaş şekil almasını Türk toplumunun her yönüyle uygar nitelik kazanmasını sağlamıştır.

Atatürk devrimleri birbiriyle bağlantılı bir bütünlük gösterir. Bu bütün içinde tüm devrimlerin kökü bir düşünüş değişikliğine dayanmaktadır. O değişiklik her türlü dogmadan kurtularak akılcı bir yolu gerektirmektedir.

Atatürk devrimlerini tarihimizde kendisinden önce yapılmış devrim hareketlerinden ayıran en önemli fark bu devrimlerin lâik bir temel üzerine oturtulmuş olmasıdır. Tanzimattan hatta daha gerilerden Atatürk dönemine kadar uzanan yenileşme çabalan teokratik bir devlet ve toplum düzeni içinde düşünülüyor bu düzenle bağlantılı olarak gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Atatürk devrimleri ise kendisine ortam ve temel olarak lâik devlet ve lâik toplum düzenini ve bu düzenin gerekliliğini kabul etmekle yakın tarihimiz içinde kendisinden önceki devrim hareketlerinden temelde ayrılır.

Atatürk devrimlerini kendisinden önceki devrim hareketlerinden ayıran diğer bir husus da bu devrimlerin tam bir inançla kesin kararlılıkla başlatılmış olmasıdır. Bu inanç ve kararlılık bu yeniliklerin Türk milletinin çağdaşlaşma yolundaki gereksinim ve isteklerine en uygun şekilde cevap vermelerinden kaynaklanmaktadır. Atatürk devrimleri bu nitelikleri nedeniyledir ki sosyal yapımızda kısa zamanda tamamen kök salmışlardır.

İşte akılcı çizgide birbirini tamamlayıcı ilkeler ve devrimler dizisi olan Atatürkçü çağdaşlaşma siyasal sosyal kültürel ve ekonomik yönleriyle bir bütündür. Ancak bu bütünün en büyük özelliği çağdaşlaşma sürecinde yenilikleri benimserken millî niteliğini yani özbenliğini de korumasıdır. Atatürkçü çağdaşlaşma bizim için batıyı körü körüne taklit ona körü körüne bir uyum değildir. Burada önemli olan gerek düşünüş biçimi gerekse kurumlar açısından batılılaşırken millî özelliği kaybetmemek hatta daha yerinde bir ifade ile çağdaş yenilikleri millî yapı içinde eritmektir. Atatürk'ün: "Biz batı uygarlığını bir taklitçilik yapalım diye almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi kendi yapımıza uygun bulduğumuz için dünya uygarlık düzeyi içinde benimsiyoruz."42 sözleri bu anlamda kullanılmıştır.

Bu bakımdan Atatürk önderliğinde başlatılan Türk çağdaşlaşma hareketi batı uygarlığına batı teknolojisine dönüş yanında unutulmuş Türklüğe de bir dönüştü. Zira Türk milleti tarihin çok eski dönemlerinde büyük uygarlıklar kurmasına insanlığa büyük hizmetler yapmasına karşın son yüzyıllarda bazı siyasal ve toplumsal etkenler engeller sebebiyle -kendi suçu olmaksızın- batıdan geride kalmıştı. Oysaki bir zamanlar batı Türklerden gerideydi. İşte Türk çağdaşlaşma atılımıyla Türk'ün uygar niteliği tekrar harekete getiriliyordu. Nitekim Atatürk 10. yıl söylevinde "Asla şüphem yoktur ki Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır."43 derken Türk çağdaşlaşma hareketinin bu millî yönünü bütün açıklığıyla dile getiriyordu. Buradan şu sonuca varıyoruz ki Atatürkçü çağdaşlaşma akıl mantık ve bilim çizgisinde belki her modelden esinlenmiş ama asıl cevheri asıl temeli kendi içinden çıkarmış asıl amacı kendi gereksinim ve isteklerini göz önüne alarak belirlemiştir.

Atatürkçü çağdaşlaşmanın özellikleri arasında bir noktayı daha belirtmekte fayda vardır; o da şudur: Atatürkçü çağdaşlaşmanın temelinde devlet olarak bağımsızlık millet olarak egemenlik birey olarak hak ve özgürlükler söz konusudur. Ancak bu nitelikte ve bu ortam içinde bir çağdaşlaşma insanî açıdan değer ifade eder. Yoksa bağımsızlıktan ve egemenlikten yoksun mandater çağdaşlaşma insan hak ve özgürlüklerinden yoksun totaliter çağdaşlaşma çağdaş bir ilerleme çağdaş bir yaşam olamaz. Atatürkçü çağdaşlaşmanın en belirgin özelliği lâik ve demokratik devlet ve toplum düzeni içinde gelişmeye açık yönüdür.

Atatürk'ün çağdaşlaşma yöntemi "Az zamanda çok ve büyük işler yapmak" esasına dayanır. Atatürkçülük'te zaman ölçüsü Büyük Önder'in ifadesiyle: "Geçmiş yüzyılların uyuşturucu düşünüş biçimine göre değil yüzyılımızın hız ve hareket kavramına göre" ayarlanmıştır. Bu bakımdan çağdaşlaşma yolunda atılan her adımı kısa ve yetersiz görmek her an daha uzun ve daha esaslı adımlarla ileriye yürümek Atatürkçü çağdaşlaşmanın esasıdır. Yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğunu kabul eden Atatürkçülük akılcılığa ve bilime verdiği değer sebebiyledir ki çağdaşlaşma yolunda bugün olduğu gibi yarın da geçerliliğini koruyacaktır. Nitekim Büyük Önder: "Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve uygarlık yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meş'ale pozitif bilimdir."44 direktifiyle bize yolumuzu göstermiş bulunmaktadır.

Atatürk'ün gösterdiği yolda aşılan ara gerçekten çok büyüktür. Memleket bir çağdan yeni bir çağa götürülmüştür. Ancak amaca tam ulaşılmamıştır. İdealimiz Türk milletinin bu aydınlık yolda Atatürk'ün gösterdiği amaca kesinlikle erişmesidir.
_Ceyda_ - avatarı
_Ceyda_
Ziyaretçi
28 Nisan 2013       Mesaj #5
_Ceyda_ - avatarı
Ziyaretçi
Milli Mücadele (1919-1923)
2 Şubat 1919 tarihinde Mersinli Cemal Paşa Doğudaki Osmanlı ordularını mütareke koşullarına göre düzenlemek için müfettiş olarak Anadolu'ya gönderilmişti. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe ve Fransız Yüksek Komiseri Amiral Amet, 1918 yılı Kasım ayında Osmanlı hükûmetine nota verdiler. Doğuda Türklerin silahlanıp Hristiyanları öldürdüğünü buna karşı önlem alınmasını talep ettiler. Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahdettin tarafından işgal kuvvetlerinin Yüksek Komiserlerinin verdiği notalar gereğince olağanüstü yetkilerle donatılarak Vilayet-i Sitte (Altı Vilayet)'deki Hristiyan ahaliyi korumak ve işgal kuvvetlerine karşı yapılan ufak çaplı isyanları bastırmak için görevlendirildi. Bazı çevrelerce, Samsun'a hareket etmeden önce kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa'ya "Paşa Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!" dediği iddia edilse de, ne Nutuk'ta ne de saray mabeyincilerinin kayıtlarında böyle yahut buna benzer bir görüşmeden bahsedilmemektedir.

Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Refet Bey (Bele), [[Kâzım Dirik|Kâzım Bey (Dirik)] (Dirik), 'Ayıcı' Mehmet Arif Bey, Hüsrev Bey (Gerede)lerle beraber Samsun'a çıktı.
Mondros Mütarekesi'nden sonra Anadolu'da milisler (Kuvayı Milliye) şeklinde örgütlenen direniş hareketleri başlamıştı. 22 Haziran 1919'da Rauf Bey (Orbay), Kâzım Karabekir Paşa, Refet Bey (Bele) ve Ali Fuat Paşa (Cebesoy) ile birlikte Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını" ilan etti. Kâzım Karabekir Paşa tarafından Erzurum'da toplanan Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Kongresine (Erzurum Kongresi) katıldı.[47] Kongre üyelerinin ısrarıyla Osmanlı ordusundan istifa etti ve Kongre başkanlığına seçildi. 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas Kongresi'nde alınan kararları uygulamak amacıyla bir Temsil Heyeti oluşturuldu ve başkanlığına da Mustafa Kemal Paşa seçildi.[48] 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. Osmanlı Meclis-i Mebusan'ın Mart 1920'de işgal güçlerince basılması ve önde gelen vatanperver mebusların tutuklanması üzerine 23 Nisan 1920'de Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasını sağladı. Erzurum mebusu sıfatıyla Meclis ve Hükûmet Başkanlığına seçildi. TBMM bir kurucu meclis gibi çalışarak Milli Mücadele'yi yürütecek olan Anadolu hükûmetinin altyapısını kurdu.
Son düzenleyen Safi; 15 Kasım 2017 22:45
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ekim 2014       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yunanistan İngiltere gibi devletlerin Osmanlı devletinin verimli topraklarını ele geçirme isteği sonucunda başlayan 1.dünya savaşında Osmanlı almanya tarafından olmuştu savaş sırasında da osmanlı kazanmış fakat almanya kaybetmişti bu nedenle Osmanlı devletide yenik sayıldı ve düşmanlar ülkemize işgal etmeye başladı ordular dağıtıldı eyer Erzurum gibi yerlerde karışıklık çıkarsa işgale başlarız gibi sözleşmeler geldi sora Atatürk ortaya çıktı ve askerleri ve gönüllü vatandaşları toplayarak kurtuluş savaşı (milli mücadele ) başladı.

Benzer Konular

23 Mayıs 2013 / Misafir Cevaplanmış
23 Nisan 2011 / dilek sevda Taslak Konular
26 Mayıs 2015 / Demet Kebiç Cevaplanmış