Arama

Misak-ı Milli kabul edilme süreci ve önemi hakkında bilgi verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 24 Kasım 2014 Gösterim: 11.083 Cevap: 5
hYY - avatarı
hYY
Ziyaretçi
26 Aralık 2008       Mesaj #1
hYY - avatarı
Ziyaretçi
KABUL EDİLME SÜRECİ VE MİLLİ MÜCADELEDEKİ ÖNEMİ VE YERİ
EN İYİ CEVABI aylanda verdi
misak ı milli'nin türk tarihi bakımından önemi neder kısa ve öz bir cevap olursa daha çok sevinirim
Sponsorlu Bağlantılar
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
26 Aralık 2008       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Vatanseverlik: Kurtuluş savaşının ilk günlerinde ilk kez gözüken, Türkiye’deki Türk ulusuna dayanan topraksal bir ulus-devlet fikri, dönemin koşullarının bir anlamda ortaya çıkardığı bir zorunluluktu. Anadolu’daki milliyetçilerin temel isteklerini içine alan Misak-ı Milli’si, üzerinde tam ve bölünmez egemenliğin istendiği, “dinen, ırkan, emelen, müttehid Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun alanlardan söz eder.
Bu ant, halen Türklerden değil, Osmanlı İslamlarından söz eder. Mustafa Kemal, çok geçmeden ister dinen ister ırkan belirlenmiş olsun, ulusal sınırlar ötesinde belirsiz ve daha geniş her hangi varlık için değil, Türkiye halkı için savaştığını açıklığa kavuştururdu.
Sponsorlu Bağlantılar
1908’den beri kültürel milliyetçiliğin büyümesi, yeni Türk kuşaklarını Türklük, Türk ulusuna dayanan özdeşlik ve bağlılık fikrine alıştırmıştı. Kurtuluş savaşı yeni bir fikir, Türkiye vatanı fikrini getirdi. Bu fikir o kadar yeniydi ki Türk dilinde bunun için bir ad bile yoktu. Genç Osmanlılar, Farsçadan yararlanarak Türkistanı uygun görmüşken Mehmet Emin Türkeli’nden söz etmişti. Ancak genç Türkler döneminde Türkiye adı yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Osmanlı İmparatorluğunun geriye kalan ve Türklerle meskun merkezi oluşumunu ifade etmek üzere bu ad resmen ilk kez Anadolu’daki Kurtuluş Savaşı öncüleri tarafından benimsendi. 1921 Anayasasın da ve 1924 Cumhuriyet Anayasası’nda ülkenin adı olarak kullanıldı.
Bu yeni toprak esasına dayanan Türkiye devleti düşüncesinin, bu kadar uzun süre din ve hanedana bağlılıklarına alışmış bir halkın zihnine yerleşmesi hiç de kolay olmamıştı. Yeni devletin bizzat sınırları yeni ve alışılmamış şeydi; Ülkenin adı, Türkiye bile kavram olarak, yeni şekil olarak yabancıydı. Bu yüzden eski metinlerde yazılışı ve okunuşu da farklı olmuştur. Eski neslin Türkiye yerine Türkiya demesi gibi.
Anadolu Vatanı: Bu düşünce ne kadar yabancı, güçlükler ne kadar büyük olursa olsun bir ulusal Türk devleti oluşmakta idi. Uzun süre Osmanlı İmparatorluğunun ağırlık merkezi olan Balkanlar yitirilmişti. İslam anayurdunda Arap toplulukları kendi ayrı yollarına gitmişlerdi. Anadolu, Ermeni ve Rumlara karşı son mücadeleden sonra Türk Ülkesi olarak elde tutulmuş ve başkent bile, kozmopolit ve levanten İmparatorluk İstanbul’undan, üzerinde Selçuklu kalesi bulunan bir Anadolu şehrine aktarılmıştı.
Bir Türk ulusu düşüncesi, Türk aydınları arasında çabuk gelişti. Fakat kendisiyle birlikte yeni bir tehlike de getirmişti. Bu İmparatorluğun kaybıydı ve nispeten küçük ulus-devleti tatminkar ve çekici görmeyen bir çok kimsenin hala yüreğini yakıyordu. Pantürkist çevrelerde ve özellikle Tatar sürgünleri arasında, ereği çok dilli ve çok uluslu Osmanlı İmparatorluğunu yeniden canlandırmakta olan Ege’den Çin denizine kadar Türk ve Tatar halklarından yeni bir Pan-Türk İmparatorluğu kurmak olan, yeni bir İmparatorluk kaderinin Türkleri beklediği düşüncesi ve ülküsü yaygındı.
Bütün bu çeşit tasarılara ve tutkulara Mustafa Kemal kesinlikle karşı idi. Türklerin Anadolu’da yapacakları uzun ve zor bir görevleri vardı. Diğer yerlerdeki Türk kardeşleri, onların sempati, ilgi ve dostluğundan yararlanabilirlerdi; Fakat kendi siyasal kaderlerini kendileri yaratmalı, Türkiye Cumhuriyeti kendi işinden alıkoyup, uzak ve tehlikeli maceralara sürüklemeye çalışmamalıydı.
Gerekli olan şey milliyetçilikten çok vatancılık yani, ulus gibi iyi tanımlanamayan ve çeşitli şekilde yorumlanan bir varlıktan çok; mevcut, hukuken tanınmış, egemen Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlılık idi.
Vatan değiminin modern Türkiye de inişli çıkışlı bir tarihi olmuştu. Cevdet Paşa’ya göre, XIX. Yüzyıl ortalarında bu deyim, bir Türk askerine köy meydanından daha fazla bir şey ifade etmezdi; 19. yy sonlarında, Namık Kemal’e, Arabistan’ın kutsal şehirleri de dahil olmak üzere, bütün Osmanlı İmparatorluğunu ifade ediyordu. 1911’de Pantürkist Ziya Gökalp için vatan ne Türkiye nede Türkistan’dı, geniş Turan ülkesi idi.
Bu farklı görüşlere karşı Mustafa Kemal yeni bir Anadolu Türk vatanı fikrini zihinlere yerleştirmek istedi. Amacı, halen İslam’ı ve Osmanlı bağlılık duygularını yıkmak, Panislamist ve Panturkist heveslere karşı koyma ve Türk ulusunda vatanına karşı yeni bir bağlılık yaratmaktı.

Anadolu vatanı Kurtuluş Savaşı’nın belgelerinede yansımıştır. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Müterake sınırları içindeki topraklar ülke sayılmış, bu topraklar üzerindeki, idari birlik-bütünlük üzerinde kurulmuştur. Bunun anlamı, soy kümelerine ve bölgeci devletçiklerin kurulmasına karşı çıkmaktır.
Bu ilke Misak-ı Milli’de de kabul edilmiştir. Burada ayrıca, Arapların çoğunlukta oldukları topraklarla Batı Trakya’da ve üç doğu ilinde halk oylaması yapılabileceği belirtilmiştir. Bütün bu kararlar Osmanlı Anayasa hukuku açısından son derece yeni bir durumdur ve tamamen Kanun-i Esasi’ye aykırıdır. Çünkü, 1876 Anayasasında Osmanlı devleti var olan toprakları ve imtiyazlı eyaletleri ile bölünmez bir bütün olarak kabul edilmiştir (Tanör, 1998:56).
Bu yönüyle Misak-ı Milli, Milli bir devlet için Anadolu vatanı amacına yönelikti. Yayılmacı hedefler gütmeyen sadece ulusal niteliklere dayalı yeni bir anlayışı onaylamıştı. Bu ise Osmanlı İmparatorluğunun dağıldığı, onunla birlikte Osmanlıcılık,İslam birliği ve Turancılık politikalarının da terk edildiği, yeni sınırlarıyla bir ülkenin oluştuğu anlamına geliyordu.
Savaş sonrası Türk- Yunan nüfus değişimi de Türkiye’deki Türk kimliğinin oluşmasında etkili olmuştur. Lozan Antlaşması ile Türk-Yunan arasındaki uyuşmazlıkları sona erdirmiş ve aralarındaki ayrı bir anlaşma ile, zorunlu bir nüfus değişimsiyle azınlık sorunlarını sürekli bir çözüme kavuşturmayı öngörmüşlerdi. 1923 ile 1930 arasında 1.125.000 kadar Rum Türkiye’den,Yunanistan’a, 500.000 Türk’de Yunanistan’dan, Türkiye’ye gönderilmiştir.
İlk bakışta bu değişim, her iki tarafta da milliyetçi ve vatancı fikirleri ve ulus ile vatana daha büyük bir birlik ve bağlılık verme arzusunun hüküm sürmesine bir belirti gibi görünebilir. Fakat olup bitenler oldukça farklı olmuştur. Yunanistan’a gönderilen Karaman Rumları, din olarak Hristiyan Rumlardı, fakat çoğu Rumca bilmiyordu ve dilleri Grek yazısı ile yazdıkları Türkçe idi. Aynı şekilde Yunanistan’dan gönderilen Türkler pek az Türkçe biliyordu, esas dilleri Rumca idi. Rumcayı da eski Türkçe ile yazıyorlardı. Yapılan iş bir Türk ve Rum değişimi değil, daha çok bir Rum Ortodoks ve Osmanlı Müslüman Mübadelesi idi.
Ulusal Bilincin Geliştirilmesi:
Modern ulusal kimlikler feodal üretim biçimlerinden kapitalist üretim biçimlerine geçerken şekillenmişlerdir. Bu geçişin tarihi sırası ve devrim veya evrim şeklinde ortaya çıkışı ulusal birimlerin temel niteliklerinin oluşmasında önemli bir rol oynadı. Batıda savaşçı aristokratların yerini fetihçi burjuvalar değişik yöntemlerle aldılar. Bu fetihçi burjuvalar batının ortak değerlerini aristokratik kültür mirası üzerine oturturken, değişik yol ve yöntemleri de ulusal karakterlerin oluşmasına renk kattı. İngilizlerin pragmatizmi ve iktisatçılığı Fransızların despotik iktidarlara karşı kavgayla beslenen devrimcilikleri, Almanların gecikmiş kapitalizmleri de hep bu bağlamda değerlendirildi.
Osmanlı devletinde modern ulus devlete temel oluşturacak edecek etnik ve kültürel açıdan türdeş bir halk tabanı yoktu. Gelecekteki Türk ulusunu oluşturacak öğeler Anadolu’da bile bir bütünlük sağlayamamışlardır. Çağdaş Türk Ulusu’nu Anadolu, Balkanlar ve Kafkasya’nın Türkçe konuşan Müslümanları uzun ve zahmetli bir ölüm kalım savaşı sonunda Anadolu’da buluşarak gerçekleştirdiler.
Tarihte ilk kez halkımız önderinin ağzıyla mazlum ulus kimliğinin bilincine varıyor ve bu fırsatla zulmü yenme kavgasına girişiyordu. Bu ölüm kalım kavgasının başka bir ön koşuluda erbab-ı say yani emekçi olmamızdı. Ancak bu koşullarda kendimiz hakkında gerçekçi olabilir ne olduğumuzu bilebilirdik. Büyük lider zaferden sonra yeni Türkiye’ye şekil vermek için toplandığı Türkiye İktisat Kongresi’nde, uzun uzun tarihte saban’ın kılıcı nasıl yendiğini anlatıyordu.
Ulus kavramı Türkiye Cumhuriyeti açısından önemli ve kurucu bir kavramdır. Bilindiği üzere ulusların doğuş döneminde ulusu neyin oluşturduğu ya da ulusun temelinde neyin bulunduğu konusunda iki farklı anlayış belirmiştir.
Bunlar sözleşmeye dayalı ulus anlayışı ve kolektif ruha dayalı ulus anlayışıdır. Bu anlayışlardan birincisi; ulusu, kökenleri ne olursa olsun aynı ilkeler etrafında iradi olarak belirmiş bir yurttaş topluluğu olarak tanımlayan ve daha ziyade Fransız devrimine bağlanan anlayıştır.Sözleşmeye dayalı ulus anlayışında, bir millete giriş özgür bir seçime, irâdî bir katılım edimine bağlanmıştır. Önemli olan kan veya ırk gibi doğuştan gelen özelliklerden ziyade toprak ve irade katılım gibi sonradan kazanılabilecek türden özelliklerdir.
Buna karşılık ulusu kolektif bir ruhun ifadesi olarak gören anlayış, tarihin, geleneklerin ve kökenin belirleyiciliğini öne sürmektedir. Daha çok, Alman romantiklerine dayanan bu anlayışta, milliyet dışarıdan katılıma ilk olarak kapalıdır; örneğin Alman olmak, iradî bir edimin sonucu olarak değil, genelde ve önceden tanımlanmıştır.
Tüm ulus-devletler, politik, kültürel, ekonomik bir birlik oluşturmayı hedefler, bünyesinde topladığı farklı grupları bütünleştirmeye yönelir. Dinsel cemaatlerin ve etnik toplulukları görmezden gelerek, yurttaşlığı esasa alır; yani farklılıkları dile getirmeksizin, ilk olarak insanları yurttaş yapan şeyin dışında adlandırmamak ister. Herkesin herkese karşı yasalar tarafından korunduğu, insan ilişkilerinin, halk ve görevlerin yasal bir zemine oturtulduğu bir hukuk düzenini oluşturmaya çalışır. Bu cumhuriyetçi demokrasi anlayışıdır.
Tüm topluluklar, genel bir deyişle halk onu oluşturacak, bir arada tutacak zihinsel bir ilke, bir kavram (notion) etrafında tasarlanır. Bu kavramlaştırma nasıl gerçekleştirilir, oluşturulur? Genel fikirler iki farklı yoldan oluşturulur. Birinci yol toplama (kolleksiyon) ve sınıflandırma yolu yöntemi, politik birleştirme tarzıdır. Buna baktığımızda halk kavramı da iki tarzda oluşturulabilir; ya benzerlikleri birleştirerek tasnif yöntemiyle ya da kavramsal inşa ve soyutlama yöntemiyle. Birinci halde etnik, ırksal veya kültürel bir anlayışla, birtakım gözlenebilen özelliklerden; davranışlar, ritler, alışkanlıklar, töreler, inançlardan hareketle bazı insanlar birleştirilebilir.
Bu politik birleştirme tarzı dediğimiz ikinci yönteme denk düşer. Burada halk kavramı ve benzeri birleştirmeler, olgusal cevaplara göre veya inançlara dayandırılarak doğrulanmaz. İnsanların bir halk olarak toplanması, doğal bir veri gibi düşünülmez. Buradaki toplanma, bir üretim veya yapım edimidir. Takdimden temsile geçmek söz konusu olur. Bu köklerden kopmayı gerektirmez, ancak köklerinde bir veri gibi alınmasını içerir.
Oysa ülkemiz bir kültür mozaiğidir. Bu gerçekten hareketle yurttaşlık kavramı yaratmak ikinci yola yakın bir yöntem izlemiştir. Ülkemizde olduğu gibi, bir toplum farklı kültürleri veya gelenekleri barındırdığı zaman, bunları birlikte düşünmenin üç tarzı vardır. Farklı kültürler ya bir yerlere yerleştirilir ve aralarında ilişki olmaz, ya içlerinden birisinde özümsenir ve diğerleri asimle edilir veya birbirleriyle bir bütün içinde kaynaşırlar. Bu demektir ki, farklı kültürler hem kendilerini korumak, hem de bir arada yaşamak istediklerinden entegrasyondan başka bir yol yoktur.
Entegrasyon kavramı, ancak politik toplanma tarzında anlamlıdır. Burada hiç kimse politik bir topluluğun doğal üyesi değildir; ama herkes üye haline gelebilir. Bu anlayış çağımızın ve ülkemizin en önemli sorunlarından biri olan çok kültürlülüğün hayata geçirilmesine en uygun model olarak görülmektedir. Çünkü bu tarz, hem kökenlerin inkarını gerektirmekte, hem de kökene bağlı olmayan politik bir çerçeve çizmektedir. Bu çerçevede kalınarak hem tekil bir şey kişi, hem de yurttaş olmak mümkündür. Daha somuta indirgersek, hem etnik bir aidiyet olarak Türk, Kürt, Boşnak veya Çerkez olmak, hem de yurttaş olmak böylece kendisi olmaktan vazgeçmeksizin bir üst kimlikte birleşebilmek mümkündür.
Toplumsal ve bireysel evrime baktığımızda, Tanrının kulu olan bir insan anlayışından, prensin tebaası, yani prensin otoritesine boyun eğmiş bireyi temsil eden ortaçağ anlayışına geçiş görülür. Burada insan, özerk bir özne değil tabi olandır. Tüm insanların tebaa olarak doğdukları anlayışı vardır. Tarihsel ve mantıksal olarak başlangıçta var olan bu tür insandan sonra yurttaş gelmektedir. Hak ve ödevliliğiyle tanınmış olan yurttaş tebaadan sonra gelmekte ve tebaanın boyun eğme durumuna son vermektedir. Bu anlayışta tebaa, başlangıç insanı değildir ve burada insanlar tebaa olarak değil, özgür ve haklar bakımından eşit doğarlar.
Politik topluluğun Cumhuriyetçi bir yöntemle yapımı çok kimlilikle ne ilkesel, ne de politik bir karşıtlık içermez. Cumhuriyetçi anlayışta ortak varoluş ilkesi, diğerinin hakkı ilkesine o da özgürlüklerin birlikte varoluş ilkesine götürür.
Yurttaşlık kabaca bir devlete aidiyeti belirtir; bireye bir takım hak ve ödevler içeren hukuki bir statü verir. Ancak yurttaşlık sorunu, sadece yasal veya anayasal bir sorun değildir; bireyin topluluk içinde yer alma tarzı ve politik iktidarlar ilişki tarzını da içerir.
Kaynak
aylanda - avatarı
aylanda
Ziyaretçi
31 Ocak 2009       Mesaj #3
aylanda - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
misak ı milli'nin türk tarihi bakımından önemi neder kısa ve öz bir cevap olursa daha çok sevinirim
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
31 Ocak 2009       Mesaj #4
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Alıntı
aylanda adlı kullanıcıdan alıntı

misak ı milli'nin türk tarihi bakımından önemi neder kısa ve öz bir cevap olursa daha çok sevinirim

Misak-ı Milli Kararları
1 Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman düşman elinde bulunmayan yerler bölünmez bir bütündür, parçalanamaz (Hedeflenen sınırlar çizilmiştir)
2 Vilayeti Selase için gerekirse yeniden halk oylaması yapılacaktır(Kars, Ardahan, Batum)
3 Batı Trakya’nın kaderi halk oylaması ile belirlenecektir
4 Marmara ve halifeliğin güvenliği için her türlü tehlikelerden uzak tutulmalıdır (İlk defa boğazların işgalci güçlerce denetimine karşı çıkılmaktadır)
5 Milli ve iktisadi gelişmemiz için tam serbestlik ve istiklal sağlaması, siyasi, adli, mali gelişmemize engel olan sınırlamaların kaldırılması gerekmektedir (Kapitülasyonlara ilk ciddi tepkidir)
Misak-ı Milli Kararlarının Önemi
1 Milli ve bölünmez bir Türk vatanının sınırları çizilmiştir
2 Türk Milleti tam bağımsızlık şuuruna erişmiştir
3 Kongrelerdeki kararlar meclisçe onaylanmıştır
4 İtilaf devletleri ilk defa doğrudan gelişmelere karşı tedbir alacaklardır
İSTANBUL’UN İŞGALİ
Mebusan Meclisinden Misak-ı Milli gibi bir karar çıkmasını beklemeyen İngiltere buna büyük bir tepki gösterdi 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildi Ardından Meclis-i Mebusanı dağıttılar Bu işgalden sonra Osmanlı Hükümeti istifa etti
İstanbul’un işgaline Anadolu’nun tepkisi
 İstanbul ile haberleşmenin kesilmesi
 Anadolu’dan İstanbul’a ve İstanbul’dan Anadolu’ya para ve kıymetli eşyaların gönderilmemesi
 İstanbul’da tutuklanacak her Kuvayi Milliye’ye karşı Anadolu’da görevli bir İngiliz subayının tutuklanması
Quo vadis?
emine senekçi - avatarı
emine senekçi
Ziyaretçi
3 Ocak 2012       Mesaj #5
emine senekçi - avatarı
Ziyaretçi
misak-ı milli hakinda çok bilgiler verirmiziniz?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2014       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
hYY adlı kullanıcıdan alıntı

KABUL EDİLME SÜRECİ VE MİLLİ MÜCADELEDEKİ ÖNEMİ VE YERİ

I. Anayasaların ÖzellikleriHukukçular, dış görünüşleri bakımından, anayasalar ile diğer hukuk kuralları arasında önemli bir fark bulmazlar. Bütün hukuk kuralları gibi, anayasalar da belli konulan düzenleyen normlar içerirler. Ama, anayasaların içindeki o normları yakından incelemeye başlarsanız, diğer hukuk kuralları ile olan fark hemen ortaya çıkar. Anayasa, bir devletin temel yapısını kurar. O temel yapının içindeki kurumların nasıl işleyeceği, geliştirileceği de gene anayasada belirtilir. Başka bir deyişle, diğer hukuk kurallarının hangi ölçülere göre konulacağı, anayasal normların çizdiği çerçeve içinde tespit edilir. Devleti kuran, işleten anayasanın bu çok önemli niteliği dolayısı ile diğer hukuk kurallarından daha başka özelliklere sahip olması kaçınılmaz. Bu özelliklerin en önemlisi, anayasanın kurduğu devletin dayanacağı belli fikirlerin, ideolojilerin topluma yansıtılmasıdır.Durum böyle olunca, her anayasanın da yaslanacağı belli fikirlerin bulunması çok doğaldır. Hiçbir anayasa da doğrudan doğruya, kendiliğinden belli fikirler ortaya atmaz. Temel yapısı itibariyle daha önce var olan düşünce sistemlerinden, eylemlerin doğurduğu temel fikirlerden esinlenir, yararlanır. Hatta bazen anayasalarda, bu “esinlenme”, “yararlanma” çok daha ileri gider. Bazı düşünce sistemleri, anayasaların benimsediği değerler olarak açıkça metinlerde yer alabilir.1Dünyada, anayasalı demokrasi dönemi XVIII. yüzyılın sonlarında başlamış sayılır. Bu dönemi açan büyük düşünce hareketleri Batıda XVIII. yüzyılın başında yoğunluk kazanmıştı. Demokrasinin ilk mücahitleri ABD’ni kuranlardır. Onların 1776’da yayınladıkları Amerikan Bağımsızlık Bildirisi (Virginia Bildirisi), dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının temel düşüncesidir. Bu bildiri olmadan Amerikan Anayasası anlaşılamaz. Dünyadaki gerçek demokrasi akımının ilk somut olayı, Fransız inkılâbını yürütenlerin 1789’da hazırlayıp yayınladıkları “insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ise bugün istisnasız bütün demokratik anayasaların temellerinden biridir. XVIII. yüzyıldan beri olgunlaşan siyasal fikirler, bu bildiriye yansımıştır. Bildiri de başta 1793 Fransız Anayasası olmak üzere bütün demokratik anayasalara esas tutulmuştur. Ulusal egemenlik esasını benimseyen anayasalara, bu arada bizim de 1921 ‘den itibaren bütün anayasalarımıza bu ilke, sözü geçen bildiriden geçmiştir. Bugünkü anayasamızın da özellikle hürriyetlerle ilgili hükümlerinde bildirinin derin izleri görülür. Birkaç örnek:Anayasamızın 12. Maddesinin ilk fıkrası:“Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.”Bildirinin 1. Maddesinin ilk cümlesi:“İnsanlar özgür ve haklar bakımından eşit doğarlar ve öyle kalırlar.”Anayasamızın 24. Maddesinin birinci; 25. Maddesinin birinci ve ikinci fıkraları:“Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.”“Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebi ile kınanamaz ve suçlanamaz.”Bildirinin 10 ve 11. maddelerinin birinci cümleleri:“Hiç kimse, dinsel nitelikte bile olsa, kanılarından ötürü rahatsız edilemez.”“Düşünce ve kamların özgürce açığa vurulması, insanın en değerli haklarından biridir; bundan ötürü her yurttaş serbestçe konuşabilir, yazabilir, düşünebilir..”Anayasamızda, kamu düzeni söz konusu olunca özgürlüklerin kısıtlanabileceği ilkesi de gene bu bildiriden gelir. Bildirinin 4, 10, 11. maddeleri ile tanınan özgürlükler ancak kamu düzeni söz konusu olunca sınırlandırılabilirler. Anyasamızın da hürriyetlerle ilgili maddelerinde aynı hükümler vardır. 2İngilizlerin yazısız anayasasına temel olan ve kişi güvenliğini sağlayan eylemlerin sonucu olarak ilân edilen Magna Carta Libertatum (Büyük Hürriyet Fermanı, 1215); Petition of Right (Haklar Yasası, 1628); keyfi tutuklamaları önleyen Habeas Carpus Act (1679) gibi çok önemli belgeleri de ihmal etmemek gerektir. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin hazırlığı olan büyük düşünce akımlarının doğmasında bu belgelerin hatırı sayılır ölçüde etkisi vardır.Bir anayasa demokratik nitelikte olmayabilir. Ama bu, onun bir düşünce sistemine, bazı değerlere yaslanmadığı anlamına gelmez: Marksist düzeni benimseyen anayasaların temelinde 1848 manifestosunun yatması veya din esasına göre kurulan devletlerin anayasalarında o dinin ideolojisinin yer alması gibi.Demek ki demokratik anayasalara temel olan bazı evrensel düşünceler ve bu düşüncelerin ifade edildiği metinler var. Ancak şurasını da gözden hiç uzak tutmamak gerekir: Anayasalar, düzenledikleri toplumun içinden çıkarlar. Bundan dolayı, onların hazırlanmasında millî ihtiyaçlar, bu ihtiyaçlardan doğan millî düşünceler de çok önemli rol oynarlar. Hatta diyebiliriz ki yukarıda belirttiğimiz evrensel nitelikteki temel düşünceler dahi millî ihtiyaçların ve anlayış biçimlerinin kalıplarına dökülürlerse benimsenebilirler. Öyle ise anayasaların temelinde yatan asıl düşünceler ve ideolojiler millîdirler.
2. Türk Anayasasına Temel Olan Fikirler ve BelgelerCumhuriyet anayasalarının hepsinde, yukarıda belirttiğimiz temel evrensel değerlerin büyük bir bölümü benisenmiştir. Zaten demokrasiye dayalı cumhuriyetlerde başka türlü bir gelişim süreci bugüne kadar görülmemiştir.Ancak, bizim bugünkü anayasamızın asıl temelini millî ihtiyaçlardan doğan düşüncelerin yansıdığı belgeler oluşturmaktadır. Bunları iki ana grupta toplayabiliriz: Osmanlı döneminden gelen temel düşünceler ve belgeler ile Millî Mücadele sırasında ortaya çıkan ihtiyaçların, varılacak amaçların belirtildiği düşünceler ve belgeler.İnsanın can, mal, ırz güvenliğini sağlayan temel haklar, biraz kâğıt üzerinde de kalsa 1839 Tanzimat Fermanı ile toplumumuza aktarılmıştır. Başka bir deyişle, hukuk devletinin en bellibaşlı temellerinden olan bu güvenceler, İngiltere’de ve daha sonra Fransa’da doğan siyasal düşüncelerin etkisi altında Osmanlı Devletine girmiştir. 1856 Islahat Fermanı ile hukuk devletinin bir başka öğesi, kanun karşısında eşitlik ilkesi, gene yukarıda sayılan düşüncelerin yansıması olarak Osmanlı Devletince benimsendi. Bu dönemden bize daha fazla anayasal düşünce geçmedi. Demokrasinin yukarıdaki temel haklarla birlikte en önemli öğelerinden olan siyasal özgürlükler; bunların güvencesi; millî egemenlik ilkesi Osmanlı Devlet yapısına yabancı idiler. Hele, millet olmanın ve ona dayalı bir devlet kurmanın baş şartı olan milliyetçilik ilkesi, çok uluslu bir yapıya sahip Osmanlı Devletinde resmen benimsenemezdi.Türk anayasalarının temelinde yatan asıl düşünceler, Osmanlı Devleti’nin kesin çöküşü sırasında berraklaşma yoluna girmiştir. Millî Mücadele başlamadan önce birkaç vatanseverin zihninde açıkça beliren bu düşünceleri geliştirerek eylem alanına sokan, onları bütün dünyaya ve millete ilân eden ise hepimizin bildiği gibi, Atatürk’tür. O’nun hangi düşünceleri ve bu düşünceleri simgeleyen belgeleri anayasalarımızın ve dolayısı ile devletimizin temelinde yatmaktadır? Bellibaşlılarını sırasıyla saymak gerekirse şu çok önemli belgeler ortaya çıkar: Amasya Tamimi; Erzurum ve Sivas Kongrelerinin kararları; Misak-ı Millî… Bu belgeler deyiş yerinde ise, yeni Türk Devletine adeta can, ruh vermişlerdir. Gerçi bu dördünden başka temel belgeler de vardır. TBMM’nin kuruluşundan sonra verdiği ve saltanatın kaldırılmasına kadar uzanan önemli kararlar, Lozan Barış Antlaşması gibi. Bunların sayısını çoğaltmak ve kendi aralarında önemleri bakımından bir sıralama yapmak mümkündür. Ancak bu anayasal belgelerin hepsi için şunu söylemek gerektir: Onlardan vazgeçilemez.Bütün bu ana belgeler içinde en önemlisi Misak-ı Millî’dir denilebilir. Başka bir deyişle Türk Devletinin kuruluşuna temel olan esas belge Misak-ı Millî’dir.Şüphesizdir ki, örneğin Saltanatın kaldırılması kararı veya Lozan Antlaşması da yukarıda değindiğimiz gibi vazgeçilmez ve devletin temeli olan belgelerdir. Ancak Misak-ı Millî olmasaydı ve onun çizdiği çerçeve içinde belirtilen hedefe ulaşılmasaydı, diğer düşünceler ve onları simgeleyen belgeler gerçekleşemezdi. Bu bakımdan şimdi Misak-ı Millî’yi bu makalenin sınırları içinde incelemeye geçebiliriz.
3. Misak-ı Millî’nin NiteliğiDevletin üç temel öğeden oluştuğu bütün hukukçularca kabul edilmiş bir gerçektir. Bu üç öğeden ikisi maddî, biri manevîdir. Maddî olanları insan topluluğu ile ülke, manevî olanı, daha doğrusu gözle görülemeyip de varlığı duyulabilen öğesi ise “egemenlik” veya “devlet gücü” dediğimiz üstün kudrettir. Bu üç öğeden biri olmazsa “devlet” yoktur.Bir devletin yok olma sürecine girmesi bu üç öğenin aşınması ile başlar; öğelerden biri dahi varlığını yitirirse devlet de ortadan kalkar. Osmanlı İmparatorluğu da tarihteki pek çok benzeri gibi, her üç öğesindeki aşınmalarla yıkılma sürecine girmiştir. Osmanlı tarihinin çökme dönemi gözler önünde canlandırılırsa bu tam anlamıyla belirir. Gerçekten özellikle XIX. yüzyıldan itibaren devletin hem ülkesi hem de insan topluluğu hızla ufalmaya başlamıştır. Egemenlik gücü de üstünlüğünü yitirmiş, devlet bir yarı sömürge durumuna düşmüş; merkezî güç içeride asayişi bile sağlayamaz olmuştur.Osmanlı Devleti ülkesinin nasıl ufalanıp elden çıktığını kısaca hatırlatmakta yarar vardır:Bir zamanların en güçlü imparatorluklarından olan Osmanlı Devleti XIX. yüzyılda emperyalist siyasetin konusu durumuna gelmişti. XX. yüzyıl başında ise İngiltere ve Rusya, Osmanlı Devleti’nin bölünüp parçalanması üzerinde 1908 yılında Reval’de anlaşmaya varmışlardı, isterseniz her iki devletin bu anlaşma ile neyi amaçladıklarını kısaca görelim:İngiltere Ortadoğuda XIX. yüzyıl sonlarında, bir yandan Güney İran’ı bir yandan da Mısır’ı işgal ederek Uzak Doğu’ya ve sömürgesi olan Hindistan’a giden temel yolu, hayat damarını bir ölçüde güvence altına almıştı. Ama bu yola tam anlamıyla egemen olmak için, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Ürdün, Filistin ve Irak’ı elde etmeliydi, İngiltere’nin amacı buraları ya doğrudan doğruya işgal etmek, bu olamazsa oralarda kendine bağlı ufak devletler kurmaktı. XIX. yüzyıl sonlarında güçlenerek İngiltere’ye rakip bir duruma gelen Almanya’nın Osmanlı Devleti üzerinde sürekli olarak nüfuz kazanması da İngiltere’nin bu siyasetini kamçılıyordu.Rusya ise iki yüz elli yıldır sürdürdüğü siyaseti gerçekleştirmek istiyordu: Boğazları alıp sıcak denizlere çıkmak. Bunu sağlamak için özellikle XIX. yüzyılda önemli adımlar atmıştı: Balkanları içten çökertip parçalatmış ve onların Türk olan bölgelerini de Osmanlı Devleti’nden kopartmıştı. 1878’de ise Doğu Anadolu’nun bir bölümüne yerleşmişti.İngiltere, büyük rakibi Almanya’ya iyice yaklaşan Osmanlı Devleti’nin tam olarak parçalanmasını sağlamak için artık Rusya’yı doğal yardımcısı olarak görüyordu. 1908 Antlaşması ile İngiltere, gelecekte Ruslara İstanbul ve Boğazları bırakıyor, buna karşılık Ortadoğu’da tam bir hareket serbestliği kazanıyordu. 3İngiltere ile Almanya arasındaki dünya çapında rekabetin bir dengeye dönüşememesi üzerine, 1914 yılı Haziranında Birinci Dünya Savaşı çıktı. Bu savaşa Almanya’nın yanında, onunla sıkı ilişkileri bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (Savaşın zahiri sebebi bu devlet ile Rusya arasındaki çekişmedir. Ama bu kıvılcım hazır duran dinamiti patlatmıştır), İngiltere’nin yanında ise Fransa ile Rusya katılmıştı. Aynı yılın Kasım ayında yanlış hesaplar ve uzağı görememe sonucu Osmanlı Devleti de Almanya’nın yanında savaşa katıldı (Oysa Almanya Osmanlı ülkesini yarı sömürge yapmak istiyordu). (İttifak veya Bağlaşma Grubu dediğimiz bu Blok’a sonradan Bulgaristan da girdi. İtilâf veya Anlaşma Grubu dediğimiz karşı Blok’a ise başta İtalya ile Japonya olmak üzere pek çok devlet katılmıştır).Osmanlı Devletinin savaşa girmesi, Rusya ile İngiltere’nin yanında Fransa ve İtalya’nın da bu imparatorluktan ileride pay almasını gerektiriyordu. Dostlarının yardımını sağlayabilmek için İngiltere ve Rusya yeni ortaklarını bağırlarına basmak zorunda kalmışlardır. Kaldı ki Fransa ile İtalya’nın da Doğu Akdeniz’de çıkarları vardı.1915 ve 1916 yıllarında yapılan bir dizi anlaşmalarla paylaştırma şu son biçimini almıştır:4 Buna göre hemen hemen bütün Marmara bölgesi Ruslara; Oniki Ada ve Antalya bölgesi İtalyanlara; Adana-Maraş çizgisinin güneyi ile Suriye, Lübnan, Kuzey Irak’ın batısı Fransızlara; Filistin, Ürdün, Güney Irak, Kuzey Irak’ın doğusu İngilizlere verilecekti.Rusya’da rejim değişikliği (Bolşevik İhtilâli) olunca yeni kurulan devlet, Almanlar ve bağlaşıklarıyla barış yaparak savaştan çekildi. Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki paylarından da vazgeçti.Bunun üzerine İtilâf Devletleri, İstanbul ve Boğazlar üzerindeki Rus payım ortaklaşa olarak kendilerine geçirmeyi, Doğu Anadolu’daki Rus payını ise Ermenilere vermeyi kararlaştırdılar. İngiltere, ayrıca Rusya’daki yeni rejimden emin olmadığı için Doğu Anadolu’nun güneyinde de kendi nüfuzunu geliştirmeyi düşünmüştür.Bilindiği gibi Almanya ve bağlaşıklarının yenilmesi ile savaş bitti. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918’de imzaladığı Mondros Silâh Bırakışma Anlaşması paylaşmanın artık başladığını gösteren belgedir.Bırakışma (veya ateşkes) anlaşmaları geçici niteliktedirler. Savaşı yenen ve yenik bitirenlerin barış yapılıncaya kadar silâhları bırakmaları demek olan anlaşmalarla, yenen taraflar elbette bazı tedbirler alabilirler; ama sınırların yeniden çizilmesi ve diğer hükümler -eğer uyuşma olursa-barış antlaşması ile düzenlenir.İtilâf Devletleri ve onların lideri İngiltere ise böyle bir hukuk görüşü ile hareket etmek gereğini duymamışlardır. Bırakışma metnine konuları 7. madde hükmüne dayanarak, paylaşma anlaşmalarını hemen uygulama yoluna koydular. Özellikle İngiltere bu acı işin kışkırtıcılığını yapıyordu. İngiliz hükümetine göre, Türkiye yıkılıp parçalanmalıydı. “İmparatorluğun geleceği Türkiye konusunda varılacak çözüme bağlıdır.”5 İngiliz Başbakanı’nın bu sözünü şöyle anlayabiliriz. “İngiliz İmparatorluğunun geleceği Türkiye’nin parçalanması ile yakından ilgilidir.”1919 yılının yaz aylarında, Yunanlılar, İtilâf Devletleri adına, Batı Ege Bölgemizi işgal işini neredeyse tamamlamak üzereydiler. Adana, Maraş, Antep, Urfa ve çevreleri Fransızlarca işgal ediliyordu. Ermeniler, Güney Kafkasya’dan çıkıp Doğu Anadolu’ya girmeye başlamışlardı. İngilizler Kuzey Irak’ı işgal etmişler, Antalya ve çevresi İtalyanlarca ele geçirilmişti. Boğazlara, İstanbul’a, Marmara Denizi’ne İtilâf Devletlerince ortaklaşa el konulmuştu. Doğu Trakya’yı ise Yunanlılara verme hazırlıkları başlamıştı. Bu acı durumu, Atatürk Büyük Nutkunun başında ne açık ve gerçekçi biçimde anlatır. Hepimizin bildiği o bölümün Osmanlı ülkesiyle ilgili olan yerlerini bir kez daha hatırlamakta büyük yarar vardır:“İtilâf donanmaları ve askerleri İstanbul’da; Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap (Gaziantep) İngilizler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan askerî birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor… 15 Mayıs 1919’da İtilâf Devletlerinin uygun bulmasıyla Yunan ordusu da İzmir’e çıkıyor.” “… içinde bulunduğumuz o tarihte Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türkün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son sorun bunun da bölünmesini sağlamaya çalışmaktan ibaretti.” Yani, devletin en önemli üç öğesinden biri de elden çıkıyordu. Mustafa Kemal Paşa yok olmaktan, ata yurdunu, yani ülkeyi parçalanmaktan kurtarmak için şöyle diyordu: “Ya istiklâl ya ölüm.”Evet, Türk’ün bin yıllık ata yurdunu kurtarmak veya yok olmak. İkisinin arası bir çözüm düşünülemezdi. Başka bir deyişle, yeni bir devlet kurulup yaşatılacaktı.Burada millî kurtuluş hareketimizin tarihini, destanını anlatacak değiliz. Akıllara sığmayan, milletimizin büyük fedakârlıkları ve büyük dâhi Atatürk’ün bu fedakârlıkları birleştirip amaca ulaştırması ile kazanılan o görkemli mücadeleyi hepimiz biliyoruz.Biz, Atatürk’ün çok üstün bir önderlik gücü ile başlattığı ölüm-dirim mücadelesinin, kurulacak devletin ülkesi bakımından hangi amaca yöneldiğini görmek istiyoruz.Atatürk bu konuda ilkönce “nerenin kurtulacağı” konusunda düşünmüştür. Hedef, Türk vatanının kurtulmasıdır. Türk vatanı neresidir? Bunu, Atatürk ve yakın arkadaşları Türklerin oturduğu, yerleştiği yerlerdir, diyerek nitelemişlerdir. Bu toprak parçasının kesin sınırları çizilecek, o sınırlara erişilinceye kadar ölüm-dirim savaşı sürecektir.Bu hedefin kesinlikle belirlenmesi ve yasal bir duruma getirilmesi için her Türk tarafından benimsenmesi gerekirdi. îşte Atatürk bu millî inanca bütün milleti bağlayacak bir dizi çalışmalara girişti. Bunlar özetle şu çalışmalardır:a. İşgallere engel olamayan İstanbul Hükümetine bağlılıktan milleti uzaklaştırarak onu kendi egemenliğine sahip kılacak çalışmalar yapmak. Millî bilince ulaşılınca, yukarıdaki inanç yaygınlaşacaktır. Millî bilinç ise milletin kendi kaderine egemen olması ile sağlanırdı. Amasya Tamimi bu konudaki ilk büyük adımdır (21-22 Haziran 1919).b. Amasya Tamiminde öngörülen ilk hedefleri gerçekleştirmek. Milleti temsil eden kongreler yolu ile millî inanca, kurtuluş davasına herkesi inandırmak. Erzurum Kongresi bu konuda ilk adımdır (23 Temmuz-7 Ağustos 1919). Doğu illerimizin temsilcilerinden oluşan Erzurum Kongresinde “Türk vatanının bölünmez bir bütün olduğu, Doğunun da bütünün bir parçası bulunduğu” kabul edilmiştir. Millî birlik inancının ilk kez Doğuda şahlanışı dikkate değer. Erzurum Kongresi sona erdiği gün Mustafa Kemal Paşa, orada bulunan İngiliz Albayı Rawlinson’a Türk vatanının bölünmezliği konusunda millî bir anttan yani bir Misak-ı Millî hazırlığından söz etmiştir. 6ç. Erzurum Kongresinin ışığı altında Batı Anadolu’da da bazı birleştirici hareketlere girişilmiştir. Sonunda Amasya Tamimindeki ikinci hedef de gerçekleşmiş, vatanın mümkün olabileceği ölçüde çok yerinden gelen temsilcilerle Sivas Kongresi toplanmıştır (4-12 Eylül 1919). Tam anlamıyla millî bir kongredir Sivas’taki toplantı. Millî Mücadeleyi yürütecek dernekler birleştirilmiş ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. Kongre sonunda alınan karar, Misak-ı Millî’nin ilk metni sayılabilir. Bütün kongre üyelerinin kabul ettiği karara göre: “30 Ekim 1918 günü imzalanan Bırakışma sırasındaki sınırlarımız vatanımızı çizer. Bu sınır içinde kalan vatan hiçbir biçimde ayrılmaz bir bütündür. Bu vatanda yaşayanlar birbirlerinin öz kardeşleridir.” Sivas Kongresi, bu ana esasın ve diğer kararların Osmanlı Parlamentosunca kabul edilmesinin sağlanmasını da istemiştir. Bunun sebebi şudur:Başladığı günden itibaren millî kurtuluş hareketine Osmanlı Hükümeti karşıdır. Bu hareketin, işgalci güçleri “azdıracağı” sanılmaktadır. Millî hareketin boğulması için elden gelen yapılmaktadır. Bunun önlenmesi gerekir.Ancak Mustafa Kemal Paşa’nın millete aşılamaya başladığı inanç, onun karşısında olanların düşüncelerine ve eylemlerine üstün gelmektedir.Sivas Kongresi toplandığı sırada “devlet” olarak henüz Osmanlı Devleti yaşıyordu ve ondan başkası da yoktu. Şimdi bu devletin parlamentosu Sivas Kongresi kararlarını onaylarsa artık itilâf Devletlerine Osmanlı Devleti de karşı çıkacak demekti. Mustafa Kemal Paşa, o eşsiz önsezisi ile, parlamentosundan böyle bir kararın çıkacağı devletin varlığına İtilâf Devletlerince kesinlikle son verileceğini kavramıştı. O zaman da millî egemenliğe dayanan yeni bir devletin kurulması haklı olacaktı.Plân uygulamaya konuldu. Türk Milletinin düşüncesini ve isteğini temsil eden Sivas Kongresine karşı Osmanlı Hükümeti direnemedi. Millî Mücadeleye karşı olan Sadrazam Damat Ferit istifa etti (30 Eylül 1919). Ali Rıza Paşa kabinesi kuruldu (1 Ekim 1919). Bu hükümet, zorla da olsa Sivas Kongresi kararlarını yürütmekle görevli olan Heyet-i Temsiliye ile anlaşmak yolunu tuttu. Yapılan anlaşmaya göre Meclis-i Mebusan, yani Osmanlı Parlamentosu’nun en yetkili kanadı, toplanıp Sivas kararlarını görüşecekti. (Şurasını hatırlatırız ki 21 Aralık 1918’de Meclis-i Mebusan dağıtılmıştı).Bir yandan Meclis-i Mebusan seçimleri yapılırken, bir yandan da Heyet-i Temsiliye, kendi adaylarının yani Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adaylarının kazanmakta olduğunu gördüğünden Meclis-i Mebusan’da tutulacak hareket tarzını görüşmektedir. 27 Aralık’ta Ankara’ya gelen ve orayı Heyet-i Temsiliye’nin merkezi seçen Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün yaptığı uzun bir konuşmada Türk vatanının sınırlarını saptamış ve bu sınırların çizdiği vatandan hiçbir fedakârlık yapılmayacağını belirtmiştir. O günlerde Mustafa Kemal Paşa Misak-ı Millî’nin metnini hazırlamaktadır. Hazırladığı taslağı İstanbul’a gitmek için Ankara’ya gelen milletvekillerine göstermektedir. Metin son biçimini alınca Heyet-i Temsiliye sözcüsü Hüsrev Bey ile İstanbul’a gönderilmiştir.7Meclis-i Mebusan 12 Ocak 1920 günü açıldı. Atatürk’ün Büyük Nutkunda anlattığı gibi, milletvekilleri arasında huzursuzluk ve tutarsızlık vardı. Ankara toplantılarında alınan bazı ilke kararlarına tam anlamıyla uyulmadı. Ancak sıra Atatürkçe hazırlanan Misak-ı Millî’ye gelince Meclis’te bir toparlanma gözüktü. Komisyondaki görüşmelerden sonra Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920 günü yaptığı gizli bir toplantıda alkışlarla “Ahd-ı Millî” adıyla ve bir bildiri biçimiyle “Misak-ı Millî’yi” kabul etti. 17 Şubat günü de bu millî bildirinin yabancı parlamentolara ve basına duyurulması kararı verildi. 8Atatürk’ün de Nutkunda memnuniyetle belirttiği gibi, kabul edilen bu bildiri esas olarak O’nun hazırladığı metindir. Üzerinde çok az değişiklik yapılmıştır.Bildirinin metnini şöylece özetleyebiliriz:“Osmanlı Meclis-i Mebusanı üyeleri barışa kavuşmak için şu koşulları ileri sürerler: Birinci Dünya Savaşı bitişinde imzalanan Bırakışma Anlaşmasının çizdiği sınırlar içinde “din, ırk ve asılca” (yani Türkler) birlik oluşturan vatandaşların oturduğu yerler hiçbir biçimde yurttan kopartıla-maz. Osmanlı Saltanatının ve Halifeliğin merkezi İstanbul’un güvenlik içinde bulunması koşulu ile Boğazlar açılabilir. Daha önce bizden ayrılan Batı Trakya’da, Ateşkes sınırları dışında tutulmak istenen Kars, Ardahan ve Batum’da halkoyuna başvurulması gerektir. Osmanlı Devletindeki Arapların çoğunlukta olduğu yerlerde de halkoyuna başvurulmalıdır… Bağımsızlığımızı sınırlayacak siyasal, ekonomik hiçbir antlaşma kabul edilemez. Bu koşullar kabul edilmezse barış yapmak imkânsızdır.”Anlaşıldığına göre Osmanlı Parlamentosu “ant” veya “yemin” biçiminde Türk Vatanının sınırlarını kesin olarak belirlemiştir.Misak-ı Millî’nin hukuksal niteliği nedir? Bu metin bir parlamento kararıdır. 1876 Osmanlı Anayasasına göre parlamento iki kanatlı idi. Millet temsilcilerinin oluşturduğu Meclis-i Mebusan ve üyelerini padişahın seçtiği Heyet-i Ayan. Anayasanın 1909 değişikliğine göre Meclis-i Mebusan’ın yetkileri daha fazladır. Misak-ı Millî de parlamentonun yetkili kanadının aldığı bir kararla vatan sınırlarının belirtilmesidir. Gerek Osmanlı Anayasası, gerek Meclis-i Mebusan iç tüzüğüne göre böyle bir karar alınabilir. Ancak tartışmalı olan, egemenlik hakkına sahip padişahın bu kararı onaylamamasının, onu geçerli yapıp yapmadığıdır. Fakat bu tartışmanın bir değeri yoktur. Zira kısa bir süre sonra bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından da benimsenecektir. Öte yandan bu karar millet temsilcilerinin, dolayısıyla milletin isteğini belirttiğinden, Anayasa hukuku bakımından son derece önemlidir ve geçerlidir.
4. Misak-ı Millî’ye Karşı Tepkilerİstanbul’u yarı işgal altında tutan İtilâf Devletleri, parçalamak istedikleri milletin temsilcilerinin karşı çıkmalarına büyük bir tepki gösterdiler. Bu çatlak sesler kesilmeliydi. 16 Mart 1920’de İstanbul resmen işgal edildi. Meclis-i Mebusan basıldı, ileri gelen milletvekilleri ve başka aydınlar yakalanıp Malta’ya sürüldüler. 18 Martta Meclis-i Mebusan son toplantısını yaparak çalışmalarına ara verdi; 11 Nisanda da padişahça feshedildi. Ali Rıza Paşa ve Salih Paşa’dan sonra Damat Ferit tekrar sadrazam yapıldı. Ankara’ya karşı hainlik ve soysuzluk cephesi gene kuruldu. Bunlar hep olumsuz tepkilerdir.Misak-ı Millî’nin ilânı üzerine Osmanlı Parlamentosunun işgalci güçlerce basılması, Başkentin tam anlamıyla itilâf Devletlerinin eline geçmesi, olumlu tepkiler de doğurmuştur. Bunlardan ilki Mustafa Kemal Paşa’nın, millet temsilcilerinin bu kez Ankara’da yeniden toplanmasına haklı bir gerekçe bulmasıdır. İkincisi ise Misak-ı Millî’nin geniş çevrelerce daha iyi anlaşılması ve benimsenmesidir.Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’un işgali üzerine hemen yayınladığı bir bildiri ile millî kurtuluşu yönetecek, millete dayalı yeni ve olağanüstü yetkilere sahip bir meclisi, yani TBMM’ni açarak bugünkü devletimizi kuruyordu. 23 Nisan 1920 böylece millî egemenlik ilkesinin de Türkiye’ye girmesi tarihidir.
5. Misak-ı Millî’deki Hedeflerin GerçekleşmesiMisak-ı Millî gerçi bir Osmanlı Parlamentosu kararı idi ama onu hazırlayanlar milletten aldıkları yetki ile bunu yapmışlardı. Misak-ı Millî kutsal bir ant olarak TBMM’nin de hedefi idi. Böylece 18 Temmuz 1920 tarihinde, Yunanlıların Bursa’yı işgal edip büyük bir hızla ilerledikleri bir sırada TBMM, gizli bir oturumunda Misak-ı Millî’ye ant içti. O artık yeni Türk Devleti’nin ülkesini belirleyen, gerçekleşmesi için sonuna değin çalışılacak millî bir ülkü, hedef olmuştu. Başka bir deyişle bu karar, Misak-ı Millî’nin Osmanlı hukuku açısından tartışmalı olan varlığını tam anlamı ile yasallaştırmış, millî devletin temeli yapmıştır.Misak-ı Millî böylece TBMM’nin yürüttüğü ulusal mücadelenin çerçevesini de çizmiştir, istek, Misak-ı Millî’de ne azı ne de fazlasıdır. Özellikle 1920 yılının sonlarına doğru Misak-ı Millî’nin gerçekleştirilmesi için somut sonuçlar alınmaya başlandı. 1919 ve 1920 yıllarında Kafkasya’daki Ermenistan Cumhuriyeti’nin Doğu Anadolu’ya doğru yayılmakta olduğunu biliyoruz. Doğu Anadolu’nun yiğit halkı, oradaki TBMM ordusuyla tam bir işbirliği içine girince Ermenilere çekilmek düştü. Sonunda Ermenilerle 2 Aralık 1920’de yapılan Gümrü Barışı ile Doğu Anadolu’da, Misak-ı Millî büyük ölçüde gerçekleşmiştir.Misak-ı Millî’nin yalnız iç hukuk bakımından değil, asıl devletlerarası hukuk açısından büyük olan önemi de böylece 1920 yılı sonlarına doğru anlaşılmaya başlanıyordu. Özellikle Birinci İnönü Muharebesinin kazanılmasından sonra bu önem iyice su yüzüne çıkmıştır. Birinci İnönü Zaferinden sonra Londra Konferansına katılmak üzere yola çıkma hazırlıklarına başlayan TBMM Başdelegesi Bekir Sami Bey’e, Mustafa Kemal Paşa “Ekselansınıza ve başkanlığınızdaki kurula verilen yetkiler Misak-ı Millînin saptadığı sınırları aşamaz” 9 diyordu. Konferanstaki İtilâf Devletleri temsilcilerinin henüz Misak-ı Millî’yi pek ciddiye almadıkları sırada, başdelegeye verilen bu talimat önemlidir. Temsilcilerimiz Misak-ı Millî’nin hem ülke bütünlüğü hem de siyasal haklarımızla ilgili ilkelerinden hiçbir ödün vermeyeceklerdi. Gerçekten de Konferansın başarısızca bitmesinden sonra, Türk Baştemsilcisinin Fransızlar, İtalyanlar ve İngilizlerle imzaladığı üç anlaşma (11, 12, 17 Mart 1921) Misak-ı Millî’ye uymadıkları için TBMM tarafından onaylanmamışlardır.Buna karşılık 16 Mart 1991’de imzalanan Moskova Antlaşması ile Sovyetler şunu kabul etmişlerdir: “Türkiye sözü ile 28 Ocak 1920 günü İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan tarafından düzenlenip bütün devletlere ve basına bildirilen Misak-ı Millî’nin kapsadığı topraklar anlaşılmaktadır (Madde 2).” Böylece Misak-ı Millî, uluslararası bir antlaşma metnine somut olarak girmiştir.Sakarya Zaferinden sonra İngilizlerin de Misak-ı Millî ile yakından ilgilenmeye başladıkları görülür. Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Misak-ı Millî’yi inceletmiş, İngilizce’ye çevirerek hükümete bir muhtıra ile birlikte sunmuştur.10 7 Ekim 1921 tarihini taşıyan bu muhtıradan birkaç gün sonra, 13 Ekim’de Türkiye ile Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan arasında imzalanan antlaşmanın 2. maddesinde, Moskova Antlaşmasının aynı numaralı maddesinde belirtilen hüküm tekrarlanmıştır. Asıl ilginci, İtilâf Devlerinden olan Fransa’nın, Güneydoğu Anadolu halkının kahramanca direnmesi ve Sakarya Zaferinin kazanılması üzerine, aynı Ekim ayının 20. günü bizimle imzaladığı Ankara Antlaşmasının 6 maddesinde Misak-ı Millî’yi tanıdığını belirtir bir ifadede bulunmasıdır.Büyük taarruza hazırlanıldığı sırada da Misak-ı Millî ana hedeftir. Mustafa Kemal Paşa 11 Ocak 1922’de “Türk barış şartları Misak-ı Millî’nin ilân günü olan 28 Ocak 1920 tarihinden beri bütün cihana malûmdur” ıx diyordu. Bu hedef,her yandan parçalanmış vatanın kesinlikle kurtarıldığı tarihten sonra da değişmemişti.İzmir kurtarıldıktan sonra Mustafa Kemal Paşa, ünlü Fransız Generali Pelle ile konuşurken “Misak-ı Millî’de anılan yerleri almadan yapamam, fazlasını işgal etmeyeceğim…” 12 ifadesi ile hedefi bir kez daha gösteriyordu. Lozan görüşmeleri başlarken İsmet Paşa “Misak-ı Millî… bizim hareket tarzımızın esasını teşkil eder” 13 diyordu. Mustafa Kemal Paşa da bu konuda kesin ve bağlayıcı konuşmalar yapıyordu. Bunlara bir örnek olarak 13 Temmuz 1923 günü Amerikalı gazeteci Isaac F. Marcosson’la yaptığı görüşmede söylediklerini gösterebiliriz: “… Birleşik Devletlerin ideali, bizim de idealimizdir. Büyük Millet Meclisi’nin 1920 Ocağında ilân ettiği Millî Misakımız sizin Bağımsızlık Beyannamenize çok benzer. O sadece, Türk ülkesinin istilâdan kurtulmasını ve kendi kaderine hâkim olmasını ister. … O, halkımızın Misakı, anayasasıdır ve her ne pahasına olursa olsun bu misakı korumaya kararlıyız.” 14 Lozan Barışının imzalanmasından kısa bir süre önce söylenilen bu sözlerde, Misak-ı Millî’nin ABD Anayasasının temel belgesi olan Virginia Bildirisine benzetilmesi ve onun “Milletin Anayasası” olarak belirlenmesi ilginçtir. Bu konuya biraz aşağıda tekrar değineceğiz.Lozan’a gidilirken Misak-ı Millî büyük ölçüde gerçekleşmiştir: Doğu Trakya, Mudanya Bırakışması sonunda TBMM’ne teslim edilmiştir. Suriye sınırı, Hatay dışında, Ankara Antlaşmasıyla; Doğu sınırı ise Sovyetler ve Ermenilerle yapılan anlaşmalar ile çizilmişti. Bundan dolayı Türk temsilcileri Lozan’a giderken Misak-ı Millî’yi tamamlamak için Batı Trakya, Hatay, Musul ve Kerkük sorunları üzerinde hazırlanıyorlardı. Bilindiği gibi bütün diplomatik mücadeleye rağmen Batı Trakya tekrar kazanılamadı. Zira Osmanlı Devleti orayı Balkan Savaşı sonunda imzaladığı anlaşmalarla resmen elden çıkarmıştı.Hatay ise Lozan’da sınırlar dışında kaldı. Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması değiştirilemedi.Musul ve Kerkük ise petrolü yüzünden İngilizlerce bırakılmıyordu. Lozan’da varılan anlaşmaya göre, Türkiye ile İngiltere dokuz ay içinde Irak sınırını çizeceklerdi.Bilindiği gibi Hatay, dâhice ve barışçı bir siyasetle, 1939’da vatanına kavuştu.Batı Trakya sorunu, belirttiğimiz hukuksal engel yüzünden çözülemedi.Misak-ı Millî sınırları içinde bulunan Musul ve Kerkük üzerinde İngiltere ile anlaşılamadı. Milletler Cemiyeti de sorunu İngiltere lehine çözdü. Bunun üzerine Musul ve Kerkük’ü Anavatan’a katmak için askerî bir hazırlığa başlandığı sırada İngilizler Şeyh Sait ayaklanmasını çıkarttılar. Bu ayaklanma İngilizlerin petrolü bize bırakmamak için oynadıkları bir oyundur. 1925 İlkbaharında bu ayaklanma ile İngilizler, Türk ordusunu yıpratmak, ayaklanma başarılı olursa orada kendilerinin oyuncağı bir kukla devlet kurmak amacını gütmüşlerdir.Her iki amaç da gerçekleşemedi. Ama Türkiye’nin büyük bir inkılâp hamlesi içinde bulunduğu için güvenliğe ihtiyacı vardı. 5 Haziran 1926’da Türkiye, İngiltere ve Irak arasında imzalanan antlaşma ile çekişme bitti. Şurasını da belirtmekte yarar vardır: Misak-ı Millî bağımsızlığı kısıtlayan hiçbir hükmü kabul etmiyordu. Kapitülasyanlar gibi. Lozan’da bunun da sağlandığını unutmayalım. Bu bakımdan Misak-ı Millî Lozan’da çok büyük ölçüde gerçekleşmiştir.

6. Misak-ı Millî ve Anayasamız.Yukarıdan beri söylediklerimize göre, Misak-ı Millî Türkiye Cumhuriyeti tarihi için iki bakımdan son derece önemli bir belgedir: Ülkemizin sınırlarını çizmektedir ve bağımsızlığımızla bağdaşmayacak ödünlerde bulunulmasını engellemektedir. Acaba bu iki önemli temel bugünkü devletimiz açısından ne derece geçerlidir?Bu soruyu cevaplamak için Atatürk’e bir kez daha dönmemiz gerektir: Zaferin kazanılmasından ve Lozan görüşmelerinin başlamasından sonra, 1 Mart 1923 günü TBMM’nin dördüncü toplantı yılını açarken Gazi Mustafa Kemal Paşa, erişilen verimli sonuçları iki önemli, yol gösterici ilkenin yarattığı kavramlara bağlamaktadır: Bunların birincisi “Misak-ı Millî”, ikincisi ise “egemenliği kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır.” 15 Bu dikkate değer ifade, Misak-ı Millî’yi Anayasa’ya eşdeğer bir düzeyde tutmaktadır. Hatta o, belki Anayasa’dan da üstündür. Ama şurası son derece açık ve doğaldır ki Misak-ı Millî, son sözüne ve kararlarına büyük bir ciddilikle sahip çıkan Türk Devleti’nin daha sonra yaptığı antlaşmalarla sınırlıdır. Başka bir deyişle, “Yurtta barış, cihanda barış” ilkesine içtenlikle bağlı Türkiye Cumhuriyeti, Misak-ı Millî’yi 1938 yılına kadar gerçekleşen anlaşmaların sınırı içinde ülke birliğinin temeli yapmıştır.Yukarıda, Amerikalı gazeteciye verdiği demeçte Atatürk’ün, Misak-ı Millî’yi doğrudan doğruya “Türk Milletinin Anayasası” olarak belirttiğini kaydetmiştik. Öyle ise, asıl anayasa Misak-ı Millî’nin altına düşmektedir. Atatürk Misak-ı Millî’yi Virginia Bildirisine benzeterek, onu Anayasaya can veren temel belge yerine koymaktadır.Bugünkü Anayasamız başlangıcında “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda” hazırlandığını belirtmiştir. Ayrıca gene başlangıçta “Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında hiçbir düşünce ve mülahazaya yer olmadığı” da açıklanmaktadır. Ulusal Egemenliği baş ilke kabul eden Atatürk, bu ilkenin içinde yer aldığı Anayasayı Misak-ı Millî’ye bağlarsa, aynı ilkeyi kabul eden bugünkü anayasamız da Misak-ı Millî’ye bağlanmaktadır. Zira Atatürk, “ilkelerine” can veren bir temel gibi görmüştür Misak-ı Millî’yi. Böylece Atatürk ilkelerine göre yapılmış Anayasamızın da Misak-ı Millîye dayanması en basit hukuk kuralı gereğidir.Misak-ı Millî’yi Anayasamızın dayanaklarından biri saydığımıza göre, bunun sonucu ne olacaktır?Anayasalar ya devlet kurarlar veya kurulu bir devletin yapısını değiştirirler. Anayasalarda devletin temelleri gösterilir; yapısı kurulur. Devletin üç öğesinden biri “ülke”dir. Öyle ise bir anayasanın, kurduğu devletin ülkesi üzerinde de hükümler koyması gerekir. Fakat hemen belirtilmeli ki hiçbir anayasa ülkenin sınırlarını ayrıntılı biçimde belirlemez. Anayasamız da böyle bir ayrıntıya girmemiştir. Fakat çeşitli hükümlerinde “ülke” den söz etmiştir. Başlangıçta “… Türk varlığının devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının” ibaresinden sonra ülke kavramı şuralarda geçmektedir:Madde 3: “Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür…”Madde 4: Bu maddede başka temel hükümlerle birlikte 3. Maddenin de değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin teklif de edilemeyeceği belirtilmektedir.Madde 13: Temel hak ve hürriyetler “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün…” korunması amacı ile de sınırlandırılabilirler.Madde 14: “Anayasada” yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak… amacı ile de kullanılamazlar.Madde 24: “14. Madde hükümlerine -yani yukarıdaki hükme- aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir.”Madde 27: “Yayma hakkı Anayasamızın … 3. maddeleri hükümlerinin değiştirilmesini sağlamak amacı ile kullanılamaz.”Madde 28: “Basın hürriyetlerinin sınırlanmasında, Anayasanın … 27. maddeleri hükümleri uygulanır.”“Devletin … ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tehdit eden… nitelikte olan” yazıları yazanlar, basanlar … sorumludurlar.“… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün … korunması bakımından …” yayınlar toplattırılabilir.“… Süreli yayınlar, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne … aykırı yayımlardan mahkûm olma halinde …” kapatılabilir.Madde 30: “… basımevi ve eklentileri Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü … hali hariç … zapt ve müsadere edilemez.”Madde 31: 13. Maddedeki genel sınırlama dışında, basın dışı kitle haberleşme araçlarından yararlanılmasının engellenemeyeceğini belirtmektedir.Madde 33: Derneklerin 13. Maddedeki genel sınırlamalara aykırı hareket edemeyecekleri hükme bağlanmaktadır. Gene aynı maddede “Dernekler … Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün korunması” söz konusu olduğu zaman faaliyetten alıkonulacağı belirtilmektedir.Madde 58: Gençliğin korunmasından söz edilirken bu işin “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü” ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yapılacağı söylenmektedir.Madde 68: Siyasî partilerin tüzük ve programları “… Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağı” belirtilmektedir.Madde 69: Siyasî partilerin 14. Maddedeki sınırlamaların dışına çıkamayacakları hükme bağlanmaktadır. Ayrıca siyasî partiler “ülke bütünlüğü aleyhindeki” yurt dışı çalışmalara katılamazlar.Madde 81: Milletvekilleri ant içerken “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne” bağlı kalacaklarını da belirtirler.Madde 83: “Seçimden önce soruşturulmasına başlanılmış olmak kaydı ile … 14. Maddedeki” suçları işlediği iddia edilen milletvekillerinin dokunulmazlık dışı tutulduğu belirtilmektedir.Madde 87: TBMM, 14. Maddeye göre hüküm giyenleri affedemez.Madde 103: Cumhurbaşkanı ant içerken 81. Maddedeki ibareleri de söyler.Madde 118: Milli Güvenlik Kurulu’nun görevleri arasında “… ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliğini” korumak yolunda tedbirler almak da sayılmaktadır.Madde 122: Sıkıyönetim ilânı sebepleri arasında “… ülkenin ve milletin bölünmezliğini içten veya dıştan tehlikeye düşürecek şiddet hareketlerinin” ortaya çıkması da sayılmaktadır.Madde 130: Üniversitelerin bilimsel özgürlüğünden bahsedilirken, bu yetkinin “…ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhinde” kullanılamayacağı hükme bağlanmaktadır.Madde 133: Radyo ve Televizyonun “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü …” koruyacak yayınlar yapmasını buyurur.Madde 135: Meslek kuruluşlarının organları “… ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü tehdit edici” faaliyetlerde bulunurlarsa görevden uzaklaştırılabilirler.Madde 143: Devlet Güvenlik Mahkemelerinin “Devletin ülkesini ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü …” de tehlikeye düşüren suçlarla uğraşacaklarını belirtir.Genellikle “millet” öğesiyle birlikte zikredilen ve bir bölünmez bütün olarak korunan Türkiye Ülkesi, Anayasamızda görüldüğü gibi pek çok yerde geçmektedir. İşte şimdi asıl sorun, bu ülkenin “neresi” olduğunu tespittir. Misak-ı Millî, yukarıdaki gerekçe ile Anayasamıza can veren temel belge kabul edildiğine göre ülkemiz, Misak-ı Millî’nin çizdiği sınırlardır. Bu açık bir gerçektir. Böylece Misak-ı Millî, somut olarak görülmese bile Anayasanın içindedir.Misak-ı Millî, özellikle Türk ülkesini kesin olarak saptamak bakımından hem hukuk hem siyaset açısından geçerliliğini ilk gündeki gibi korumaktadır. Misak-ı Millî’nin siyasal hükümleri için de aynı görüşü ileri sürmek mümkündür. Ancak bu siyasal hükümler Anayasamızda çoğu kez tekrarlandığından Misak-ı Millî’nin ülke konusundaki hükmü çok daha önemlidir. Zira Anayasamız, yukarıda belirtildiği gibi, ülkenin sınırlarını saptamayı Misak-ı Millîye bırakmıştır.SONUÇMisak-ı Millî, ilkönce ülkemizin bütünlüğü, sonra da millî birliğimizi ve tam bağımsızlığımızı kurma ve koruma yolunda temel anayasa belgesidir. Bu belgedeki hedefleri gerçekleştirmek uğrunda Türk Milletinin ne kadar kan akıttığı, ne büyük zorluklarla boğuştuğu, parçalanmayı nasıl önlediği tarihe geçmiş büyük gerçeklerdendir.Türk Milleti Atatürk’ün şu sözünü benimsemiştir: “Misak-ı Millî, vatanın dış düşman karşısındaki durumunu ve yerini tespit eden kutsal bir kuraldır.” 16Türk Milleti, XIX. yüzyıl başlarında beliren, 1919’da doruğuna çıkan bunalım ve felâketlerin içine tekrar düşmek istememektedir. Bunu isteyenler yalnız tarihten ders almayanlar ve Türk olmanın bilincine varamayanlardır. Dünyanın en insancıl milliyetçilik görüşünü ortaya koyan ve onu gerçekleştiren Atatürk, “bu topraklarda yaşayan herkes Türktür” der. Gene O, Ulusal Kurtuluş Savaşma katılıp da Misak-ı Millî’yi gerçekleştirenleri haklı olarak aynı ülkü potası içinde erimiş görür.Misak-ı Millî’nin bozulmasını isteyenler, bir zamanlar yaptıkları gibi vatanı bölmek isteyenler, bütün Türkleri yani bu vatanda yaşayan herkesi karşılarında bulacaklardır. Tarih bunu en açık ve seçik biçimde kanıtlıyor. Tarihe inanmayanlar, gerçekleri inkâr edenlerdir. Misak-ı Millî ise gerçeklere, akla, millî ihtiyaçlara en uygun bir bütünlük ve birlik simgesidir. Ona uymak, tarihin ve aklın buyruklarına da uymak demektir.
1 Bu konular hakkında toplu bilgi için bk: Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku (4. Bası), İstanbul 1980, s. 109 vd.2 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin Türkçe metni için bk: Coşkun Üçok, Siyasal Tarih (1789-1960), (3. Bası), Ankara 1980, s. 19-20.3 Bu konularda toplu bilgi için bk: Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara 1978, s. 23 vd.4 4-10 Nisan 1915’te İngiltere-Fransa-Rusya arasındaki anlaşmalar; 26 Nisan 1915’te İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya arasındaki anlaşma (Londra Anlaşması); 21 Ekim 1915’te İngiltere ile Fransa arasında anlaşma (Sykes-Picot Anlaşması); 19 Nisan 1917’de İngiltere-Fransa-îtalya arasında anlaşma (Saint-Jean de Maurieune Anlaşması).5 Başbakan Lloyd George 18 Ağustos 1919’da Avam Kamarasında söylemiştir. (Kürkçüoğlu, s. 63)6 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, Ankara 1983, s. 78.7 Nejat Kaymaz, Misak-ı Millî üzerinde yapılan tartışmalar hakkında (VIII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri) Ankara 1977, s. 2.8 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 132 ve oradaki kaynaklar.9 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 240.10 Utkan Kocatürk, a.g.e. s. 292; Nejat Kaymaz, a.g.e., s. 6-7.11 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 307.12 Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, Ankara 1974, s. 290.13 Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 362.14 Isaac F. Marcosson, Türkiye’nin Kuruluş Yıllarında bir Yabancı Gazetecinin Ankara Yolculuğu ve Atatürk’le Görüşmesi (Çeviren: Ergun Özbudun) “Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C I, Sayı 1, Kasım 1984 s. 180. Bir başka Amerikalı Gazeteciye Gazi’nin İzmir’de verdiği demeç için bk: Utkan Kocatürk, a.g.e., s. 349.15 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, İstanbul 1945, s. 296.16 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, İstanbul 1945, s. 296.

Benzer Konular

5 Kasım 2010 / Ziyaretçi Soru-Cevap
14 Nisan 2010 / elic Taslak Konular
12 Eylül 2012 / Misafir Soru-Cevap
1 Ekim 2013 / velixcan Soru-Cevap
1 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap