Arama

Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için nasıl çalışmalar yapılabilir? - Sayfa 5

En İyi Cevap Var Güncelleme: 26 Ekim 2015 Gösterim: 61.662 Cevap: 46
TurkcheKonuşma! - avatarı
TurkcheKonuşma!
Ziyaretçi
26 Nisan 2012       Mesaj #41
TurkcheKonuşma! - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

bana dilimizi yabancı kelimelerden nasıl kurtarabilmemiz çin bir soru sorsalar ben hemen şu cevabı söylerdim:

Sponsorlu Bağlantılar
turistleri türkiye sınırı içerisini koymama ve okullardan ingilizce derslerini kaldırmakk

Sen öyle diyorsun da turistlerle dilimizin yozlaşmasının bir alaksı yok. Nasıl diyecek olursanız :: Zaten turistler ülkemize doğal güzellikleri, yiyecekleri vs. için geliyorlar Yani bizim ülkemizin KENDİNİ tanımak için! Turistler gelipte dükkan sahiplerine bunu Show Room yapın işte Şuraya sale yazın demiyorlar. Ayrıca hatırlatırım Türkiyeye sadece ingiliz turistler gelmiyor. Fransızı var Almanı var yunanı var varda var.. Bizim ülkemizin insanının düşüncesi bu: Turistler geldiğinde yabancılık çekmesin..?? Bu nasıl bir düşünce.. Zaten turist bir ülkeye BAŞKA bir ülkeden gelen insandır. Başka bir şehirden gelen turistlerde var mutlaka ama onlarla aynı ülkede olduğumuzdan dolayı aynı dili konuşuyoruz. Birde zaten ingilizce evrensel bir dil olduğu için okullarda işleniyor. Zaten Türk halkının çoğu cahil. Kitap filan okunmuyor. Eğer yabancı dil dersleride kalkarsa vay halimize..!!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Kasım 2012       Mesaj #42
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yabancı kelime almak yeni bir nesnenin veya kavramın, geldiği yerden ismini de beraber almak demektir. Alınan yabancı kelime ya dilde karşılığı hiç olmayan kelimedir ya da dilde karşılığı olan fazladan bir kelimedir.
Birinci halde, yeni bir nesne veya kavramla karşılaşılır. Dilde onun kelimesi yoktur. Bu durumda ilk tabii yol onun ismini de beraber almaktır:
Sponsorlu Bağlantılar
Ayet gazel cami otomobil radyo telefon
Televizyon motor banka posta telekom
Özellikle eşyaların beraberinde getirdiği kelimelerin dile süratle girme ve yayılma gücü vardır. Eğer adını önceden hazırlamamış ve o adla girişi sağlamamışsanız, eşyanın kendi kelimesini beraber getirmesine engel olamazsınız. Zaten hazırlıklı olmak da kolay değildir. Yenilik ve kelime çok defa dili ansızın bastırır.
İkinci olarak dilde, karşılığı mevcut olsa da yine fazladan kelime girebilir. Böyle kelimelerde çeşitli etkenler rol oynar. Bunların başlıcaları çeşit ve değişiklik arzusu, özenme, taklit, nüans, kısalık, yaygınlık, kibarlık ve tesadüf olarak sıralanabilir. Fakat hepsinin ortak bir sebebi vardır ki o da kültür ilişkileri, dil alış-verişleridir. Kültür ve medeniyet tesirlerinden kaçmak mümkün değildir. Şüphesiz en iyisi bir dilin kendi kaynağından beslenmesidir. Ancak dile yabancı kelime girmiş diye yakınmaya da lüzum yoktur. Yabancı kelime almak değil, yabancı gramer kuralı almak tehlikelidir.
Esasen yüzde yüz saf dil yoktur. Dillerde yabancı asıllı kelimeler daima bulunur. Ayrıca dil o kelimeleri kendi yapısına uydurur:
Hendese-geometri teşekkür-mersi yemiş-meyve
Siyaset-politika teminat-garanti iktisat-ekonomi
Türkiye Türkçesi için cumhuriyetten sonra Arapça ve Farsçadan kelime alma yolu tamamıyla kapanmıştır. Buna karşılık bugün batıdan gelen kelimelere karşı açıktır.
Yabancı kelime almak son derece kolay bir yoldur. Onun için de bu kestirme yolun önüne kolay kolay geçilememektedir. İstense de istenmese de her dile bu yolla pek çok kelime girmektedir. Hele günümüzdeki iletişim teknolojisi bunu iyice artırmış bulunmaktadır
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Aralık 2012       Mesaj #43
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Türkçemizi Korumak İçin 11 Öneri
1. “Önce Türkçe!” sloganı kafalara ve gönüllere yerleştirilmeli, herkesi güzel Türkçe öğrenmeye ve kullanmaya özendirmeliyiz.

2. “Önce Türkçe!” konusunda bireysel ve toplumsal duyarlık, dil duygusu ve ana dili bilinci oluşturulmalıdır. Bu konuda herkese görev düşer. Asıl sorumluluk ise, örgün ve yaygın eğitim kurumlarına; yazılı, sözlü ve görüntülü kitle iletişim araçlarına, sanatçılara, yazarlara, aydın kesime düşmektedir.

3. Özellikle aydın kesim, yabancı hayranlığı ile yabancı sözcük düşkünlüğünden kurtarılmalıdır.

4. Yabancı dil öğretimi ile yabancı dilde öğretimin çok farklı şeyler olduğu kafalara iyice yerleştirilmelidir. Okullarımızda hâlen yürütülmekte olan yabancı dil öğretiminin çok verimsiz olduğu göz önüne alınarak, verimli ve etkili yabancı dil öğretimi için gerekli önlemler hiç zaman geçirmeden alınmalı, yabancı dilde öğretime ise son verilmelidir.

5. Verimli bir yabancı dil öğretimi için, yüksek öğretim kurumlarında ilk yıl küçük gruplar hâlinde ve nitelikli okutmanlarla etkili bir “yabancı dil hazırlık sınıfı” uygulaması, daha sonraki yıllarda “meslekî yabancı dil” dersleri önemli bir çözüm yoludur. Ankara Üniversitesinin TÖMER kanalıyla yürütmekte olduğu hazırlık sınıfı uygulaması esas alınabilir.

6. Bütün öğretim kademelerinde Türkçe eğitiminin yeterince etkili, verimli yapılabilmesi için gerekli duyarlık ve özen gösterilmelidir. Bu önemli konu, gelip geçici olan bakan ya da hükümet politikası olarak değil, sıkı ve değişmez bir devlet politikası olarak görülmelidir. İşin özü, etkili ve bilinçli ana dili eğitiminde yatmaktadır. Şunu hiç unutmayalım ki iyi bir yabancı dil öğretimi için de iyi bir ana dili eğitimi ön koşuldur.

7. Çok kolay olmamakla birlikte dil gümrüğü uygulamasına bir an önce geçilmeli, baskın dile/dillere karşı koyabilmek için sözcük ve terim üretimine yeterince önem verilmeli, çeşitli dallardan uzmanları da devreye sokarak bu konuda yoğun çalışmalar yapılmalıdır.

8. Dil alanında en etkili kesimlerin başında eğitimciler, öğretmenler geldiğini göz önünde tutarak, öncelikle Türkçe ve edebiyat öğretmenleri olmak üzere, bütün öğretmenlerin ana dili duyarlığı ve bilinci ile yetiştirilmelerine büyük önem verilmelidir.

9. 1930’lardan 1980’lere kadar yürürlükte olan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 21. maddesi, çeşitli işyerlerinin kapılarına asılacak levha ve tabelaların Türkçe olmasını şart koşuyordu. Bu yasanın uygulamadan kaldırılmış olması ve değişen şartlar durumu tersine çevirmiştir. Adı geçen yasaya yeniden işlerlik kazandırılması uygun olur.

10. Türkçenin yozlaşmaktan korunması ve kurtarılması için genel ve yasal bir düzenleme amacıyla hazırlanan “Türk Dilinin Kullanılmasına İlişkin Kanun” tasarısı, dil-anlatım ve konuya yaklaşım bakımından gerekli düzeltme ve düzenlemeler de yapılarak bir an önce yasalaşmalıdır.

11. Bir ülkenin kültürü ve dili tek başına ele alınamaz. Dil ülkenin sosyal, ekonomik, kültürel ve teknolojik yapısı ve özellikleri ile iç içedir ve onlardan ayrı düşünülemez. Eğer bir malı veya aracı kendimiz üretmiyor da dışarıdan alıyorsak, sadece onu değil, onun adını ve onunla ilgili terimleri de almak zorundayız demektir.

O hâlde, ekonomi ve teknoloji başta olmak üzere her alanda üretmeden tüketmek çılgınlığına karşı çıkmak da ulusal bir görev ve sorumluluktur. Çünkü üretimi bir yana bırakarak sadece tüketim toplumu olmakla hiçbir yere varılamaz. Bu şekilde olup da tarihten silinen toplum ve ülke sayısı az değildir.
_EKSELANS_ - avatarı
_EKSELANS_
Kayıtlı Üye
24 Aralık 2012       Mesaj #44
_EKSELANS_ - avatarı
Kayıtlı Üye
Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ün her alanda gerçekleştirdiği devrimlerinin içinde “dil devrimi” önemli bir yer tutmaktadır. Dilimizin yabancı dillerin etkisinden kurtarılması ve geliştirilmesi için Türk Dil Kurumunu kurdu.

Atatürk, Türkçenin ulusal nitelik kazanmasını ulusal bağımsızlığın da bir gereği olarak görüyordu. Bunu şu sözlerinden anlayabiliriz:

“Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Eğer bir ulusun dili yabancı dillerin etkisinde kalıyorsa, insanlar kendi dillerinin sözcük ve tamlamaları yerine yabancı dillerin sözcük ve tamlamalarını kullanıyorlarsa bu durum kültürel yozlaşmaya yol açar; o ulus başka kültürlerin egemenliği altına girer; dili, buna bağlı olarak da kültürü gelişemez.

Dilimizi Yabancı Dillerin Etkisinden Korumak İçin:
Türkçesi olan kavramların İngilizcesini kullanmamalıyız. Dilimizi iyi öğrenip güzel konuşmaya, bizden sonraki kuşaklara doğru bir biçimde aktarmaya çalışmalı, bu konuda bilinçli davranmalıyız.

Türkçeyi iyi bilmek ve doğru konuşmak yalnızca Türkçe Öğretmenleri’nin, edebiyatçıların işi değildir. Bu dili konuşan herkes bu sorumluluğu taşımalıdır.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Aralık 2013       Mesaj #45
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

türkçeden ödevim var.türkçenin yabancı dillerden korunması ile ilgili çözüm önrleri istrm

Osmanlı Türkçesi veya yanlış fakat yaygın bir isimle Osmanlıca, Türkiye Türkçesi'nin ikinci devresini teşkil eder. Osmanlıca, XV. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıl başlarına kadar, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Kırım, Adalar ve Kuzey Afrika'da kullanılan Türk yazı dilidir.
Yaygın olarak kullanılan “Osmanlıca” terimi, bazı insanların zannettiği gibi Türkçe'den farklı bir dili anlatmaz. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Türklerin dilini anlatır. Konuyu bilen pek çok kişi bu terimi kısa veya pratik olduğu için kullanmaktadır. “Lisan-ı Osmani” yani "Osmanlı Dili”, “Osmanlıca” terimleri Tanzimat devrinden sonra ortaya çıkmıştır, Tanzimat devrinde, Osmanlı devletinin dağılmasını önlemek maksadıyla çeşitli unsurları kaynaştıracak bir “Millet-i Osmaniye” meydana getirmek düşüncesiyle “Osmanlıcılık” siyasî fikri ortaya atılmıştı. Bu siyasî anlayışa uygun olarak dile de “Lisan-ı Osmanî” veya “Osmanlıca” adı verilmiştir. Daha önce ise "Türkçe”, “Türkî”, “Lisan-ı Türkî" gibi isimler kullanılmaktaydı. Tanzimat devrinde “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk defa kullanan ünlü bilgin Ahmet Cevdet Paşa'dır. Ahmet Cevdet Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa birlikte yazıp 1865’te yayımladıkları dil bilgisi kitabına “Kavaid-i Osmaniye” adını vermişlerdir. Böylece bu eserle literatürümüze “lisan-ı Osmanî” terimi girmiş ve Osmanlıca-Türkçe tartışmaları başlamıştır.
Bugün “Osmanlıca” terimi, Osmanlı Devri Türkçesi'ni anlatmanın dışında, 1928'den önce kullanılan Arap harfli alfabeyi (eski yazı da denir) okuyup yazma ve öğretimi için kullanıldığı gibi (Osmanlıca dersleri vs.) bugünkü sade Türkçe anlayışına uymayan, içinde Arapça-Farsça unsurların fazla bulunduğu XX. yüzyıldan önceki Türkçe'yi anlatmak için de kullanılır.
Tanzimat devrinden sonra yazılan dil bilgisi kitaplarında (ilki Kavaid-i Osmanî, l865) Osmanlıca, “Türkçe-Arapça ve Farsça'dan meydana gelmiş üçüzlü bir dil” olarak tarif edilmiştir. Böyle bir tarif ise “Osmanlıca” denilince bu dillerin birleşmesi ile Türkçe'nin dışında Türkçe'den ayrı “Osmanlıca” diye bir dil meydana gelmiş gibi bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı dil tarihi ve kültürü ile yakından ilgili olmayanlar, “Osmanlıca” denince, İngilizce, Arapça veya İtalyanca gibi müstakil bir dilin varlığını düşünmektedirler, Gerçekten bu devrede dilimize normal alış-verişlerin ötesinde yabancı unsurlar girmiştir. Fakat yine de devrin dili Türkçe'dir, Başka bir deyişle “Osmanlı” adında Türk'ten ayrı bir millet olmadığı gibi Türkçe'den başka bir dil de yoktur. Osmanlıca, Türkçe'nin kendisine has özellikler taşıyan bir dönemidir. Bu dönemin diline “Tarihî Türkiye Türkçesi” veya "Osmanlı Devri Türkçesi" demek veya öyle anlamak en doğrusudur.
Nitekim daha Tanzimat devrinde, devrin ünlü dilci ve sözlükçüsü Şemsettin Sami, Türkçe'ye “Osmanlıca” denmesine karşı çıkıp yanlışlığını izah eden Şemsettin Sami, 1880'de yayımladığı “Lisan-ı Türki” adlı makalesinde konuyu şöyle izah etmektedir:
“Söylediğimiz lisan ne lisandır ve nereden çıkmıştır. Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru bulmuyoruz; Çünkü bu ünvan Selâtin-i Osmaniyenin birincisi Fatih-i Meşhurun nam-ı alîlerine nisbetle müşarün ileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin ünvanıdır. Halbuki lisan ve cinsiyet müşarün ileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri lisanın ismi dahi Lisan-ı Türkîdir."
“Osmanlı” adının, devleti kuran kişinin adına nispetle devlete verilen isim olduğunu, halbuki bu devleti kuran kavmin Türk, konuştuğu dilin de Türkçe olduğunu; Türk kavminin ve Türkçe'nin Osmanlı devletinden daha eski olduğunu anlatan Şemsettin Sami, 1897'de yayımladığı “Lisan ve Edebiyatımız” adlı makalesinde konuyu, dil ve dillerin yapısı açısından da şöyle açıklamaktadır:
“Osmanlı lisânı üç lisandan, yani Arabi, Farisî ve Türkçe lisanlarından mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i ilahîyeye ve tabiata aykırı olan bu tabir ekseri kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna benzer kitaplarda zikr ve tadâd olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hatâ! Üç lisandan mürekkep bir lisan dünyada görülmemiş şey!
Hayır hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Akvam ve ümem heyninde olduğu gibi, elsine beyninde dahi muhtelif derecelerde yakınlık ve münasebet bulunup, her bir kaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğim lisan elsine-i Turaniye zümresine mensup Türk lisanıdır, Buna birinci derecede Arabi 'den ikinci derecede Farisi 'den bazı kelime ve tabirler girmiştir. Lâkin bu kelime ve tabirler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştirmez. Meselâ İspanyolca ve Portekizce'de o kadar Arapça bulunuyor ki bunların cem 'i büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lâkin mezkür lisanlar Arabî ile falan lisandan mürekkeptir denilmeyip lâtin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunuyor.
Kezalîk İngilizce’de hemen yarı yarıya Fransızca kelime bulunduğu halde İngilîz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup, Fransızca'ya yabancı addolunur. Her lisan'ın me'huz ve müstear kelimelerine bakılmaz esası olan tasrifatına bakılır. "
Şemsettin Sami'nin yüz yıl önce ifade ettiği bu fikirler, bütün tazeliği ile geçerliliğini korumaktadır. Zira, daha önce belirttiğimiz gibi yer yüzünde ırka dayalı saf bir kültür dili bulmak mümkün değildir. Yine dil bir kelime yığını, sözlük kitabı değil, bir işleyiş sistemidir.
Bugün yaygın bîr dil olan ve Şemsettin Sami'nin de örnek verdiği İngilizce'nin kelimelerinin %80'den fazlası İngiliz asıllı değildir. XVI yüzyıldan sonra oluşan ve “Fransızca” adıyla kullanılmaya başlanan bugünkü Fransızca'da ise, bazı araştırmacıların belirttiğine göre, ırka dayalı asıl öz Fransızca diyebileceğimiz dilden 22 veya en çok 200 civarında kelime bulunmaktadır.
Osmanlı Türkçesi devrinde, Türkçe'ye gerçekten çok fazla Arapça Farsça kelime ve terkip (tamlama) girmiştir. Ancak bu bütün eserlerde aynı derecede değildir. Yine Osmanlı Türkçesi, Baki'nin, Nedim'in, Şeyh Galib'in, Evliya Çelebi’nin dili olduğu gibi Karacaoğlan'ın, Emrah'ın vs .’nin de dilidir. Naimâ'nın, Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret'in de dîlidir. Osmanlı Türkçesi veya Osmanlıca denince bugün sadece hazırlıksız kişiler tarafından zor anlaşılan “Divan Edebiyatı” dediğimiz edebiyatın dilini anlamamak gerekir. Kaldıki Divan şairleri içinde de oldukça sade şiîrler ve beyitler söyleyenlerin sayısı pek çoktur. Kısaca Osmanlı devri Türkçesi de (Osmanlıca), bu dille meydana getirilmiş her çeşit eser de bizim kültürümüzün ürünleridir. Hepsi Türk milletinin millî kültürüne dahildir.
Osmanlıca ve Divan edebiyatı konusunda şair, yazar ve fîkir adamı Atilla İlhan, kendisiyle yapılan bir mülâkatta fikirlerini şöyle açıklamaktadır:
“Divan edebiyatıyla halk edebiyatını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cumhuriyet başlangıçta bu hatayı yapmıştır. Divan edebiyatı zenginlerin edebiyatıdır. Biz halk edebiyatını geliştirelim demek hatadır. Divan edebiyatı da, Halk edebiyatı da aynı alt yapının eserleridir. Bazı halk şairleri vardır ki divan yazmışlardır. Bazı divan şairleri de heceyle şiir yazmışlardır. Bu iki tür de aynı çerçevenin içindedir.”
Aynı mülâkatta orta çağ Batı Hıristiyan medeniyeti daîresinde sanat ve bilim dilinin Yunanca ve Lâtince, buna karşılık İslâm medeniyeti dairesinde de Arapça ve Farsça olduğunu, bunun normal olduğunu anlatan Atillâ İlhan, fikirlerini açıklamayı şöyle sürdürüyor:
“Türkçe'de Arapça ve Farsça kelimelerin olması Osmanlıcayı ne Arapça ne de Farsça yapmıştır. Bunu ben tecrübe ederek yaşadım. Biz böyle yetiştirildiğimiz için bir Arap veya Acem bu şiirleri gördüğünde anlar zannediyordum. Tabiî bu yanlış bir düşünceydi. Hiç bir zaman bu dillerin esareti altına girilmedi. Batı dillerinde bu daha açık bir şekilde görülüyor. Meselâ Fransızca diye bir dil yok. Şimdi konuşulan yazılan Lâtince'nin bozulmuş şeklidir. Eğer Fransızlar bizim Dil Kurumu gibi Fransızca'dan Lâtince kelimeleri atmaya kalksalar geriye sadece 123 kelime kalır. Bunlar asla bu dangalaklığı yapmıyorlar tabii.” (Türkiye Gazetesi, 5 Kasım 1997, Mülâkat, Mehmet Göze)
Bugün, Osmanlıca ve bilhâssa Divan edebiyatı - Halk edebiyatı konusuna yeniden eğilen ilim ve fikir adamları, bu iki tür edebiyatın da Müslüman Türk milletinin kültürünü yansıttığını makale ve müstakil eserleri ile ortaya koymaktadırlar. Gerçekten dil ve estetik anlayışı bakımından farklı görünen bu iki edebiyat -sanat sahasının ayrılığı sadece kabuktadır- özde aynı milletin kültürünü yansıtmaktadır.
Nitekim, kendisi de bir şair ve ilim adamı olan Orhan Şaik Gökyay, 26 Şubat 1987'de Türk Dil Kurumunda yaptığı bir konuşmada (daha sonra, "Divan Edebiyatı Kimin" adıyla yayımlanmıştır,) Divan Edebiyatını "Bir okur yazar sınıfının, sadece medrese tahsili görmüş insanların tekelinde bir edebiyat saymayı doğru bulmuyorum, bulmadım. Ama vaktiyle ben de böyle okuttum." dedikten sonra bu edebiyatın, Türk kültürünü nasıl yansıttığını, devrinde nasıl anlaşıldığını, her tabaka ve meslekten, kültür seviyesinden şairler bulunduğunu, bu edebiyatın sadece İstanbul'da değil, en küçük kasabalara kadar yaygın olduğunu örneklerle anlatmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, konuşmasının sonunda şu kanaati belirtiyor: "Ben divan edebiyatının bir zamanlar, toplumun her tabakasından insanın malı olduğuna inandığımı sözümün sonunda bir kez daha tekrarlıyorum "
Günümüzün divan edebiyatıyla uğraşan ilim adamlarından Mustafa İsen de tezkireler üzerine yazdığı bîr makalesinde tezkirelerde adı geçen 3182 divan şairinin mesleklerini incelemiştir. Yazıda padişahlardan, çeşitli bürokratlardan, aşçı marangoz, ayakkabıcı, kasap, terzi ve saraca kadar birçok meslek erbabının divan şairi olduğu ortaya konulmuştur.
Divan şiiri ile uğraşan bir başka ilim adamımız Prof. Dr. Cemal Kurnaz da konu ile ilgili olarak yazdığı müstakil bir eserde konuyu enine boyuna incelemiş ve "Kültürümüzün bütünlüğü ve sürekliliği içinde ele alındığında Divan ve Halk şiirinin birbirine tamamen zıt ve farklı olmadığını; aksine, sanıldığından daha fazla müştereklerinin bulunduğunu örnekleriyle" göstermiştir.(1)
Zaten "Osmanlıca" adı Tanzimat devrinden sonra siyasî anlayışla ortaya atıldığı gibi, "Divan Edebiyatı" veya "Divan Şiiri" adı da 1900'lü yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Türk Dili tarihi içinde ayrı bir dönem olarak isimlendirilip incelenmesine rağmen Osmanlıca'nın, Türkçe'nin iç yapısı ve gelişmesi bakımından, dil bilgisi bakımından günümüz Türkiye Türkçesi ile arasında belirli bir ayrılık yoktur. Eski Anadolu Türkçesi devresinden sonra günümüze kadar Türkçe'nin ses ve gramer şekillerinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Yani Osmanlıca ile günümüz Türkiye Türkçesi arasında Eskî Türkçe ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki gibi bir devre farkı bulunmamaktadır.
Osmanlıca'nın günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı bir devre olarak görülmesi, dış yapısı ile ilgilidir. Gerçekten de, Osmanlıca dış yapısı yani içindeki yabancı unsurlar bakımından hem Eski Anadolu Türkçesi'nden hem:de günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı özellikler gösterir.
Osmanlıca devresinde, Türkçe'ye pek çok Arapça ve Farsça kelime girdiği gibi dil bilgisi (gramer) şekilleri de girmiştir, Bu unsurların bazı eserlerde % 60’1arı bulduğu hattâ geçtiği bile görülebilir. Ancak Türkçe'ye giren bu kelime, tamlama ve diğer dilbilgisi unsurları isim sahasında kalmıştır. Ayrıca bu yabancı isimlerin bir kısmı Türkçe yardımcı fiillerle birleşik fiil teşkil edilerek de kullanılmıştır.
Osmanlıca devresinde, fiil çekimleri ve Türkçe cümle yapısı bozulmamıştır. Bilhassa divan şiiri beyit esasına dayandığı için cümleler uzamamıştır. Fakat nesir eserlerde ise, uzun cümleler kurulduğundan cümle yapısı şiirdeki kadar sağlam olmamıştır.
Osmanlıca, içindeki yabancı unsurların durumu bakımından kendi içinde üç devreye ayrılır.

- Eski Osmanlıca: (XV. yüzyıl sonu XVI yüzyıl)
- Klâsik Osmanlıca: (XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar)
- Yeni Osmanlıca: (XIX. yüzyıl ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar)

Tanzimat devrinden itibaren, Osmanlı devletinin siyasî, sosyal durumu, Batı medeniyeti ile ilişkîler, dil ve edebiyat anlayışına da tesir edince, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, içindeki iğreti duran yabancı kelimelerin ve gramer şekillerinin atılması fikri doğmuştur. Buna Tanzimat devrinde."Sosyal faydacı bir edebiyat" anlayışının gelişmesi ve sonra da kültürel Türkçülük fikirleri vesile .olmuştur.
Türkçe'nin yabancı dil unsurlarına, bilhassa Arapça ve Farsça'dan gelen kelime. ve gramer şekillerine karşı korunması, Türkçe'ye sahip çıkılması fikri, XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'dan Tanzimat devrine kadar, şuurlu Türk şair ve yazarları tarafından zaman zaman ortaya atılmışsa da kalıcı bir hareket haline gelememiştir. Ancak Tanzimat devrinden sonra Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yabancı unsurlardan bilhassa Arapça ve Farsça dilbilgisi şekillerinden temizlenmesi, Türk aydınları için bir problem, bir dava olmuştur.
Tanzimat devrinde, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa gibi şahsiyetler Türkçe'nin sadeleşmesi için çalışmışlar fakat, istediklerini tam başaramamışlardır.
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan şair ve yazarlar, sanat anlayışları gereği, sadeleşme konusunu fazla önemsememişler, hattâ kendilerine göre önceki devirden farklı Arapça ve Farsça yeni terkipler türetmişlerdir. Bu yüzden "anlaşılmaz" olarak nitelendirilmişlerdir. Servet-i Fünün öncülerinden Tevfik Fikret ve Halid Ziya, sadeleştirme fikrine karşı bile çıkmışlardır.
Servet-i Fünûn dergisinin ve Edebiyatının dışında kalan Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Mehmed Emin, Rıza Tevfık sade Türkçe ile eserler vermişlerdir. Aynı devirde "İkdam" gazetesi etrafında toplanan "Türkçü ve Türkçeciler" ise, Türkçe'nin sadeleşmesini hararetle savunmuşlardır, Bunların öncüleri Necip Asım, Veled Çelebi, Fuad Köseraif’tir. Bilhassa Fuad Köseraif ileri derecede "tasfîyeciliği savunmuştur
Rapor Et


Kaynak: Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için nasıl çalışmalar yapılabilir?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Mayıs 2014       Mesaj #46
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ya biri bana yardım etsin dilimizi yabancı kelimelerden arındırmak için çözüm önerileri geliştirmem gerekiyor
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Ekim 2015       Mesaj #47
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
çok güzel yazışsın ellerine kalemine sağlık ta birazz fazla uzun kısa ve öz var mı hani okadarda kısa olmasında yararlanabileceğim yerler varsa lütfen aktarın

Benzer Konular

5 Kasım 2013 / Misafir Soru-Cevap
4 Kasım 2012 / DaRq_msxlabs Soru-Cevap
3 Ocak 2014 / Misafir Soru-Cevap
1 Mart 2010 / maniack080 Soru-Cevap
30 Ekim 2009 / Misafir Soru-Cevap