Arama

Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için nasıl çalışmalar yapılabilir?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 26 Ekim 2015 Gösterim: 61.591 Cevap: 46
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
Ziyaretçi
12 Ocak 2009       Mesaj #1
Ziyaretçi - avatarı
Ziyaretçi
dilimizi yabancı kelimelerden arındırmak için çözüm önerileri bulunuz biz bulamadık size emrediyoruz
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi
DİLİMİZİN ADI

Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı Devrinden Günümüze Türkçe


Osmanlı Türkçesi veya yanlış fakat yaygın bir isimle Osmanlıca, Türkiye Türkçesi'nin ikinci devresini teşkil eder. Osmanlıca, XV. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıl başlarına kadar, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Kırım, Adalar ve Kuzey Afrika'da kullanılan Türk yazı dilidir.
Yaygın olarak kullanılan “Osmanlıca” terimi, bazı insanların zannettiği gibi Türkçe'den farklı bir dili anlatmaz. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Türklerin dilini anlatır. Konuyu bilen pek çok kişi bu terimi kısa veya pratik olduğu için kullanmaktadır. “Lisan-ı Osmani” yani "Osmanlı Dili”, “Osmanlıca” terimleri Tanzimat devrinden sonra ortaya çıkmıştır, Tanzimat devrinde, Osmanlı devletinin dağılmasını önlemek maksadıyla çeşitli unsurları kaynaştıracak bir “Millet-i Osmaniye” meydana getirmek düşüncesiyle “Osmanlıcılık” siyasî fikri ortaya atılmıştı. Bu siyasî anlayışa uygun olarak dile de “Lisan-ı Osmanî” veya “Osmanlıca” adı verilmiştir. Daha önce ise "Türkçe”, “Türkî”, “Lisan-ı Türkî" gibi isimler kullanılmaktaydı. Tanzimat devrinde “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk defa kullanan ünlü bilgin Ahmet Cevdet Paşa'dır. Ahmet Cevdet Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa birlikte yazıp 1865’te yayımladıkları dil bilgisi kitabına “Kavaid-i Osmaniye” adını vermişlerdir. Böylece bu eserle literatürümüze “lisan-ı Osmanî” terimi girmiş ve Osmanlıca-Türkçe tartışmaları başlamıştır.
Bugün “Osmanlıca” terimi, Osmanlı Devri Türkçesi'ni anlatmanın dışında, 1928'den önce kullanılan Arap harfli alfabeyi (eski yazı da denir) okuyup yazma ve öğretimi için kullanıldığı gibi (Osmanlıca dersleri vs.) bugünkü sade Türkçe anlayışına uymayan, içinde Arapça-Farsça unsurların fazla bulunduğu XX. yüzyıldan önceki Türkçe'yi anlatmak için de kullanılır.
Tanzimat devrinden sonra yazılan dil bilgisi kitaplarında (ilki Kavaid-i Osmanî, l865) Osmanlıca, “Türkçe-Arapça ve Farsça'dan meydana gelmiş üçüzlü bir dil” olarak tarif edilmiştir. Böyle bir tarif ise “Osmanlıca” denilince bu dillerin birleşmesi ile Türkçe'nin dışında Türkçe'den ayrı “Osmanlıca” diye bir dil meydana gelmiş gibi bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı dil tarihi ve kültürü ile yakından ilgili olmayanlar, “Osmanlıca” denince, İngilizce, Arapça veya İtalyanca gibi müstakil bir dilin varlığını düşünmektedirler, Gerçekten bu devrede dilimize normal alış-verişlerin ötesinde yabancı unsurlar girmiştir. Fakat yine de devrin dili Türkçe'dir, Başka bir deyişle “Osmanlı” adında Türk'ten ayrı bir millet olmadığı gibi Türkçe'den başka bir dil de yoktur. Osmanlıca, Türkçe'nin kendisine has özellikler taşıyan bir dönemidir. Bu dönemin diline “Tarihî Türkiye Türkçesi” veya "Osmanlı Devri Türkçesi" demek veya öyle anlamak en doğrusudur.
Nitekim daha Tanzimat devrinde, devrin ünlü dilci ve sözlükçüsü Şemsettin Sami, Türkçe'ye “Osmanlıca” denmesine karşı çıkıp yanlışlığını izah eden Şemsettin Sami, 1880'de yayımladığı “Lisan-ı Türki” adlı makalesinde konuyu şöyle izah etmektedir:
“Söylediğimiz lisan ne lisandır ve nereden çıkmıştır. Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru bulmuyoruz; Çünkü bu ünvan Selâtin-i Osmaniyenin birincisi Fatih-i Meşhurun nam-ı alîlerine nisbetle müşarün ileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin ünvanıdır. Halbuki lisan ve cinsiyet müşarün ileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri lisanın ismi dahi Lisan-ı Türkîdir."
“Osmanlı” adının, devleti kuran kişinin adına nispetle devlete verilen isim olduğunu, halbuki bu devleti kuran kavmin Türk, konuştuğu dilin de Türkçe olduğunu; Türk kavminin ve Türkçe'nin Osmanlı devletinden daha eski olduğunu anlatan Şemsettin Sami, 1897'de yayımladığı “Lisan ve Edebiyatımız” adlı makalesinde konuyu, dil ve dillerin yapısı açısından da şöyle açıklamaktadır:
“Osmanlı lisânı üç lisandan, yani Arabi, Farisî ve Türkçe lisanlarından mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i ilahîyeye ve tabiata aykırı olan bu tabir ekseri kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna benzer kitaplarda zikr ve tadâd olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hatâ! Üç lisandan mürekkep bir lisan dünyada görülmemiş şey!
Hayır hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Akvam ve ümem heyninde olduğu gibi, elsine beyninde dahi muhtelif derecelerde yakınlık ve münasebet bulunup, her bir kaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğim lisan elsine-i Turaniye zümresine mensup Türk lisanıdır, Buna birinci derecede Arabi 'den ikinci derecede Farisi 'den bazı kelime ve tabirler girmiştir. Lâkin bu kelime ve tabirler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştirmez. Meselâ İspanyolca ve Portekizce'de o kadar Arapça bulunuyor ki bunların cem 'i büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lâkin mezkür lisanlar Arabî ile falan lisandan mürekkeptir denilmeyip lâtin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunuyor.
Kezalîk İngilizce’de hemen yarı yarıya Fransızca kelime bulunduğu halde İngilîz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup, Fransızca'ya yabancı addolunur. Her lisan'ın me'huz ve müstear kelimelerine bakılmaz esası olan tasrifatına bakılır. "
Şemsettin Sami'nin yüz yıl önce ifade ettiği bu fikirler, bütün tazeliği ile geçerliliğini korumaktadır. Zira, daha önce belirttiğimiz gibi yer yüzünde ırka dayalı saf bir kültür dili bulmak mümkün değildir. Yine dil bir kelime yığını, sözlük kitabı değil, bir işleyiş sistemidir.
Bugün yaygın bîr dil olan ve Şemsettin Sami'nin de örnek verdiği İngilizce'nin kelimelerinin %80'den fazlası İngiliz asıllı değildir. XVI yüzyıldan sonra oluşan ve “Fransızca” adıyla kullanılmaya başlanan bugünkü Fransızca'da ise, bazı araştırmacıların belirttiğine göre, ırka dayalı asıl öz Fransızca diyebileceğimiz dilden 22 veya en çok 200 civarında kelime bulunmaktadır.
Osmanlı Türkçesi devrinde, Türkçe'ye gerçekten çok fazla Arapça Farsça kelime ve terkip (tamlama) girmiştir. Ancak bu bütün eserlerde aynı derecede değildir. Yine Osmanlı Türkçesi, Baki'nin, Nedim'in, Şeyh Galib'in, Evliya Çelebi’nin dili olduğu gibi Karacaoğlan'ın, Emrah'ın vs .’nin de dilidir. Naimâ'nın, Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret'in de dîlidir. Osmanlı Türkçesi veya Osmanlıca denince bugün sadece hazırlıksız kişiler tarafından zor anlaşılan “Divan Edebiyatı” dediğimiz edebiyatın dilini anlamamak gerekir. Kaldıki Divan şairleri içinde de oldukça sade şiîrler ve beyitler söyleyenlerin sayısı pek çoktur. Kısaca Osmanlı devri Türkçesi de (Osmanlıca), bu dille meydana getirilmiş her çeşit eser de bizim kültürümüzün ürünleridir. Hepsi Türk milletinin millî kültürüne dahildir.
Osmanlıca ve Divan edebiyatı konusunda şair, yazar ve fîkir adamı Atilla İlhan, kendisiyle yapılan bir mülâkatta fikirlerini şöyle açıklamaktadır:
“Divan edebiyatıyla halk edebiyatını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cumhuriyet başlangıçta bu hatayı yapmıştır. Divan edebiyatı zenginlerin edebiyatıdır. Biz halk edebiyatını geliştirelim demek hatadır. Divan edebiyatı da, Halk edebiyatı da aynı alt yapının eserleridir. Bazı halk şairleri vardır ki divan yazmışlardır. Bazı divan şairleri de heceyle şiir yazmışlardır. Bu iki tür de aynı çerçevenin içindedir.”
Aynı mülâkatta orta çağ Batı Hıristiyan medeniyeti daîresinde sanat ve bilim dilinin Yunanca ve Lâtince, buna karşılık İslâm medeniyeti dairesinde de Arapça ve Farsça olduğunu, bunun normal olduğunu anlatan Atillâ İlhan, fikirlerini açıklamayı şöyle sürdürüyor:
“Türkçe'de Arapça ve Farsça kelimelerin olması Osmanlıcayı ne Arapça ne de Farsça yapmıştır. Bunu ben tecrübe ederek yaşadım. Biz böyle yetiştirildiğimiz için bir Arap veya Acem bu şiirleri gördüğünde anlar zannediyordum. Tabiî bu yanlış bir düşünceydi. Hiç bir zaman bu dillerin esareti altına girilmedi. Batı dillerinde bu daha açık bir şekilde görülüyor. Meselâ Fransızca diye bir dil yok. Şimdi konuşulan yazılan Lâtince'nin bozulmuş şeklidir. Eğer Fransızlar bizim Dil Kurumu gibi Fransızca'dan Lâtince kelimeleri atmaya kalksalar geriye sadece 123 kelime kalır. Bunlar asla bu dangalaklığı yapmıyorlar tabii.” (Türkiye Gazetesi, 5 Kasım 1997, Mülâkat, Mehmet Göze)
Bugün, Osmanlıca ve bilhâssa Divan edebiyatı - Halk edebiyatı konusuna yeniden eğilen ilim ve fikir adamları, bu iki tür edebiyatın da Müslüman Türk milletinin kültürünü yansıttığını makale ve müstakil eserleri ile ortaya koymaktadırlar. Gerçekten dil ve estetik anlayışı bakımından farklı görünen bu iki edebiyat -sanat sahasının ayrılığı sadece kabuktadır- özde aynı milletin kültürünü yansıtmaktadır.
Nitekim, kendisi de bir şair ve ilim adamı olan Orhan Şaik Gökyay, 26 Şubat 1987'de Türk Dil Kurumunda yaptığı bir konuşmada (daha sonra, "Divan Edebiyatı Kimin" adıyla yayımlanmıştır,) Divan Edebiyatını "Bir okur yazar sınıfının, sadece medrese tahsili görmüş insanların tekelinde bir edebiyat saymayı doğru bulmuyorum, bulmadım. Ama vaktiyle ben de böyle okuttum." dedikten sonra bu edebiyatın, Türk kültürünü nasıl yansıttığını, devrinde nasıl anlaşıldığını, her tabaka ve meslekten, kültür seviyesinden şairler bulunduğunu, bu edebiyatın sadece İstanbul'da değil, en küçük kasabalara kadar yaygın olduğunu örneklerle anlatmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, konuşmasının sonunda şu kanaati belirtiyor: "Ben divan edebiyatının bir zamanlar, toplumun her tabakasından insanın malı olduğuna inandığımı sözümün sonunda bir kez daha tekrarlıyorum "
Günümüzün divan edebiyatıyla uğraşan ilim adamlarından Mustafa İsen de tezkireler üzerine yazdığı bîr makalesinde tezkirelerde adı geçen 3182 divan şairinin mesleklerini incelemiştir. Yazıda padişahlardan, çeşitli bürokratlardan, aşçı marangoz, ayakkabıcı, kasap, terzi ve saraca kadar birçok meslek erbabının divan şairi olduğu ortaya konulmuştur.
Divan şiiri ile uğraşan bir başka ilim adamımız Prof. Dr. Cemal Kurnaz da konu ile ilgili olarak yazdığı müstakil bir eserde konuyu enine boyuna incelemiş ve "Kültürümüzün bütünlüğü ve sürekliliği içinde ele alındığında Divan ve Halk şiirinin birbirine tamamen zıt ve farklı olmadığını; aksine, sanıldığından daha fazla müştereklerinin bulunduğunu örnekleriyle" göstermiştir.(1)
Zaten "Osmanlıca" adı Tanzimat devrinden sonra siyasî anlayışla ortaya atıldığı gibi, "Divan Edebiyatı" veya "Divan Şiiri" adı da 1900'lü yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Türk Dili tarihi içinde ayrı bir dönem olarak isimlendirilip incelenmesine rağmen Osmanlıca'nın, Türkçe'nin iç yapısı ve gelişmesi bakımından, dil bilgisi bakımından günümüz Türkiye Türkçesi ile arasında belirli bir ayrılık yoktur. Eski Anadolu Türkçesi devresinden sonra günümüze kadar Türkçe'nin ses ve gramer şekillerinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Yani Osmanlıca ile günümüz Türkiye Türkçesi arasında Eskî Türkçe ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki gibi bir devre farkı bulunmamaktadır.
Osmanlıca'nın günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı bir devre olarak görülmesi, dış yapısı ile ilgilidir. Gerçekten de, Osmanlıca dış yapısı yani içindeki yabancı unsurlar bakımından hem Eski Anadolu Türkçesi'nden hem:de günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı özellikler gösterir.
Osmanlıca devresinde, Türkçe'ye pek çok Arapça ve Farsça kelime girdiği gibi dil bilgisi (gramer) şekilleri de girmiştir, Bu unsurların bazı eserlerde % 60’1arı bulduğu hattâ geçtiği bile görülebilir. Ancak Türkçe'ye giren bu kelime, tamlama ve diğer dilbilgisi unsurları isim sahasında kalmıştır. Ayrıca bu yabancı isimlerin bir kısmı Türkçe yardımcı fiillerle birleşik fiil teşkil edilerek de kullanılmıştır.
Osmanlıca devresinde, fiil çekimleri ve Türkçe cümle yapısı bozulmamıştır. Bilhassa divan şiiri beyit esasına dayandığı için cümleler uzamamıştır. Fakat nesir eserlerde ise, uzun cümleler kurulduğundan cümle yapısı şiirdeki kadar sağlam olmamıştır.
Osmanlıca, içindeki yabancı unsurların durumu bakımından kendi içinde üç devreye ayrılır.

- Eski Osmanlıca: (XV. yüzyıl sonu XVI yüzyıl)
- Klâsik Osmanlıca: (XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar)
- Yeni Osmanlıca: (XIX. yüzyıl ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar)

Tanzimat devrinden itibaren, Osmanlı devletinin siyasî, sosyal durumu, Batı medeniyeti ile ilişkîler, dil ve edebiyat anlayışına da tesir edince, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, içindeki iğreti duran yabancı kelimelerin ve gramer şekillerinin atılması fikri doğmuştur. Buna Tanzimat devrinde."Sosyal faydacı bir edebiyat" anlayışının gelişmesi ve sonra da kültürel Türkçülük fikirleri vesile .olmuştur.
Türkçe'nin yabancı dil unsurlarına, bilhassa Arapça ve Farsça'dan gelen kelime. ve gramer şekillerine karşı korunması, Türkçe'ye sahip çıkılması fikri, XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'dan Tanzimat devrine kadar, şuurlu Türk şair ve yazarları tarafından zaman zaman ortaya atılmışsa da kalıcı bir hareket haline gelememiştir. Ancak Tanzimat devrinden sonra Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yabancı unsurlardan bilhassa Arapça ve Farsça dilbilgisi şekillerinden temizlenmesi, Türk aydınları için bir problem, bir dava olmuştur.
Tanzimat devrinde, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa gibi şahsiyetler Türkçe'nin sadeleşmesi için çalışmışlar fakat, istediklerini tam başaramamışlardır.
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan şair ve yazarlar, sanat anlayışları gereği, sadeleşme konusunu fazla önemsememişler, hattâ kendilerine göre önceki devirden farklı Arapça ve Farsça yeni terkipler türetmişlerdir. Bu yüzden "anlaşılmaz" olarak nitelendirilmişlerdir. Servet-i Fünün öncülerinden Tevfik Fikret ve Halid Ziya, sadeleştirme fikrine karşı bile çıkmışlardır.
Servet-i Fünûn dergisinin ve Edebiyatının dışında kalan Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Mehmed Emin, Rıza Tevfık sade Türkçe ile eserler vermişlerdir. Aynı devirde "İkdam" gazetesi etrafında toplanan "Türkçü ve Türkçeciler" ise, Türkçe'nin sadeleşmesini hararetle savunmuşlardır, Bunların öncüleri Necip Asım, Veled Çelebi, Fuad Köseraif’tir. Bilhassa Fuad Köseraif ileri derecede "tasfîyeciliği savunmuştur.(2)







kaynak

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ocak 2009       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Emirle iş yapmıyoruz. Rica etmeyi denerseniz belki birkaç öneri getirebiliriz. Aksi halde ödevinizi paşa paşa kendiniz yapar, ben de bu konuyu kapatır ve cevaplanmasını engellerim.
Sponsorlu Bağlantılar
ay_kızz - avatarı
ay_kızz
Ziyaretçi
12 Ocak 2009       Mesaj #3
ay_kızz - avatarı
Ziyaretçi
Ben birşeyler buldum Msn Happyama ThinkerBeLL in dediği gibi önce rica etmeniz lazım. Msn Mad
Furkan Avcı - avatarı
Furkan Avcı
Ziyaretçi
8 Şubat 2009       Mesaj #4
Furkan Avcı - avatarı
Ziyaretçi
biraz hızlı ve biraz fazla bilgi olsun lütfen
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
8 Şubat 2009       Mesaj #5
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Dilimizi koruyalım, ama nasıl?




Başlık belki bazılarınıza tanıdık geldi. Bir başka forumda yazmayı bırakmama neden olan konu... Yok yok! Konunun bir suçu yok...
Başlangıçta sürekli yazarak konuyu besleyebilir miyim diye epeyce kaygılandım. Sonra nasıl olsa ucundan tutan dostlar olur diye düşünerek cesaretlendim. İşte başladım bile...
Toplulukları birarada tutan en önemli unsurlar; "din birliği", "siyasi birlik" , "coğrafya birliği", "toprak birliği" , "renk-ırk birliği", "dil birliği"...
"DİL BİRLİĞİ" içlerindekilerden en önemlisiymiş. Yani toplulukları birarada tutan en önemli tutkal aynı dili konuşuyor olmaları imiş. Buradan şöyle bir çıkarım rahatlıkla yapılabilir: "Bir birliği dağıtmak için önce dili yozlaştırılmalıdır".
Son yıllarda Türkçe'yi yozlaştırmak için inanılmaz bir kampanya yürütülüyor. Çoğunlukla bilmeden bir çok kişi de buna alet oluyor. İşte size bunlardan bazıları:
Bilgisayar Terimleri :
-Faylı seyv etmek
-kopi pest
-sıkrin seyvır
-aplood, davnlood etmek
Mekan-markalar :
-Eskidji
-Kebupchi
-Buiti sentır
-fitnes sentır
Istanbul'dan şoping mol isimleri
-Colony
-Carousel
-Metrocity
-Fly Inn
-Capitol
-Nautilus
neredeyse hepsi
Istanbul'dan yeni toplu konut isimleri (rezidanslar! )
-Yeshill
-Uphill
-Mayadrom
-Kentplus
-Almond Hill
-Evidea
neredeyse hepsi....
Çok uzatmadan, diğer:
-Yaw
-Nabersin?
- böle diolar, çok güsel bi kız yani,
..........................................................
Bu böyle uzar gider. İngilizce'nin yanı sıra ne olduğu belli olmayan garip sözcükler kullanarak yazışmalar-konuşmalar çoğaldı.
Ne oluyor, böyle daha mı "karizmatik" olunuyor? Yoksa aptallık mı ediliyor?
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
8 Şubat 2009       Mesaj #6
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
DİLİMİZİN ADI

Osmanlı Devrinden Günümüze Türkçe


Osmanlı Türkçesi veya yanlış fakat yaygın bir isimle Osmanlıca, Türkiye Türkçesi'nin ikinci devresini teşkil eder. Osmanlıca, XV. yüzyıl sonlarından XX. yüzyıl başlarına kadar, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Kırım, Adalar ve Kuzey Afrika'da kullanılan Türk yazı dilidir.
Yaygın olarak kullanılan “Osmanlıca” terimi, bazı insanların zannettiği gibi Türkçe'den farklı bir dili anlatmaz. Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Türklerin dilini anlatır. Konuyu bilen pek çok kişi bu terimi kısa veya pratik olduğu için kullanmaktadır. “Lisan-ı Osmani” yani "Osmanlı Dili”, “Osmanlıca” terimleri Tanzimat devrinden sonra ortaya çıkmıştır, Tanzimat devrinde, Osmanlı devletinin dağılmasını önlemek maksadıyla çeşitli unsurları kaynaştıracak bir “Millet-i Osmaniye” meydana getirmek düşüncesiyle “Osmanlıcılık” siyasî fikri ortaya atılmıştı. Bu siyasî anlayışa uygun olarak dile de “Lisan-ı Osmanî” veya “Osmanlıca” adı verilmiştir. Daha önce ise "Türkçe”, “Türkî”, “Lisan-ı Türkî" gibi isimler kullanılmaktaydı. Tanzimat devrinde “Lisan-ı Osmanî” terimini ilk defa kullanan ünlü bilgin Ahmet Cevdet Paşa'dır. Ahmet Cevdet Paşa ve Keçecizade Fuat Paşa birlikte yazıp 1865’te yayımladıkları dil bilgisi kitabına “Kavaid-i Osmaniye” adını vermişlerdir. Böylece bu eserle literatürümüze “lisan-ı Osmanî” terimi girmiş ve Osmanlıca-Türkçe tartışmaları başlamıştır.
Bugün “Osmanlıca” terimi, Osmanlı Devri Türkçesi'ni anlatmanın dışında, 1928'den önce kullanılan Arap harfli alfabeyi (eski yazı da denir) okuyup yazma ve öğretimi için kullanıldığı gibi (Osmanlıca dersleri vs.) bugünkü sade Türkçe anlayışına uymayan, içinde Arapça-Farsça unsurların fazla bulunduğu XX. yüzyıldan önceki Türkçe'yi anlatmak için de kullanılır.
Tanzimat devrinden sonra yazılan dil bilgisi kitaplarında (ilki Kavaid-i Osmanî, l865) Osmanlıca, “Türkçe-Arapça ve Farsça'dan meydana gelmiş üçüzlü bir dil” olarak tarif edilmiştir. Böyle bir tarif ise “Osmanlıca” denilince bu dillerin birleşmesi ile Türkçe'nin dışında Türkçe'den ayrı “Osmanlıca” diye bir dil meydana gelmiş gibi bir anlayışı ortaya çıkarmıştır. Bundan dolayı dil tarihi ve kültürü ile yakından ilgili olmayanlar, “Osmanlıca” denince, İngilizce, Arapça veya İtalyanca gibi müstakil bir dilin varlığını düşünmektedirler, Gerçekten bu devrede dilimize normal alış-verişlerin ötesinde yabancı unsurlar girmiştir. Fakat yine de devrin dili Türkçe'dir, Başka bir deyişle “Osmanlı” adında Türk'ten ayrı bir millet olmadığı gibi Türkçe'den başka bir dil de yoktur. Osmanlıca, Türkçe'nin kendisine has özellikler taşıyan bir dönemidir. Bu dönemin diline “Tarihî Türkiye Türkçesi” veya "Osmanlı Devri Türkçesi" demek veya öyle anlamak en doğrusudur.
Nitekim daha Tanzimat devrinde, devrin ünlü dilci ve sözlükçüsü Şemsettin Sami, Türkçe'ye “Osmanlıca” denmesine karşı çıkıp yanlışlığını izah eden Şemsettin Sami, 1880'de yayımladığı “Lisan-ı Türki” adlı makalesinde konuyu şöyle izah etmektedir:
“Söylediğimiz lisan ne lisandır ve nereden çıkmıştır. Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru bulmuyoruz; Çünkü bu ünvan Selâtin-i Osmaniyenin birincisi Fatih-i Meşhurun nam-ı alîlerine nisbetle müşarün ileyhin tesis etmiş oldukları bir devletin ünvanıdır. Halbuki lisan ve cinsiyet müşarün ileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla konuşan kavmin ismi Türk ve söyledikleri lisanın ismi dahi Lisan-ı Türkîdir."
“Osmanlı” adının, devleti kuran kişinin adına nispetle devlete verilen isim olduğunu, halbuki bu devleti kuran kavmin Türk, konuştuğu dilin de Türkçe olduğunu; Türk kavminin ve Türkçe'nin Osmanlı devletinden daha eski olduğunu anlatan Şemsettin Sami, 1897'de yayımladığı “Lisan ve Edebiyatımız” adlı makalesinde konuyu, dil ve dillerin yapısı açısından da şöyle açıklamaktadır:
“Osmanlı lisânı üç lisandan, yani Arabi, Farisî ve Türkçe lisanlarından mürekkeptir demek âdet olmuştur. Âdet-i ilahîyeye ve tabiata aykırı olan bu tabir ekseri kavâid ve inşâ kitaplarında ve buna benzer kitaplarda zikr ve tadâd olunuyor. Ne kadar yanlış, ne büyük hatâ! Üç lisandan mürekkep bir lisan dünyada görülmemiş şey!
Hayır hiç de öyle değildir. Her lisan bir lisandır. Akvam ve ümem heyninde olduğu gibi, elsine beyninde dahi muhtelif derecelerde yakınlık ve münasebet bulunup, her bir kaç lisan bir zümre teşkil eder. İmdi söylediğim lisan elsine-i Turaniye zümresine mensup Türk lisanıdır, Buna birinci derecede Arabi 'den ikinci derecede Farisi 'den bazı kelime ve tabirler girmiştir. Lâkin bu kelime ve tabirler ne kadar çok olsa lisanın esasını değiştirmez. Meselâ İspanyolca ve Portekizce'de o kadar Arapça bulunuyor ki bunların cem 'i büyük bir cilt teşkil etmiştir. Lâkin mezkür lisanlar Arabî ile falan lisandan mürekkeptir denilmeyip lâtin zümresine mensup müstakil lisanlar addolunuyor.
Kezalîk İngilizce’de hemen yarı yarıya Fransızca kelime bulunduğu halde İngilîz lisanı Cermen zümresine mensup bir lisan olup, Fransızca'ya yabancı addolunur. Her lisan'ın me'huz ve müstear kelimelerine bakılmaz esası olan tasrifatına bakılır. "
Şemsettin Sami'nin yüz yıl önce ifade ettiği bu fikirler, bütün tazeliği ile geçerliliğini korumaktadır. Zira, daha önce belirttiğimiz gibi yer yüzünde ırka dayalı saf bir kültür dili bulmak mümkün değildir. Yine dil bir kelime yığını, sözlük kitabı değil, bir işleyiş sistemidir.
Bugün yaygın bîr dil olan ve Şemsettin Sami'nin de örnek verdiği İngilizce'nin kelimelerinin %80'den fazlası İngiliz asıllı değildir. XVI yüzyıldan sonra oluşan ve “Fransızca” adıyla kullanılmaya başlanan bugünkü Fransızca'da ise, bazı araştırmacıların belirttiğine göre, ırka dayalı asıl öz Fransızca diyebileceğimiz dilden 22 veya en çok 200 civarında kelime bulunmaktadır.
Osmanlı Türkçesi devrinde, Türkçe'ye gerçekten çok fazla Arapça Farsça kelime ve terkip (tamlama) girmiştir. Ancak bu bütün eserlerde aynı derecede değildir. Yine Osmanlı Türkçesi, Baki'nin, Nedim'in, Şeyh Galib'in, Evliya Çelebi’nin dili olduğu gibi Karacaoğlan'ın, Emrah'ın vs .’nin de dilidir. Naimâ'nın, Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret'in de dîlidir. Osmanlı Türkçesi veya Osmanlıca denince bugün sadece hazırlıksız kişiler tarafından zor anlaşılan “Divan Edebiyatı” dediğimiz edebiyatın dilini anlamamak gerekir. Kaldıki Divan şairleri içinde de oldukça sade şiîrler ve beyitler söyleyenlerin sayısı pek çoktur. Kısaca Osmanlı devri Türkçesi de (Osmanlıca), bu dille meydana getirilmiş her çeşit eser de bizim kültürümüzün ürünleridir. Hepsi Türk milletinin millî kültürüne dahildir.
Osmanlıca ve Divan edebiyatı konusunda şair, yazar ve fîkir adamı Atilla İlhan, kendisiyle yapılan bir mülâkatta fikirlerini şöyle açıklamaktadır:
“Divan edebiyatıyla halk edebiyatını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Cumhuriyet başlangıçta bu hatayı yapmıştır. Divan edebiyatı zenginlerin edebiyatıdır. Biz halk edebiyatını geliştirelim demek hatadır. Divan edebiyatı da, Halk edebiyatı da aynı alt yapının eserleridir. Bazı halk şairleri vardır ki divan yazmışlardır. Bazı divan şairleri de heceyle şiir yazmışlardır. Bu iki tür de aynı çerçevenin içindedir.”
Aynı mülâkatta orta çağ Batı Hıristiyan medeniyeti daîresinde sanat ve bilim dilinin Yunanca ve Lâtince, buna karşılık İslâm medeniyeti dairesinde de Arapça ve Farsça olduğunu, bunun normal olduğunu anlatan Atillâ İlhan, fikirlerini açıklamayı şöyle sürdürüyor:
“Türkçe'de Arapça ve Farsça kelimelerin olması Osmanlıcayı ne Arapça ne de Farsça yapmıştır. Bunu ben tecrübe ederek yaşadım. Biz böyle yetiştirildiğimiz için bir Arap veya Acem bu şiirleri gördüğünde anlar zannediyordum. Tabiî bu yanlış bir düşünceydi. Hiç bir zaman bu dillerin esareti altına girilmedi. Batı dillerinde bu daha açık bir şekilde görülüyor. Meselâ Fransızca diye bir dil yok. Şimdi konuşulan yazılan Lâtince'nin bozulmuş şeklidir. Eğer Fransızlar bizim Dil Kurumu gibi Fransızca'dan Lâtince kelimeleri atmaya kalksalar geriye sadece 123 kelime kalır. Bunlar asla bu dangalaklığı yapmıyorlar tabii.” (Türkiye Gazetesi, 5 Kasım 1997, Mülâkat, Mehmet Göze)
Bugün, Osmanlıca ve bilhâssa Divan edebiyatı - Halk edebiyatı konusuna yeniden eğilen ilim ve fikir adamları, bu iki tür edebiyatın da Müslüman Türk milletinin kültürünü yansıttığını makale ve müstakil eserleri ile ortaya koymaktadırlar. Gerçekten dil ve estetik anlayışı bakımından farklı görünen bu iki edebiyat -sanat sahasının ayrılığı sadece kabuktadır- özde aynı milletin kültürünü yansıtmaktadır.
Nitekim, kendisi de bir şair ve ilim adamı olan Orhan Şaik Gökyay, 26 Şubat 1987'de Türk Dil Kurumunda yaptığı bir konuşmada (daha sonra, "Divan Edebiyatı Kimin" adıyla yayımlanmıştır,) Divan Edebiyatını "Bir okur yazar sınıfının, sadece medrese tahsili görmüş insanların tekelinde bir edebiyat saymayı doğru bulmuyorum, bulmadım. Ama vaktiyle ben de böyle okuttum." dedikten sonra bu edebiyatın, Türk kültürünü nasıl yansıttığını, devrinde nasıl anlaşıldığını, her tabaka ve meslekten, kültür seviyesinden şairler bulunduğunu, bu edebiyatın sadece İstanbul'da değil, en küçük kasabalara kadar yaygın olduğunu örneklerle anlatmaktadır. Orhan Şaik Gökyay, konuşmasının sonunda şu kanaati belirtiyor: "Ben divan edebiyatının bir zamanlar, toplumun her tabakasından insanın malı olduğuna inandığımı sözümün sonunda bir kez daha tekrarlıyorum "
Günümüzün divan edebiyatıyla uğraşan ilim adamlarından Mustafa İsen de tezkireler üzerine yazdığı bîr makalesinde tezkirelerde adı geçen 3182 divan şairinin mesleklerini incelemiştir. Yazıda padişahlardan, çeşitli bürokratlardan, aşçı marangoz, ayakkabıcı, kasap, terzi ve saraca kadar birçok meslek erbabının divan şairi olduğu ortaya konulmuştur.
Divan şiiri ile uğraşan bir başka ilim adamımız Prof. Dr. Cemal Kurnaz da konu ile ilgili olarak yazdığı müstakil bir eserde konuyu enine boyuna incelemiş ve "Kültürümüzün bütünlüğü ve sürekliliği içinde ele alındığında Divan ve Halk şiirinin birbirine tamamen zıt ve farklı olmadığını; aksine, sanıldığından daha fazla müştereklerinin bulunduğunu örnekleriyle" göstermiştir.(1)
Zaten "Osmanlıca" adı Tanzimat devrinden sonra siyasî anlayışla ortaya atıldığı gibi, "Divan Edebiyatı" veya "Divan Şiiri" adı da 1900'lü yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Türk Dili tarihi içinde ayrı bir dönem olarak isimlendirilip incelenmesine rağmen Osmanlıca'nın, Türkçe'nin iç yapısı ve gelişmesi bakımından, dil bilgisi bakımından günümüz Türkiye Türkçesi ile arasında belirli bir ayrılık yoktur. Eski Anadolu Türkçesi devresinden sonra günümüze kadar Türkçe'nin ses ve gramer şekillerinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Yani Osmanlıca ile günümüz Türkiye Türkçesi arasında Eskî Türkçe ile Eski Anadolu Türkçesi arasındaki gibi bir devre farkı bulunmamaktadır.
Osmanlıca'nın günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı bir devre olarak görülmesi, dış yapısı ile ilgilidir. Gerçekten de, Osmanlıca dış yapısı yani içindeki yabancı unsurlar bakımından hem Eski Anadolu Türkçesi'nden hem:de günümüz Türkiye Türkçesi'nden ayrı özellikler gösterir.
Osmanlıca devresinde, Türkçe'ye pek çok Arapça ve Farsça kelime girdiği gibi dil bilgisi (gramer) şekilleri de girmiştir, Bu unsurların bazı eserlerde % 60’1arı bulduğu hattâ geçtiği bile görülebilir. Ancak Türkçe'ye giren bu kelime, tamlama ve diğer dilbilgisi unsurları isim sahasında kalmıştır. Ayrıca bu yabancı isimlerin bir kısmı Türkçe yardımcı fiillerle birleşik fiil teşkil edilerek de kullanılmıştır.
Osmanlıca devresinde, fiil çekimleri ve Türkçe cümle yapısı bozulmamıştır. Bilhassa divan şiiri beyit esasına dayandığı için cümleler uzamamıştır. Fakat nesir eserlerde ise, uzun cümleler kurulduğundan cümle yapısı şiirdeki kadar sağlam olmamıştır.
Osmanlıca, içindeki yabancı unsurların durumu bakımından kendi içinde üç devreye ayrılır.

- Eski Osmanlıca: (XV. yüzyıl sonu XVI yüzyıl)
- Klâsik Osmanlıca: (XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl ortalarına kadar)
- Yeni Osmanlıca: (XIX. yüzyıl ortalarından XX. yüzyıl başlarına kadar)

Tanzimat devrinden itibaren, Osmanlı devletinin siyasî, sosyal durumu, Batı medeniyeti ile ilişkîler, dil ve edebiyat anlayışına da tesir edince, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, içindeki iğreti duran yabancı kelimelerin ve gramer şekillerinin atılması fikri doğmuştur. Buna Tanzimat devrinde."Sosyal faydacı bir edebiyat" anlayışının gelişmesi ve sonra da kültürel Türkçülük fikirleri vesile .olmuştur.
Türkçe'nin yabancı dil unsurlarına, bilhassa Arapça ve Farsça'dan gelen kelime. ve gramer şekillerine karşı korunması, Türkçe'ye sahip çıkılması fikri, XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'dan Tanzimat devrine kadar, şuurlu Türk şair ve yazarları tarafından zaman zaman ortaya atılmışsa da kalıcı bir hareket haline gelememiştir. Ancak Tanzimat devrinden sonra Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yabancı unsurlardan bilhassa Arapça ve Farsça dilbilgisi şekillerinden temizlenmesi, Türk aydınları için bir problem, bir dava olmuştur.
Tanzimat devrinde, Namık Kemal, Şinasi, Ali Suavi, Ahmet Mithat Efendi, Şemsettin Sami, Muallim Naci, Ahmet Vefik Paşa, Ahmet Cevdet Paşa gibi şahsiyetler Türkçe'nin sadeleşmesi için çalışmışlar fakat, istediklerini tam başaramamışlardır.
Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplanan şair ve yazarlar, sanat anlayışları gereği, sadeleşme konusunu fazla önemsememişler, hattâ kendilerine göre önceki devirden farklı Arapça ve Farsça yeni terkipler türetmişlerdir. Bu yüzden "anlaşılmaz" olarak nitelendirilmişlerdir. Servet-i Fünün öncülerinden Tevfik Fikret ve Halid Ziya, sadeleştirme fikrine karşı bile çıkmışlardır.
Servet-i Fünûn dergisinin ve Edebiyatının dışında kalan Hüseyin Rahmi, Ahmed Rasim, Mehmed Emin, Rıza Tevfık sade Türkçe ile eserler vermişlerdir. Aynı devirde "İkdam" gazetesi etrafında toplanan "Türkçü ve Türkçeciler" ise, Türkçe'nin sadeleşmesini hararetle savunmuşlardır, Bunların öncüleri Necip Asım, Veled Çelebi, Fuad Köseraif’tir. Bilhassa Fuad Köseraif ileri derecede "tasfîyeciliği savunmuştur.(2)



Türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için nasıl çalışmalar yapılabilir?



kaynak
Quo vadis?
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
8 Şubat 2009       Mesaj #7
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
TÜRKÇE'NİN AYRIŞTIRILMASI



Türklerin dildeki ilkeleri kelime bilginlerine ait düşüncelerin tersi olmakla beraber, arı Türkçeci (tafsiyei adını alan dil ülkücülerinin görüşlerine de uygun değildir. Arı dilcilere göre, bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun, aslen bir Türk Kökü'nden gelmesi, gereklidir. Buna dayanarak kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam,der gibi arapça ve farsça köklerden gelmiş olan kelimeler, halkın diline girmiş olduklarına bakılmaksızın. Türkçe'den atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri diriltilmeli, veya Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada, v.d. bulabileceğimiz, aslen Türk kökünden gelmiş kelimeleri almalı veyahut Türkçe'de yeni ekler ve birleştirme yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla Türkçe kelimeler yaratılmalıdır. Türkçülere göre, bu düşünüş biçimi de yanlıştır. Çünkü, başta, hiçbir Türk kökünün en eski zamanlara çıkıldıkça Türk kalacağı ileri sürülemez. Bugün Türk kökünden geldiği sandığımız birçok kelimelerin önceleri Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hindçeden ve farsçadan eski Türkçe'ye girmiş olduğu ilmi olarak ortaya konulmuştur.

İkinci olarak, kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. buna göre, kelimelerin hangi köklerden geldiğini, nasıl türediğini bilmeğe de gerek yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız filoloğlar ve lenguistler için gereklidir. Dilin sistemi ve şivesi bakımından, hatta zararlıdır. Çünkü, yukarıda arap ve fars köklerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi, Türk kökünden gelen kelimelerde de, bazen kullanıştaki anlam türediği kelimenin anlamından başkadır. Mesela "yabancı", "yabandan gelmiş adam" demek değildir. "Kahve-altı", kahveden sonra yenilen yemek anlamına gelmez. Bu gibi kelimeleri kök anlamlarında kullanmak bir dil hastalığıdır ki buna türetme hastalığı" denilir. Mesela bazı adamlar, "terlik" kelimesi söylenince, bunun kullanıştaki anlamına önem vermeyerek, derhal kök anlamını ararlar ve " ter için ayağa giyilen ayakkabı" diye kelimeyi köküne bağlamağa çalışırlar. Oysa ki, "terlik" kelimesinin anlamını ararken, "ter" kelimesini hatırlamak, şive bakımından zararlıdır.

Türetme hastalığına uğramış bir adamın yanında, mesela "yabancılar geldiler" dediğiniz zaman, o : "Yabancılar mı" yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır" derse tuhafınıza gitmez mi? Veya "Şu terliği giyiniz!" dediğiniz zaman, "Ayağım terli değil; terlik giymeğe ihtiyacım yok!" cevabını verirse, elinizde olmadan gülmez misiniz? Bununla beraber, halka özgü bir türetmecilik de vardır ki, bu aksine hem normal, hem de yararlıdır. Mesela, halktan olan kimseler "dilbaz" kelimesini" çok dili, çok dil döken" anlamında sanırlar.1
Halkın böyle yanlış türetmelerle yaptığı bozmalar, bir tür bilinçsiz kendine mal etme yöntemidir. Mesela halk alaim-i sema'yı, eleğim sağma şekline çevirir. Balimoz'u Bal yemez suretine sokar2.
Ankara'da bir pınarın adı olan "Zülfazıl" kelimesini "Solfasol" yapar, "Şeref-resan" vapurunu "Şerif Hasan, "nevid-i Fütuh"u "Delik Kütük", "Feth-i bülend"i "Yedi bölen" tarzında Türkçe kelimeler haline koyar. "Telgraf çekmek'ten "tel çekmek" kelimesini doğurur.
İşte, bu gibi esaslara dayanarak, Türkçüler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildirdiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin, milli olması için, Türkçe kökten gelmesi yeterli değildir. Çünkü, Türk kökünden gelmiş olan "gözgü, sayru, baskıç, ağı" gibi birçok kelimeler, canlı dilden çıkarak fosil olmuşlar, onların yerine canlı olarak" aynı, hasta, merdiven, zehir" kelimeleri girmiştir.
Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkan yoksa, dil fosillerinin de tekrar hayata dönmelerine artık imkan yoktur. Kısaca Türkçülere göre, halkın alıştığı, yapay olmayan bütün kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı kullanışlarından doğmuş canlı bir organizmadır.
O halde, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara dayanmalı, arı dilcilerin aşırı iddialarına doğru gitmemelidir.

Arı dilcilerin diğer Türk lehçelerinden kelime almaları da yanlıştır. Çünkü, Türk lehçeleri, "ana dili" konumunda bulunan eski Türkçe'den ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir gelişim yolunu izlemiştir. Gerek fonetik, gerek leksikoloji açısından birbirinden uzaklaşmışlardır. Buna göre, bu lehçelerin kelimelerini dilimize sokarsak, "İstanbul Türkçe'sinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten bu lehçelerde var olan kelimeler dilimizde de bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk kurumlarını tarihi bir ölümsüzlüğe kavuştururken, bunların adları da bilim terimleri olarak dilimize girecektir. Bunu "fosillerin dirilmesi" biçiminde görmemelidir. Çünkü, bu kelimeler şimdi sözcük olarak değil, yalnız terim olarak dilimize gireceklerdir. Bu biçimde girmelerinde hiçbir sakınca da yoktur.
Arı dilcilerin, işlemeyen ekleri işlek hale sokarak ve tamlama yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla, yeni kelimeler yaratmak istemeleri de yanlıştır. Çünkü, nasıl bir hayvanın veya bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ eklememiz doğru değilse, dile yeniden işlek bir edat yahut yine bir tamlama biçimi sokmamız da öylece doğru değildir. Bundan dolayıdır ki, "günaydın" "tünaydın" gibi tamlamalar yeni Türkçe'de yaşamadığı gibi, işlek olmayan edatlarla yapılmış olan deyimler de yaşayamadılar.

Bununla beraber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da edebiyattı Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. Bilimsel terimlerde de, hiçbir gereklilikleri olmadığı halde alınmış nice kelimelere rastladık. Mesela, coşkunluğa "cuşiş" demek gerekli mi? Baş ağrısına "sıda" demeğe hiç gerek var mı? Tıp sözlüğünü ele alalım: Kemiğe "azm" başa "re's", dişe "sin", sinire" asab" diyen bu sözlükte, dilimize girmesine hiç gereklilik bulunmayan nice arapça ve farsca kelimeler vardır. "Adale" gibi, "hüceyre" gibi, "protoplazma" gibi Türkçe'de karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi sözcüklere milli sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçe'si bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimeleri artık dilimizden atmalıyız.

Bu sözlerden anlaşılıyor ki, medeniyet dairelerinin de kendilerine özgü coğrafya alanları ve bu alanların belirli sınırları var. Mesela, bir masal veya bir alet belirli bir noktaya kadar yayılıyor. Ondan öteye gidemiyor. Çünkü her medeniyet başka bir sisteme girer. Adeta, her medeniyetin başa bir mantığı, başka bir estetiği, başak bir hayat görüşü vardır. Bu yüzdendir ki, medeniyetler birbirine alışamıyorlar. Yine bundan dolayıdır ki, bir medeniyeti bütün sistemiyle kabul etmeyenler, onun bazı bölümlerini alamıyorlar. Alsalar bile kendilerine mal edemiyorlar. Medeniyeti de, din gibi dışından değil, içinden olmak gerekir. Medeniyet de tıpkı din gibidir. Ona da inanmak ve yürekten bağlanmak gerekir. Bu notayı iyi yanlamamış olan Tanzimatçıların bizi Avrupa Medeniyet'ine dış görünüşü taklit etmek yoluyla sokmak girişimleri bundan dolayı kısır kaldı.
Medeniyetlerin coğrafi sınırları ayrı olduğu gibi, tarihi gelişmeleri de birbirinden ayrıdır. Bu gelişmelerin de bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Fakat, medeniyet daireleri milli kültür dairelerinden daha geniş oldukları için, ömürleri de ötekilerin ömründen daha uzundur.

Bundan başak bir millet gelişmesinin yüksek noktalarına çıktıkça, medeniyetini de değiştirmek zorunda kalır. Mesela Japonlar, son yüzyılda Uzak Doğu medeniyetini bırakarak, batı medeniyetine girdiler.

Bu konuda en çarpıcı örneği Türklerde görürüz. Çünkü Türkler gelişmelerinin üç yarı aşamasında birbirine benzemeyen üç farklı medeniyet dairesine girmek zorunda kaldılar: Türkler kavimi devlet hayatı yaşarken, Uzak Doğu medeniyeti içindeydiler. Sultani devlet devrine geçince, Doğu medeniyetine girmek zorunda kaldılar. Bugün milli devlet dönemine geçtikleri sırada da, içlerinde Batı medeniyetine girmek için kuvvetli bir akımın belirdiğini görüyoruz.
Uzak Doğu medeniyetinin izlerine, özellikle sözlü geleneklerden ayrılmayan cahil tabakada rastlarız. Bu tabakanın hala inanmakta bulunduğu "tandırname" kuralları uzak doğu medeniyetinde esas olan inanışlarla uygulaması devamından ibarettir. Masallar, eski menkıbelerle mitlerin artıklarıdır. Bir taraftan eski Türk diniyle uzak doğu milletlerine özgü dinlerin diğer taraftan bunların bütünü ile bugün de okuma yazma bilmeyen halk arasında yaşamakta bulunan tandırname hükümleri ve masallar arasındaki karşılaştırmalar bu gerçeği ortaya çıkarmak için yeterlidir.
Türklerin dildeki ilkeleri kelime bilginlerine ait düşüncelerin tersi olmakla beraber, arı Türkçeci (tafsiyei adını alan dil ülkücülerinin görüşlerine de uygun değildir. Arı dilcilere göre, bir kelimenin Türk olabilmesi için, onun, aslen bir Türk Kökü'nden gelmesi, gereklidir. Buna dayanarak kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, cami, minare, imam,der gibi arapça ve farsça köklerden gelmiş olan kelimeler, halkın diline girmiş olduklarına bakılmaksızın. Türkçe'den atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan eski Türk kelimeleri diriltilmeli, veya Çağataycada, Özbekçede, Tatarcada, Kırgızcada, v.d. bulabileceğimiz, aslen Türk kökünden gelmiş kelimeleri almalı veyahut Türkçe'de yeni ekler ve birleştirme yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla Türkçe kelimeler yaratılmalıdır. Türkçülere göre, bu düşünüş biçimi de yanlıştır. Çünkü, başta, hiçbir Türk kökünün en eski zamanlara çıkıldıkça Türk kalacağı ileri sürülemez. Bugün Türk kökünden geldiği sandığımız birçok kelimelerin önceleri Çinceden, Moğolcadan, Tunguzcadan, hatta Hindçeden ve farsçadan eski Türkçe'ye girmiş olduğu ilmi olarak ortaya konulmuştur.

İkinci olarak, kelimeler, gösterdikleri anlamların tarifleri değil, işaretleridir. buna göre, kelimelerin hangi köklerden geldiğini, nasıl türediğini bilmeğe de gerek yoktur. Bu gibi şeyleri bilmek, yalnız filoloğlar ve lenguistler için gereklidir. Dilin sistemi ve şivesi bakımından, hatta zararlıdır. Çünkü, yukarıda arap ve fars köklerinden gelen kelimelerde gördüğümüz gibi, Türk kökünden gelen kelimelerde de, bazen kullanıştaki anlam türediği kelimenin anlamından başkadır. Mesela "yabancı", "yabandan gelmiş adam" demek değildir. "Kahve-altı", kahveden sonra yenilen yemek anlamına gelmez. Bu gibi kelimeleri kök anlamlarında kullanmak bir dil hastalığıdır ki buna türetme hastalığı" denilir. Mesela bazı adamlar, "terlik" kelimesi söylenince, bunun kullanıştaki anlamına önem vermeyerek, derhal kök anlamını ararlar ve " ter için ayağa giyilen ayakkabı" diye kelimeyi köküne bağlamağa çalışırlar. Oysa ki, "terlik" kelimesinin anlamını ararken, "ter" kelimesini hatırlamak, şive bakımından zararlıdır.

Türetme hastalığına uğramış bir adamın yanında, mesela "yabancılar geldiler" dediğiniz zaman, o : "Yabancılar mı" yabandan gelmişler, demek ki yabani adamlardır" derse tuhafınıza gitmez mi? Veya "Şu terliği giyiniz!" dediğiniz zaman, "Ayağım terli değil; terlik giymeğe ihtiyacım yok!" cevabını verirse, elinizde olmadan gülmez misiniz? Bununla beraber, halka özgü bir türetmecilik de vardır ki, bu aksine hem normal, hem de yararlıdır. Mesela, halktan olan kimseler "dilbaz" kelimesini" çok dili, çok dil döken" anlamında sanırlar.1
Halkın böyle yanlış türetmelerle yaptığı bozmalar, bir tür bilinçsiz kendine mal etme yöntemidir. Mesela halk alaim-i sema'yı, eleğim sağma şekline çevirir. Balimoz'u Bal yemez suretine sokar.
Ankara'da bir pınarın adı olan "Zülfazıl" kelimesini "Solfasol" yapar, "Şeref-resan" vapurunu "Şerif Hasan, "nevid-i Fütuh"u "Delik Kütük", "Feth-i bülend"i "Yedi bölen" tarzında Türkçe kelimeler haline koyar. "Telgraf çekmek'ten "tel çekmek" kelimesini doğurur.

İşte, bu gibi esaslara dayanarak, Türkçüler, arı dilcilerin dil hakkındaki görüşlerini kabul etmediler. Türkçülere göre, Türk halkının bildirdiği ve tanıdığı her kelime millidir. Bir kelimenin, milli olması için, Türkçe kökten gelmesi yeterli değildir. Çünkü, Türk kökünden gelmiş olan "gözgü, sayru, baskıç, ağı" gibi birçok kelimeler, canlı dilden çıkarak fosil olmuşlar, onların yerine canlı olarak" aynı, hasta, merdiven, zehir" kelimeleri girmiştir.
Nasıl zooloji ve botanik ilimlerinde fosillerin yeniden dirilmesine imkan yoksa, dil fosillerinin de tekrar hayata dönmelerine artık imkan yoktur. Kısaca Türkçülere göre, halkın alıştığı, yapay olmayan bütün kelimeler millidir. Bir milletin dili kendi cansız köklerinden değil, kendi canlı kullanışlarından doğmuş canlı bir organizmadır.
O halde, Türkçe'nin sadeleştirilmesi, yalnız bu esaslara dayanmalı, arı dilcilerin aşırı iddialarına doğru gitmemelidir.

Arı dilcilerin diğer Türk lehçelerinden kelime almaları da yanlıştır. Çünkü, Türk lehçeleri, "ana dili" konumunda bulunan eski Türkçe'den ayrıldıktan sonra, her biri ayrı bir gelişim yolunu izlemiştir. Gerek fonetik, gerek leksikoloji açısından birbirinden uzaklaşmışlardır. Buna göre, bu lehçelerin kelimelerini dilimize sokarsak, "İstanbul Türkçe'sinin güzelliğini bozmuş oluruz. Zaten bu lehçelerde var olan kelimeler dilimizde de bulunduğu için, onlara hiçbir ihtiyacımız da yoktur. Yalnız, Türk medeniyeti tarihi, eski Türk kurumlarını tarihi bir ölümsüzlüğe kavuştururken, bunların adları da bilim terimleri olarak dilimize girecektir. Bunu "fosillerin dirilmesi" biçiminde görmemelidir. Çünkü, bu kelimeler şimdi sözcük olarak değil, yalnız terim olarak dilimize gireceklerdir. Bu biçimde girmelerinde hiçbir sakınca da yoktur.

Arı dilcilerin, işlemeyen ekleri işlek hale sokarak ve tamlama yöntemleri icat ederek, bunlar aracılığıyla, yeni kelimeler yaratmak istemeleri de yanlıştır. Çünkü, nasıl bir hayvanın veya bitkinin organizmasına dışardan yeni bir organ eklememiz doğru değilse, dile yeniden işlek bir edat yahut yine bir tamlama biçimi sokmamız da öylece doğru değildir. Bundan dolayıdır ki, "günaydın" "tünaydın" gibi tamlamalar yeni Türkçe'de yaşamadığı gibi, işlek olmayan edatlarla yapılmış olan deyimler de yaşayamadılar.

Bununla beraber, arı dilcilerin bu aşırı devrimciliğini bir tarafa attıktan sonra da edebiyattı Osmanlı dilinden atılacak kelimelerin pek çok olduğunu görürüz. Bilimsel terimlerde de, hiçbir gereklilikleri olmadığı halde alınmış nice kelimelere rastladık. Mesela, coşkunluğa "cuşiş" demek gerekli mi? Baş ağrısına "sıda" demeğe hiç gerek var mı? Tıp sözlüğünü ele alalım: Kemiğe "azm" başa "re's", dişe "sin", sinire" asab" diyen bu sözlükte, dilimize girmesine hiç gereklilik bulunmayan nice arapça ve farsca kelimeler vardır. "Adale" gibi, "hüceyre" gibi, "protoplazma" gibi Türkçe'de karşılığı bulunmayan kelimelerin başımızın üstünde yeri vardır. Dilimize yeni terimler getiren bu gibi sözcüklere milli sözlüğümüz açıktır. Fakat Türkçe'si bulunan ve hiçbir özel anlam ile ondan ayrılmayan eş anlamlı kelimeleri artık dilimizden atmalıyız.
Quo vadis?
Maalesef - avatarı
Maalesef
Ziyaretçi
2 Mayıs 2009       Mesaj #8
Maalesef - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaşlar benim bir dönem ödevim var.türkçeyi yabancı kelimelerden arındırmak için çözüm yollarını arıyorum.Ayrıca türkçemize giren yabancı kelimeleri tanımak.yardımcı olursanız sevirim.

Teşekkürler beni dinlediğiniz için.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Mayıs 2009       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Keten Prenses adlı kullanıcıdan alıntı

Dilimizi koruyalım, ama nasıl?




Başlık belki bazılarınıza tanıdık geldi. Bir başka forumda yazmayı bırakmama neden olan konu... Yok yok! Konunun bir suçu yok...
Başlangıçta sürekli yazarak konuyu besleyebilir miyim diye epeyce kaygılandım. Sonra nasıl olsa ucundan tutan dostlar olur diye düşünerek cesaretlendim. İşte başladım bile...
Toplulukları birarada tutan en önemli unsurlar; "din birliği", "siyasi birlik" , "coğrafya birliği", "toprak birliği" , "renk-ırk birliği", "dil birliği"...
"DİL BİRLİĞİ" içlerindekilerden en önemlisiymiş. Yani toplulukları birarada tutan en önemli tutkal aynı dili konuşuyor olmaları imiş. Buradan şöyle bir çıkarım rahatlıkla yapılabilir: "Bir birliği dağıtmak için önce dili yozlaştırılmalıdır".
Son yıllarda Türkçe'yi yozlaştırmak için inanılmaz bir kampanya yürütülüyor. Çoğunlukla bilmeden bir çok kişi de buna alet oluyor. İşte size bunlardan bazıları:
Bilgisayar Terimleri :
-Faylı seyv etmek
-kopi pest
-sıkrin seyvır
-aplood, davnlood etmek
Mekan-markalar :
-Eskidji
-Kebupchi
-Buiti sentır
-fitnes sentır
Istanbul'dan şoping mol isimleri
-Colony
-Carousel
-Metrocity
-Fly Inn
-Capitol
-Nautilus
neredeyse hepsi
Istanbul'dan yeni toplu konut isimleri (rezidanslar! )
-Yeshill
-Uphill
-Mayadrom
-Kentplus
-Almond Hill
-Evidea
neredeyse hepsi....
Çok uzatmadan, diğer:
-Yaw
-Nabersin?
- böle diolar, çok güsel bi kız yani,
..........................................................
Bu böyle uzar gider. İngilizce'nin yanı sıra ne olduğu belli olmayan garip sözcükler kullanarak yazışmalar-konuşmalar çoğaldı.
Ne oluyor, böyle daha mı "karizmatik" olunuyor? Yoksa aptallık mı ediliyor?

.....
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Kasım 2009       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
emredeilen işi yapmayı hiç sevmem

Benzer Konular

5 Kasım 2013 / Misafir Soru-Cevap
4 Kasım 2012 / DaRq_msxlabs Soru-Cevap
3 Ocak 2014 / Misafir Soru-Cevap
1 Mart 2010 / maniack080 Soru-Cevap
30 Ekim 2009 / Misafir Soru-Cevap