Arama

Çanakkale Kahramanları

Güncelleme: 16 Kasım 2016 Gösterim: 10.036 Cevap: 40
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Kasım 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ

Çanakkale Savaşlarının henüz araştırılmayı bekleyen bir çok siyasal, sosyal ve askeri yönünün daha olduğu bir gerçek. Örneğin; bu savaşların bizde belki de hiç bilinmeyen bir diğer yönü, Çanakkalede bazı kadın Türk kadın savaşçılarının da, Mehmetçik ile birlikte çarpıştıklarıdır.

Sponsorlu Bağlantılar
Konuyla ilgili ilk belgesel bilgilere Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde, Anzac askerlerinin Çanakkalede siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda rastlanmaktadır. Örneğin, The Age adlı Avusturalya gazetesinde, 8 Eylül 1915 tarihinde şu başlıkta bir haber yer almaktadır.

Kadın bir keskin nişancı: ilk günkü çarpışmada vuruldu: J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: ... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avusturalyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı...

Bu savaş korkunç Arşivlerde aynı konuyu dile getiren birkaç mektup ya da günlük daha bulunmaktadır. Gerçi bu tür haberlerin Anzak askerlerinin, zor siper koşullarında, aylarca süren çarpışmaların yıpratıcı etkisinde geliştirdikleri hayal ürünü şeyler olduğu da düşünülebilir. Ancak, Keskin nişancı Türk kadınları ve Türk kadın savaşçılarını anlatan diğer asker mektupları da incelenip, birbirleriyle karşılaştırıldığında, anlatılanların doğru olma olasılığının çok yüksek olduğu söylenebilir. Kısacası, Çanakkale Savaşlarının daha birçok yönü, genç araştırmacılarımızın çalışmalarını ve aydınlatılmayı beklemektedir.
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:17
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Kasım 2005       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

İlk Türk Hemşiresi: SAFİYE HÜSEYİN (ELBİ)

Ahmet YURTTAKAL

Dünyada modern anlamdaki hemşireliğin Kırım Savaşı (1854-56) sırasında, Florance Nightingale (1820-1910) ile başladığı kabul edilmektedir. Türkiye de; Üsküdar Selimiye Kışlası'nda dünyaca ünlü hemşire liderin verdiği hizmetlerle mesleğin doğuşuna tanıklık etmiştir.

F. Nightingale rahibelerden ve sivil hastanelerdeki kişilerden seçilen 38 kişilik bir hemşire kafilesi ve malzeme ile 1854 Ekimi'nde İstanbul’a gelmiş ve disiplinli çalışmaları neticesinde savaştan dönen yaralılar arasındaki ölüm oranını yüzde 42’den yüzde 2’ye düşürmüştür. F. Nightingale’in yaralı ve hastalara bilgi ve şefkatle bakması onun efsaneleşmesine neden olmuştur.

Hemşirelik ve hastabakıcılığın ülkemizde nasıl başladığına kısaca değinecek olursak; hemşirelik, 1911 yılında Trablusgarp ve 1912 yılında Balkan Savaşları'nda yaralanan askerlerin büyük kayıplar vermesiyle ve bu askerlerin bakımı için duyulan gereksinimle başlamıştır.

Kızılhaç'ın Washington Kongresi'ne katılan Dr. Besim Ömer Paşa ve Dr. Nihat Reşat Belger, hemşireliğin bir meslek olduğunu ve branşlara ayrıldığını gözlemişler; yurda dönüşlerinde, Besim Ömer Paşa Hilal-i Ahmer Cemiyeti’ni (Kızılay) uyararak, ülkenin hemşirelik mesleğine olan gereksinimini dile getirmiş ve bir hemşire okulunun açılmasının zorunlu olduğunu belirtmiştir.

Hilal-i Ahmer Cemiyeti, bu öneri üzerine ilk defa İstanbul’da Kadırga semtindeki hastanede 6 ay süreli gönüllü hasta bakıcı kursu açmış ve ilk dersi de Prof. Dr. Besim Ömer Akalın vermiştir. Balkan Savaşları ile birlikte Türk kadını hastanelerde çalışmaya başlamıştır.

1913–1914 yıllarında üniversite konferans salonlarında tertiplenen kurslara çok sayıda öğrenci katılmış; bu öğrencilere hasta bakımı üzerine çeşitli bilgiler verilmiştir. Kursları bitiren Safiye Hüseyin (Elbi), Kerime Salahar, Münire İsmail gibi Türk hanımları; Çanakkale ve Balkan Savaşlarında gönüllü hasta bakıcılığı yapmışlar ve büyük fedakârlıklar göstermişlerdir.

1920 yılında, Amerikalılar tarafından, Amiral Bristol Özel Sağlık Meslek Lisesi açılmış ve öğretim süresi ortaokuldan sonra 2 yıl, 6 ay olarak belirlenmiştir. Cumhuriyet döneminin ilk Hemşire Okulu 21 Şubat 1925 yılında açılan Kızılay Özel Hemşire Okuludur. Daha sonra açılan hemşirelik okulları ise şöyle sıralanabilir:
  • 1955 Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1961 Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • Florance Nightingale Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1977 Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1982 Cumhuriyet Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1985 GATA Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1992 Marmara Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1992 Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
  • 1994 Başkent Üniversitesi Hemşirelik Yüksek Okulu
SAFİYE HÜSEYİN (ELBİ) (1881-1964)
Safiye Hüseyin İngiltere’de denizateşeliği hizmetinde bulunan Ahmet Paşa’nın kızıdır. Öğrenimini Avrupa’da yapmıştır. Batı kültürüyle yetişen bu ilk hemşiremiz, saltanat döneminde Almanya ve İsviçre’de düzenlenen milletlerarası kongrelere katıldı. İlk defa ulusumuzu bu alanda temsil etti. Yabancı devletlerden iftihar ve takdir nişanları aldı. Cumhuriyetin ilanından sonra da tüm hayır kurumlarında ve derneklerde üstün bir feragatle çalıştı. hemşirelik mesleğiyle ilgili hayli yazılar yazdı ve konferanslar verdi. Ömrünün son gününe kadar mesleğinin tutkusu içerisinde yaş***** sürdüren ilk hemşiremiz Safiye Hüseyin, 1964 Temmuz’unda 83 yaşında, yetiştirdiği hemşirelerin kucağında gözlerini kapadı.

Safiye Elbi Çanakkale Savaşı'nda
Çanakkale Savaşı başladığında Safiye Hüseyin gönüllü hastabakıcı olarak yazılmış; Balkan Muharebelerinde de hastabakıcı olarak görev aldığı için Reşit Paşa Hastane gemisine baş hastabakıcısı olarak verilmişti.

Çanakkale Savaşları başladığında birçok vapur hastane gemisine dönüştürülmüştü. Reşit Paşa da bu vapurlardandı. Hastane gemileri Akbaş veya Kilya iskelesinden yaralıları alıp İstanbul hastanelerine, Hilal-i Ahmer ve Vatan hastanelerine yaralı sevk ediyorlardı.

Reşit Paşa vapuru, Akbaş İskelesi'nde, gelen yaralılara ilk müdahalelerin yapılması için demirli vaziyette tutuluyordu. Gemiye sürekli yaralı taşınmakta, yüzlerce yaralı Mehmetçik deniz üzerinde günlerce acılar içinde kıvranmaktaydı. Gemi dolunca da bu alınan yaralılar Hilal-i Ahmer hastanelerine taşınmaktaydı. İstanbul’dan dönerken asker ve mühimmat taşıma görevini de üstlenen Reşit Paşa vapuru, bu nedenle yaralı taşıma işlemini yaparken de birçok defa rahatsız edilmişti.

Çanakkale Müstahkem Mevki Mayın Grup Komutanı Binbaşı Nazmi Bey, günlüğünde Reşit Paşa vapuru hakkında şöyle diyordu:

"27 Nisan 1915
Reşit Paşa vapuru İstanbul’dan asker yüklü olarak geldi. Nara Burnu'nda durduğu sırada düşman ateşine maruz kalmış ve yanındaki Üsküdar vapuru beş dakika içinde batmıştır. Bir çarkçı ve iki er şehit olmuştur. Diğerlerinde hamdolsun bir zarar olmamıştır...

Çanakkale Savaşları'nı Safiye Hüseyin şöyle anlatmıştı:
"Evet savaşa da iştirak ettim Çanakkale’de uzun müddet kaldım. Çanakkale’de savaş başladığında Alman Salibiahmer (Alman Kızılhaçı) ile bizim Hilal-i Ahmer Cemiyeti birleşmiş, Reşit Paşa vapurunu hastane gemisi yapmıştık. Ben bu geminin hasta bakıcısı olmuştum. Reşit Paşa Çanakkale’ye gidecek, orada yaralıları tedavi edecek, yarası ağır olanları alıp İstanbul’a getirecekti.

….Vaziyet tehlikeli dediler… Ne vapuru olursa olsun… İster hastane vapuru ister Kızılay ister Salibiahmer, İngilizler ---- tutuyorlar. Ben aldırış etmedim. Zaten umumi harp başladığı zaman ben hastabakıcılık için gönüllü yazılmıştım. Gönüllü olarak gidiyordum… Peşinen şunu söyleyeyim ki hayatımda hiçbir zaman ölümden korkmuş değilim.

Reşit Paşa’ya bindik. Çanakkale’ye geldik, Akbaş Mevkii'nde demirledik. Hastaları, yaralıları toplamaya başladık. Ne yaralılar, ne yaralılar. Şu parmakları görüyor musunuz? Ben bu parmaklarımla kaç delikanlının gözlerini bir daha açılmamak üzere kapattım. Kaç delikanlının…"

"Yaralıkları aldık, dönüyorduk… Birdenbire tepemizde bir uçak belirdi, güverteye çıktık. Süvari müthiş bir haber verdi:

- İngiliz uçağı...
Mamafih zerre kadar korkmuyorduk. Reşit Paşa gemisinin bir tarafında kızıl bir ay, bir tarafına da kızıl bir salip (haç) vardı. Belli ki hastane vapuru… İçimizden “dünyada bize ateş edemezler” diyorduk. Uçaktan kırmızı bir ışık yükseldi, ve üstümüze dehşetli gürlemeler oldu…

Yine bir gün yaralıları aldık dönüyorduk. Etrafımızda müthiş gürlemeler oldu dehşetli gülle yağmurunun altında kaldık. Reşit Paşa ’nın sağına soluna gülleler yağıyordu, o zaman anladık ki bize ateş ediyorlar. Attıkları gülle bize o derece yakın düşüyordu ki tasavvur edemezsiniz.

Yaralı gaziler vapurlara taşınırken…
Fakat bütün bu tehlikelere rağmen korkmak için vaktimiz olmadı. Çünkü hastalar bizi bekliyorlardı. Ameliyat edecek, yaraları sarılacak yüzlerce hasta vardı. Bunlardan biz kendimiz için korkacak vakit bulamıyorduk.

Bundan sonra düşman adet edinmişti. Ne zaman Reşit Paşa vapurunu görseler tepemize İngiliz işaretli bir tayyare dikiliyor, düşman topçusuna bizim bulunduğumuz yeri işaret ediyor. Bundan sonra o dehşetli gülle yağmuru başlıyordu. Her defasında ölüm tehlikesi geçiriyorduk.

Hele bir keresinde müthiş bir bombardımana tutulmuştuk. İstanbul’a “Reşit Paşa vapuru battı” diye haberler gitmiş. İstanbul’a döndük ki, herkes vapur batmış zannediyordu. Akrabam matem içinde, İstanbul’a adeta ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten döner gibi döndüm. Hayatımda işte böyle bir ahretten dönüş faslı vardır."

En tesirli kelime: Su, su...
"Bir gün bir İngiliz yaralısı bulduk, gemiye getirdik. Zavallı çiçek gibi bir delikanlıydı. Başından aldığı bir yara ile gözlerini kaybetmişti. Gözlerinin üstüne siyah uzun bir sargı sarmıştık. Ağzına damla damla su akıttık. Yaralıların sayıkladıkları en tesirli kelimelerden biri de budur. Su…

Hiçbir ağır yaralının susuz ölmemesine son derce dikkat ederdik. Bir İngiliz yaralısının da ağzına su akıttık. Çok üzgündü, İngilizce mütemadiyen “öleceğim” diyor, arkasından nişanlısının ismini söylüyordu. Ölüm halinde bulunan adama son vazifemi düşündüm… Ve onun düşman askeri olduğunu bir an için aklıma getirmeyerek kendisini İngilizce, kendi ana dili ile teselli ettim:

- Katiyen ölmeyeceksin, yaşayacaksın… Bütün bu korkulu günler geçecek. İyi olup memleketine gideceksin, nişanlına kavuşacaksın…
Bu İngilizce teselli onun öyle hoşuna gitti ki, bir müddet sonra yüzünde müsterih, hatta memnun çizgiler peydahlandı ve öldü…

Biz öleceğini bildiğimiz bütün umutsuz hastaları böyle teselli ederdik.
Ölmeyeceksin daha çok yaşayacaksın diye diye kendilerini bazen buna inandırırdık. Adeta yaşayacaklarına inanmış oldukları halde ölürlerdi.

Gördüğüm en müthiş yaralılar gözlerini kaybedenler. Bunların halleri pek feci oluyor. İçin için eriyorlar... Günden güne sönüyorlar.
Gözlerinin yarası iyi olmak ihtimali bile olsa kendilerini kurtulamıyorlar… Ölüyorlar. Gözlerini kaybedenlerin hali kadar feci bir şey yoktur.

Biz bu Reşit Paşa hastane gemisinin ne kahırlarını çektik. Bazen haftalarca savaş boylarında kalıyorduk. Hele bir keresinde aç kaldık, bite boğulduk. Kömürümüz bitti. Soğukta kaldık."

Son sözleri: Anne !!!
"Yüzlerce yaralının önümde öldüğünü gördüm hemen hemen hepsi de aynı kelimeyi, bu sözü sayıklayarak, “Anne ” diyerek öldüler.

Vapurda muhtelif milletlere mensup yaralılar vardı. Almanlar, Avustralyalılar, cepheden topladığımız İngiliz yaralılar ve bizim yaralılarımız… Hepsi kendi dilleri ile ekseriya tek bir kelime sayıklardı,
— Anne !..."

Bir hastabakıcı arkadaşım...
"Bir Alman doktor vardı. Genç karısı Avusturyalı iyi bir hastabakıcı kadın. Bir gün Reşit Paşa vapurunun üstüne gülle yağmuru yağarken:

— Beni deniz tutuyor, dedi. Hastanede çalışmak istiyorum.
Kendisini cepheden biraz gerideki hastaneye tayin ettirdi. Bu küçük bir cephe hastaneydi. Bir müddet sonra haber aldık ki, hastane büyük bir uçak bombardımanına tutulmuş, tahrip edilmişti. Arkadaşım bombaların altında can vermişti. Bizden de 8 şehit vardı.

İşte bu benim en acı hatırlarımdan biridir. Bu hastaneye ben de gitmek istemiştim. Hatta gönderiyorlardı da… Gitseydim muhakkak ki bugün bulunamayacaktım."

Bekir Çavuş: Kumandanım emrinizi yapamadım!...
"Reşit Paşa vapuruna bir gün Bekir Çavuş isminde bir ağır yaralı getirdik. Onun cephenin ön saflarında bulmuştuk. Bir ayağı kangren olmuştu. Hemen Reşit Paşa vapurunda ameliyat masasına yatırdık.

Ayağını kestik. Bir tek ayağı ile kalmıştı ama vaziyeti çok tehlikeli idi. Kangren çok ilerlemişti. Aynı zamanda pek fazla kan kaybetmişti. Adeta ölmesini bekliyorduk.

O gece sabaha karşı kamaramın kapısı hızlı hızlı vuruldu. Kalktım dışarıda bir ses:

Çanakkale Menzil Hastanesi'ndeki Türk yarılaları...
— Başhemşire… Başhemşire… diye bağırıyordu….
Hemen giyinip fırladım, genç bir Alman hastabakıcısı:
— Hani ayağını kestiğimiz yaralı yok mu?
— Bekir Çavuş mu?
— Evet.
— Ne oldu peki?
— Kendisine bir hal geldi hemşire, tek bacağıyla ayağa kalktı. Odanın içinde dolaşmak istiyor.
Hemen koştum. Bekir Çavuş yaralarından kanlar aka aka ayağa kalkmıştı. Yanına koştum. Bileğinden tuttum, müthiş ateşi vardı.
— Aman Bekir Çavuş dedim, Ne yapıyorsun? Bu hal ile ayağa kalkılır mı?
Bekir Çavuş kendini kaybetmiş bir halde idi.
— Aman dedi, Ne diyorsun? Emir geldi, emri yerine getirmek lazım.. Tabii kalkacağım.
Ve sabaha karşı Bekir Çavuş kollarımız arasında dünyaya gözlerini büsbütün kapadı. Bu adamcağız son dakikasına kadar kumandanın emrini, kendisine verilen vatan vazifesini yapmaktan başka bir şey düşünmüyordu. Son dakikasında bile ne annesini ne sevdiğini düşünüyordu.
Kansız beyaz dudaklarından çıkan en son cümle:
— Emri yapamadım, oldu.
Fakat ben ona kani idim ki Bekir Çavuş vazifesini son derece yapmıştı."

Safiye Hüseyin Anafartalar'da...
"… Maydos’a (Eceabat) gittim. Sonra Anafartalar’a doğru ilerledik. Tepemize iki düşman tayyaresi peydahlandı. Bize adım attırmıyorlar, mütemadiyen bombaları yağdırıyorlardı. Üç saat yürümüş, fena halde yorulmuştuk.

Ölüm muhakkaktı. Tayyareler adamakıllı alçalıp bizi bombardıman etmeye başlayınca gözümün iliştiği bir sıçan deliğine girdik. Üzerimizde epey dolaştıktan sonra gittiler. Biz de karargâha geldik. Tepeden düşman donanması çanak gibi görünüyor. O zaman geçirdiğim bütün tehlikeleri unuttum. Bir kadın için işte bu görülebilmesine ihtimal olmayan bir manzara idi…"

Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:20
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Kasım 2005       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

ÇANAKKALE MUHAREBELERİNDE BİNBAŞI HALİS ATAKSOR

Binbaşı Halis Ataksor 1876 yılında Kütahya da doğmuş ve bütün ömrünü savaş meydanlarında geçirmiş mütevazı olduğu kadarda kahraman bir askerdir.

1 Mart1312 tarihinde Harbiye mektebine girerek, Şubat 1314 tarihinde muvaffakiyet ile bitirmiş, önce Trablusgarp daha sonra katıldığı balkan harbinde bir gözüne isabet eden şarapnel parçası ile yaralanmış ve yine ayni harp’te ayağından yaralanmıştır.
Bu zor savaş yıllarına müteakip 1915 yılında Sömürgeci, emperyal güçlerin

Çanakkale boğazını geçip İstanbul’u işgal etme emellerinden doğan Çanakkale muharebesine katılmıştır.

Diğer bir anısında ise şöyle anlatmaktadır:
- Yol boyunca top ve tüfek sesleri kulaklarımıza geldi durdu. Düşman
İkinci taburumuzla boğuşuyordu. Arıburnuna sırta gelince birden Yüzbaşımız Halis Efendi ayağından yaralandı. Atından atladı, çok kızgındı. Hepimizi yere yatırıp süngü taktırdı. Düşman sırtı tırmanmış bize doğru geliyordu. Hemen ateş açtık, hani biraz daha gecikseydik bütün sırta düşman yerleşecekti. Aramızdaki mesafe gittikçe kapanıyordu. Halis Efendi süngü hücumu verdi. Allah Allah sesleri ile sırttaki düşmana saldırdık, birbirimize girdik.

Onun gerçek bir ismi daha vardı (kör Halis) Balkan harbinde ayağından vurulduktan sonra gözüne isabet eden bir şarapnel parçasının Onda bıraktığı izin ismidir bu. Cesur bir askerdi. Fakat daima cesarettini tevazu ile gizler dururdu. Diğer bir hatıra sahibi "Tarih Konuşuyor"
İsimli mecmuada ona dair çıkan bir küçük hatırada, hatıra sahibi kendisinden şöyle bahseder.

Top ve mermilerin göz açtırmayacak şekilde üzerimize geldiği bir sırada Halis beyin ayakda duruşu dikkatimi çekti, yanına yaklaşıp;
- Kumandanım niçin hedef küçültmüyorsunuz, dediğimde, o askere metanet vermek için ayakda kalışını tevazu ifade eden şu sözlerle gizlemiştir.
- Nasıl olsa kalkmayacak mıyız? Bu ağır gövde ile yatmak zor oluyor da onun için ayaktayım cevabı ile karşılık verdi demektedir.

Binbaşı Halis beyin beklide en ilginç olabilecek yönüde, muharebe devam ederken tutmuş olduğu günlük dür. Halis bey bu kıymetli ve günümüze intikal eden günlüğünü top ve bombaların arasında kayıt etmiştir.
Daha sonra bu kıymetli günlüğü, evladı Yılmaz Ataksor günümüz diline çevirerek ‘Çanakkale Raporu’ adı altında yayınlamıştır.
Bundanda öte Halis beyin en fazla takdire şayan olan yönü ömrü muharebe meydanlarında geçmiş olmasına rağmen, Arapça, Farsça, Fransızca ve Almanca dillerine vakıf olmasıdır.

Halis bey daha Arıburnu cephesinde Tabur komutanı olmadan önce Sedülbahir’de bölük kumandanı iken onun kumandası altındaki erlerden Gelibolu’nun Ilgadere köyünden 1299 doğumlu Halil oğlu Ahmet uzun Seddülbahirde geçen olayları anlatırken şöyle diyor:

- Biz iskelede mevzilenmişken iskeleye bir düşman torpidosu yanaştı, içinden babalarının evindeymiş gibisine 20–30 kişi çıktı, meğer düşman askerleri arası sıra buraya çıkarmış, Bölük kumandanımız Halis efendi bize:

- Buraya mevzilendiniz, vazifeniz hiç kimseyi karaya çıkartmamaktır. Eğer karaya bir tek düşman neferi çıkartırsanız, hepinizi vururum. Eğer bende size bir hile yaparsam sizde beni vurun dedi. Hani yüzbaşımız çok yaman adamdı doğrusu! demekdedir.

Çanakkale muharebelerindeki Binbaşı Halis Bey e dönersek, Binbaşı Halis Çanakkale muharebesi sırasında 27. Alay 3.Tabur komutanı olarak bulunduğu sırada 25 Nisanda ilk çıkartma yapan düşman askerini taburunun başında ilk karşılayan askerdir.

Seddülbahirde, arıburnunu cephesinde tabur komutanı iken, özellikle Edirne sırtında düşmanla olan karşılaşması ve hal tarzı;

Özellikle sayısız fedakârlıklar ve kahramanlıklarla dolu olan muharebenin içinde bir ayrı sayfayı teşkil eder, şöyle ki; 27.alayın genç teğmenlerinden Mucip Kemal yeri Çanakkale ruhu nasıl doğdu ve Azerbaycan savaşları isimli kitabında Binbaşı Halis’in kahramanlığından övgüyle bahsetmektedir. Kitabında Arıburnunda bulunduğu sıralarda muharebenin tesiri bizim taraf içinde kendini göstermeye başladı. Mücadele bütün manasıyla dehşet ve ehemmiyet peydah ediyordu. Bu sırada tabur komutanımız Uşaklı Halis Bey geldi. Henüz yirmi yaşındaydım onun gelişi benim için imdat kuvveti oldu. Düşman vaziyetini tetkike başladı. Vaziyetin lehimize olduğuna dair bir kati olmadığını yüzünden okumak mümkündü. Bana durum muhakemesi yaptıktan ve emir verdikten sonra;

- Düşman herhalde denize dökülecektir dedi.

Gittikçe sararan yüzünden ve bakışlarından, kuvveti kaybolan gözlerinden bir mana çıkartmak istiyorum, fakat bunun için çok düşünmeye ve sebep aramaya lüzum kalmadı. Sol kolunun haki kumaşı yavaş, yavaş kızarıyor ve parmaklarının ucuna kandamlaları birikiyordu.

- Yaralanmışsınız dedim.

- Şimdi değil sizin bölüğe gelirken yolda oldu.

Sıhhiye çavuşu diye bir defa seslendim. Beni susturdu ve hemen ilave etti.

-“Asker yaralandığımı duymasın” dedi. Avcı hattında durumu tetkik etti. Bu tetkikin ne kadar sürdüğünü kestiremedim. Fakat komutanımın her dakika içinde yattığı yerde bile takatsizliğinin artmakta olduğunu hissettim. Bize karşı çok manalı ve büfen bakışları vardı. Anlıyorum ki yalnız bırakmak istemiyordu. Komutanımızı haddinden fazla tatmin ve temin etmeye çalıştık. Fedakâr komutanımız yavaş, yavaş müsterih olmaya ve bize ehemmiyet etmeye başladığını hissediyordum. Biraz sonra sesi toklaştı.

-“katiyen geri çekilmeyin size derhal takviye kuvvet göndereceğim” dedi. Bu emre müteakip bir erin yardımıyla yavaş, yavaş geriye doğru inmeye başladı. Diye hatıratında anlatıyor.

Bu kıymetli Asker 8.8.1915 tarihi itibariyle Binbaşı rütbesiyle 27. alay komutanı Şefik beyin 19.Tümen komutanlığına tayini ile birlikde Şefik beyin yerine 27. Alay komutanı olarak savaşı tamamlıyor. Ancak Çanakkale muharebesi sonrası vatana hizmeti güney cephesinde devam ediyor ve Mardin-Urfa-Siverek ve Diyarbakır'da milli mücadeleye katılarak mıntıka müfettişi görevinde bulunuyor.

Bu sırada tanıştığı Ziya Gökalp’ın Küçük mecmuasında makaleler yayınlıyor yayınladığı bu makaleler daha sonra ‘Diyarbakır tarihinde Komuk-eli’ adı altında kitaplaştırılıyor.

Bu değerli askerin vatana hizmet sevgisi emeklilik yıllarında da devam etmiş ve Uşak belediyesinde mühendis olarak hizmetlerine devam etmiştir.

Belediyedeki hizmet yıllarında Uşak vilayetinin alt yapı hizmetlerinde çalışmıştır.
Bu yıllarda gece geç saatlere kadar açıkta yol ve kanalizasyon inşaatlarında çalışmış ve bundan dolayı böbrek rahatsızlığı ve zatürree ye yakalanmıştır. Askeriyenin yardımıyla İstanbul da tedavi edilip tekrar memleketine dönmüş ve gene aynı şekilde kanalizasyon, yollar, parklar yapmaya devam etmiştir ve yine hastalanmış parasız olması nedeniyle bu kez İzmir valisinin yardımıyla tedavi ettirilmiş çok geçmeden bu kez 8.Ağustos.1933 de hayata gözlerini yummuştur.

Bir de tarih notu: Cumhuriyet döneminin ilk asfaltı Halis bey tarafından Uşak da döktürülmüştür.

Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Halis Bey, bu kısa sayılabilecek hayatı içerisinde bize şu eserleri bırakmıştır:
1. Çanakkale Raporu (Çanakkale savaşı sırasında tuttuğu günlük)
2. Diyarbakır tarihinde komuk eli (Ziya Gökalp’ın küçük mecmuada yayınladığı makaleler)
3. La Commune de Paris (Paris komünü) (Tercüme)
4. Heredot tarihi (Vefatıyla yarım kalmış tercüme)

Kendisini bu şekilde anlattık dan sonra,bu ülkeyi kanının son damlasına kadar savunmuş, başta dahi komutan ,varlığımızın temeli aziz Mustafa Kemal Atatürk ü ve tüm silah arkadaşlarını , muharebeler esnasında şehit olmuş tüm askerlerimizi burada bir kez daha saygı ile anarken, varlığımızın nedeni bu kıymetli insanlara Allah dan rahmet diliyoruz !

Unutulmaması gerekir ki; bu gün bu topraklarda özgürce yaşamamızın nedeni o güzel insanların bu kutsal toprakları Sömürgeci Emperyalistlere karşı savunmasında gizlidir!

Saygılarımla….

S.Serdar Halis Ataksor
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
22 Kasım 2005       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Çanakkale Savaşı Anıları

....Düşman askeri öylesine korkmuştu ki, Ertuğrul Koyu’na (V Kumsalı) girmiş olan büyük nakliye gemisinden inmeyi reddettiler. Komutanlar ve subaylar kılıçlarını çekmişlerdi ve adamları merdivenlerden aşağı gönderiyorlardı. Ama hiçbiri Türk kurşunlarından kaçamıyordu.
(Binbaşı Mahmut Sabri)

... Gözlerimizin önündeki manzarayı anlatmak olanaksızdı. Filikalar şimdi hemen hemen birbirlerine yanaşmış olarak kıyıya kadar uzanıyordu ve içleri parçalanmış cesetlerle doluydu. Sonuncu filika ile kıyı arasında cesetlerden bir iskele vardı. Ölülere basmadan kıyıya çıkmak mümkün değildi ve koyun suları kandan kıpkırmızı kesilmişti.
(Teğmen R. B. Gillet)

... Mevzilerimize yaklaşan Türk saflarını görebiliyorduk. Olağanüstü bir cesaretle çarpışıyorlardı ve ateşimiz karşısında yıkılan bir safın yerini alan bir diğeri bize karşı yürüyor, sağ kalanlar korunmalı bir yerde toplanıp tekrar üzerimize geliyorlardı.
(Yüzbaşı Robert Whigham)

... Siperde mümkün olduğu kadar siper duvarının yakınına ve dibe yüzüstü yatardın. Toprak sallanır ve havan mermileri miyavlayan kediler gibi bir ses çıkararak üstünden geçerdi. Patlamayı duyduğun sürece iyiydi. Patlamayı duymadıysan öldün demekti!
(Er Harry Baker)

... Havada korkunç bir koku vardı, benden önce oraya gitmiş birine “Bu koku da ne” diye sordum. “Siperimizin önünde yatan ölüler,” dedi. “Bizim önümüzde Hant ve Worcester’lardan 700, sağda da Anson Taburu’ndan 800 kişi yatıyor.” Orası iki mil ötedeydi ve koku bizim bulunduğumuz yere kadar geliyordu. Bu ölüm kokusunu içinden çıkartıp atamazsın. Onu hala hissederim.”
(Er Harry Baker)

Çankkale Savaşı Anıları

... En büyük bela sineklerdi. Milyonlarca sinek vardı. Siperin bir yanı kara bir kütleyle kaplıydı. Açtığın her şey, örneğin bir teneke et, bir anda sineklerle örtülürdü. Bir kutu reçel bulacak kadar talihliysen açtığında önce sinekler dalardı içine. Sinekler ağzının çevresinde, yaralarının, çıbanlarının üzerindeydi. Vücudunun bir yerini açtığında hemen sineklerle kaplanırdı. Bu gerçek bir lanetti.
(Er Harold Broughton)

Çanakkale Savaşı Anıları

... Ateşe başladıklarında ödüm patladı. Şarapnel dolu gibi yağıyordu. Hemen cepheye gitmemiz gerekiyordu ve orada kurşunlar gerçekten uçuşmaya başladı. Korkmadığını söyleyen yalancıdır! George Washington başının üstünden uçuşan kurşun vızıltısından hoşlandığını söylemişti -ama o benim savaşımda değildi!
(Deniz eri Joe Murray)

... Köy korkunç bir tuzaktı. Her ev ve her köşebaşı keskin nişancılarla doluydu ve sokakta bir görünmek kafana kurşun yemek için yeterliydi...O köyde çok asker ve subay kaybettik. Düşman hiç görünmüyordu, görünen tek şey sadece bizimkilerin orada burada yere devrilmeleriydi. Bir evde keskin nişancı ararken tabancamla bir Türk öldürdüm ama bu arada az daha, önce ben ölüyordum.
(Teğmen Guy Nightingale)

... Aramızda ve askerlerimiz içinde Balkan utancının tekrarını yaşamaktansa ölmeyi tercih etmeyecek tek kişi olduğuna inanmıyorum. Eğer böyleleri varsa onları bir an önce biz kendi ellerimizle kurşuna dizelim
(Mustafa Kemal)

... Türklerin içinde iriyarı biri vardı, neredeyse iki metrenin üstünde olmalıydı. Bizimki de en az onun kadar iriydi. Sanırım prestij için iri adamlarını seçmişlerdi. İkisinde de beyaz bayraklar vardı ve ortada duruyorlardı... Ben ölüleri gömenlerden biri değildim ama siperin kenarında oturdum ve bir süre sonra yanlarına gidip Türk’e sığır kavurması ikram ettim. Gülemsedi, çok sevinmiş göründü ve o da bana ipe dizilmiş incir verdi. Jacko adını verdiğimiz Türk askerlerinden ben de bizimkilerin hepsi de pek hoşlanmıştı. Onun için kötü bir söz söylendiğini duymadım, temiz dövüşürlerdi ve dünyanın en cesur insanlarıydı. En yoğun ateş karşısında bile durmazlardı, adeta fanatik insanlardı. Onlarla ateşkeste karşılaştığımızda çok esaslı insanlar oldukları sonucuna vardık.
(Er Henry Barnes)

Türk subayları siperlerimize girip “Bay Falanca burada mı?” diye sorarlar, subay karşılarına gelince de onu öldürüp kendi siperlerine koşar giderlerdi.
(Er George Peake)
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2005       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ÇANAKKALE ŞEHRİNE ALTIN MADALYA VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

Kanun Numarası : 3972
Kabul Tarihi : 16/2/1994
Yayımlandığı R.Gazete : Tarih: 19/2/1994 Sayı: 21854
Yayımlandığı Düstur : Tertip: 5 Cilt: 33 Sayfa:

Madde 1 - Türk Milletince, Çanakkale savaşlarında barış ve kahramanlığımızı
anlatarak şehit düşen, tarihimize "Çanakkale Geçilmez" yazdırtan ecdadımızın
manevi şahsiyetlerine bir şükran nişanı olarak, üzerinde " Çanakkale Geçilmez"
yaılı altın bir madalya ihdas edilmiştir.

Madde 2 - Madalya Çanakkale Valiliği tarafından korunarak ve Çanakkale
18 Mart Deniz Zaferi kutlamalarında vali, garnizon komutanı ve belediye başka-
nının hazır bulunduğu bir anda Türk Bayrağı ile birlikte göndere çekilir.

Madde 3 - Bu Kanun yayımlandığı tarihte yürürlüğe girer.

Madde 4 - Bu Kanunu Bakanlar Kurulu yürütür.
Son düzenleyen Blue Blood; 15 Şubat 2006 21:25
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2005       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi

ÇANAKKALE’DE TIBBİYELİ ŞEHİTLER


Bir Efsanenin Analizi

Dr. Fatma Özlen

Giriş
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kasım 1914 ile Ocak 1916 arasında yoğun muharebelerin yaşandığı Çanakkale cephesi, katılan bütün tarafların büyük kayıplarıyla sonuçlanmıştı. Çeşitli cephelerde süren Dünya Savaşı, Türkiye’de özellikle genç nüfusun giderek erimesine yol açmış; göçlere ve yoksulluğa eklenen salgın hastalıklar bu durumu daha da ağırlaştırmıştı. Seferberlik yıllarında, askerlik çağındaki bütün gençler gibi üniversite öğrencileri de silah altına alınmış, bu nedenle özellikle Çanakkale, toplumun tüm sınıflarının bir araya geldiği bir cephe olmuştu. Ama bu muharebelerde yitirilen üniversiteli gençlerin sayısı ve hangi fakültelerden geldikleri, bugün hala tam olarak belli değildir.

Çanakkale Savaşı’na katılan Darülfünun Tıbbiye öğrencilerinin kimliklerini araştırmak amacıyla yapılan bu çalışmaya konu olan hikayede; "Mayıs 1915’te tıp öğrencilerinin gönüllü olarak 2. Tümen içerisinde cepheye gittikleri; bu tümenin 19 Mayıs taarruzunda tümüyle yitirildiği ve 1915 dönemi öğrencilerini kaybeden Tıbbiye’nin 1921 yılında hiç mezun veremediği" iddia edilmekteydi. Yapılan araştırma, sözkonusu iddianın asılsız olduğunu; bilinenlere hiç uymadığını kanıtlamaktadır.

Tartışma
Mayıs 1915’te Çanakkale cephesindeki savunma birlikleri 5. Ordu Komutanlığı tarafından dört grup halinde (Anadolu-Güney-Kuzey-Saros) düzenlenmişti. Arıburnu ve Anafartalar sektörüne yerleşen Kuzey Grubu 19., 5. ve 16. tümenlerden oluşuyordu.

10 Mayıs’ta - bazı kaynaklara göre 11 Mayıs - Çanakkale cephesini denetlemeye gelen Enver Paşa, 5. Ordu Komutanı Liman von Sanders ile birlikte Arıburnu cephe kesimindeki ANZAC Kolordusu’na karşı yeni bir taarruz kararı almıştı. Kuzey Grup Komutanı Esat Paşa’nın İstanbul’dan taze kuvvet olarak istediği 2. Tümen de, 13-16 Mayıs’ta Akbaş Limanı’na, buradan da bir süre sonra Kuzey Grubu emrine girmek üzere, Serafim Çiftliği’ne gönderildi.

17 Mayıs’ta Kuzey Grubu birlikleri, Arıburnu cephesinde kuzeyden güneye doğru 19., 5. ve 16. tümenler olarak sıralanmış, yeni katılan 2. Tümen'in ise, 1. ve 5. alayları birinci hatta, 6. Alay'ı da ihtiyatta olmak üzere başlıca vurucu kuvveti teşkil etmesi düşünülmüştü. 19 Mayıs genel taarruzuna katılacak Kuzey Grubu birlikleri 4 tümenden (42 tabur) oluşuyordu ve muharip kuvveti 42.112 kişi idi.

Diğer yanda, General Birdwood komutasındaki 17.000 asker, olası bir Türk taarruzundan haberdardı ve 18 Mayıs geceyarısından sonra bütün ANZAC Kolordusu silahbaşı etmiş ve bu saldırıyı karşılamaya hazırlanmıştı.

Aynı gece, Karayörük Dere’de (Legge Walley) toplanan Türk birlikleri saat 03.20’de Gedik Dere’ye (Wire Gully) doğru ilerlediler. Saat 03.30’da ileriye doğru atıldılar ama şiddetli bir ateş altında kaldılar. Sessiz sedasız ani bir süngü hücumu olarak tasarlanan, ama bu şekilde gelişmeyen harekat sırasında, ilk kademeler daha ilk adımlarında öldürüldüler. Taarruz sonunda, kendisinden çok şey beklenen 2. Tümen, mevcudunun yarıya yakın kısmını kaybetmiş, bulunduğu mevzileri bile savunmakta zorlanmıştı. Arıburnu cephesindeki taarruz saat 10.00’dan itibaren durdurulduğunda, Türk tarafının zayiatının 10.000’e yaklaştığı anlaşılmıştı. Avustralya siperlerinin önünde sayılan şehitlerin sayısı 3.000’in üzerindeydi. ANZAC Kolordusu’nun kaybı ise sadece 600 kişiydi. Genelkurmay kayıtlarına göre bu savaşta verilen zayiat, 51’i subay olmak üzere 3.420 şehit, 97’si subay olmak üzere 6.064 yaralı ve 486 kayıptı.

Harekatın hemen öncesinde İstanbul’dan Çanakkale’ye gelen 2. Tümen’in özellikle 1. ve 5. alaylarının saldırıda ön safta yer almaları nedeniyle en ağır kayba uğradığı anlaşılmaktadır. Ortalama onbin kişilik bu tümenin subay kadrosu dışında tam bir listesini bulmak mümkün olmamıştır. Genelkurmay’ın Çanakkale şehitleri listesinde öncelikle 2. Tümen kayıtlı şehitler içinde, daha sonra listenin tümünde yapılan aramada, "tıbbiye öğrencisi" olarak belirtilen herhangi bir kayda rastlanmamıştır(1). Milli Savunma Bakanlığı arşiv kayıtlarına göre yine “tıbbiye öğrencileri” adı altında herhangi bir kayıt yoktur(2).

Bu savaştaki zayiatın yaklaşık 10.000’i bulduğu ve en büyük darbeyi mevcudunun yarıya yakınını kaybeden 2. Tümen’in aldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda daha önceki hikayede yer alan “2. Tümen’in tamamının yitirilmiş olması” mümkün değildir (altı çizilmesi gereken bir nokta da, burada geçen “second battalion” (2. Tabur) tanımının “second division” (2. Tümen) yerine hatalı kullanılmış olmasıdır).

Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Darülfünun Tıp Fakültesi İstanbul’da Haydarpaşa’da bulunuyordu ve Tıbbiye-i Şahane (askeri) ile Tıbbiye-i Mülkiye (sivil) öğrencileri bu tek fakültede bir arada eğitim görmekteydi.

1914’te, Tıp Fakültesi’nin tatil döneminde olduğu Ağustos ayında, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte genel seferberlik ilan edildiğinden, tıp öğrencilerinin hemen hepsi silah altına alınmıştı. 1894 (1310) doğumlular birbuçuk ay Harbiye Mektebi’ne, diğerleri ise Bostancı’daki talimgaha sevkedilmiş; Harbiyeliler bölük çavuşu, Tıbbiyeliler de bunların emrinde er ve onbaşı olarak askeri eğitime tabi tutulmuşlardı.

1915 yılında, 1894’ten daha önce doğanlar birliklere dağıtılırken, 3., 4., 5. sınıf öğrenciler ile Şam Tıbbiyesi, Eczacı, Dişçi okulları öğrencileri, kısmen Beykoz’da Serviburnu’na, kısmen de Çanakkale, Beylerbeyi, Yeşilköy intan hastalıkları hastaneleri ile değişik birliklere dağıtılmışlardı. Askeri ve Sivil Tıbbiye'den askere alınan son sınıf öğrencileri "zabit vekili"; 4. ve 3. sınıf öğrencileri "başçavuş muavini", 2. ve 1. sınıflar "çavuş" rütbesi ile zabit namzedi (subay adayı) olmuştu.

Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi ile birlikte “Askeri İhtiyat Hastane” olarak ayrılan tıp fakültesi bir memleket içi harp hastanesi olmuş, öğrencilerin çoğu cephelere ve talimgahlara sevkedildiklerinden staj yapamamışlardı. Çanakkale’de savaşın başlamasını takiben de çok sayıda yaralı gönderilmeye başlanınca, İstanbul’daki birçok büyük okul binasında olduğu gibi, yaralılara ve hasta askerlere hizmet verilmeye başlanmıştı. Öğretim üyeleri ve öğrencilerin birliklere dağıtılması yüzünden 1915 yılında öğretimin hiç başlamadığı fakülte, 1 yıl boyunca kapalı kalmış ve Mecruhin (yaralılar) Hastanesi olmuştu.

Çanakkale Savaşı’ndan sonra Tıbbiye Hastanesi lağvedilmiş, 1 yıllık mecburi tatilin ardından 4 Mart 1916’da (1332) Tıp Fakültesi dersanelerini açmış, öğretime yeniden başlanmıştı. Birlik ve kurumlara verilmiş olanlardan sağ kalanlar okula dönmüşlerdi; fakat cephelerde bulunan hekimlerin bir çoğu ölmüştü ve bir bölümü de hala görevde bulunuyordu. Büyük bir hekim açığı ortaya çıkmıştı. Bu nedenle tıp öğrencilerinin terhis edilmesinin yanısıra, yeni öğrencilerin de okula kaydedilmesi gerekiyordu.

Fakat diğer taraftan, liselerde 1900 doğumlular dahi askere alınmaya başladığından, son sınıfların çoğu kapanmış, yaşları askerlik çağına erişmiş olanlar talimgahlara sevkedilmiş, dolayısıyla üniversite çağında çok az sayıda genç insan kalmıştı. Bu durum daha küçük yaştakilerden öğrenci almak zorunluluğunu getirince, Bakanlar Kurulu kararı ile Darülfünun’un yalnız Tıp Fakültesi için lise ve idadi mezuniyeti aranmaksızın öğrenci almaya başlaması ve kaybedilen zamanı telafi etmek amacı ile derslere bütün yıl devam edilmesi kararı alındı.

Birinci Dünya Savaşı süresince Tıp Fakültesi’nin yukarıda özetlenen durumuna göre, her sınıftan öğrencinin önce seferberlik kapsamında askere alındığı, daha sonra da çeşitli cephelere gönderildiği anlaşılmaktadır. Arşiv kaynaklarında öğrencilerin Tıp Fakültesi’ndeki sınıflarına göre hangi rütbelerle orduda görevlendirildikleri belirtilmektedir, fakat bu öğrencilerin sayısı ve hangi cephelere gönderildikleri açık değildir; ayrıca zorunlu askere alınanlar haricinde gönüllüler olup olmadığına da değinilmemiştir ve çok sayıda doktorun ve tıp öğrencisinin öldüğü yine rakam verilmeden ifade edilmektedir.

Bu durumda, 1914 yılında Darülfünun Tıp Fakültesi’nde kayıtlı bulunan askeri ve sivil öğrenci isimlerinin bulunarak, bu isimlerin Genelkurmay ve M.S.B. şehit kayıtları ile karşılaştırılmasına gerek duyulmuş, fakat ne yazık ki İstanbul Üniversitesi arşivlerinde yapılan çalışmada, Darülfünun’un 1914 ve öncesine ait öğrenci kayıtlarının bulunması mümkün olmamıştır(3). Ayrıca, T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri’nde aynı doğrultuda yapılan çalışma da bir sonuç vermemiştir(4).

Mazhar Osman tarafından yayınlanan, Türk ordusunda 1. Dünya Savaşı’nda (1914-1917) şehit olan sağlık subayları listesinde 215 kişi yer almaktadır. Erkoç ve Kazancıgil’in yaptığı çalışmada ise, Ataç tarafından yayınlanan ve 1. Dünya Savaşı sırasında ölen 301 sağlık subayının listesi ile Mazhar Osman’ın listesi karşılaştırılmış ve kaybedilen bu hekimlerin çok büyük oranda bulaşıcı hastalıklar, özellikle de tifüs yüzünden öldüğüne, muharebe meydanındaki ölümlerin nadir olduğuna işaret edilmiştir. Cephede çarpışma sırasında gerçekleşen ölümü ifade eden “şehiden” ibaresi, sadece listede yer alan 9 kişi için kaydedilmiştir. Sözü edilen liste, görev yerleri ve ölüm tarihleri bakımından incelendiğinde, Çanakkale Savaşı sırasında 8 doktorun öldüğü anlaşılmaktadır(5). İncelenen bu listelerde tıbbiye öğrencilerine dair herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.

Çanakkale’de şehit olan tıp öğrencilerinin hikayesinde belirtilen diğer bir nokta, öğrenci ölümleri nedeniyle Darülfünun Tıp Fakültesi’nin 1921 yılında mezun vermediğidir. Oysa yapılan araştırmada, Darülfünun Askeri ve Sivil Tıbbiye’nin 1921 yılında mezun verdikleri belgelenmiştir.

Diğer taraftan Özbay, bir yıllık aradan sonra 1916’da Tıp Fakültesi yeniden açıldığında, kaybedilen zamanı telafi etmek amacı ile derslere bütün yıl devam edilme kararı alındığını belirtmektedir. Buna göre; birinci sınıf öğrencileri fizik, kimya, botanik derslerini esasen liselerde okuduklarından üç ay sonra imtihanlara alınmış, ardından altı aylık bir eğitim ve 1 ay tatilden sonra Haziran’da tekrar derslere başlanmış; Kasım’da ikinci sınıf bitirilmiş, böylece 1 yılda iki sınıf okutulmuştur. Yine aynı kaynakta, 1 yıllık askerlik hizmeti yüzünden 1915’te Tıbbiye’den mezun olamayan sınıfın 1916’da diploma aldığı belirtilmektedir. Biten bir muharebenin ardından gelen ve savaşın başka cephelerde hâlâ sürdüğü bu kaotik ortamda, Tıp Fakültesi’ne yeni öğrenci kayıtlarının yapılmasından başka, rutin eğitim programında da birtakım değişikliklere gidildiği ortadadır. Dolayısıyla bu durumun mezuniyet zamanlarında da değişikliklerle yol açması kaçınılmazdır. Kesin olan yegane bilgi, Tıp Fakültesi’nde öğrenci mezuniyetinin gerçekleşmediği yılın 1921 değil, 1915 olduğudur.

Sonuç
Bu çalışmada elde edilen bilgilerin ayrıntılarıyla tartışılması sonucunda, 1915 yılında Tıp Fakültesi’nin 1 yıl süre ile kapalı kaldığı; öğrencilerin ordu hizmetine alındığı ve bu nedenle mezun verilmediği net olarak anlaşılmıştır. Seferberlik nedeniyle zorunlu olarak orduya alınanların dışında, savaşa gönüllü giden öğrencilere dair herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır. Araştırılan döneme ait okul kayıtlarının olmaması, bu durumun başlıca sebebi olarak görünmektedir. Benzer şekilde, şehit listeleri de durumu tam olarak aydınlatamamaktadır.

Tıp Fakültesi öğrencilerinin Birinci Dünya Savaşı süresince, değişik cephelerde ve çeşitli şekillerde ordu hizmetinde bulundukları ve bazılarının cephelerde öldükleri şüphesiz gerçektir. Dolayısıyla, Çanakkale cephesinde öldükleri bilinen doktorların dışında, tıp öğrencilerinin de bulunması çok muhtemeldir; çünkü Osmanlı Devleti’nin bir çok cephede birden savaştığı bu dönemde, salgın hastalıkların da eklenmesi ile Anadolu nüfusunun dramatik şekilde azaldığı, bu yüzden özellikle Çanakkale cephesine İstanbul ve yakın illerden pek çok gönüllünün gittiği bir vakıadır. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, mevcut hikayedeki ifade biçimi ile “bir sınıfın tümüyle yitirilmiş olduğu” hiç mümkün görünmemektedir. Hikaye, bu durumu ile bazı gerçeklerin üstüne inşa edilmiş bir efsane izlenimi vermekte olup, efsaneleşen kısmı ile olayın gerçek içerik ve boyutlarını da ne yazık ki bulanıklaştırmaktadır.

1915 yılının Tıbbiye öğrencilerine dair bu hikayenin, esasen 1922 mezunları tarafından anlatıldığı ve bu sınıfın söylediği Tıbbiye Marşı ile savaştan dönmeyen öğrencileri uzun yıllar andığı bilinmektedir. Bugün hiçbiri hayatta olmayan 1922 mezunlarının samimiyetlerinden kuşku duymanın haksızlık olacağı bir yana, bu hikayenin zaman içinde uğradığı değişikliklerden de onlar sorumlu değildir. Bu sınıfın öğrencilerinin, kendilerinden 1 yıl öncesinin yasını tuttuklarını ifade ederken kastettikleri yıl, büyük bir ihtimalle 1921 değil 1915’tir. Çünkü onlar, öğrencilerin savaş cephelerine dağıldığı, okulun kapalı kaldığı ve mezuniyetin gerçekleşmediği 1915 yılının hemen ardından, 1916-1917 yıllarında Tıp Fakültesi’ne başlamışlardır .

DİPNOTLAR:
1. Genelkurmay ATASE Arşivi Çanakkale şehitleri listesinde 126. alaydan Tabip Binbaşı Mehmet İsmail Efendi ve 64. alaydan Tabip Binbaşı Hasan Fuat Bey’in kayıtları bulunmakta olup; sıhhiye sınıfı şehitleri içinde ve liste genelinde tıbbiye öğrencisi olarak belirtilen herhangi bir kayda rastlanmamıştır. “ Seferberlikte tabip muavini olarak istihdam edilen tıbbiye okulu talebelerinin terfi, tayin ve taltifleri” konulu idari dosya, cephe gerisinde görevlendirilen bir tıp öğrencisi ile ilgili yazışmaları içermektedir (ATASE Arşivi, BDH: 2432 – 98).

2. Milli Savunma Bakanlığı Arşiv Başkanlığı tarafından, Darülfünun öğrencilerinin “yedek subay adayı” rütbesiyle Birinci Dünya Savaşı’na katıldıkları ve çeşitli cephelerde görev aldıkları görüşü doğrultusunda yapılan incelemede; Mekteb-i Harbiye Şahane talebesi Lütfi Efendi ile Mekteb-i Tıbbiye talebelerinden Nuri Efendi, Naim Hamit Efendi ve Ahmet Hamdi Efendi’nin Kafkas cephesinde şehit oldukları anlaşılmaktadır. Birinci Dünya Savaşında şehit olan yedek subay adaylarının çok azı için savaş öncesi öğrenim durumları kayıt edilmiş olduğundan, Çanakkale’de şehit olan yedek subay adayları ayrıca irdelenmiştir. Bu liste 116 kişiden oluşmaktadır; maliye ve hukuk mektebi mezunu olarak belirtilen 1 şehidin haricindekiler için öğrenim durumlarını belirleyen herhangi bir kayıt bulunmamaktadır.

3. İstanbul Üniversitesi arşivlerinde yapılan çalışmada Darülfünun’un 1914 ve öncesine ait öğrenci kayıtlarının bulunamaması üzerine, dönemin resmi yazışmalarından bilgi edinilebileceği düşüncesi ile İstanbul Üniversitesi arşivlerinde, Darülfünun 1914-1915 Evrak kayıt defteri II: Muharrerat-ı Sadıre (Giden) Min fi 1 Mart 1330 (14 Mart 1914) ila fi 7 Şubat 1916 (20 Şubat 1916) ve Darülfünun 1914-1915 Evrak kayıt defteri IV: Muharrerat-ı Varide (Gelen) min fi 14 Temmuz 1330 ila fi 16 Şubat 1331 incelenmiş, fakat öğrencilerin askere alınışı ve cepheye gidişine, şehit olanlara dair herhangi bir yazışma konusuna rastlanmamıştır.

4. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri’nde yapılan çalışmada, Bab-ı Ali Evrak Odası (BEO) defterleri esas alınmış olup, bu defterler resmi dairelere gönderilen ve buralardan gelen yazıların kaydına mahsustur. Darülfünun’un o dönemde Maarif Vekaleti’ne bağlı olduğu dikkate alınarak seçilen ve seferberlik dönemini kapsayan BEO 398/146 nr. 315344, BEO 398/164 nr. 316082, BEO 398/240 nr. 318927, BEO 398/117 nr. 322937, BEO 398/177 nr. 325164 kod numaralı belgelerin incelenmesi sonucunda, konuya dair herhangi bir bilgi bulunamamıştır.

5. Birinci Dünya Savaşında (1914–1917) şehit olan sağlık subaylarından, Çanakkale Savaşı sırasında ölenler: Balıkesir Harb Hastanesi Etıbbasından Gayri Mükellef Anagastos Efendi, Gelibolu Menzil Hastanesi Etıbbasından Mükellef Yüzbaşı Avram Kohen Efendi, 64. Alay Tabibi Evveli Binbaşı Hasan Fuad Bey, Fırka Beş Ser Tabibi Kaymakam Hasan Fuat Bey, 127. Alay 1. Tabur Tabibi Yüzbaşı Hayri Efendi, Gelibolu Menzil Hastanesi Etıbbasından Mükellef Yüzbaşı Hüseyin Hüsnü Efendi, Keşan Hastanesi Etıbbasından Mükellef Yüzbaşı Mihran Yazıcıyan Efendi ve 38. Alay Depo Taburu Tabibi Mükellef Yüzbaşı Muammer Hilmi Efendi’dir. Tabip Binbaşı Hasan Fuad Bey ile Tabip Yüzbaşı Hayri Efendi “şehiden” ibaresi ile kayıtlıdır.

6. İstanbul Tabip Odası tarafından 1971 yılında yayınlanan “Meslekte 50 Yıl” albümünde her iki tıbbiyenin de mezuniyet fotoğrafı ile o tarihte hayatta olanların biyografileri yer almaktadır. Askeri Tıbbiye’nin 1921 mezunlarının tam listesi ise “Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri” kitabında (Kemal Özbay, İstanbul 1981) bulunmaktadır.

7. Bu araştırma İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Arşivleri; Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı Arşivleri; Milli Savunma Bakanlığı Arşivleri; T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri; İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı; İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı; İstanbul Tabip Odası Kütüphanesi; İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Merkez Kütüphanesi, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Taksim Atatürk Kütüphanesi ve Ankara Milli Kütüphane’de gerçekleştirilmiştir.

KAYNAKLAR:
1. C. Kuday - F. Özlen - A Medical Class Lost at Gallipoli. J Clin Neurosci, 2003
2. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi V. Cilt, Çanakkale Cephesi Harekatı 1., 2. ve 3. kitapların özetlenmiş tarihi (Haziran 1914 Ocak 1916), Genelkurmay ATASE Baskanlığı, Ankara, 1997
3. Gen. C.F. Aspinall-Oglander - Büyük Harbin Tarihi Çanakkale, Gelibolu Askeri Harekatı, II. Cilt, 1915 Askeri Matbaa, Genelkurmay Başkanlığı X. Şube, İstanbul, 1940
4. İhsan Ilgar - Esat Paşa’nın Çanakkale Anıları, İstanbul, Baha Matbaasi; 1975
5. Fikret Güneşen - Çanakkale Savaşları, İstanbul, Kastaş Yayınları; 1986
6. Robert Rhodes James - Gelibolu Harekatı, İstanbul Matbaası, İstanbul, 1972
7. Alan Moorehead - Gelibolu, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2000
8. Binbaşı Halis Bey - Çanakkale Raporu, İstanbul, Arma Yayınları, 2003
9. Şefik Aker - Çanakkale-Arıburnu Savaşları ve 27. Alay, Askeri Matbaa, İstanbul, 1935
10. Ata Muallim G. - Tıp Fakültesi Tarihi, İstanbul, 1927
11. Ayni MA - Darülfünun Tarihi, İstanbul, Yeni Matbaa, 1927
12. Hüsrev Hatemi - Türk Tıp Tarihinin Aşamaları, Tıp Tarihi Araştırmaları 2001
13. Cemil Topuzlu - İstibdat-Meşrutiyet-Cumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, İstanbul, İÜ Cerrahpasa Tıp Fakültesi Yayınları, 1982
14. Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi X. Cilt. Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1980
15. Dr. Gen. Kemal Özbay - Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, İstanbul, 1976
16. S. Ünver - Birinci Cihan Harbinde Tıp Fakültesi, Modern Tedavi Mecmuası (Revue de Therapeutique Moderne) 1951
17. A. Noyan - Son Harplerde Salgın Hastalıklarla Savaşlarım, Ankara Tıp Fakültesi Yayınları, Ankara, 1956
18. Mazhar Osman - Geçen Senenin Son İçtimasının Hatimesi Olmak Üzere Muallim Mazhar Osman Bey Tarafından İrad Edilen Nutuk ve Muharebe-i Hazırada Vazifeleri Uğrunda Terk-i Hayat Eden Meslektaşların Esamisi Listesi, Şişli Müessesesinde Emraz-ı Akliye ve Asabiye Müsamereleri, 1918
19. S. Erkoç - A. Kazancıgil - Osmanlı Ordusunda I. Dünya Savaşında 3 Teşrinisani 1330–3 Nisan 1333 Tarihleri Arasında (1914–1917) Şehit Olan Sağlık Subaylarının Listesi, Tıp Tarihi Araştırmaları, 2001
20. Dirim - Olan Bitenler. Dirim İstanbul Temmuz 1971
21. İstanbul Tabip Odası - Meslekte 50 Yıl (Albüm). İstanbul: 10 Aralık 1971
22. Dr. Gen. Kemal Özbay - Türk Asker Hekimliği Tarihi ve Asker Hastaneleri, İstanbul;1981
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:21
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ocak 2006       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yüzbaşı Sırrı Bey, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla sohbet ediyor, “Nerelisin?” ya da “Kaç kardeşsiniz?” gibi sorular soruyordu.

Gözleri bir ara, saçının bir tarafı kınalanmış delikanlıya takıldı. Delikanlıyı yanına çağırdı ve merakla sordu:
“Adın ne senin, evladım?” dedi.

Delikanlı hazır ol durumuna geçti ve komutanın sorusunu bir solukta yanıtladı:
“Hasan komutanım” dedi.

Sonra da, komutanın “Nerelisin?” sorusunu da aynı çeviklikte yanıtladı:
“Tokat’lıyım, komutanım” dedi.

“Tokat’ın Zile kazasındanım…”
Yüzbaşı Sırrı Bey şimdi de, kafasını kurcalayan sorusunu sordu:
“Peki evladım, bu kafanın hali ne?” dedi. “Saçlarını ortası neden böyle kırmızı boyalı?”

Hasan, duraksamadan yanıt verdi:
“Cepheye gitmek için evden ayrılmadan önce anam saçıma kına yaktı, komutanım” dedi. “Neden yaktığını da bilmiyorum.”

Yüzbaşı daha fazla üstelemedi, “peki, gidebilirsin Kınalı Hasan” dedi.
Onun o gün ağzından çıkan “Kınalı Hasan” adı, Hasan’ın o günden sonraki adı oldu. Cephe de tüm arkadaşlarının ağzında onun adı artık, “Kınalı Hasan” idi. Arkadaşları ona “Hasan” yerine “Kınalı Hasan” demekle kalmıyorlar, saçlarının ortasındaki kınasına takılıyorlar, onun kınalı saçını, zaman zaman yoğunluğunu artırdıkları şakalarının konusu da yapıyorlardı.

Kınalı Hasan, arkadaşlarına karşı sevecen tutumu ve cephedeki cesur atılımlarıyla kısa sürede tüm arkadaşlarının sevgisini kazandı.

Bir gün memleketine mektup göndermek isteyince, arkadaşlarından yardım istedi.

“Anama, babama burada iyi olduğunu ve ellerinden öpmek istediğimi bildirmek istiyorum ama, okumam yazmam yok, mektup yazamıyorum” dedi. “Bana biriniz olsun yardım eder mi acaba?”

Bir değil, bir çok arkadaşı yardımına geldi Kınalı Hasan’ın:

“Sen söyle, biz yazalım mektubunu” dediler. Kınalı Hasan, söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, öteki arkadaşları ise, mektubu yazanın sağıdan solundan başlarını uzatarak, söylenenleri doğru yazıp yazmadığını denetliyorlardı.

“Sevgili anacığım, babacığım” diye başlıyordu Kınalı Hasan’ın mektubu ve “hasretle ellerinizden öperim; ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin” diye devam ediyor.

“Kız kardeşini, kendinden bir küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını soruyor, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini” söyledikten sonra, “Biz burada var oldukça, bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir” tümcesiyle bitiyordu.

Mektubunu yazdırmayı bitiren Kınalı Hasan, tam zarfı kapatırken birden durdu ve “iki üç satır daha ekleteceğini” söyleyerek mektubunun sonuna şunları ekletti:

“Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, burada komutanların da, arkadaşlarım da benimle hep dalga geçtiler. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah Ahmet’e de gelecek. Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burada onunla da geçmesinler. Bir kez daha ellerinden öperim, sevgili anacığım.”

Gelibolu’da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler kesin sonuç almak için tüm güçleriyle Gelibolu’ya yüklenmeye başlamışlardı. Gelibolu Cephesini savunan erlerimiz, önceleri teker teker, sonraları beşer beşer, onar onar şehit oluyorlardı. Onlara destek olmak için giden yedek güçler de yeterli olmuyor, onların sayıları da giderek azalıyordu. Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Hasan’ın komutanı da bu durum karşısında çaresizliğinden ve hırsından yerinde duramıyordu. Kendisinin bölüğü, henüz sıcak temasa hazır değildi. Onlar yeni gelmişlerdi cepheye. Genç erlerini, insan bedenini süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Tanrı’ya dua ediyordu.

Komutanlarının bu düşünceli ve sıkıntılı durumunu gören ve cephenin düşmekte olduğunu bilen Kınalı Hasan ve arkadaşları, komutanlarına gittiler ve ondan, kendilerini cepheye göndermesini istediler. Erlerinin yalvarırcasına birkaç kez yineleyerek bildirdikleri bu istekleri karşısında komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile bile onların bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı.

Kınalı Hasan ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, bile bile ölüme gidiyorlardı.

Kısa bir süre sonra Hasan Cephede iken, anne ve babasından mektup geldi. Mektubu onun yerine komutanı okudu Kınalı Hasan’a. (Bu mektubun aslı Çanakkale Müzesi’nde sergilenmektedir.)

Gelibolu cephesine gitmeden önce onun, arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna, aile adına babası yanıt veriyordu:

“Oğlum Hasan, nasılsın, iyimisin gözlerinden öperim, selam ederim” dedikten sonra şöyle devam ediyordu mektup:

“Öküzü sattık, parasının bir kısmını sana gönderiyoruz, bir kısmını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Zaten artık Zahire’ye de fazla ihtiyacımız olmadığı için, yorulmuyorum da. Siz sakın bizi merak etmeyin, bizi düşünmeyin.”

Babası mektupta, köydeki herkesten, akrabalarından haberler verdikten sonra, “şimdi sana *****n da diyeceği bir şey var” diyerek sözü ona bırakıyordu. Mektubun bundan sonraki bölümü, Kınalı Hasan’ın *******n ağzından yazılmıştı. Şöyle diyordu anası:

“Ey gözümün nuru Hasanım,
Köyümüzde rahat rahat oturalım mı? Vatan sevgisi içimizde alev alev yanıyor. Sen ecdadından, babandan aşağı kalmazsın. En, senin anan isem, beni ve seni Allah yarattı, vatan büyüttü. Allah, bu vatan için seni besledi. Bu vatanın ekmeği iliklerinde duruyor. Sen bu ailenin seçilmiş kurbanısın.

Hasanım söyle Zabit Efendi’ye, bizim köyde üç şeye kına yakarlar:
1) Gelinlik kıza, gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye,
2) Kurbanlık koça, Allah’a kurban olsun diye,
3) Askere giden yiğitlerimize, vatana kurban olsun diye…

Ben de seni evlatlarım arasından vatana kurban adadım. Onun için saçını kınalamıştım.

Allah’ın hükmüyle, Allah seni İsmail Peygamberin yolundan ayırmasın. Seni melekler şimdiden rahmetle anacaktır.
Gözlerinden öperim,

Annen Hatice,
O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı Hasan cephede savaşır, savaşır. Sonra yaralanır, geriye alınır. Cephenin hemen gerisinde Kocadere Köyü’ndeki sargı yerine getirilir. Fakat tedavi göremeden şehit olur. Diğer şehitlerle birlikte, Hasan’ında kimlik tespiti yapılıp mezarlığa gömülecektir. Bu işlerle görevli Zabit Namzeti (Yedek Subay) Mehmet Efendi, Kınalı Hasan’ın üzerini aradı, *******n mektubunu ve tamamlanmamış bir şiir karalaması buldu.
“Anam yakmış kınayı adak diye,
Ben de vatan için kurban doğmuşum.
Anamdan Allah’a son bir hediye,
Kumandanım ben İsmail doğmuşum.”
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:23
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ocak 2006       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Biz.gif
Gösterim: 320
Boyut:  102.4 KB

ÜÇ BÜYÜKLERİN ŞEHİT FUTBOLCULARI
Ad:  seh.fut.003.jpg
Gösterim: 397
Boyut:  12.4 KB

Şehit futbolcuların resmi listesi
  • Arif Fenerbahçe Bor Ovası
  • Nurettin Fenerbahçe Fikirtepe Bataryası
  • Halim Fenerbahçe Fikirtepe Bataryası
  • Kemal Fenerbahçe -
  • Zeki Fenerbahçe Çanakkale Savaşı
  • Hüsnü Fenerbahçe Çanakkale Savaşı
  • Neşet Fenerbahçe Çanakkale Savaşı
  • Refik Bey Fenerbahçe Kulüp Binasında
  • Mustafa Bey Fenerbahçe Kulüp Binasında
  • Ethem (Bellisan) Fenerbahçe Erenköy Bataryası
  • Haldun Fenerbahçe -
  • Doktor Ali Beşiktaş Kafkas Cephesi
  • Asım Beşiktaş Kafkas Cephesi
  • Muallim Sadi Beşiktaş Kafkas Cephesi
  • Kaptan Kazım Beşiktaş Çanakkale Savaşı
  • Doktor Mehmet Beşiktaş Kafkas Cephesi
  • Rıdvan Beşiktaş Çanakkale Savaşı
  • Kürt Celal Galatasaray Çanakkale
  • Savaşı Abdurrahman Galatasaray Kafkas Cephesi
  • Halit Galatasaray Kafkas Cephesi
  • Kaleci Hamdi Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Hasnun Galip Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Celal İbrahim Galatasaray Irak Cephesi (1917)
  • Neşet Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • İdris Galatasaray Trablusgarp Cephesi
  • Refik Ata Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Mehmet Ali Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Hasip Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Cemil Galatasaray Çanakkale Savaşı
  • Nazmi Galatasaray Çanakkale Savaşı
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:26
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Ocak 2006       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
1915 yılının Mayıs ayı başlarında Kerevizdere'deki düşman birlikleri, Goliath ve Cornwalls zırhlılarının deniz top ateş desteği ile bu bölgede bulunan kuvvetlerimize ağır zayiat verdirmekteydi. Düşman harp gemilerinin bitmek tükenmek bilmeyen ağır bombardımanı muharebenin akışını düşman lehine değiştirmişti.5'inci Ordu Komutanlığımızın ana karargahında yapılan toplantıda, düşman zırhlılarının faaliyetlerinin önlenmesi için donanmaya görev verilmesi kararlaştırıldı.
Ad:  1.jpg
Gösterim: 421
Boyut:  14.8 KB
Binbaşı Ahmet Bey
Yurtsever halkımızın yaptığı yardımlarla 1910 yılında Almanya'dan satın alınan Muavenet-i Milliye torpido botunda personel sessiz bir hazırlık içerisindeydi. Gemi komutanı Binbaşı Ahmet Bey, son kez torpido atış kontrol sistemini gözden geçirdi. Torpidolara 3 metre derinlik değeri tatbik edildi.

Ad:  2.jpg
Gösterim: 347
Boyut:  5.8 KB
Binbaşı Ahmet Bey'e ait kılıç (Beşiktaş Deniz Müzesi)

Ad:  3.jpg
Gösterim: 563
Boyut:  32.1 KB
Muavenet-i Milliye Muhribi'ne ait seyir jurnali (27.07.1914-29.06.1915)

Ad:  4.jpg
Gösterim: 421
Boyut:  25.6 KB
Sade bir harekat planı geliştirildi. Karanlık bir gece beklenecek, gizlice Morto koyuna sızılarak düşman zırhlıları torpillenecekti.Muavenet-i Milliye 12 Mayıs gecesi Kilitbahir'den ayrıldı. Görev, ancak bir baskın yaratılarak başarılabilirdi. Düşman karakol gemilerinin mevcudiyeti nedeniyle, gemi adeta sahili yalayarak Morto koyuna girdi.Binbaşı Ahmet Bey, Goliath zırhlısının savaş düzeninde olmadığını anlayınca, süratle yaklaşmaya başladı. 10 saniye ara ile 500 metre mesafeden ard arda iki torpido atmaya karar verdi.Aniden Goliath'da alarm sesleri yükselmeye başladı. Sirenler çalıyor, toplar hazırlanıyor, personel savaş yerlerini donatıyordu. Ancak , artık çok geçti. İlk torpido Goliath'ın baş tarafında büyük bir infilak yarattı. Gemiden alevler yükseliyordu. Gece gündüz olmuş, gökyüzü kızıla boyanmıştı. Can çekişen gemi, aldığı ikinci torpido yarası ile kendisini derinliklerin sonsuzluğuna bıraktı.
Bundan sonra hiçbir düşman gemisi Çanakkale Boğazı'na girmeye cesaret edemeyecekti.
Son düzenleyen Safi; 16 Kasım 2016 00:33

Benzer Konular

26 Ağustos 2022 / nünü Osmanlı İmparatorluğu
27 Mayıs 2020 / M.u.R.a.T Forum Oyunları
28 Aralık 2015 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Nisan 2013 / c0lin Hayali Karakterler
19 Nisan 2010 / The Unique Eğitim Bilimleri