Arama

Eski masallara örnekler verir misiniz?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 15 Mayıs 2018 Gösterim: 42.669 Cevap: 3
mervenur245 - avatarı
mervenur245
Ziyaretçi
18 Şubat 2009       Mesaj #1
mervenur245 - avatarı
Ziyaretçi
Eski masallara örnekler verir misiniz?
EN İYİ CEVABI SEDEPH verdi
PADİŞAH İLE İHTİYAR ÇİFTÇİ
Gülistan'dan
Sponsorlu Bağlantılar
Bir gün padişahlar padişahı av için şehirden uzaklaşmış. Yolda giderken pek çok insanın çalıştığı bir tarla görmüş. Merak edip yanlarına yaklaşmış.
Oradaki insanların arasında yaşı doksanı geçkin bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar toprağa bir şeyler ekiyormuş.
Padişah:
- Ne ekiyorsun ihtiyar? diye sormuş.
İhtiyar çiftçi başını bile kaldırmadan cevap vermiş:
- Baharda yeşermesi için ceviz dikiyorum.
Padişah kahkahayla gülmüş.
- Fakat sen çok ihtiyarsın. Şurada iki günlük ömrün kalmış. Neden uğraşırsın? demiş.
Bunun üzerine ihtiyar başını kaldırmış:
- İnsanlar ekip dikmekle zarar etmezler. Başkaları ektiler; biz yedik. Şimdi de biz ekelim; başkaları yesin, demiş.
Padişah bu cevabı çok beğenmiş. Hemen yanındaki adamına dönerek:
- Bu ihtiyara bir kese altın verin, diye emretmiş.
İhtiyar altınları almış ve:
- Gördünüz mü? demiş, benim ağacım daha büyümeden meyve verdi!

ODUNCU İLE İHTİYAR ADAM
Oduncunun biri ırmak boyunda odun keserken baltasını düşürmüş. Ne yapsın? Oturmuş, başlamış ağlamaya. O sırada oradan geçen ihtiyar bir adam oduncunun haline acımış. Irmağa dalmış, bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş. Oduncu “Bu değil" demiş. İhtiyar adam yine dalmış, bir gümüş balta çıkarmış. Oduncu “Bu da değil" deyince ihtiyar adam sudan asıl baltayı çıkarmış.
İhtiyar adam oduncuya doğru söylediği için mükafat olarak altın balta ile gümüş baltayı da vermiş.
Oduncu evine dönünce başından geçenleri komşusuna anlatmış. Komşusu onu kıskanmış. Ertesi gün ırmak boyuna gitmiş. Baltasını suya atmış. Sonra başlamış ağlamaya. İhtiyar adam hemen gelmiş.
“Nedir senin derdin?" diye sormuş. Durumu öğrenince ırmağa dalıp bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş.
Oduncu çok sevinmiş. “Evet, bu!" demiş. Ama ihtiyar adam onun yalancılığına çok kızmış. Altın baltayı vermediği gibi, asıl baltasını da sudan çıkarmamış.

ALAKARGA İLE KUŞLAR
Ormanlar kralı arslan kuşların da bir kralı olsun istemiş. Bir gün bütün kuşları karşısına çağırmış. “İçinizden en güzelini seçin; size kral olsun" demiş.
Bunu duyan kuşlar su başına gitmişler. Güzelleşmek için yıkanmışlar, taranmışlar. Ama alakarga ne kadar yıkansa, ne kadar taransa yine de güzelleşemeyeceğini anlamış. Hemen bir kurnazlık düşünüp öteki kuşlardan düşen tüyleri toplamış. Sonra hepsini birer birer başına, sırtına, bacaklarına takmış.
Kuşların kral seçecekleri gün gelip çatmış. Hepsi arslanın huzuruna gitmişler. Alakarga durur mu? O da varmış arslanın karşısına. Arslan kuşlara uzun uzun bakmış. Alakargayı göstererek “Doğrusu en güzeliniz bu. Ben size onu kral yapacağım" demiş.
Kuşlar bunu duyunca alakarganın üstüne atılmışlar. Her biri kendi tüyünü bulup geri almış. Alakarga yine alakarga kalmış. Hilesi meydana çıkınca da çok utanmış.

TARLA FARESİ İLE EV FARESİ
Tarla faresi ile ev faresi arkadaş olmuşlar. Bir gün tarla faresi ev faresini yemeğe çağırmış. Ev faresi gelmiş, ama bakmış ki sofrada biraz otla biraz buğdaydan başka bir yiyecek yok, yüzünü buruşturmuş.
Tarla faresine dönerek "Arkadaşım, bu senin yaşamana yaşamak denmez. Buna yoksulluk denir. Bense, bolluk içinde yaşıyorum. Sen de benimle gel. Bizim evdekileri paylaşıp ikimiz de gül gibi geçiniriz." demiş.
Hemen kalkıp yola koyulmuşlar. Ev faresi arkadaşına buğday çıkarmış, incir, peynir, bal, yemiş çıkarmış. Tarla faresi ömründe hiç bu kadar yiyeceği bir arada görmemiş. “Ben ne ettim de bugüne kadar tarlalarda kaldım?" diyerek dövünmüş. Tam yemeğe oturacakları sırada bir adam gelmiş, kapıyı çalmış. İki fare gürültüden korkup her biri bir deliğe girmiş.
İncirden tadacaklarmış; bu sefer de başka biri odadan bir şey almaya gelmiş. Yine bir deliğe kaçmışlar. Bunun üzerine tarla faresi karnının açlığını unutmuş. Arkadaşına dönerek "Arkadaşım, demiş, sen bolluk içinde yiyip içiyorsun, ama türlü tehlikeler ve korkular geçiriyorsun. Ben gidip buğdayla arpamı yiyeyim. Az da olsa, gönül rahatlığı ile yerim" demiş.
Böylece tarla faresi tarlasına dönmüş. Bir daha da halinden hiç şikayet etmemiş.

GRAMERCİ ILE GEMİCİ
(Mesnevî'den)
Bir gün bir dil bilgini gemiye binmiş. Kendini överek "Sen hiç gramer okudun mu?" demiş gemiciye.
Gemici “Hayır " deyince, "Ömrünün yarısı boşa gitti!" demiş.
Gemici bu söze biraz kızmış, ama susmuş ve cevap vermemiş.
Derken sert bir rüzgar çıkmış ve gemiyi girdaba düşürmüş. Denizci dil bilginine bağırarak "Yüzme bilir misin?" diye sormuş.
Dil bilgini "Bilmiyorum" deyince denizci “İşte şimdi ömrünün hepsi gitti. Çünkü gemi birazdan girdaba dalacak ve batacak!" demiş.

FARE İLE DEVE

(Mesnevî'den)
Bir fare bir devenin yularını eline almış; kibirle “Durma, yürü bakalım" demiş.
Uysal deve yürümeye başlamış. Fare de kendini pehlivan sanmış.
Deve farenin düşüncesini anlamış ve içinden "Sabret, şimdi ne olduğunu görürsün " demiş.
Birlikte yürümüşler. Gide gide ancak bir filin geçebileceği büyük bir nehre gelmişler. Fare orada durakalmış.
Deve "Ey şamatacı arkadaşım! Niye durdun? Neden şaşırdın? Hadi nehirde yürü bakalım. Sen benim kılavuzumsun. Hadi hızlı yürü " demiş.
Fare "Ya nehrin suyu derinse, batıp boğulmaktan korkarım " diye cevap vermiş.
Deve “Ben suyu bir kontrol edeyim " diyerek hemen suya yürümüş ve ayağını daldırmış. Sonra "Su dize kadar. Niçin böyle şaşırdın? Aklın başından gitti! " diye sormuş.
Fare "Bana ejderha olan sana karınca gibi gelir. İki diz arasındaki fark açıkça belli. Su senin dizine kadarsa, benim başımı yüz arşın geçer " demiş.
O zaman deve "Öyleyse bir daha böyle küstahlık etme. Yoksa çok sıkıntı çekersin. Kendin gibi farelere karşı kibirlen" demiş.
Fare "Çok pişman oldum. Özür dilerim. Sudan geçmek için bana yol gösterir misin ?" deyince deve acıyıp "Haydi hörgücüme sıçra " demiş.
Fare devenin hörgücüne sıçramış ve birlikte nehrin karşı kıyısına geçmişler.

ANADOLU VE ÇİN RESSAMLARI

(Mesnevî'den)
Bir gün Çinliler resimde daha usta olduklarını iddia etmişler. Anadolulular da “Bunda biz daha kuvvetliyiz." demişler.
Devrin padişahı "Hanginizin daha usta olduğunu anlamak için imtihan etmek gerek." demiş.
Çinliler ve Anadolulular hazırlanmışlar. Anadolulular daha ustaymışlar.
Çinliler "Birer odaya girip ayrı ayrı resim yapalım." demişler.
Arasında perde olan karşılıklı iki oda varmış. Birine Çinliler, diğerine de Anadolulular çalışmak üzere geçmişler.
Çinliler padişahtan yüz renk boya istemişler. İstenilen boyalar verilmiş onlara.
Anadolulu ressamlar "Ne boya ne renk ister. Bunlar pas gidermeye yarar." demişler. Kapıyı kapayıp perde ötesinden odayı cilalamış, bir güzel parlatmışlar.
Çinliler işlerini bitirmişler. Artık açıkça övünüyorlarmış.
Padişah gelip Çinlilerin yaptıklarını görünce aklı başından gitmiş; hayretler içinde kalmış. Sonra Anadoluluların tarafına dönmüş. Aradaki perdeyi kaldırmışlar ki bir de ne görsünler? Karşı odadaki güzel resimler olduğu gibi karşıdaki cilalı duvara yansımış. Resimler daha da güzel görünüyormuş.
Bunun üzerine padişah "Çinlilerin resimleri çok güzel, ama şu duvardaki resimler çok daha güzel!" demiş.

AK BENEKLİ
Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.
- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!
Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.
Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola.
Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.
Güneş yükseldi; parladı.
Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.
Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.
Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.
Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.
Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.
"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.
Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.
Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.
Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.
Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.
Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
- Yaşşaa nineciğim!
Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.
Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.
Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!
Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?
Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.
Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.
- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.
Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.
Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?
İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:
- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.
Çoban Ali merakla sordu:
- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?
Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...
Çoban Ali yine sordu :
- Torununa ne oldu nine?
Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...
Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.
Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.
Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.
Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.
Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.
Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.
Sarıldılar, nineyle öpüştüler.
Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.
Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.
Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.
Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.
Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?
Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.
- Neden nine?
- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.
Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.
Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!
Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.
Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.
Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!
O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.
Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.
Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
- Ak Benekli nerdesin?
Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.
Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.
"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.
- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?
Çoban Ali kalktı.
Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.
Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.
Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.
Hatta bazıları Aka Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar

Son düzenleyen Safi; 15 Mayıs 2018 00:09
SEDEPH - avatarı
SEDEPH
Ziyaretçi
18 Şubat 2009       Mesaj #2
SEDEPH - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
PADİŞAH İLE İHTİYAR ÇİFTÇİ
Gülistan'dan
Sponsorlu Bağlantılar
Bir gün padişahlar padişahı av için şehirden uzaklaşmış. Yolda giderken pek çok insanın çalıştığı bir tarla görmüş. Merak edip yanlarına yaklaşmış.
Oradaki insanların arasında yaşı doksanı geçkin bir ihtiyar varmış. Bu ihtiyar toprağa bir şeyler ekiyormuş.
Padişah:
- Ne ekiyorsun ihtiyar? diye sormuş.
İhtiyar çiftçi başını bile kaldırmadan cevap vermiş:
- Baharda yeşermesi için ceviz dikiyorum.
Padişah kahkahayla gülmüş.
- Fakat sen çok ihtiyarsın. Şurada iki günlük ömrün kalmış. Neden uğraşırsın? demiş.
Bunun üzerine ihtiyar başını kaldırmış:
- İnsanlar ekip dikmekle zarar etmezler. Başkaları ektiler; biz yedik. Şimdi de biz ekelim; başkaları yesin, demiş.
Padişah bu cevabı çok beğenmiş. Hemen yanındaki adamına dönerek:
- Bu ihtiyara bir kese altın verin, diye emretmiş.
İhtiyar altınları almış ve:
- Gördünüz mü? demiş, benim ağacım daha büyümeden meyve verdi!

ODUNCU İLE İHTİYAR ADAM
Oduncunun biri ırmak boyunda odun keserken baltasını düşürmüş. Ne yapsın? Oturmuş, başlamış ağlamaya. O sırada oradan geçen ihtiyar bir adam oduncunun haline acımış. Irmağa dalmış, bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş. Oduncu “Bu değil" demiş. İhtiyar adam yine dalmış, bir gümüş balta çıkarmış. Oduncu “Bu da değil" deyince ihtiyar adam sudan asıl baltayı çıkarmış.
İhtiyar adam oduncuya doğru söylediği için mükafat olarak altın balta ile gümüş baltayı da vermiş.
Oduncu evine dönünce başından geçenleri komşusuna anlatmış. Komşusu onu kıskanmış. Ertesi gün ırmak boyuna gitmiş. Baltasını suya atmış. Sonra başlamış ağlamaya. İhtiyar adam hemen gelmiş.
“Nedir senin derdin?" diye sormuş. Durumu öğrenince ırmağa dalıp bir altın balta çıkarmış. “Bu mu senin baltan?" diye sormuş.
Oduncu çok sevinmiş. “Evet, bu!" demiş. Ama ihtiyar adam onun yalancılığına çok kızmış. Altın baltayı vermediği gibi, asıl baltasını da sudan çıkarmamış.

ALAKARGA İLE KUŞLAR
Ormanlar kralı arslan kuşların da bir kralı olsun istemiş. Bir gün bütün kuşları karşısına çağırmış. “İçinizden en güzelini seçin; size kral olsun" demiş.
Bunu duyan kuşlar su başına gitmişler. Güzelleşmek için yıkanmışlar, taranmışlar. Ama alakarga ne kadar yıkansa, ne kadar taransa yine de güzelleşemeyeceğini anlamış. Hemen bir kurnazlık düşünüp öteki kuşlardan düşen tüyleri toplamış. Sonra hepsini birer birer başına, sırtına, bacaklarına takmış.
Kuşların kral seçecekleri gün gelip çatmış. Hepsi arslanın huzuruna gitmişler. Alakarga durur mu? O da varmış arslanın karşısına. Arslan kuşlara uzun uzun bakmış. Alakargayı göstererek “Doğrusu en güzeliniz bu. Ben size onu kral yapacağım" demiş.
Kuşlar bunu duyunca alakarganın üstüne atılmışlar. Her biri kendi tüyünü bulup geri almış. Alakarga yine alakarga kalmış. Hilesi meydana çıkınca da çok utanmış.

TARLA FARESİ İLE EV FARESİ
Tarla faresi ile ev faresi arkadaş olmuşlar. Bir gün tarla faresi ev faresini yemeğe çağırmış. Ev faresi gelmiş, ama bakmış ki sofrada biraz otla biraz buğdaydan başka bir yiyecek yok, yüzünü buruşturmuş.
Tarla faresine dönerek "Arkadaşım, bu senin yaşamana yaşamak denmez. Buna yoksulluk denir. Bense, bolluk içinde yaşıyorum. Sen de benimle gel. Bizim evdekileri paylaşıp ikimiz de gül gibi geçiniriz." demiş.
Hemen kalkıp yola koyulmuşlar. Ev faresi arkadaşına buğday çıkarmış, incir, peynir, bal, yemiş çıkarmış. Tarla faresi ömründe hiç bu kadar yiyeceği bir arada görmemiş. “Ben ne ettim de bugüne kadar tarlalarda kaldım?" diyerek dövünmüş. Tam yemeğe oturacakları sırada bir adam gelmiş, kapıyı çalmış. İki fare gürültüden korkup her biri bir deliğe girmiş.
İncirden tadacaklarmış; bu sefer de başka biri odadan bir şey almaya gelmiş. Yine bir deliğe kaçmışlar. Bunun üzerine tarla faresi karnının açlığını unutmuş. Arkadaşına dönerek "Arkadaşım, demiş, sen bolluk içinde yiyip içiyorsun, ama türlü tehlikeler ve korkular geçiriyorsun. Ben gidip buğdayla arpamı yiyeyim. Az da olsa, gönül rahatlığı ile yerim" demiş.
Böylece tarla faresi tarlasına dönmüş. Bir daha da halinden hiç şikayet etmemiş.

GRAMERCİ ILE GEMİCİ
(Mesnevî'den)
Bir gün bir dil bilgini gemiye binmiş. Kendini överek "Sen hiç gramer okudun mu?" demiş gemiciye.
Gemici “Hayır " deyince, "Ömrünün yarısı boşa gitti!" demiş.
Gemici bu söze biraz kızmış, ama susmuş ve cevap vermemiş.
Derken sert bir rüzgar çıkmış ve gemiyi girdaba düşürmüş. Denizci dil bilginine bağırarak "Yüzme bilir misin?" diye sormuş.
Dil bilgini "Bilmiyorum" deyince denizci “İşte şimdi ömrünün hepsi gitti. Çünkü gemi birazdan girdaba dalacak ve batacak!" demiş.

FARE İLE DEVE

(Mesnevî'den)
Bir fare bir devenin yularını eline almış; kibirle “Durma, yürü bakalım" demiş.
Uysal deve yürümeye başlamış. Fare de kendini pehlivan sanmış.
Deve farenin düşüncesini anlamış ve içinden "Sabret, şimdi ne olduğunu görürsün " demiş.
Birlikte yürümüşler. Gide gide ancak bir filin geçebileceği büyük bir nehre gelmişler. Fare orada durakalmış.
Deve "Ey şamatacı arkadaşım! Niye durdun? Neden şaşırdın? Hadi nehirde yürü bakalım. Sen benim kılavuzumsun. Hadi hızlı yürü " demiş.
Fare "Ya nehrin suyu derinse, batıp boğulmaktan korkarım " diye cevap vermiş.
Deve “Ben suyu bir kontrol edeyim " diyerek hemen suya yürümüş ve ayağını daldırmış. Sonra "Su dize kadar. Niçin böyle şaşırdın? Aklın başından gitti! " diye sormuş.
Fare "Bana ejderha olan sana karınca gibi gelir. İki diz arasındaki fark açıkça belli. Su senin dizine kadarsa, benim başımı yüz arşın geçer " demiş.
O zaman deve "Öyleyse bir daha böyle küstahlık etme. Yoksa çok sıkıntı çekersin. Kendin gibi farelere karşı kibirlen" demiş.
Fare "Çok pişman oldum. Özür dilerim. Sudan geçmek için bana yol gösterir misin ?" deyince deve acıyıp "Haydi hörgücüme sıçra " demiş.
Fare devenin hörgücüne sıçramış ve birlikte nehrin karşı kıyısına geçmişler.

ANADOLU VE ÇİN RESSAMLARI

(Mesnevî'den)
Bir gün Çinliler resimde daha usta olduklarını iddia etmişler. Anadolulular da “Bunda biz daha kuvvetliyiz." demişler.
Devrin padişahı "Hanginizin daha usta olduğunu anlamak için imtihan etmek gerek." demiş.
Çinliler ve Anadolulular hazırlanmışlar. Anadolulular daha ustaymışlar.
Çinliler "Birer odaya girip ayrı ayrı resim yapalım." demişler.
Arasında perde olan karşılıklı iki oda varmış. Birine Çinliler, diğerine de Anadolulular çalışmak üzere geçmişler.
Çinliler padişahtan yüz renk boya istemişler. İstenilen boyalar verilmiş onlara.
Anadolulu ressamlar "Ne boya ne renk ister. Bunlar pas gidermeye yarar." demişler. Kapıyı kapayıp perde ötesinden odayı cilalamış, bir güzel parlatmışlar.
Çinliler işlerini bitirmişler. Artık açıkça övünüyorlarmış.
Padişah gelip Çinlilerin yaptıklarını görünce aklı başından gitmiş; hayretler içinde kalmış. Sonra Anadoluluların tarafına dönmüş. Aradaki perdeyi kaldırmışlar ki bir de ne görsünler? Karşı odadaki güzel resimler olduğu gibi karşıdaki cilalı duvara yansımış. Resimler daha da güzel görünüyormuş.
Bunun üzerine padişah "Çinlilerin resimleri çok güzel, ama şu duvardaki resimler çok daha güzel!" demiş.

AK BENEKLİ
Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.
- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!
Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.
Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola.
Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.
Güneş yükseldi; parladı.
Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.
Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.
Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.
Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.
Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.
"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.
Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.
Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.
Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.
Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.
Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
- Yaşşaa nineciğim!
Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.
Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.
Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!
Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?
Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.
Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.
- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.
Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.
Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?
İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:
- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.
Çoban Ali merakla sordu:
- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?
Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
- Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...
Çoban Ali yine sordu :
- Torununa ne oldu nine?
Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...
Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.
Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.
Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.
Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.
Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.
Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.
Sarıldılar, nineyle öpüştüler.
Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.
Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.
Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.
Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.
Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?
Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.
- Neden nine?
- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.
Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.
Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!
Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.
Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.
Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!
O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.
Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.
Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
- Ak Benekli nerdesin?
Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.
Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.
"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.
- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?
Çoban Ali kalktı.
Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.
Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.
Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.
Hatta bazıları Aka Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar

Son düzenleyen Safi; 15 Mayıs 2018 00:10
misafir - avatarı
misafir
Ziyaretçi
9 Şubat 2012       Mesaj #3
misafir - avatarı
Ziyaretçi
KARAYILAN
bir varmış bir yokmuş tanrının kulu çokmuş.çok demesi,yok demesi günahmış.evvel zaman içinde bir ülkenin dertli bir padişahı varmış.çok devletli bir padişahmış.bu padişahın hiç çocuğu olmazmış.yıllar yılı sürüp giden bu dert yüzünden içi,dışı günü gündüzü geceler gibi kararmış,yediğinin tadını alamaz,gezip gördüğünde 2 kaşının arası düğümlenmiş çözülmez olmuş.bir gün sadık vezirini çağırtıp:"hay benim sadık vezirim benim halim ne olacak"diye yakınmış.
vezir çok akıllı,hem ulu yollu bir ünlü kişi imiş:"padişahım,tanrı size uzun ömürler versin,gönlünüzü karartmayın.yarından tezi yok sizinle tedbil giyinip taşraya sefere çıkalım.belki yollarda ağzı dualı biri ile karşılaşırız.belki uğursuzluğumuzun düğümü çözülür."demiş.padişahın bir an içi ferahlamış.
ertesi gün giyinip kuşanıp sefere çıkmışlar.bir çeşme başına,dinlenmek için gelirler.yemek yemişler dinlenmişler.uzaktan bir derviş babanın geldiğini görmüşler.padişah derviş babaya:"ey derviş baba!ben padişahım.gönlümdeki dileği bilirsin belki."deyip derviş babanın elini öpmüş..derviş baba:"üzüntün büyük,dileğin çocuktur."demiş. padişah:"aman derviş baba bir çocuğum olsun da isterse yılan olsun."demiş.derviş baba da koynundan al bir elma çıkartıp,padişaha:" padişahım bu elmayı ikiye bölün.birini siz,birini de sultan hanım yesin.Tanrının büyüklüğüne sığının.dileğiniz yerine gelsin."demiş.yıllar aylar birbirini kovalarmış.9ay tamam olunca sultanın sancısı tutar,bir türlü doğuramaz.sonunda oğlan yerine bir karayılan doğurur olur.ebeler çağırılır hemen.ama karayılan yanına yaklaşılmasını istemez,ebesi yaklaşınca onu sokup öldürürmüş.yeniçeriler kalfalar ülkeden ebeleri hep çağırtır karayılan hepsini sokup öldürürmüş.eli yatkın olanlar o ülkeden göç eder veya bir yere sokulurmuş.sonunda bir kenar mahalleden bir binanaın kapısını çalarlar.yaşlı bir kadına evde ebe varmı diye sorarlar.kadında hiç sewmediği bir kızını söyler.kalfalarda kızı alıp saraya götürür.kızın gerçek anasının mezarını görür kız.kalfalara bekleyin der.anasının mezarına gidip :"
anam anam has anam !
üvey anam saraya yolluyor
sultan hanım yılan doğuruyor,
elini uzatanı sokup öldürüyor,
ölmeye giderim anacığım.
diye ağlamaya başlayıncamezardan ses gelir:
"ah kızım,vah kızım,
geride kalmış bahsızım!
bir kaba süt koy
sütü karşıdan tut
karnındaki karayılan
düşer sütün içine
kapatır padişaha sunarsın.
demiş.kız çok sevinmiş.hemen saraya gidip bir kap süt istemiş ve anasının dediklerini yapmış ve kabı padişaha uzatmış.padişah çok sewinmiş.yıllar geçmiş.yılan büyümüş okumak istemiş.ama hocalar çok korkuyormuş çünkü yılan yanlışyapınca hocalar kızıyormuş ve yılan onları sokuyormuş.kızı yine çağırmışlar. kız yine anasının mezarına gidip yakınmış.anasının mezarından şu sesler gelmiş:
ay kızım zavallı kızım!
geride kalmış bahtsızım!
40 gül çubuğu alırsın,
şehsadenin yanına varırsın
okuturken sana saldırırsa,
40 çubuk ile vurursun
biri ile dikilip durursun
deyince kız çok sewinmiş. dediklerini yapmış ve yılan okumayı öğretmiş.yıllar geçmiş.yılan evlenme çağına gelmiş.lalasına demişki:"evlenme çağına geldim babama söyle beni evlendirsin."demiş.kızların hepsini çağırmışlar ama yılan onları sokup öldürüyormuş.sonunda kızı hatırlamışlar.kızı çağırtmışlar kalfalarla.kız anasının mezarına gelince anasına dert yanmış.anasınnın mezarından da şu sözler çıkmış:
40 kirpinin derisini,
dikenlerin irisini
giyinir kuşanırsın
karayılan saldırdıkça
diken batar geriler
çıkar kürkünü derse
önce o çıkarsın sonra sen
o soyununca davran hemen
ocağa atar yakarsın kürkünü
şehsadeye kavuşursun.
deyince kız çok sevinir anasının dediğini yapar.kirpi postunu giyer.yılan saldırınca dikenler batarmış."çıkar şu postunu" demiş şehzade.kız "önce sen çıkar "demiş yılana. yılan çıkarmış.kız davranmış ve postunu yakmış kendi kürkünü de çıkarmış ve o gece çok güzel geçmiş.
sabah olunca kız ile şehzade padişahın yanına gelmiş.padişah bakmış ki yılan yok,önünde kocaman bir şehzade.çok sevinmiş.40gün 40gece düğün yapmış...
bu masal da burada sona ermiş,hepsi çok mutlu olmuş...
Son düzenleyen Safi; 15 Mayıs 2018 00:11
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
30 Mart 2014       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Eski çağlarda Şahimerdan isimli bir hân yaşarmış. Hân, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hânın fermanına uymak lâzım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hânın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül hâlini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
- Hân, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu...
Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hân, tahtına oturmuş:
- Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş.
Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış:
-Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hânın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış.
-Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hân, sert bir tavırla.
- Biliyorum, sultanım...
- Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol?
- Yalnızca bir günlük yol, hakanım.
- Nereden biliyorsun öyle olduğunu?
- Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol...
Bundan sonra hân;
-Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş:
- Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum.
Hân, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
- Yüce Allah, şu anda çobanı hânlığa, hânı da çobanlığa tayin ediyor.
Hân, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeğe başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.
Son düzenleyen Safi; 15 Mayıs 2018 00:11

Benzer Konular

2 Şubat 2011 / Misafir Cevaplanmış
5 Ocak 2017 / Cobrax Cevaplanmış
2 Ekim 2012 / Misafir Soru-Cevap
15 Nisan 2016 / Misafir Cevaplanmış