Arama

Dil konulu makale örneği var mı?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 20 Şubat 2012 Gösterim: 21.702 Cevap: 14
acil_lazım_lüt - avatarı
acil_lazım_lüt
Ziyaretçi
16 Nisan 2009       Mesaj #1
acil_lazım_lüt - avatarı
Ziyaretçi
lütfen dille ilgili bir makale yazın lütfen
EN İYİ CEVABI Keten Prenses verdi
DİLİN ÖNEMİ
İzninizle, “Dil” üzerine birkaç cümle sarfetmek isterim. Çünkü “dilimiz geleceğimizdir”, olmazsa olmazlarımızdan ve Edebiyatımızın temel taşlarından biridir.
Dil, hiç şüphesiz, milletimizin tarih sahnesinde var olması geleceğimiz acısından bugün önemli meselelerimiz arasında yer almaktadır. Konunun önemini ifade etme bakımından, mevzuyla ilgili bir şeyler söyleyebilmemiz ve yazabilmemiz için, aslında dilin mahiyetinin ne olduğuna, neleri kapsadığına, tarihi süzgeçten geçip günümüze kadar nasıl geldiğine, istikbalimiz açısından onun olmazsa olmazımız olup olmadığına bakmamız ve buna göre değerlendirmemiz gerekmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Dil, varlığın kendi var oluşunu ifade etmesi açısından olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Her ne kadar o, seslerin, hecelerin, kelimelerin ve cümle gruplarının anlamlı ve ahenkli bir şekilde bir araya geldiği bir semboller bütünü olsa da, onu milletlerin varlığı, devamlılığı ve geleceği açısından değerlendirdiğimizde dil; bir milletin kendisini, yaşayışını, kültürünü, inancını, devlet anlayışını, tarih şuurunu, geleneklerini, göreneklerini, eğitimini, teknolojisini, mimarisini, musikisini, yeme-içme şeklini, giyimini, mutfak kültürünü, yatmasını, kalkmasını; başka bir ifadeyle folklorunu; iç ve dış dünyasını söz ve yazıyı kullanarak ifade ettiği, asla vazgeçilmesi mümkün olmayan şah damarı niteliğinde bir unsurdur.
Ünlü düşünür Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” İfadesindeki gerçekle, dilin sadece düşünceyi aktaran kuru bir ifade unsuru olmadığını, aynı zamanda dilin, kişinin dünyayı algılama biçimi olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan dil, düşünce şeklimizle de yakından ilgilidir.
Yüksek düşünen insan, şüphesi yüksek şeylerden bahseder ve bunu ince bir üslupla ve ahenkli bir şekilde, dili de vasıta kılarak gerçekleştirir.
Bugün toplumumuzda hemen her alanda ifade şekillerimiz adeta arabeskleşmiş ve karmaşık bir yapı içine girmiştir. Bu nedenle kendimizi ifade etme biçimimiz de değişmiştir. Bu durum düşüncede, aşklarımızı ifade etmede, şiirlerimizde, edebiyatta, mimari ve güzel sanatlarda yozlaşmaya kadar giderek kendini göstermektedir. Oysa ki bir millet, kendi düşüncelerini, hayat biçimini hiçbir şeyin tesiri altında kalmaksızın ifade edebileceği kadarı ile hürdür. Bu manada hürriyetin sınırı da, toplumun ve onu oluşturan kişilerin inanmış oldukları değerler bütünüyle yakından alakalıdır. Dile bu açıdan baktığımızda, dil; bir değerler bütünün yazıyla veya sözle, işaretlerle, sembollerle ifade edilme şekli olarak karşımıza çıkar.
Dil, bir millet için çok şey ifade eder. Çünkü o doğrudan doğruya milleti ifade etmektedir. Millet ise, Yavuz Bülent BAKİLER’in ifadesiyle, “edebiyatı olan bir topluluktur.” Ona göre edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa edebiyatımız olmaz. Yine dünya çapında bir sanatkar olan Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un da ifadesiyle, “millet edebiyatından tanınır.” Edebiyat ise varlığını dile borçludur, millet de edebiyatıyla vardır. Edebiyat da bizi var eden unsurları, birtakım değerleri tümüyle birden içeren bir özellik taşımaktadır. O geçmişten günümüze bir köprü kuran vasıtadır.
Biz dili her yönüyle işleyen edebiyat sayesinde Dede Korkut’u, Ahmet Yesevi’yi, Yunus’u, Mevlana’yı, Pir Sultan Abdal’ı, Karacaoğlan’ı, Baki’yi, Süleyman Çelebi’yi, Mehmet Akif’i, Koca Sinan’ı, Dede Efendi’yi, Itrı’yi… ve tarihin ötesindeki nice şahsiyetleri; aynı zamanda yine edebiyat sayesinde geçmişten günümüze aktarılan kahramanlık şiirlerini, destanları, gazelleri, tarihi hikayeleri ve bunlar gibi pek çok şeyi öğreniyoruz.
Dil meselemiz, dünya üzerindeki varlığımızı, millet olan vasfımızı devam ettirebilmemiz ve diğer milletler yanındaki medeniyet yarışında bizde varız diyebilmemiz açısından hayati derecede önem arz eden bir unsur durumundadır.
Bugün bizim toplumuz, ne yazık ki gereği kadar üretemeyen bir toplum durumuna düşmüştür. Halbuki toplumun ayakta kalabilmesi, elde ettiği başarılara bağlıdır. Başarıları elde etmenin yolu ise düşünceden geçmektedir. Zihni alanımızın üretken olması, felsefede, bilimde ve sanatta günümüz itibariyle yeteri derecede başarı sağlayamamış olmamız, toplumumuzun geleceği açısından varlığımızı devam ettirme şansımızı menfi yönde etkilemektedir. Kişi, düşüncelerini ancak kelimeler vasıtasıyla bir başka kişiye aktarır. Düşündüğü içinde dili kullanır. Düşünme geleneğinin etkinliğini yitirmeyen toplumların dili daha gelişmiştir; kavram yapısı daha sistematiktir. Bunun sonucu olarak da bu toplumlarda bilim, sanat ve felsefe gibi insani faaliyetler daha gelişmiştir. Böylesi toplumların kültürel mirasları ve birikimleri daha fazladır.
Dilin gücünü belirleyen şey felsefi düşüncenin ve ilmi üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken olamayan, tembel olan bir toplum, ihtiyaçlarını başka toplumların ürettiklerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasi ve iktidasi alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzülmeye, giderek yok olmaya götürür, bu da milletler için felakettir.
Bugün konuştuğumuz dilin geçmişe nazaran söz dağarcığı da o kadar fakirleşti ki, adeta dumura uğradı. Küçüldü ve büzüldü. Bunun neticesinde düşüncelerimiz, gönüllerimiz, hayallerimiz, beyinlerimiz, fikir dünyamız ve kapasitemiz de küçüldü. Toplum olarak adeta zirveden dibe vurduk. Böyle giderse bir kabile dili kadar kelime kadrosuyla konuşacak, konuşamadığımız şekilde yazacak, yazdığımız şekilde düşünecek, düşünemediğimiz şekilde yabancılaşacağız. Bu durum farkında olmasak da kendi kendimizi reddetmeye kadar gidecek. İşte bu, millet olmayı reddetmektir.
Küreselleşen dünyada milli kültürümüz, örfümüz, adetimiz, giyim şeklimiz, değer yargılarımız gün geçtikçe yozlaşmaktadır. Kitle iletişim araçları ve kültürel yozlaşmayı tetikleyen odaklar tarafından milliği benliğimiz erozyona uğratılmış, bunun sonucunda kültürel farklılaşma hız kazanmıştır. Bu durum kültüre çok kötü yansımıştır. Oysa dil meselesi ihmale gelmez. Dil ki milletin kalbidir. O kalpteki her kriz, millet bünyesini ölüme yaklaştırır. Bunun için büyüklük iddiasındaki bütün milletler, halkıyla, devletiyle, dillerini koruma ve onu zenginleştirme yolunda şuur sahibidirler. Şayet dilimiz, insanlarımızın birbirlerini anlayamayacağı hale gelirse bunun neticesi olarak insanımız birbirlerine yabancılaşacak, bu da asla istemediğimiz, zikretmeden dahi kaçındığımız sonuçlar doğurabilecektir.
Dolayısıyla güzel dilimizin doğru bir şekilde yaşanması ve yaşatılması, tarihimizin ve kimliğimizin yaşamasıdır. Bunun da garantisi Türkiye’nin dünyadaki itibarının ve haysiyetinin yeniden kazanılmasına bağlıdır.
Dilimize “deryada bir damla” misali katkıda bulunabilirsem kendimi mutlu sayabileceğim.




Ahmet ARSLAN
Keten Prenses - avatarı
Keten Prenses
Kayıtlı Üye
17 Nisan 2009       Mesaj #2
Keten Prenses - avatarı
Kayıtlı Üye
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
DİLİN ÖNEMİ
İzninizle, “Dil” üzerine birkaç cümle sarfetmek isterim. Çünkü “dilimiz geleceğimizdir”, olmazsa olmazlarımızdan ve Edebiyatımızın temel taşlarından biridir.
Dil, hiç şüphesiz, milletimizin tarih sahnesinde var olması geleceğimiz acısından bugün önemli meselelerimiz arasında yer almaktadır. Konunun önemini ifade etme bakımından, mevzuyla ilgili bir şeyler söyleyebilmemiz ve yazabilmemiz için, aslında dilin mahiyetinin ne olduğuna, neleri kapsadığına, tarihi süzgeçten geçip günümüze kadar nasıl geldiğine, istikbalimiz açısından onun olmazsa olmazımız olup olmadığına bakmamız ve buna göre değerlendirmemiz gerekmektedir.
Sponsorlu Bağlantılar
Dil, varlığın kendi var oluşunu ifade etmesi açısından olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Her ne kadar o, seslerin, hecelerin, kelimelerin ve cümle gruplarının anlamlı ve ahenkli bir şekilde bir araya geldiği bir semboller bütünü olsa da, onu milletlerin varlığı, devamlılığı ve geleceği açısından değerlendirdiğimizde dil; bir milletin kendisini, yaşayışını, kültürünü, inancını, devlet anlayışını, tarih şuurunu, geleneklerini, göreneklerini, eğitimini, teknolojisini, mimarisini, musikisini, yeme-içme şeklini, giyimini, mutfak kültürünü, yatmasını, kalkmasını; başka bir ifadeyle folklorunu; iç ve dış dünyasını söz ve yazıyı kullanarak ifade ettiği, asla vazgeçilmesi mümkün olmayan şah damarı niteliğinde bir unsurdur.
Ünlü düşünür Wittgenstein: “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.” İfadesindeki gerçekle, dilin sadece düşünceyi aktaran kuru bir ifade unsuru olmadığını, aynı zamanda dilin, kişinin dünyayı algılama biçimi olduğunu ifade etmektedir. Bu açıdan dil, düşünce şeklimizle de yakından ilgilidir.
Yüksek düşünen insan, şüphesi yüksek şeylerden bahseder ve bunu ince bir üslupla ve ahenkli bir şekilde, dili de vasıta kılarak gerçekleştirir.
Bugün toplumumuzda hemen her alanda ifade şekillerimiz adeta arabeskleşmiş ve karmaşık bir yapı içine girmiştir. Bu nedenle kendimizi ifade etme biçimimiz de değişmiştir. Bu durum düşüncede, aşklarımızı ifade etmede, şiirlerimizde, edebiyatta, mimari ve güzel sanatlarda yozlaşmaya kadar giderek kendini göstermektedir. Oysa ki bir millet, kendi düşüncelerini, hayat biçimini hiçbir şeyin tesiri altında kalmaksızın ifade edebileceği kadarı ile hürdür. Bu manada hürriyetin sınırı da, toplumun ve onu oluşturan kişilerin inanmış oldukları değerler bütünüyle yakından alakalıdır. Dile bu açıdan baktığımızda, dil; bir değerler bütünün yazıyla veya sözle, işaretlerle, sembollerle ifade edilme şekli olarak karşımıza çıkar.
Dil, bir millet için çok şey ifade eder. Çünkü o doğrudan doğruya milleti ifade etmektedir. Millet ise, Yavuz Bülent BAKİLER’in ifadesiyle, “edebiyatı olan bir topluluktur.” Ona göre edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa edebiyatımız olmaz. Yine dünya çapında bir sanatkar olan Kırgız yazar Cengiz AYTMATOV’un da ifadesiyle, “millet edebiyatından tanınır.” Edebiyat ise varlığını dile borçludur, millet de edebiyatıyla vardır. Edebiyat da bizi var eden unsurları, birtakım değerleri tümüyle birden içeren bir özellik taşımaktadır. O geçmişten günümüze bir köprü kuran vasıtadır.
Biz dili her yönüyle işleyen edebiyat sayesinde Dede Korkut’u, Ahmet Yesevi’yi, Yunus’u, Mevlana’yı, Pir Sultan Abdal’ı, Karacaoğlan’ı, Baki’yi, Süleyman Çelebi’yi, Mehmet Akif’i, Koca Sinan’ı, Dede Efendi’yi, Itrı’yi… ve tarihin ötesindeki nice şahsiyetleri; aynı zamanda yine edebiyat sayesinde geçmişten günümüze aktarılan kahramanlık şiirlerini, destanları, gazelleri, tarihi hikayeleri ve bunlar gibi pek çok şeyi öğreniyoruz.
Dil meselemiz, dünya üzerindeki varlığımızı, millet olan vasfımızı devam ettirebilmemiz ve diğer milletler yanındaki medeniyet yarışında bizde varız diyebilmemiz açısından hayati derecede önem arz eden bir unsur durumundadır.
Bugün bizim toplumuz, ne yazık ki gereği kadar üretemeyen bir toplum durumuna düşmüştür. Halbuki toplumun ayakta kalabilmesi, elde ettiği başarılara bağlıdır. Başarıları elde etmenin yolu ise düşünceden geçmektedir. Zihni alanımızın üretken olması, felsefede, bilimde ve sanatta günümüz itibariyle yeteri derecede başarı sağlayamamış olmamız, toplumumuzun geleceği açısından varlığımızı devam ettirme şansımızı menfi yönde etkilemektedir. Kişi, düşüncelerini ancak kelimeler vasıtasıyla bir başka kişiye aktarır. Düşündüğü içinde dili kullanır. Düşünme geleneğinin etkinliğini yitirmeyen toplumların dili daha gelişmiştir; kavram yapısı daha sistematiktir. Bunun sonucu olarak da bu toplumlarda bilim, sanat ve felsefe gibi insani faaliyetler daha gelişmiştir. Böylesi toplumların kültürel mirasları ve birikimleri daha fazladır.
Dilin gücünü belirleyen şey felsefi düşüncenin ve ilmi üretkenliğin gücüdür. Bu alanlarda üretken olamayan, tembel olan bir toplum, ihtiyaçlarını başka toplumların ürettiklerini tüketerek karşılamak zorunda kalır. Üretmeden tüketmek siyasi ve iktidasi alanda olduğu gibi dil alanında da bir büzülmeye, giderek yok olmaya götürür, bu da milletler için felakettir.
Bugün konuştuğumuz dilin geçmişe nazaran söz dağarcığı da o kadar fakirleşti ki, adeta dumura uğradı. Küçüldü ve büzüldü. Bunun neticesinde düşüncelerimiz, gönüllerimiz, hayallerimiz, beyinlerimiz, fikir dünyamız ve kapasitemiz de küçüldü. Toplum olarak adeta zirveden dibe vurduk. Böyle giderse bir kabile dili kadar kelime kadrosuyla konuşacak, konuşamadığımız şekilde yazacak, yazdığımız şekilde düşünecek, düşünemediğimiz şekilde yabancılaşacağız. Bu durum farkında olmasak da kendi kendimizi reddetmeye kadar gidecek. İşte bu, millet olmayı reddetmektir.
Küreselleşen dünyada milli kültürümüz, örfümüz, adetimiz, giyim şeklimiz, değer yargılarımız gün geçtikçe yozlaşmaktadır. Kitle iletişim araçları ve kültürel yozlaşmayı tetikleyen odaklar tarafından milliği benliğimiz erozyona uğratılmış, bunun sonucunda kültürel farklılaşma hız kazanmıştır. Bu durum kültüre çok kötü yansımıştır. Oysa dil meselesi ihmale gelmez. Dil ki milletin kalbidir. O kalpteki her kriz, millet bünyesini ölüme yaklaştırır. Bunun için büyüklük iddiasındaki bütün milletler, halkıyla, devletiyle, dillerini koruma ve onu zenginleştirme yolunda şuur sahibidirler. Şayet dilimiz, insanlarımızın birbirlerini anlayamayacağı hale gelirse bunun neticesi olarak insanımız birbirlerine yabancılaşacak, bu da asla istemediğimiz, zikretmeden dahi kaçındığımız sonuçlar doğurabilecektir.
Dolayısıyla güzel dilimizin doğru bir şekilde yaşanması ve yaşatılması, tarihimizin ve kimliğimizin yaşamasıdır. Bunun da garantisi Türkiye’nin dünyadaki itibarının ve haysiyetinin yeniden kazanılmasına bağlıdır.
Dilimize “deryada bir damla” misali katkıda bulunabilirsem kendimi mutlu sayabileceğim.




Ahmet ARSLAN
Quo vadis?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ekim 2009       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
hikaye türünde bir makale varmı
AsHiLaL - avatarı
AsHiLaL
Ziyaretçi
20 Ekim 2009       Mesaj #4
AsHiLaL - avatarı
Ziyaretçi
TÜRKÇE SORUNU / Murat Belge

Dünyada hiçbir toplumun kendi diliyle ilişkisi Türkiye'deki gibi bir sorun haline gelmemiştir. Üstelik bu durum, Türkiye tarihinin görece kısa dönemine özgü değildir. Yüzyıllardır dil, seçkinler ve halk bunu ne derece bilinçli yaşıyor olurlarsa olsunlar, bir sorun olarak varoluyor. Bu sorun öyle bir aşamaya vardı ki bugün, tartışan taraflarca gösterilen yönlerden herhangi birine doğru biraz daha fazla ilerlemekle içinden çıkılır gibi değil.

Türklerin Ortadoğu'da İslam uygarlığıyla karşılaşmaları sonucu Türk dilinin de Arap ve Fars etkisine girmesi herhalde kaçınılmazdı. Ama sorun yalnızca İslam uygarlığı da değildi: Göçebe bir topluluk, uzun yıllar boyunca "sofistike" bir uygarlık yaratmış, yerleşik toplumlarla yüz yüze geliyor, sonra da iç içe geçiyordu. Türkler, kendi yaratmadıkları bir hayat tarzına girerken, bu hayat tarzının kendi yaratmadıkları kelimelerini de almak zorundaydılar. Daha sonra birkaç örnekle göstermeye çalışacağım gibi, gündelik hayata ilişkin en basit kavramların bile yabancı dillerden (yalnız Arapça ve Farsça değil, başta Yunanca ve Latince olmak üzere bu yörede konuşulan bütün diller) alınmış olması, bu büyük çaplı uygarlık değişiminin başlı başına bir kanıtıdır.

Dilbilim, bize bir dilin kendi başına "zengin" veya "yoksul" olmayacağını söyler. Dil bir iletişim aracıdır ve her dil, kendisini oluşturan topluluğun iletmek ihtiyacında olduğu anlamları iletmeye yeter. Iletilecek yeni anlamlar belirirse, dil de, kendi bünyesi içinde, bu anlamları taşıyacak yeni biçimler bulabilir. Bütün diller gelişmeye açıktır. Dili konuşan topluluğun ihtiyaçlarına göre, dil alabildiğine zenginleşebilir, incelenebilir. Dilbilimcilerin bu yapısal özelliği kanıtlamak için sık sık verdiği bir örnekle, Eskimolarda karın ve buzun çeşitli durumlarını anlatan kelimelerin sayısı başka hiçbir dildekilerle karşılaştırılmayacak kadar çoktur. Öte yandan, elbette Eskimoların "otomobil" anlamına gelebilecek bir kelimeleri yoktu. Ama bunun olmaması da Eskimo dilinin yoksul olduğunu değil, sadece otomobil gibi bir nesnenin o dili konuşan insanların hayatına girmemiş olmasını gösterir. Başka bir söyleyişle, bu nesneyle Eskimolar karşılaşır ve ona kendi dillerinde bir karşılık bulmak isterlerse, dillerinin yapısı buna imkan verecektir.

Şu halde, "yoksul" dil veya "ilkel" dil diye bir şey olamaz. Her dil, hiç değilse potansiyel olarak, en karmaşık ilişkileri anlatmaya yeter. Tabii bu arada, "ilkel" diye bilinen bir dilde bir anda anlatılan son derece ince nüansları, "gelişmiş" diye bilinen dillerde ancak uzun cümlelerle anlatabildiğimizi de ekleyebiliriz.

Diller bu anlamda "eşit"tir, ama kültürler eşit değildir. Bunu "ileri" ya da "ilkel", "aşağı" ya da "yukarı" gibi değer yargıları verme anlamında söylemiyorum. Eskimo kültürünün otomobili yaratmamış olması benim açımdan Eskimoların ilkelliğini veya "aşağı"lığını göstermiyor. Gelgelelim, şu dünyamızda, kültürlerin kendi içsel değerleri ne olursa olsun, otomobili yaratmış bir uygarlıkla yaratmamış olanı karşı karşıya geldiğinde, ikisi arasında önemli bir dengesizlik başgösteriyor ve bu denge sonunda fiziksel bakımdan daha güçlü olanın lehine değişiyor (ya da öyle görünüyor). Burada "fiziksel"i de askeri anlamda kullanmıyorum; ele alınan kültürün dayanma gücünü kastediyorum bununla. Biraz fantastik bir varsayım olarak diyelim ki, Eskimolar karşılaştıkları otomobilleri tepelediler. Ama otomobilin kendisine muhtaç kaldılarsa, onu yaratan kültüre yenik düştüler demektir. Benzer bir biçimde, Orta Asya'dan gelen Türkler de fethettikleri toplumların kültürlerini benimsemek zorunda kalmadılar mı?

Karşı karşıya gelen diller, soyut yapılarıyla, ne kadar "eşit" olurlarsa olsunlar, o dilleri konuşan topluluklar aynı şekilde eşit olmadıkları için, aralarındaki alışveriş de eşit olamaz. Hele ulusçuluk bilincinin gelişmediği bir dönemde olup bitmiş bir karşılaşmada, X dilini konuşan insanların gördükleri yeni nesnelere kendi dillerinde yeni karşılık türetmektense, Y dilini konuşan insanların bu nesnelere önceden vermiş olduğu adları kullanmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin, deniz kıyısına inen Türkler burada gördükleri ve ilk olarak tanımaya başladıkları balıklar arasında, bildikleri şeylere çok benzeyenlere kendi dillerinden ad takabilmişlerdir: "kılıç", "kalkan" gibi. Ama yüzlerce başka çeşit söz konusu olduğunda, "kefal", "palamut", "melanur", "sinagrit" gibi Rumca adları benimsemişlerdir.

Gündelik hayatta bu gibi alışverişler olması çok doğal, ama seçkinlerin Türkçe'den çok Arapça'ya ve Farsça'ya yaslanan yepyeni bir dil oluşturmaya giriştikleri, bunu sonucunda ortaya yapay bir dil çıktığı da doğru. Ama dünyada karma dili olan tek toplum da biz değiliz. Bugün konuşulan Ingilizce'nin yüzde ellisinden fazlası, yerli Anglo-Sakson kaynağından gelmeyen kelimelerden (Norman istilası yoluyla gelen Fransızca, Hıristiyanlık yoluyla gelen Latince, Iskandinav işgali yoluyla gelen Iskandinavca) oluşur. Sanırım bu oran bile Türkçe'ye göre, hele şöyle bir elli yıl öncesinin Türkçesine göre, daha olumlu. Ama bir dile bakarken, ölçütümüz ne olmalı? Osmanlı toplumundan beri bir sorun olma özelliğini koruyan dil, sonraları daha da büyük bir sorun haline geldiyse, gerekli ölçütlerin bulunamamasının bunda payı olmalı.

Türkçe, Arapça ve Farsça'dan oluşan karma Osmanlı dilinin ortaya çıkması ve gelişmesi, çağdaş dünyada alıştığımız birçok belirleyici kavramın henüz bilinmediği bir çağda gerçekleşmişti. Bu dili oluşturan yönetici sınıf için, Osmanlıca'nın karma olması ya da olmaması fazlaca önemli değildi. Gerçi bu dönemlerde de daha sade bir Türkçe'yi savunanlar çıktı: Osmanlı olmayan Karamanlı Mehmet Bey ya da Âşıkpaşazade gibi. Ancak, bu türden çıkışları, kendi dünyamızın mantıki çerçevesine oturtarak bunları erken ulusçu tepkiler gibi görmek yanlış olur. Bu tepkilerin ardında, etnik sorunlarla iç içe geçmiş durumda sınıfsal sorunlar yatıyordu. Örneğin, Âşıkpaşazade, döneminin yeniliği olan "devşirme"liğe karşı çıkıyordu. Yani, Osmanlı devletinin ilk kurucuları olan Türkmen beylerinden yanaydı. Buna bakarak Âşıkpaşazade'nin milliyetçi olduğunu mu söyleyeceğiz? Hiç değil. Onun istediği, Osmanlı'nın merkeziyetçi tutumuna karşı uç beylerine ağırlık tanıyan, daha "feodal" bir yapıydı. Padişahın merkeziyetçiliği sağlama almak için kullandığı güç devşirmelerden değil, Türklerden oluşsa da, Âşıkpaşazade kendini yakın bulduğu Türkmen beyleri adına gene itiraz edecekti. Yazarken kullandığı dil daha Türkçe'ydi, çünkü bağlı olduğu beylerin dili böyleydi. Padişahların kurma yolunda olduğu merkezi devlet ise, kozmopolitleşmek zorunluluğunu duyuyordu; Türk değil, İslam temelini benimsemesi gerekti. Bunun, keyfi değil, tarihe de uygun bir seçim olduğu, Osmanlı devletinin birkaç yüzyıl süren başarılarından da bellidir.

Dolayısıyla Osmanlıca Osmanlıların İslam uygarlığı içinde kurmaya çalıştığı sentezi olduğu gibi yansıtır. Osmanlı devletinin kendi uyruklarıyla kurduğu ilişkilerin mantığına uygun bir biçimde, halkın bütününe aşağı yukarı eşit derecelerde uzaktır. Kendini toplumdan tamamen ayrı, toplumun tepesinde gören devlet için, bu karma dil son derece uygundur. Hattâ, ulusallık bakımından Selçuklular'a göre biraz daha ileri sayılabilir. Çünkü orada askerlik dışında yöneticilik görevlerini yerine getiren ulema tamamen Farsça eğitimden geçer ve resmen Farsça kullanırlardı.

Seçkin Kültürü Halk Kültürü
Cumhuriyet ilericiliği, Osmanlı tarihinde bulduğu bütün kusurları saraya yükleyerek halkı da bunlardan "tenzih" etme eğilimindedir. Bu ön yargılı bakış yüzünden seçkin kültürle halk kültürü arasında kesin ayrımlar, uçurumlar olduğu varsayılmıştır. Böylece halk dili ve saray dili, halk müziği ve saray müziği, halk edebiyatı ve dîvan edebiyatı, aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan apayrı yapılar gibi görülür. Gerçekten de Osmanlı tarihi, halkla seçkinlerin kültürleri arasında büyük ve çok önemli kopukluklar görülen bir tarihtir. Ama iki kültür birbirini bütünüyle dıştalamamış, daha çok birbirine paralel bir biçimde ilerlemiş ve arada pek çok karşılıklı geçiş olmuştur. Sözün kısası, seçkinlerin dillerini Arapça ve Farsça ile tıka basa doldurmalarına karşılık halkın ulusçu bir tepkiyle buna tepki gösterdiğini ve dilsel arılığını korumaya çalıştığını düşünmek yanlış olur. Halkın konuştuğu dile daha çok yabancı öğe sızmamışsa, bunun nedeni böyle bir tepki falan değil, halkın eğitim aygıtlarından uzak olmasıdır.

Böyle olduğu halde, yalnız Arapça ve Farsça'dan değil, Anadolu'da yaşayan bütün etnik topluluklardan öğeler halkın konuştuğu dile girmiş ve yüzlerce yıl içinde yerleşmiştir.

Osmanlıca'nın yapaylığında elbette bir sağlıksızlık potansiyeli vardır, ama halkın dilini konuşması aynı şekilde sağlıksız görülmemeli. Seçkinlerin dili, ister bürokratik, ister edebi, ister başka nedenlerle olsun, yapmacıklığa her zaman açıktır. Ama halk dilinde iletişimsel bir işlevsellik her zaman için uzun vadede belirleyicidir. Işlevsiz olan yaşayamaz.

Osmanlı devletinin Osmanlı toplumuyla ilişkisi uzun süre değişmediği için varolan dilsel yapı bir sorun çıkarmadı. Bunun bir sorun halinde görülmesi, Osmanlı devletinin yeniden uygarlık değiştirme zorunluluğu duymasıyla başlar. Tanzimat, geniş kapsamlı dil tartışmalarının başladığı ilk dönemdir. Bu dönemde birçok yenilik yapılmakla birlikte, sorunun ele alınışı bir "özleşme" değil, bir "sadeleşme"biçimindedir. Değişimin nasıl bir tarihi bağlamda yer aldığı Tanpınar'ın şu özetinde açıkça görülür:
"Türk nesrinde değişiklik daha ziyade resmî dilde ve onun bir kolu gibi görünen gazete dilinde başlar... Devletin içinde bulunduğu siyasi güçlük, yabancı devletlerle olan münasebetleri artırdığı gibi, hükümet efkârı umumiyeden müzaheret istemeye de sevk ediyordu."[1]
Türkiye tarihinde hemen hemen her yenilik konusunda olduğu gibi burada da ilk itki tepeden, "resmî" kanaldan gelmiştir. Değişiklik gereğini duyan yazar, edebiyatçı ve düşünürler belki vardı, ama onlar da ancak devletin inisiyatifiyle ortaya çıktılar. Tanpınar yukarıdaki kısacık paragrafta iki can alıcı noktaya da değiniyor. Ilkin, Osmanlı devleti tarihinde ilk kez olmak üzere, devlet kendi dışında bireyleriyle bir "iletişim kurmak" ihtiyacını duymuştur. Kimdir bu kamuoyu? Elbette Anadolu'daki köylüler değil (bugün bile öyle olduğu söylenemez). Istanbul'da ve bir iki büyük merkezde bir avuç adamdır bunlar. Eğitimleri -eğitimsiz olsalar zaten gazete okuru olamazlar- Osmanlı mantığı çerçevesinde olmuştur. Gene de, devlet resmî dilinden taviz vermedikçe anlaşamamaktadır bu kamuoyu ile. Dolayısıyla resmî dil sadeleştirilmekte, bu da doğal olarak genel düzyazı diline yansımaktadır. Yeni bir dil oluşturmak söz konusu değildir. Sadece, bir zorunluluk yüzünden, devlet, her zamanki alışkanlığından vazgeçerek, "resmen" olanı "fiilen" olana yaklaştırmakta, yani konuşulduğu gibi yazmaktadır (Namık Kemal'in padişaha yazdığı bir mektupla arkadaşına yazdığı bir mektubu karşılaştırırsanız, iki dilin farkını görürsünüz).

Batıya Açılma
Ikinci olay ise Batı'ya açılmadır. O zamana kadar zorla kapı dışında tutulan Batı uygarlığını daha fazla bekletme imkanı kalmamıştır artık. Ama açılınca da, içeri seller akmak durumundadır. Ilk belirleyici karşılaşmalar yine pratik alanlarda olur. Örneğin, tıp terimleri, hukuk terimleri gibi sorunlar çıkmıştır Osmanlı devletinin karşısına. (Agâh Sırrı Levend bu konuda bilgi veriyor.)[2] Uygarlık, hele bilim, "terimsiz" ele alınamaz. Bunları almak zorunlu olduğuna göre, ne yapılacaktır? Osmanlı uygarlığı, bu noktada, asıl eksikliğinin bilincine varmalıydı: Kelimelerin yetersizliği, dilin yetersizliği değildi söz konusu olan. Birkaç yüzyıldır bu biçimde düşünmemişti Osmanlı uygarlığı. Dolayısıyla eksik olan bir kavramın adı, kelimesi değil, kavramın kendisiydi. Bu tarihlerde, "kavram" kavramını tartışacak bir kelime bile bulunmadığını hatırlayalım -ya da, Muallim Naci'nin "tenkid" mi demeli, "intikad" mı tartışmasını. Ne deneceği o kadar önemli değildi. O kavramın kendisi oluşmamıştı henüz (şimdi buna "eleştiri" diyoruz da, "eleştiri" yaparken gerçekte ne yaptığımız hâlâ şüpheli). Bu yeni "ıstılah"lar Arapça'dan mı bulunmalıydı? Yoksa Ali Suavi'nin dediği gibi, Batı dillerinden Türkçe telaffuza uydurularak mı alınmalıydı? Tanzimat döneminde, bu gibi kavramlara Türkçe karşılık aranacağının pek akla gelmediği görülüyor. Bu sorun karşısında da, en önemli iş yapan, resmî bir kuruluş, "Terceme Odası" oldu. Pek çok Osmanlı aydını bu kurumda yetişip "aydın" olmuştur. Türkçe'nin söz konusu durumunda, yabancı dil bilmek aydın olmanın ilk ve zorunlu koşulu haline gelmişti.

Tanzimat'ta edebiyatçılar da devlet gibi, "kamuoyu" ile karşı karşıya geliyorlardı. Dolayısıyla dil konusunda onlar da benzer bir tutum benimsediler. Hele tiyatro ve roman gibi, sayısı görece çok alıcılara hitap etmesi gereken türlerde, konuşma dilinin söyleyişini egemen kılmaya çalıştılar. Gene de, gerek romanda, gerekse tiyatroda sık sık başvurulan "tirad"larda, dil hemen ağdalanıyor, yapaylaşıyordu ("resmî duygulara" hitap eden "resmî duygu dili"). Bu dönemde yapılanlar, daha sonrakilere göre çok küçük çaplı diye küçümsenebilir; ama atılan adımlar önemli ve belirleyiciydi. Tarihi doğrultuya uygundu. Latin alfabesinin alınıp alınmaması bile bu dönemde tartışıldı (tabii "hezeyan" niteliğinde pek çok şey söylendi).

Tarihe ve edebiyata Türkçe'nin özleşmesi perspektifinden bakanlar, bu dönemi izleyen Edebiyat-ı Cedide hakkında olumsuz yargılara varırlar. Gerçekten de, bu akımın başlıca temsilcilerinin kimsenin bilmediği sözlüklere dalıp çıkarak ölü kelimeler bulmaları, bunları estetik matahmış gibi şiirlerinin arasına tıkıştırmaları onaylanacak bir şey değildir. Ama, uygulamadaki yanlışlarına rağmen teoride doğru bir şeyi savunuyordu Servet-i Fünuncular. Özellikle şiirde, kelimenin önemine işaret ediyor, kelimenin çağrışımsal sıcaklığının şiir için vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardı (bunun için sözlükten ölü kelime avlamak ne kadar geçerlidir, o da ayrı konu). Bu iddiaları bugün şöyle özetleyebiliriz: Temelde toplumsal bir dava olan dilsel "özleşme" edebiyat anlatımına yatkın olmayan bir dil yaratabilir; yani, dilin anlatım imkanlarını yoksullaştırabilir. Gelgelelim, bu edebiyat ve şiir akımının, herhangi bir dışsal zorlamaya aldırmadan dili istediği gibi kullanmasına rağmen ortaya doru dürüst bir estetik nesne çıkaramamış olması da ilginçtir.

Necib Asım'ın Türkçeciliği, olayın Tanzimat döneminde aldığı boyutları aklı başında bir biçimde özetler:
"Yalnız istediğim, Türkçemizin mütemeddin bir kavm lisanı olduğunu ve terakkiyatına himmet olunursa bugünkü Avrupa lisanlarından aşağı kalmayacağını ispattı. Hatta safi Türkçe birkaç makale yazmışım da o maksada mebni idi. Bunu görenler lisanımızdan, bütün Arabiden, Farısiden, Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkarıp yerine Çağataycadan, Kıpçakçadan, Özbekçeden, Azerbaycandan vesaire kelime koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de beğenerek münasib görenler ve "mektup" yerine "bitik" yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikr ü nazarım hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların, amma haniya terbiye ve malumatı orta halli olanların hepsine yazdığımızı anlatacak bir lisan kullanmaktır. Arabi, Farısiden aldığımız kelimelerin lüzumlularını, taammüm edenlerini çıkarmak lisanı züğürtleştirir. Bunlardan, fakat makul bir surette iktibas etmemek öyledir. Şimdiye kadar lisanımızda kullandığımız bu kelimeleri ikbaya mecburuz: Bunların da içinde şu son zamanlarda kullanılmaz derecesine kadar gelenler vardır, onları da artık kaale almamak lazım. Arabi, Farısi terkiblerden mümkün mertebe sakınılabilir. Yahut Iranlılar gibi mutabakat filan kaideleri atılır, Türkçenin hakimiyeti gösterilir. Avrupa lisanlarından da kelime almaya mecburuz. Bugün posta, telgraf, telefon, fotoğraf, kronometre gibi ulum ü fünuna sanayi ü bedayia ait kelimelere mukabil Arapça veya Farısi'den karşılık arayacağımıza, o suretle kamuslar ferhenkler karıştırarak kıymetli vakitlerimizi geçireceğimize bunları olduğu gibi kabul etmeliyiz."[3]
Meşrutiyet Döneminde
Meşrutiyet ise, yüzeysel bir bakışla, Tanzimat'ta başlayan sadeleşmenin daha ileri bir aşaması olarak görülebilirse de, aslında bu dönemde yeni bir öğe soruna eklenmiştir. Bu, yeni bir biçimde tanımlanan milliyetçilik öğesidir. Gerçi Necib Asım da, Türkçe'nin Avrupa dillerinden aşağı kalmayacağını kanıtlamak isterken ulusçu denebilecek bir tavır gösteriyor. Ama Necib Asım ulusu ırk temeline göre tanımlamıyor. Dildeki yabancı öğelere karşı aldığı "liberal" tavır da buradan kaynaklanıyor. Oysa İİ. Meşrutiyet ulusçuluğu, artık "ırk" öğesini de içermektedir. Dolayısıyla dilin arılığı, dilin yetkinliğini karara bağlamada başvurulacak ana ölçüt olmaya başlamaktadır. Aradan geçen zaman içinde toplam ideolojik atmosfer değiştiği için Tevfik Fikret ve Halit Ziya gibi, ağdalı Osmanlıcalarıyla ünlü eski Servet-i Fünuncular bile sözgelişi Mehmet Emin Yurdakul'un şiirlerini övmekte (kullanılan dille şiirsel değer arasında bir ayrım yapmayı da unutarak) ve akımın daha da genişlemesini dilemektedirler.

Bu yeni ulusçuluğun olumlu bir yanı, Türkçe kökenlerin yeniden canlandırılması gereğini hatırlamış olmasıdır. Örneğin, yukarıdaki alıntıda "fotoğraf" gibi kelimeler için Arapça ve Farsça sözlük karıştırmanın gereksizliğine değinen Necib Asım, bu dönemde,
"Bize kalırsa gerek kelime gerek ıstılah bulmak içün ibtida Türkçe lehçeleri karıştırmalıyız."[4]
Diyor. "Sergi" dururken "meşher" demenin anlamsızlığını vurguluyor. Öte yandan, bugünkü özleşmecilerin "Osmanlı uzlaşmacılığı" diyeceği ılımlı tutumundan da vazgeçmiyor. Örneğin:
"(...) "kongre" sözü cümlenin bildiği bir elimedir. Bunun yerine "mü'temer" kelimesini sokuşturmakta bir mana tasavvur edemiyoruz"[5]
İrk kavramını o güne kadar görülmemiş bir biçimde vurgulayan yeni milliyetçilik akımı, başlangıçta çok belirgin değildi. Daha çok Selanik çevresinde uyarlı bir ideoloji görünümü başlıyordu. Ziya Gökalp'le birlikte Ömer Seyfettin de bu anlayışın ilk bilinçli sözcülerindendi. Genç kalemler çeşitli alanlarda ve bu arada dil alanında yapılan tartışmalarda bu kimliğini zaman içinde ortaya koydu. Bu kimliğin bundan sonraki tartışmalarda ağırlık kazanmasında politik-tarihi gelişmelerin de payı oldu. Özellikle Balkan Savaşı, Türklük kökenine bağlı bir milliyetçiliğin Osmanlı ufku içinde daha gerçekçi ve daha sağlam temele dayanan bir ideal gibi görünmesini kolaylaştırmıştı. Osmanlı aydınları, dil sorununu, darda kalmış Osmanlı devletinin başka sorunlarından ayıramıyorlardı ve böyle olması herhalde anlaşılır bir şeydi. dolayısıyla özellikle Meşrutiyet döneminden sonra Türkçe, Türkiye'yi ilgilendiren çeşitli sorunların, bunların ideolojik yansımaları olan çeşitli "sorunsal"ların bir parçası oldu. Uluslaşma, uygarlaşma gibi temel sorunsallar dil konusunda belirli tavırları da zorunlu olarak içermeye başladılar. Örneğin Balkan Savaşı öncesinde kurulan Türk Derneği'nin tüzüğünün ikinci maddesi, dil sorunuyla uyanmaya başlayan ulusçuluk bilinci ve ayrıca öteden beri süregelen "uygarlaşma" özlemi arasındaki bağları gösterir:
"Cemiyetin maksadı Türk diye anılan bütün kavimlerin mazi ve haldeki âsâr, ef'al, ahvâl ve muhitini öğrenmeğe ve öğretmeğe çalışmak, yani Türklerin âsâr-ı atıkasını, tarihini, lisanlarını, avam ve havas edebiyatını, etnografya ve etnolocyasını, ahval-i ictinmaiyye ve medeniyyat hâzıralarını, Türk memleketlerinin eski ve yeni coğrafyasını araştırup taraştırup ortaya çıkararak bütün dünyaya yayıp dağıtmak ve dilimizin açık, sade, güzel, ilim lisanı olabilecek surette geniş ve medeniyyete elverişli bir dereceye gelmesine çalışmak, imlâsını ona göre tetkik etmektir."[6]
O gün yaşayan Osmanlı aydınının dolaysızca gördüğü durum, eski imparatorluğun "elden gidişi"dir. Yüzyıllardır yüzü Batı'ya dönük duran Osmanlı devletinin bu konumu ile Batı'ya üstün gelme umudu kalmamıştır. Ancak, bu ezikliği duymakta olan bu aydın, aynı zamanda bir vakitlerin güçlü imparatorluğunun gururlu mirasını da varlığında yaşatmaktadır. Bu nedenle, Batı karşısında yenilmeye karşılık yeni bir alanda büyümeyi düşlemektedir (Imparatorluk geçmişi olmayan bir başka yoksul ülke, örneğin bir Nijerya ya da Kongo, ezikliğine karşı tepkisini bir imparatorluk kurma özlemiyle dengeleyemezdi). Bu yeni alan belli ki Doğu'dur. Yani, ya İslam, ya da Türklük temeline bağlı olarak büyümek ve Batı'nın gücüne karşı böyle bir yeni güç kazanmak, o günün aydınlarına çekici bir hedef gibi görünmeye başlamıştır. Dil de, işte bu çok kendine özgü "sorunsal"ın bir parçası haline gelmektedir. Doğal olarak, İslamcı büyümeden yana olanlar Osmanlıca'nın bileşiminden şikayetçi değillerdir. Türklüğü temel alanlar ise bu dilsel yapıyı uzun vadeli amaçlarına bir engel gibi görme durumundadırlar.

Tartışmalar ilerledikçe, bütün bu ütopyaların gerçekleşmesinde dilin çok büyük bir payı olacağı inancı da derinleşti. Dili bir "iletişim aracı" olmaktan çıkarıp bir büyük sosyo-politik ütopyanın aracı haline getiren Osmanlı aydınları, istedikleri dilsel değişimin gerçekleşmesiyle birlikte hedeflerine çok yaklaşacaklarını sandılar. Örneğin bir Izmir Gazetesine yazı gönderen Mehmet Şükrü adlı biri, bu özlemleri net bir şekilde dile getiriyor (daha sonra, Ankara'daki ilk BMM'nde "ikinci grup" üyeleri arasında yer alan Mehmet Şükrü olabilir):
"Yeni lisan muarızları bilsinler ki yazıları, fikirleri, Türklük muhitinin bir milimetre ilerisine bile geçemiyor. Onun için ıktıza ederdi ki lisanlarında ve duygularında bir asalet; Türklük asaleti bulunsun. (...)

Ölü mezarları önünde huzû ve huşu ile eğilen, harbin tehlikeli meydanlarında telaşsız atlar oynatan, en büyük birkaç milleti mahvedecek kadar cesim felaketlere cesur ve mütehammil göğüs gererek büyük Türklüğü şimdiye kadar, kısmen olsun, niçün ifade edemediler? Niçün neslimizin büyük seciyyeleri kalemlerinden bir türlü akmak istemiyor? Tegannisiyle milleti harekete getirecek şarkılar nerede? Cenk meydanlarına, düğüne gider gibi, şen ve beşuş koşan erlere şimdiye kadar hangi türküleri terfik edebildiler? Edemediler; çünki yazıları bizim ruhumuzu, Türklük hissimizi okşamıyor, lisanlarını samimi bulmuyoruz."[7]
Bu mantık çizgisi bir hayli ilginç. Epey abartılmış gibi görünse de, sözünü ettiğim çeşitli iç içe geçmiş sorunsalların iyi bir özetini veriyor. Görüldüğü gibi, yazar, Türklüğe özgü duyguları anlatacak bir dil istiyor. Osmanlı yazarları bu duyguları bulamamış ve anlatamamışlar, çünkü ellerindeki dil buna elverişsizmiş. Böyle bir düşünce çizgisinin, dilin "özleşmesi"ni nasıl önemli bir hedef gibi göreceği, bu özleşmeden ne kadar büyük toplumsal sonuçlar bekleyeceği bellidir. Herhalde yaşasaydı, 1981'de dil adamakıllı özleştiği halde örneğin dünya futbol kupası maçlarının hepsinde yenildiğimizi görseydi, buna inanamayacaktı. Çünkü Osmanlı aydınının bütüncü zihniyetinde, dilin özleşmesiyle iyi futbol oynama arasında da bir ilişki olmalıdır.

Ikinci derecede ilginç bir nokta da yazarın hamasi duygusal retoriği. "Düğüne gider gibi savaşa giden erler", "aziz şehitler" vb. bilinen klişelerle örülen bu retorik, söylemi kullananı dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Buradan, kendisi gibi düşünmeyenlere yönelteceği suçlama, "hıyaneti vataniye"den aşağı olamaz. Osmanlı aydınını bütüncü zihniyeti, farklılığa bir açıklama bulamadığı için, kendi haklılığına inandığı ölçüde muhalifinin ihanetine de içtenlikle inanır. Hoşgörüsüzlüğümüzün temeli de herhalde burada yatmaktadır. Bu yüzden tartışmaz savaşırız, eleştirmez kahrederiz.

Balkan Savaşı ve Türkçecilik
Balkan Savaşı'nın Türkçeciliğe hız verdiğine değinmiştim. Bu da, daha karmaşık bir gelişmenin içinde bir öğeydi. Örneğin bu dönemde Ittihat ve Terakki halkın milliyetçiliğini körükleyecek bir edebiyat yaratılmasını istemiş ve yazarlara bolca para vererek böyle bir edebiyatın kurulmasını sağlamıştı. Savaş sırasında görece bağımsız denecek birçok dergi kapanmış, buna karşılık devletin çıkardığı dergilerde devletin istediği edebiyat yapılmıştı. Bu durum, Türkiye tarihinde politik yapının genel kültürel yapıya müdahale ve onu belirleme biçimleri göstermesi bakımından ilginçtir.

Balkan Savaşı'ndan sonra yayımlanmaya başlayan Türk Yurdu ve Türk Sözü gibi dergilerde, oldukça doğal bir gelişmenin sonuçlarıyla karşılaşırız. Savaş milliyetçilikle birlikte bir tür popülizm de yaratmıştır -savaşta halk gerekli olduğuna göre, böyle olması doğal. Popülizm ise, dilde de sadeleşmeye gitmek zorundadır. Nitekim, Türk Yurdu'nun çıkış gerekçesi olarak yazılan yazı, Türk halkının ağzından yazılmıştır ve aydınları suçlamaktadır:
"Ibtida bana bir dil, bir edebiyyat lazım. (...) eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni makinalar kullanacağım. Toprak sürmeyi, hayvan beslemeyi, köy idare etmeyi, yol yapmayı, mekteb açmayı öğreneceğim. Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten Islâm ümmeti olacağım.

Bu işi yapmak işçin bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmaya niyyet ettim. Siz de benim evlâdlarım değil misiniz? Siz de yapma dilinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faidesiz gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle beraber çalışır mısınız?"[8]
Bu tipik "jakoben" söylemde, aydın, halk adına konuşup halkın ihtiyaçlarını dile getiriyor. Halk şu anda "gizli duygular" ve "şuursuz mefkûreler"le dolu. Bu sözleri onun ağzından söyleyen aydınlar her nasılsa o mefkûrelerin ne olduğunu biliyorlar. Böylece, bu potansiyelin gerçeğe dönüşmesi, o aydınların dediklerinin olmasıyla mümkün. Halkın ne istediğini böyle iyi bilen, onu inatla savunan ve sonuçta "halkın iradesine karşı davranıyor" diye rakiplerini temizleyen bu aydınlar ülkemizde hiçbir zaman eksik olmadı. Yalnız talihsizliğe bakın ki, onların halkta böylesine "isabetle teşhis ve tespit ettikleri" özlemleri halk kendisi hiçbir zaman anlayamadı.

Yukarıdaki metinde, bir kez daha, dil sorunu ile genel kalkınma sorununun kesin bir şekilde özdeşlendiğini görüyoruz. Dilin sadeleşmesi, ham uygarlaşma, hem ulusallaşma için zorunlu görülmektedir. Kapitalizm-öncesi üretim ilişkilerine dayanan, despotik ve bürokratik toplumlarda, halkınkinden ayrı, ağdalı bir seçkin dilin bulunması, sonra da, modernleşme sürecinde bu dilin "anakronik"leşmesi doğaldır. Ancak, dili değiştirerek bir toplumu kalkındırma ülküsü, o dönemin Osmanlı aydınına özgü bir şey olmalı. Bugün Turgut Özal ihracatı artırmak için bir dil reformuna gerek olduğunu söylese kim bilir ne kadar şaşardık. Ama Türk Yurdu'nda yazan aydınlar köylünün makine kullanması ile halkın dilinin değişmesi arasında çok daha dolaysız bir ilişki kurabiliyorlardı.

Politik Bir Araç Olarak Dil
Hüseyin Kâzım Kadri, büyük bir Turan sorunu çerçevesinde Türk diline şöyle bir gelecek tasarlıyor:
"Türkistan-ı Çinî'den Avusturya hududlarına kadar uzanan kıtaat-ı vesi'ada mütemekkin akvam-ı Turaniyye arasında münasebet-i siyasiyye husulünü te'min etmek üzere Türk lisanının muhtelif lehçelerini birleştirmek lüzumunu bu gün değilse bile yarın bütün şiddetiyle hissedeceğiz; çünkü her kavm ve millet günün birinde kendi lisanı altında toplanmağa mecburdur. (...) Bu muhtelif lehçeler arasında daha ziyade rikkat ve nezaket kesbeden Osmanlı Türkçesini Türkistan'ın her tarafında umumi bir lisan-ı edebî ve fennî olmak üzere kabul etmek daha muvaffık olur sanırım."[9]
Burada da dil, Türk ırkının politik birleşmesinin sağlanması için gerekli bir araç. Yazar, biraz da kendinden yana yontup, kendi bildiği Osmanlı Türkçesi'ni böyle bir birleşmenin temeli olarak kabul ettirmek istiyor. Türkçe'nin özleşmesinin özleştirilmesinin bugünkü aşamasına vardığımızda, Asya'daki Türklerin dillerinden daha uzaklaşmış durumdayız oysa.

Aynı dönemde Ikbal gazetesinde çıkan bir yazıda, Türkçe'nin sadeleşmesi konusunda ağırlığın, bir iletişim aracı olarak dil anlayışından, ulusallığın asli öğesi olarak dil anlayışına doğru kaydığı açıkça görülmektedir:
"Bir dilin avam tarafından anlaşılup anlaşılmaması meselesi bizce gayet mühim olmakla beraber, ikinci derecededir. Birinci derecede "milliyet" hususu gösterilebilir, zannederiz. Bu "milliyet" ise "Türklüktür". Madem ki bu millet Türktür. Öyle ise anın Türkçe öz dili olmalıdır. Bu anın varlığına, namusuna tealluk eden birinci hassadır."
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Kasım 2009       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
bu makalelerin nerde yayınladınğını da yazarmısınız
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Kasım 2009       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dilimiz konulu makale
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Aralık 2009       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı

dilimiz konulu makale


Atatürk ve Türkçemiz konulu makale
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Şubat 2010       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
günümüzde iyi baş makale yazarlarının azalmasıyla ilgili bi makale yazar mısınız lütfen?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
9 Kasım 2010       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Arkadaşlar dilimiz konulu makale yazar mısınız ?_? ...!
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2010       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar dil ile ilgili makale lazı acil biraz insaflı olalım hiçbiryerde yok Msn Sad

Benzer Konular

26 Eylül 2016 / zyrtç Soru-Cevap
7 Aralık 2008 / Ziyaretçi Soru-Cevap
17 Kasım 2009 / Misafir Soru-Cevap