Arama

Atatürk'ün milli mücadelede karşılaştığı zorluklar nelerdir? - Sayfa 2

En İyi Cevap Var Güncelleme: 11 Kasım 2014 Gösterim: 132.776 Cevap: 53
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
15 Ekim 2010       Mesaj #11
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
bence atatürk bütün hayatı bizi korumakla geçti atatürk olmasaydı biz şimdi olamazdık.Msn Grin
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Ekim 2010       Mesaj #12
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı

milli mucadele sirasinda yasananlar ile ilgili daha fazla bilgi istiyorum

bilgim ilköğretim 4. sınıf seviyesinde olmasıı istiyorum
Sponsorlu Bağlantılar
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Ekim 2010       Mesaj #13
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürkün Milli Mücadele sırasında karşılaştığı zorluklar ve güçlükler


Atatürkün Milli Mücadele sırasında karşılaştığı zorluklar ve güçlükler
Atatürk'ün Karşılaştığı Güçlükler
Önder bir kişiliğe sahip olan Atatürk, hayatı boyunca pek çok güçlükle karşılaşmıştır. Hem savaş meydanlarında, hem de siyaset alanında karşılaştığı güçlüklerle mücadele etmiş çok zor anlar yaşamış ancak hep başarılı olmuştur.

Atatürk, Osmanlı Devleti'nin yıkılış savaşlarında bile zaferler kazanmış bir komutandır. Komutan olarak ilk büyük başarısını üstün düşman kuvvetleri karşısında Çanakkale Savaşları'nda kazanmıştır. Ancak daha önce Trablusgarp Cephesi'ndeki başarısı da akıldan çıkarılmamalıdır. Atatürk'e göre muharebede, kuvvetten çok, kuvveti amaca uygun sevk ve idare etmek önemlidir.

O, kendisindeki üstün sevk ve idare yeteneği ile, her zaman düşmanını yenmesini bilmiştir. Komuta ettiği Türk askerinin özelliklerini çok iyi bilen Atatürk her zaman onlarla iç içe olmuş ve onların azim ve iradelerinden kuvvet almıştır. Onlara taarruz etmeyi değil, ölmeyi emretmiş ve onlarla birlikte Çanakkale'de ateş hattında düşmana kahramanca karşı koymuştur.

Türk milleti, Mondros Antlaşması'ndan sonra büyük zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak milletin ufkuna bir güneş gibi doğan ve milleti ile bütünleşen Atatürk, bütün milleti seferber ederek ülkenin parçalanmaması için mücadeleye girişmiştir. O, Türk askerine ve halka vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu anlatırken gayet inandırıcı olmuştu.

Milletle bütünleşen Atatürk, milletine dayanarak ve ondan kuvvet alarak Milli Mücadele'ye atılmış, iç ve dış düşmanlarla savaşmıştır. O, bütün mücadelesinde, milletine güvenmiş onun üstün niteliklerinin yardımıyla bütün güçlükleri yenmiş "yenilmez" ve "vatan kurtaran" bir komutan olmuştur.

Atatürk, bir devlet adamı olarak siyaset alanında da pek çok güçlükle karşılaşmıştır.

1919 yılında Anadolu'da Milli Mücadele'yi başlatırken, kuracağı Türk Devleti'nde gerçekleştireceği inkılap programını da belirlemiştir. Asıl hedefi, modern, çağdaş bir Cumhuriyet kurmaktı.

Bütün yapmak istediklerini vicdanında bir milli sır gibi saklamak zorunda kaldı. Onları, en yakın arkadaşlarına bile açmaktan çekindi. Çünkü, çevresindekilerin çoğu bu hedefi anlayacak seviyede değildi. Eğer erken bir vakitte bu düşüncelerini arkadaşlarına aktarmış olsaydı belki çoğu direnebilir ve muhalefete geçebilirdi. Hedeflediği hiçbir işi, zamanından önce gerçekleştirmeye çalışmamış, sabırla uygun zamanı beklemiştir.

Milli Mücadele'de tespit ettiği milli sırları zamanı gelince ortaya atmış, çevresini inandırmaya çalışmış, güçlü direnişlerle de karşılaşmıştır. Herşeye rağmen kendine müdahale edenlere olgunlukla, sabırla ve bu çaresizlikler içinde ızdırapları yüreğinde duyarak katlanmıştır. Bilhassa Birinci Büyük Millet Meclisi'nde çok sert eleştirilerle karşılaşmış, fakat sabırlı ve idealist bir başkan olarak bu eleştirilere cevap vermiştir.

O, çevresini davasına inandırarak bütün güçlükleri yenmesini bilmiş ve ideallerini birer birer gerçekleştirmiştir. Karşısına çıkan güçlüklere karşı sabırla mücadele etmiş ama herşeye rağmen gerçekleştirmek istediği hedefine ulaşmasını bilmiştir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ekim 2010       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
ATATÜRK MİLLİ MÜCADELEDE HANGİ ZORLUKLARLA KARŞILAŞMIŞTI ????
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Ekim 2010       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
nedir
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Ekim 2010       Mesaj #16
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Atatürkün Milli Mücadele sırasında karşılaştığı zorluklar ve güçlükler
Atatürk'ün Karşılaştığı Güçlükler
Önder bir kişiliğe sahip olan Atatürk, hayatı boyunca pek çok güçlükle karşılaşmıştır. Hem savaş meydanlarında, hem de siyaset alanında karşılaştığı güçlüklerle mücadele etmiş çok zor anlar yaşamış ancak hep başarılı olmuştur.

Atatürk, Osmanlı Devleti'nin yıkılış savaşlarında bile zaferler kazanmış bir komutandır. Komutan olarak ilk büyük başarısını üstün düşman kuvvetleri karşısında Çanakkale Savaşları'nda kazanmıştır. Ancak daha önce Trablusgarp Cephesi'ndeki başarısı da akıldan çıkarılmamalıdır. Atatürk'e göre muharebede, kuvvetten çok, kuvveti amaca uygun sevk ve idare etmek önemlidir.

O, kendisindeki üstün sevk ve idare yeteneği ile, her zaman düşmanını yenmesini bilmiştir. Komuta ettiği Türk askerinin özelliklerini çok iyi bilen Atatürk her zaman onlarla iç içe olmuş ve onların azim ve iradelerinden kuvvet almıştır. Onlara taarruz etmeyi değil, ölmeyi emretmiş ve onlarla birlikte Çanakkale'de ateş hattında düşmana kahramanca karşı koymuştur.

Türk milleti, Mondros Antlaşması'ndan sonra büyük zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Ancak milletin ufkuna bir güneş gibi doğan ve milleti ile bütünleşen Atatürk, bütün milleti seferber ederek ülkenin parçalanmaması için mücadeleye girişmiştir. O, Türk askerine ve halka vatanın bütünlüğünün ve milletin bağımsızlığının tehlikede olduğunu anlatırken gayet inandırıcı olmuştu.

Milletle bütünleşen Atatürk, milletine dayanarak ve ondan kuvvet alarak Milli Mücadele'ye atılmış, iç ve dış düşmanlarla savaşmıştır. O, bütün mücadelesinde, milletine güvenmiş onun üstün niteliklerinin yardımıyla bütün güçlükleri yenmiş "yenilmez" ve "vatan kurtaran" bir komutan olmuştur.

Atatürk, bir devlet adamı olarak siyaset alanında da pek çok güçlükle karşılaşmıştır.

1919 yılında Anadolu'da Milli Mücadele'yi başlatırken, kuracağı Türk Devleti'nde gerçekleştireceği inkılap programını da belirlemiştir. Asıl hedefi, modern, çağdaş bir Cumhuriyet kurmaktı.

Bütün yapmak istediklerini vicdanında bir milli sır gibi saklamak zorunda kaldı. Onları, en yakın arkadaşlarına bile açmaktan çekindi. Çünkü, çevresindekilerin çoğu bu hedefi anlayacak seviyede değildi. Eğer erken bir vakitte bu düşüncelerini arkadaşlarına aktarmış olsaydı belki çoğu direnebilir ve muhalefete geçebilirdi. Hedeflediği hiçbir işi, zamanından önce gerçekleştirmeye çalışmamış, sabırla uygun zamanı beklemiştir.

Milli Mücadele'de tespit ettiği milli sırları zamanı gelince ortaya atmış, çevresini inandırmaya çalışmış, güçlü direnişlerle de karşılaşmıştır. Herşeye rağmen kendine müdahale edenlere olgunlukla, sabırla ve bu çaresizlikler içinde ızdırapları yüreğinde duyarak katlanmıştır. Bilhassa Birinci Büyük Millet Meclisi'nde çok sert eleştirilerle karşılaşmış, fakat sabırlı ve idealist bir başkan olarak bu eleştirilere cevap vermiştir.

O, çevresini davasına inandırarak bütün güçlükleri yenmesini bilmiş ve ideallerini birer birer gerçekleştirmiştir. Karşısına çıkan güçlüklere karşı sabırla mücadele etmiş ama herşeye rağmen gerçekleştirmek istediği hedefine ulaşmasını bilmiştir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
2 Kasım 2010       Mesaj #17
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı

milli muckejfnmkaöxÇ


adele sirasinda yasananlar ile ilgili daha fazla bilgi istiyorum

bana yardım edinnnnnnn lütfen acill
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
7 Kasım 2010       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kurtuluş Savaşı, zor yıllar, ülke işgal altında, ulusal kurtuluş savaşı fedakarlıkla yürüyor, kurtarılmayı bekleyen vatan için mevcut son derece kısıtlı imkanlarla yaşam ve savaş içiçe sürdürülüyordu.

Bu sırada, İstanbul Hükümeti boş durmuyor; Milli Mücadele'yi engellemek daha doğrusu ortadan kaldırmak için her yola başvuruyordu. Bu amaçla başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Mücadele'ye katılanları idama mahkum etti. Bu sırada düşman işgali olanca hızıyla devam ediyor, Anadolu'da çıkan iç isyanlar düşmanla göğüs göğüse çarpışan mahalli kuvvetler ve gönüllülerin işini daha da zorlaştırıyordu.

Tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen Türk Milleti çeşitli cephelerde savaşıyordu.
İçte ve dışta çok zor mücadeleler inanç ve vatan sevgisiyle verildi, kısaca anlattığım güçlüklerin büyüklüğnü ve çokluğunu düşünürsek, ne kadar büyük iş başarıldığını daha iyi anlarız.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Kasım 2010       Mesaj #19
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
peki bu sorunalra karşı bulduğu çözümler nelr?? Msn Happy
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Kasım 2010       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
CEVAPLARI BULDUM...BÜTÜN CEVAPLAR BURADA...
Türk Bağımsızlık Savaşı, XX.yüzyılda emperyalizme, sömürgeciliğe karşı girişilen ilk büyük kurtuluş hareketidir.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk Milletinin bağrından doğmuş bir Millî Kurtuluş hareketini dağınıklıktan kurtarıp birleştiren, canlandıran, örgütleyen, askerî ve siyasî alanlarda zafere ulaştıran büyük önderdir. Fakat Mustafa Kemal Atatürk, yalnız Türk Milletinin Bağımsızlık Savaşının eşsiz önderi olmakla kalmamış, bütün ezilen milletler için kurtuluş meşgalesini yakmış, onlara umut vermiş, yol göstermiş, örnek olmuştur.

30 Ağustos 1922 Başkumandanlık Meydan Muharebesinde kazanılan ve Atatürk’ün deyimiyle, istilâ ordularını “Anadolu’nun harim-i ismetinde yok eden” kesin sonuçlu zafer, yeni Türk Devletinin diplomatik ve siyasî alanda elde edeceği büyük başarıların askerî temelini teşkil etmiş; Yunanistan’da bir hükümet başkanının, bir eski başkomutanın, birçok bakanın idamına yol açmış; mağrur ve iddialı bir İngiltere Başbakanını güç duruma düşürmüş; Avrupa devletlerinin Türkiye’ye bakış açılarında büyük değişiklikler doğurmuş; yalnız Orta Doğu’da değil, Asya ve Afrika’da tarihin akışını etkilemiştir.

Millî Mücadele, hakkın kaba kuvvete, Türk milliyetçiliğinin emperyalizme, yurtseverliğin ihanete, davaya inancın bozgunculuğa, millet iradesinin saray pazarlıklarına, akılcı ve çağdaş devlet idaresi anlayışının çağdışı safsatalara karşı zaferidir.

Türk Bağımsızlık Savaşı, Atatürk’ün Türk Milletine duyduğu büyük güvenle ve akılcı, gerçekçi bir yaklaşımla yürütülüp kazanılmıştır.Memleketimizin ellide biri değil, tamamı tahrip edilse, tamamı ateşler içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan müdafaa ile meşgul olacağız.”4

TBMM’nin Millî Mücadele yıllarına ait Gizli Celse Tutanakları 1980 yılında yayınlanmış bulunmaktadır. Bu tutanakların I. cildinde, 29 Mayıs 1336 (1920) tarihli celsede, Erkân-ı Harbiyei Umumiye vekili İsmet Bey, Fevzi Paşa ve TBMM reisi Ankara meb’usu Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıkları konuşmaları okumak, Millî Mücadeleyi yöneten liderlerin dünyayı da, Türk milletini de ne kadar iyi tanıdıklarını, ne kadar isabetli değerlendirmeler yaptıklarını göstermeye yeterlidir. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili ismet (İnönü) beycin gizli celse konuşmasından aktardığımız şu satırlar, Atatürk’ün tahlillerine paraleldir; aynı inançla doludur; Bağımsızlık Savaşı liderlerinin asla maceracı olmadıklarını, son derece akılcı ve gerçekçi bir durum muhakemesi yaptıklarını ve Türk milletine engin bir güven beslediklerini göstermeye yeter:

“Efendiler, Ermeni ve Yunan kuvvetlerinden ve bugün mevcut olan Fransız ve İngiliz kuvvetlerinden başka İtilâf Devletlerinin elinde başka kuvvetler yoktur diye bir ifade serdetmi-yorum, İtilâf Devletlerinin, memleketlerinde, daha büyük orduları ve teşkilâtları vardır. Fakat... bizim aleyhimizdeki projeyi yalnız Ermeni ve Yunan ordularından beklediklerini gösteren kuvvetli sebepler ve istihbarat mevcuttur. Birincisi, Fransız ve İngiliz milletine, Türk Milletinin imhası için maddeten gösterilecek bir menfaat yoktur. Bu proje, “istilâ” hırsı ile, “tagallüp” hırsı ile zevk alan idarecilerin (rüesanın) projeleridir. Uzun bir harpten sonra, yeniden, zevk için bir milleti diğer millete boğazlatmak suretiyle Fransız ve İngiliz milletinden kan istemek kolay bir şey değildir...”

Esas mesele: İsbat etmek mecburiyetindeyiz ki, İstanbul’da oturup veyahut herhangi bir telgraf merkezine oturup, bütün memlekete telgraf çekmek ve bütün memleketten, İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı “aman teslim olduk” cevabını almak ihtimali olmasın.

Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili İsmet bey, konuşmasının bu bölümünde, Güney cephesinde Fransızlarla yapılan muharebelerde, karşımızdakilerin Türk direnişini, Türk azmini tecrübe ettiklerini; tankları, topları, makinalı tüfekleriyle yürüyüp “cephe” zannettikleri yerlere ateş ettiklerini; fakat köylerde toplanan halkın bile istilâcılara karşı koyduğunu; istilâcıların tepelendiğini anlatır ve TBMM gizli celsesindeki konuşmasına şöyle devam eder:
…Efendiler, düşmanlarımızın elinde bize korku ve dehşet vermek için tayyare (uçak) vesaire gibi bir çok vasıtalar da vardır. Fakat şimdiye kadar hiç bir memleket tayyare ile zaptolunmadı ve hem de olmayacaktır. Onlar bizi Afrikalılar gibi cahil ve ürkek bir millet zannediyorlar. Memleketimizi maddeten abluka etmek isteyeceklerdir. Lâkin bunun da hiç bir tesiri, hiç bir ehemmiyeti olmayacaktır. Çünkü abluka ancak o millet için müessir (etkili) bir vasıta olur ki, Allah o millete gıdasını hariçten gönderilmek üzere vermiştir. Bütün Türkiye muhasara edilse (sarılsa) bile, daha eksik şeylerle iktifa etmek (yetinmek) mecburiyetinde kalırız ve fakat midemizin ihtiyacını temin ederiz; harp için bileklerimizde kuvvet bulunur. Allah bize bu imkânı bahsetmiştir. Şu halde, abluka ile esareti kabul etmek için açlık ve gıda tehlikesi de yoktur.”

Memleketin büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğunu, fakat bu tehlikelerin hepsini göğüslemeğe imkân verecek tedbirler, direniş çareleri de bulunduğunu belirttikten sonra, ismet bey en büyük tehlikenin iç düşmanlardan gelebileceğini şöyle vurguluyordu: “...Bizi teslim olmağa mecbur etmek için en kuvvetli bir vasıta daha vardır ki, bu da dahilî (iç) nifaktır. Düşmanlarımız halkımızın an’anatından (geleneklerinden) ve Harb-i Umumînin millette haklı olarak vücuda getirdiği bıkkınlıktan ustalıkla istifade etmek istiyorlar. Meselâ, halk askerlikten yorulduğu için, millete askerliğin ilga edildiğini, bütün vergilerin affolunduğunu ilân ediyorlar. Milletimizin öteden beri gerek dinine ve gerek saltanat makamına bağlılığını bilen düşmanlarımız, saltanat ve hilâfet makamının elinde bulunan bütün kuvvetleri millet aleyhine zorla sarf ettiriyorlar… (Bazı kimseler) “Hazret-i Padişah askerliği affetti, vergileri affetti, sulh oldu, din ve imanı olan bizim arkamıza düşsün” diye etraflarına bir çok halk toplayarak muhtelif telgraf merkezlerini basmak ve etraftaki zavallı köylüleri ellerine almak için uğraşmaktadırlar.”

İsmet (İnönü) bey’den sonra Fevzi (Çakmak) Paşa kürsüye gelir. 29 Mayıs 1920 günü, gizli oturumda, onun söyledikleri de, Bağımsızlık Savaşanın önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve arkadaşlarının inançlı, fakat gerçekçi tutumlarının ifadesidir. Fevzi Paşa, düşmandan kurtarılan, İstanbul’dan kaçırılan silâh ve cephanenin, düşmanların zannettiklerinin üstünde olduğunu; İngilizlerin kapak takımlarını söküp aldıkları silâhların eksiklerini tamamlamak için bulunan çareleri anlatır. İngilizlerin, Anadolu’da isyanlar çıkararak, bütün cephanemizi iç savaşlarda tüketmemizi istediklerini; fakat onların zannettikleri gibi cephane buhranı çekilmeyeceğini izah eder. Askerin “talim ve terbiyesi”; mahallî elbiseleriyle cepheye sevkedilenlerin askerî üniformaya kavuşturulması; “Kuvayı Milliye”nin muntazam bir ordu haline dönüştürülmesi için düşünülen tedbirleri açıklar, Fevzi Paşaya göre:

“Kesin bir sonuç alabilmek için mutlaka muntazam kuvvetlere ihtiyaç vardır ve özellikle emir ve komuta zincirinin muntazam olması gereklidir”.

Padişah hükümetinin, İngilizlerle el ele vererek, iç isyanlar çıkarmağa, “Kuvayı inzibatiye adı altında bir takım serserileri toplayıp memleketimize musallat etmeğe” çalıştıklarını izah eden Fevzi (Çakmak) Paşa şöyle devam eder:

“İngilizlerin yegâne plânı bir milleti içinden yıkmaktır. Bir millet ki bunu anlar ve bir kaya gibi kendisi üzerine gelecek fesatlıklardan, iç ve dış hücumlardan sarsılmaz, bünyesinde gedik açılmaz; o millet hiç bir vakit mahvolmaz ve mahvedilemez.. . Bugün hepimiz biliyoruz ki, yenildiğine inanan bir millet, silâhlarım atmadan da yenilmiştir. Ancak, yenilgiyi onaylamayan bir millet savaşmaya devam edebilir. .. Bizim milletimiz hiç bir zaman esaret zinciri taşımamıştır.. . Eğer biz, içimizde, kalbimizde; düşmanlarımızın buraya ayak basmamasına kesin bir azimle iman edersek, basamazlar efendiler.”7

Aynı gizli oturumda söz alan Mustafa Kemal Paşa, son siyasî gelişmeleri anlatır. Güney cephesinde Fransızların karşılaştıkları direncin, onlara, sorunları İstanbul Hükümeti ile anlaşarak çözemiyeceklerini anlattığını; sadece Sis, Pozantı veya Anteb’i boşaltmalarının değil, topraklarımızın tamamını terkedip gitmelerinin zorunlu olduğu gerçeğinin Fransızlar tarafından çok iyi anlaşıldığını izah eden Mustafa Kemal Paşa şöyle der:

“... Fransızlar cidden anlaşmak istiyorlar. Çünkü, maddeten, bizimle uğraşmak menfaatlerine aykırıdır ve belki, buna karşılık, Suriye’deki menfaatlerini azamî ölçüde güvence altına almak isterler. İşte onları bizimle anlaşmaya yanaştıran sebep budur ...”

“... Memleketimizin ve milletimizin kaderini bir çözüme bağlamak için, düşmanlarımız damat Ferit Paşaya müracaat ederek onunla davayı sonuçlandırmağa çalışıyorlar. Bundan dolayı, Avrupalıları bu çürük ve meşru olmayan müracaat yerinden vazgeçirip doğrudan doğruya milletimize ve milletimizin temsilcilerine müracaat ettirmek, kazanılacak başarıların en parlağıdır”.

Mustafa Kemal Paşa, yeterli silâha sahip olmadan savaşın yürütülmesinin güç olacağı iddialarına cevap verirken, “hem müdafaa (savunma), hem de taarruz için silâhımız vardır. Ondan sonra muhtaç olduğumuz silâhları da düşmanların elinden alacağız” der. Yine aynı konuşmasında, düşmanların çokluğu sebebiyle, Doğu’dan gelebilecek desteğin yararlı olacağını; düşmanlarımızla savaş halinde olan Sovyet Rusya ile ittifak konusunun da dikkatle incelendiğini; ancak bunun “bolşevik olmak”la hiç bir ilgisi bulunmadığını; bunun büsbütün başka bir mesele olduğunu ve bunu düşünmeğe bile ihtiyaç duymadıklarını; esasen Rusların da, dinî ve millî inançları bol-şeviklikle bağdaşmayan milletlere kendi görüşlerini kabul ettiremeyeceklerini anladıklarını izah eder. Bu arada, asıl güç kaynağının milletin kendisi olduğunu belirtmekten geri kalmaz:

“Bakanlar Kurulu (Heyeti İcraiye) bu konudaki teşebbüsünde gayet tedbirli olmak lüzumunu kabul etmiştir. Şöyle ki, varlığımızı korumak ve millî emellerimize erişmek için gerçek dayanağı dışarda değil, içerde, kendi vicdanımızda bulmak prensibini Bakanlar Kurulu kabul etmiştir”.8

Türk lideri ve Ankara’daki TBMM Hükümeti bu kadar gerçekçi ve akılcı değerlendirmeler yaparken, gerek Yunanlılar, gerekse onların Anadolu’ya karşı giriştikleri zalim ve haksız istilâyı bütün gücüyle destekleyen İngiliz Başbakanı Lloyd George gibi kimseler, boş hayaller içinde yüzüyorlardı.

TBMM’nin 1920-23 yıllarına ait gizli celse tutanakları kadar, aynı dönemde İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan Başbakanları, bakanları ve komutanları arasında yapılan gizli toplantılarda konuşulanları tesbit eden resmî belgeler de, ilginç gerçekleri gözler önüne sermektedir.

İngiltere devlet arşivinde bulunan ve üzerinden yeterince zaman geçtiği için gizliliği kaldırılan belgeler, Dışişlerimizin değerli mensuplarından Büyükelçi ve tarihçi Bilâl Şimşir tarafından derlenmiş; Millî Mücadele dönemi ve Atatürk ile ilgili önemli belgelerin İngilizce (veya Fransızca) asılları Türk Tarih Kurumu’nca yayınlanmıştır. “İngiliz Belgelerinde Atatürk” başlığı ile yayınlanan bu değerli eserde yer alan yüzlerce ilginç belgeden biri, 18 Şubat 1921 tarihinde İngiltere Başbakan Lloyd George ile Yunan Başbakanı Kaloge-ropoulos arasında yapılan görüşmeye ait resmî tutanaktır. Bu görüşmede, Yunan Başbakanı, müttefikleri tarafından gerekli izin verildiği anda, Yunan ordusunun Mustafa Kemal’e bağlı kuvvetleri hemen darmadağın edeceğine dair güvence vermiş ve Lloyd George da bundan duyduğu büyük memnuniyeti belirtmiştir.9

Bundan üç gün sonra, 21 Şubat 1921’de ise, Fransa Başbakanı Briand ile İngiltere Başbakanı Lloyd George’un Londra’da buluştuklarını görüyoruz. İki ülkenin dışişleri yetkililerinin de katıldıkları bu toplantının resmî tutanağını, TBMM gizli celsesinde Türk liderlerinin yaptıkları tahlillerle karşılaştırmakta yarar vardır.

Lloyd George, Fransa Başbakanı Briand’a, Yunan Başbakanı ile yaptığı görüşmeyi nakleder. “Mustafa Kemal’in gücünü mübalağa etmemek” yolundaki sözlere karşılık, Fransa Başbakanı Briand ihtiyatlı olmayı önerir. Çünkü Fransızlar, Adana, Maraş, Gaziantep havalisinde Türklerle karşı karşıya gelmişlerdir. Briand, Güney cephesinde Türk kuvvetlerinin ve halkının Fransızlara karşı nasıl yiğitçe direnmeğe devam ettiklerini anlatır; binlerce Fransız askerinin ölmesine rağmen, Türk direnişini sindirmeği, yok etmeği başaramadıklarını nakleder; “Fransız birliklerinin yerinde Yunan birlikleri bulunsa idi durum ne olurdu? Merak ediyorum” der.

Lloyd George, Güney’de Türkleri yenemeyen Fransız birliklerinin Fransa’nın en iyi birlikleri olmadığına dair rivayetler duyduğunu; bu Fransız birliklerinde Senegal’lilere, Ermenilere yer verildiğini, başarısızlığın buna bağlı olabileceğini söyler.

Briand, başlangıçta Fransız birlikleri içinde Ermenilere de görev verildiğini, fakat sonra bundan vazgeçildiğini belirtir; Fransa Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Berthelot ise, Güney Cephesine gönderilen birliklerin hepsi iyi olmasa bile, aralarında çok iyi birlikler bulunduğunu ifade eder.

Briand, Adana, Maraş, Gaziantep cephesindeki durumu yakından bilen (daha önce Çanakkale’de Türklere karşı savaşırken bir kolunu kaybetmiş olan ve 1921’de Suriye’deki birliklerin başında bulunan) general Gouraud’nun görüşlerini anlatır. Fransız generalinin tahmini şöyledir: Yunanlılara ilerleme yolunda gerekli bütün destek sağlansa bile, Anadoluda’ki askerî harekâtı sonuçlandırmak kabil olmayacaktır. Başlangıçta Yunanlılar bir başarı elde edecekler, fakat sonunda Türkler onları geri püskürteceklerdir; barış sağlanamayacaktır.10

Aynı gün öğleden sonra, Londra’nın S t. James sarayında, İngiltere adına Başbakan Lloyd George ve Dışişleri Bakanı Lor d Curzon’un, Fransa adına Başbakan Briand ve Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Berthelot’nun, italya adına Kont Sforza’nın, Japonya adına Baron Hayashi’nin, Yunanistan delegesi olarak Başbakan Kalogeropoulos’un ve bu milletlere mensup çok sayıda siyasî ve askerî uzmanın katıldığı bir konferans toplanır.

Soruları cevaplandıran Yunan Başbakanı Kalogeropoulos, Yunanlıların Anadoludaki gücünün Mustafa Kemal’in askerlerinden kat kat üstün olduğunu, bütün küçük Asya’da “nizam”ı kurmağa, “ülkeyi Türklerden temizlemeğe” yeteceğini ve hatta artacağını söyler. Yunan askerî müşavirlerine göre bu iş üç ayda tamamlanabilecektir; Yunan ordusu Mustafa Kemal kuvvetlerini ve Sevr Andlaşmasına karşı çıkanları kesinlikle imha etmeğe muktedirdir. 11

Konferans tutanaklarına göre, Lloyd George, Kalogeropoulos’a, “ülkeyi Türklerden temizlemek”ten bahsederken nereleri kastettiğini sormuştur. Yunan Başbakanının gizli konferans tutanağında yer alan cevabı aynen şudur: “Kemalistlerin işgalindeki ülkenin tümü”.

Bu defa Lord Curzon, Yunan Başbakanına nereye kadar ilerlemeği düşündüklerini sorar.

Bu soruyu Yunan Genel Kurmayı adına Sariyannis cevaplar: “İlk aşamada Ankara’ya kadar. .” Yunan Genel Kurmay temsilcisi, ayrıca, Batı cephesini çökertmelerinin Mustafa Kemal’e bağlı bütün kuvvetlerin yok olup gitmesine yol açacağım ileri sürer.

Yunan Başbakanı kendi ordularının maddî ve moral gücünün mükemmel olmasına karşılık, Kemalist kuvvetlerin “muntazam asker” bile sayılamayacağını, perişan, kılıksız, aç olduklarını; bu kuvvetlerin üzerinde durulmağa bile değmeyeceğini iddia eder.12

Kalogeropulos, Yunan kuvvetlerinin Türk ordusunun büyük kısmım esir edeceğinden; bunu yapamasa bile Ankara’nın doğusuna, demiryolu ve ulaşım imkânı olmayan bölgelere kadar sürerek bir daha toparlanamayacak şekilde dağıtacağından hiç şüphe edilmemesini ister.13

İtalya adına konuşan Kont Sforza, üstü kapalı şekilde, Napolyon’un Moskova seferini ve feci sonucunu ima ederek, Mustafa Kemal’in kuvvetlerini içerilere doğru çekmesi ve Yunanlıları üslerinden iyice uzaklaştırması tehlikesine değinir ise de, Yunan Başbakanı, Mustafa Kemal’in derme çatma ordusunun Osmanlı askeri gibi inatla dövüşmediğini, Ankara düşer düşmez bu ordunun dağılacağını; esasen Yunanistan’ın eksik bıraktığını açlığın, yoksulluğun ve ulaşım güçlüğünün tamamlayacağını; kaldı ki Yunan askerinin Ankara’nın doğusunda da ilerlemeye tamamiyle hazır olduğunu; Yunanistan’ın, Anadolu’da mevcut 120.000 askerine 200.000 asker daha ekleyeceğini tekrarlar

Gizli konferansın tutanakları gösteriyor ki, Fransız generali Gouraud, halkın desteği ile yürütülen gerçek ve haklı millî kurtuluş savaşlarının yenilgi kabul etmeyen karakterini, Türk’ün seciyesini ve Mustafa Kemal’i iyi anlamıştır. General Gouraud, Çanakkale’yi yaşamış; Adana, Maraş, Gaziantep savunmalarını görmüş tecrübeli bir asker olarak, Londra konferansına katılanları boş hayallerinden uyandırmağa uğraşır:

“Türk askerî birliklerinin değeri hakkında Yunan Başbakanının sözlerini fazla iyimser buluyorum” diyen general Gouraud, Çanakkale’den tanıdığı Türk askerinin, içinde bulunduğu şartların bütün güçlüklerine rağmen, yine de çok tehlikeli bir hasım olmağa devam ettiğini ve bu askeri hafife alıp küçümsemenin hatalı bir davranış olacağını; kendi emrinde mükemmel eğitilmiş 50.000 Fransız askeri olduğu halde Güney cephesinde Türk direnişini kıramadığını; Antep kuşatmasında çok güçlük çektiklerini; Antep savunmasını Fransızların Ver dun savunmasına benzettiklerini; Yunan ordusunun, Anadolu’da ilerledikçe, İzmir ovalarındaki direnişten çok daha sert bir direnişle karşılaşacağını; Türk Ordusunun gerekirse Sivas’a kadar çekilip Yunanlıları üslerinden 900 km. kadar uzaklaştıracağını; iklim şartlarının çetinliğini; Türklerin kendi vatanlarında çarpıştıklarını ve geri çekilseler, hatta dağılsalar bile, sonunda Yunan ordusunun çok güç duruma sokabileceklerini uzun uzun açıklar.

Türklerin özellikle bir savunma savaşında, çok çetin ve tehlikeli bir düşman olduğuna şahsen inandığını belirten General Gouraud, bir süre önce Beyrut’ta karşılaştığı bir Türk’ün kendisine “hiç bir kuvvet Türkleri Orta Anadolu yaylasından söküp atamaz” dediğini ve kendisinin de bu görüşün doğruluğuna tamamiyle inandığını söyler.
Türklerin elindeki silâh ve cephane sayısını da küçümsememek gerektiğini, bazı rakamlar vererek, belirten General Gouraud ne Yunanlıları, ne de baş destekçileri Lloyd George’u etkileyemez, İngiltere Başbakanı, Yunanlıların hayalci iyimserliğini paylaşarak, bundan önce de ortak karargâhın sonuçla ilgili çok karamsar tahminler yaptığını, ama, Yunanlıların beklenmedik ölçüde kolaylıkla zafere ulaştığını söyler. Konferans süresince Lloyd George’un, öteki müttefiklere karşı, Yunanlıların en çılgınca ihtiraslarını nasıl canla başla desteklediği tutanakların her sayfasında açıkça görülmektedir.

Londra’da, St. James sarayının kapıları ardında bunlar konuşulur, Anadolu Türklüğünü yok etme plânları yapılırken, Ankara’da, bir büyük önder, Mustafa Kemal Paşa, yüreği inançla dolu olarak milletine ve dünyaya seslenmeğe devam etmektedir:

“Mütarekeden sonra düşmanlarımız tarafından silâhları alınarak, mevcutları azaltılarak eritilen orduları az zamanda âdeta yeniden kurduk, yeniledik, giydirdik, teçhiz ettik. Bugün her cephede zaferler kazanarak harbeden ve vatan savunmasının ne demek olduğunu tamamiyle kavramış ordularımız vardır. Bugün Sevr Andlaşması fiilen ve hükmen yoktur. Sevr Andlaşması hükümleri Türkiye’ye zorla tatbik olunamaz”16

Bilindiği gibi, Birinci ve İkinci İnönü Muharebelerinde durdurulan istilâ kuvvetleri, yukarıda sunduğumuz belgelerde açıkça dile getirilen “Mustafa Kemal kuvvetlerini imha” ve “Türkleri Anadolu’dan kovma” hayalleri içinde, büyük bir taarruza hazırlanmakta idiler. Avrupa savaş sanayiinin en ileri imkânları ile donatılan Yunan ordusu, Anadolu’daki milliyetçi şahlanışa kesin bir darbe vurup Ankara Hükümetini yok etmek amacıyla, 1921 Temmuzunda Eskişehir Kütahya taarruzunu başlattı. Güç günler yaşandı.

Mustafa Kemal Paşa, büyük bir gerçekçilikle ve askerlik sanatının gereklerini hiç bir demagojiye feda etmeksizin, ordunun Sakarya hattına kadar geri çekilmesini emretti.

Ülkenin geniş bir parçasını ve bir çok şehirleri-geçici de olsadüşmana terketmenin doğuracağı ümit kırıklığını ve siyasî çalkantıları çok iyi bilen Mustafa Kemal Paşa, yine de “biz askerliğin gereğini tereddütsüz yapalım, öteki sakıncalara dayanabiliriz” demişti.

Gitgide huzursuz hale gelen Meclisteki ısrarlar ve artan eleştiriler karşısında, geniş yetkiler almak ve bütün sorumlulukları yüklenmek suretiyle, 5 Ağustos 1921’de Başkumandanlık görevini bizzat yüklenmiş olan Mustafa Kemal Paşa, kendi deyimiyle “güç günlerde umutsuzluğu, zafer günlerinde gururu yenmek” gerektiğini bilen bir liderdi. Başkomutanlık kanunu TBMM’de kabul edildiği gün, Meclis kürsüsüne çıkarak:

“Milletimizi esir etmek isteyen düşmanları behemahal yeneceğimize dair güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada, bu konudaki tam inancımı Tüksek Heyetinize karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim”diyordu.18

Yine 5 Ağustos 1921 “de, Atatürk, “Millete ve Orduya Beyanname” adıyla yayınladığı bir bildiride, bütün Yunan ordusunun Anadolu’ya getirildiğini, Yunan kralının da Anadolu’ya geldiğini, Türk kuvvetlerinin daha içerde yeni mevzilere çekildiklerini anlatıyor ve şu inanç dolu sözlerle millî bütünlüğü ve kurtuluş azmini perçinliyordu: “Bana Başkumandanlığı tevdi etmiş olan Meclisin ve o Meclisin temsil ettiği milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiç bir sebep ve suretle değişmesine imkân olmayan bu irade, behemahal düşman ordusunu imha etmek ve Yunanistan’ın bütün Silâhlı Kuvvetlerini içine alan bu orduyu Anayurdumuzun harim-i ismetinde boğarak, kurtuluş ve bağımlılığımıza kavuşmaktır”19.

Aynı günlerde, Yunan basınında “Osmanlı İmparatorluğunun vârisinin Yunanistan olduğundan”, İstanbul’un Yunanistan’a ilhakından söz ediliyordu. Mustafa Kemal’in ordularını yok ederek, Anadolu’nun büyük bölümünde Yunan idaresini gerçekleştirme hayalleri kuruluyordu. Yirminci yüzyıl başlarından itibaren, yalnız Yunanistan’da değil, Osmanlı Devleti sınırları içindeki Rum aydınları arasında ve Ortodoks kilisesinde, Osmanlı Devleti’ni içten yıkıp fethetme, bu Devleti adım adım Rumlaştırma ve sabırlı bir çalışma sonunda Osmanlı ülkesinde siyasî iktidarın Helen ulusunun eline geçmesini sağlama yolunda çalışmalar yapılmıştı. Teokratik, çok uluslu, fakat gerçekte Fener Patrikhanesinin yönetiminde, Helenizmin egemen unsur haline geldiği bir imparatorluk rüyası görülüyordu. Uzun vadeli bir plânın adım adım uygulanışı ile Osmanlı Devleti Bizansla-şacak, bütün Osmanlı ülkesi, fiilen, dinamik unsur olan Helenlerin yönetimine girecekti. Bu “tedricî” çözümün taraftarları, megali idea’yı adım adım gerçekleştirmek için gerekli teşkilâtı da kurmuşlardı, ikinci Dünya Savaşanda Osmanlı Devletinin uğradığı yenilgi, devleti adım adım ele geçirme stratejisi yerine, Türk topraklarını zorla alıp Bizans imparatorluğunu sür’atle ihya etme stratejisini ön plâna geçirdi. Atina ‘da kurulmuş olan “Küçük Asya İncelemeleri Merkezi” (Center for Asta Minör Studies) tarafından 1983’te yayınlanan önemli bir kitap, Trakya’nın tümünü, sonra İstanbul ve Boğazları, İzmir’den başlayarak Anadolu’yu Helen toprağı haline getirmek için çeşitli dönemlerde izlenen stratejilere, yapılan sistemli çalışmalara ve Yunanistan’ın doymak bilmez yayılmacılığına ışık tutan belgelerle doludur.20

Sakarya Savaşı öncesinde, Yunanistan’daki ve Türkiye’deki megali idea’cılar, kesin sonucu elde etmelerinin gün meselesi olduğuna inanmağa başlamışlardı.

Yunan Kralı Konstantin, Eskişehir’e gelip orada karargâh kuruyor ve Ankara’ya törenle gireceği güne hazırlanıyordu; Mustafa Kemal ordusunun yakında tamamen yok edileceğinden emin olarak, yabancı gazetelere şımarık demeçler veriyordu.21

Sakarya Savaşı, bütün bu hayallerin yıkılmasıyla ve Türk’ün kesin zaferi ile sonuçlandı.

Bu savaş hakkında verilen en doğru hükümlerden birini, Clair Price’ın, yüzyılımızın ilk çeyreği sona ermeden yayınlanan bir eserinde bulmak kabildir:

“Sakarya boylarındaki Türk zaferi, Yakın ve Orta Doğu’nun siyasî yapısını kökten değiştirdi. İkiyüz yıldan beri, Batı, eski Osmanlı İmparatorluğunu parçalamakta idi; fakat Sakarya ırmağında Türk’ün kendisi ile karşılaştı ve bu karşılaşmada tarihin akışı değişti. Tarih, bir gün, bu az bilinen Sakarya karşılaşmasının çağımızın kader değiştiren savaşlarından biri olduğunu keşfedecektir”. 22

Ünlü tarihçi Toynbee de, Sakarya zaferinin Türkiye ve dünya tarihini derinden etkileyen bir olay olduğunu görmüş, bu zaferi “yirminci yüzyılın kader tayin edici savaşlarından biri” olarak nitelemiştir.

Geceli gündüzlü üç hafta süren Sakarya Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa, askerlik edebiyatında yer alan:

“Hat-tı müdafaa yok, sath-ı müdafaa vardır. Bu satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz”

yolundaki ünlü emrini vermiş; yanı başındaki birlikler çekilse bile, her birliğin görev yerinde savunmayı ısrarla sürdürmesini ve çekilmeğe mecbur kalacak her birliğin kabil olan ilk noktada yeniden mevzilenerek savunmaya devam etmesini istemişti. Kahraman Türk subay, astsubay ve erleri, Başkomutanlarının bu emrini cesaretle yerine getirdiler.

O günlerde TBMM de, büyük cesaret ve direnç göstererek dimdik ayakta durmuş, görevine devam etmiştir.

Bağımsızlık savaşının en çetin günlerinde, Ordu, başındaki komutana, Meclis de temsil ettiği büyük millete lâyık olduğunu göstermiştir.

Atatürk’ün 21 günden fazla devam etmesi sebebiyle, “harp tarihinde misli belki olmayan bir meydan muharebesi” olarak nitelendirdiği Sakarya’dan sonra, dünyanın Anadolu’ya bakışı değişti.

13 Ekim 1921 de, Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan ile imzalanan Kars Andlaşması’nı, bundan bir süre sonra Fransa ile imzalanan Ankara Anlaşması takip etti. Böylece I. Dünya savaşının başlıca galiplerinden biri, Ankara hükümetini fiilen ve resmen tanımağa mecbur oldu. Bundan sonra Ukrayna ile anlaşma yapıldı, İngilizler bile, Ankara Hükümeti ile esir değişimi anlaşması imzalamağa yanaştılar; Ankara Hükümetine bağlı kuvvetlerin esir aldığı İngiliz subay ve erlerine karşılık, Malta’ya sürülen Türk aydınlarım serbest bırakmayı kabul ettiler.

Londra’da yayınlanan ünlü Times gazetesi, Yunanlıların Sakarya’da büyük kayıplar vererek geri çekilmeleriyle, Ankara’yı ele geçirme hayâllerinin tamamiyle yıkıldığını yazıyordu. Yunan saldırısını kendi hükümetinin desteklediğini belirtmeyen İngiliz gazetesi şöyle diyordu:

“Türklerin kendi anavatanlarını savunmadaki büyük inat ve kararlılıkları Yunan istilâ dalgasını geri çevirmiştir. .. Yunanlıların geri çekilmesi, bütün Doğu’da, Mustafa Kemal’in zaferi olarak görülecektir.. Yunanlıların düş kırıklığı çok acı olacak ve hayallerinden uyandıkları şu günlerde, bu büyük ve uygulanması imkânsız maceraya kendi liderlerinin hırsı yüzünden sürüklendiklerini anlayacaklardır... Yunan başarısızlığı Türk milliyetçi liderinin bütün Doğu’daki prestijini arttıracaktır... Küçük Asya’nın kalbine doğru girişilen bu akın tam bir felâketle sonuçlanmazsa, bu kadarını bile şükranla karşılamak gerekecektir.23

1921 Eylül’ünün ilk günlerinde, Yunanlıların Sakarya’da büyük bir zafer kazandıklarını belirten resmî bildirilerine geniş yer vermiş olan Fransız basım da, sonunda gerçeği gördü. Kral Konstantin, Sakarya’da uğradığı büyük yenilgiyi örtmek için, zafer bildirileri yayınlamıştı; en sonunda da “Yunan Kumandanlığının daha ileri gitmeyi gereksiz görerek, ordularını geri çekmeğe karar verdiği” iddia edilmişti. Fransız basını, gerçekleri görünce, kralı “yalancılıkla” suçladı; Le Temps: “Yunan İmparatorluğunun istikbali Sakarya boyunda oynandı ve kaybedildi” diye yazdı. Aynı gazete:

“Türkler bağımsızlıklarını istiyorlar ve onu korumayı bildiklerini gösterdiler” diyordu24.

Bir Fransız dergisi ise:

“Türkler bağımsızlıklarını koruyabildiklerini ispatladılar; Yunanlılar da, aynı derecede açık olarak, kendilerini yıkıp mahveden bir fetih savaşına devamdan âciz olduklarını gösterdiler” diye yazıyordu.25

Sakarya Meydan Savaşanın kazanılması, düşmanı Anadolu’dan kovmak için yeterli değildi. Atatürk, yolun başında tesbit ettiği millî hedefe ulaşmak için, Sakarya’da elde edilen büyük savunma zaferinin, kesin bir taarruz ve imha zaferi ile tamamlaması gerektiğini herkesten iyi biliyordu.

Bir yandan Sevr Andlaşmasını Türk milletine zorla uygulatamayacaklarını anlamağa başlamış olan devletlerin bir takım yeni önerileri incelenip, diplomatik temaslar sürdürülürken; bir yandan da, diplomasinin daima askerî gerçekleri, fiilî durumu ve kuvvetler dengesini hesaba kattığı göz önünde tutularak, istilâ ordularını Anadolu’dan söküp atacak bir büyük taarruzun hazırlıkları hızla devam ettiriliyordu.

TBMM Hükümetinin, bir yandan şerefli bir barış arayan diplomatik temasları, öte yandan “hazır ol cenge ister isen sulhü salâh” özdeyişi gereğince askerî hazırlıkları sürdürdüğü günlerde, Fransızlar ve İngilizler, Türk Kurtuluş Hareketinin kesin bir zafere ulaşmasını önleyecek tedbirler üzerinde düşünmekle meşgul idiler. İngiltere, hâlâ Mustafa Kemal komutasındaki güçlerin yenilgiye uğratılması umudunu yitirmemişti. Fransa, gerçekleri çoktan görmüş idi.

TBMM’nin 29 Mayıs 1920 tarihli gizli oturumunda, yani TBMM’nin açılışından yaklaşık bir ay sonra, Bağımsızlık Savaşı’nı yönetenlerin ne kadar akılcı ve gerçekçi bir durum değerlendirmesi yaptıklarını gösteren konuşmaları, yukarıda, nakletmiştik. Şimdi, karşımızdaki devletlerin 1922 yılma ait bazı resmî belgelerinden cümleler aktaracağız. Bu belgeler, Mustafa Kemal Paşa’nın ve “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekili” albay İsmet (İnönü) beyin daha 1920 başlarında yaptıkları tahlillerin ne kadar isabetli olduğunu göstermekte; iki yıl kadar sonra, Fransız-İngiliz resmî belgelerinde yer alan bazı görüşler, TBMM gizli celsesinde Türk komutanlarınca yapılan tahlil ve değerlendirmeleri, âdeta tekrar etmektedir.

Fransa’nın, M. Poincare” imzası ile, İngiltere dışişlerine (Curzon’a) gönderdiği 2 Şubat 1922 tarihli bir yazı ve bu yazının ekinde yer alan Fransız Mareşali Foch’un 1 Şubat 1922 tarihli bir “değerlendirme notu”, bu konuda, en dikkate değer belgelerden biridir26. Bu belge, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının -daha yolun başında- gerçekleri ne kadar iyi gördüklerinin delilidir.

Poincare”, İngiliz arşivinde Fransızca olarak yer alan bu yazısında, âdeta, iki yıl önce, TBMM gizli celsesinde dile getirilenleri tekrarlayarak, aynen şöyle diyor: “İngiliz kamuoyunun, Küçük Asya’ya yeniden İngiliz tümenleri sevkedilmesini kolayca kabul edeceğini sanmıyorum... Küçük Asya’nın konumu göz önünde tutulunca, bir ablukanın etkili olabileceğine de inanmıyorum. Türklerin, İstanbul’un işgalini sürdürmek tehdidi karşısında da boyun eğeceklerini sanmıyorum” 27

Birinci Dünya Savaşı’nın başarılı Fransız komutanlarından Mareşal Foch’un, Poincare’nin mektubuna ek olarak İngilizlere gönderilen 1 Şubat 1922 tarihli “değerlendirme notu” ise, Türk Kurtuluş Savaşı’nı yönetenlerin iki yıl önce yaptıkları tahlillerdeki haklılığı ve uzak görüşlülüğü daha da açık ve ayrıntılı şekilde, gözler önüne seriyor.

Mareşal Foch, Sevr Andlaşmasını Türklere zorla kabul ettirmeğe imkân olmadığını; bunun, Birinci Dünya Savaşı galiplerinden büyük bir ek gayret istediğini; bu devletlerin bunu göze alamayacağını; Sevr Andlaşması’nın ölü bir metin halinde kaldığını belirttikten sonra, (TBMM’nin 29 Mayıs 1920 tarihli gizli celse tutanaklarında yer alan değerlendirmeleri âdeta tekrarlarcasına) şunları yazıyor:28
“Yunan kuvvetlerinin Küçük Asya’da bulunmaları ve giriştikleri taarruz denemeleri, Türk milliyetçiliğini şahlandırmaktan ve Türk askerî gücünün adım adım yemden kurulmasından başka bir sonuç vermemiştir... (s. 197-198) .. . Açıkça görülmektedir ki, Milliyetçilere, benimsemedikleri bir barışı zorla kabul ettirmeği amaçlayan bir kuvvet hareketi, İtilâf Devletlerinden, hem askerî hem de malî alanda, çok büyük bir ek gayret isteyecektir. Gereken ek gayret, bu Devletlerin niyetlerinin ve imkânlarının ötesindedir. . .” (s. 198)

“...Anadolu’daki Yunan Ordusu bu ülkenin çıkarabileceği gücün azamîsidir. Yunan ordusu, şimdiden, vahim ölçüde yorgunluk ve disiplinsizlik arazı göstermektedir. Savunmadaki başarısı ile morali yükselen milliyetçi ordunun karşısında, Yunan ordusu, şimdilik durumunu korumakla yetinmeğe razı olmuş gibi görünüyor ...” (s. 198)

“... Küçük Asya’nın ablukaya alınması konusuna gelince, bu da bir hayal olmaktan öteye geçemez… Böyle bir abluka (Türkiye’nin deniz sınırının uzunluğu sebebiyle uygulanmasındaki güçlük bir yana), ekonomisi daha çok tarıma dayalı olan, kendi kendini besleyebilen ve ekonomik ihtiyaçları dış ilişkilere pek bağımlı olmayan bir ülke üzerinde, sonuç olarak, hiç bir etki yapamaz” (s. 199). (Abluka konusundaki bu değerlendirmeleri îsmet İnönü’nün 29 Mayıs 1920 tarihli gizli celse konuşması ile karşılaştırınız). “... Kemalist birlikler hem sayı, hem de askerî değer açısından, 192o’den bu yana ilerleme göstermiştir. Manevî güçleri, kendi vatanları uğruna kendi topraklarında savaşan insanların gücüdür” (s.199) (Yukarıda, Atatürk’ün 8 Temmuz 1920 tarihli konuşmasından alınan bölümle karşılaştırınız) .

“...İstanbul’un ve Boğazların işgalini sürdürmek, Ankara Hükümeti’nin teslim olmasına yetmeyecektir; olsa olsa, İstanbul Hükümeti’nin ve Hilâfetin itibarını daha çok yıkarak, Türkiye’nin gerçek ve etkili Hükûmeti’nin Ankara’daki Hükümet olduğu hususunun kesinlik kazanmasına yarayacaktır.” (s. 200)

Ankara Hükümeti temsilcileriyle yapılacak temaslarda, bazı tâvizler verilerek, sür’atle barışçı bir çözüme ulaşılmasını öneren ve bu yapılmadığı takdirde askerî yenilginin kaçınılmaz olacağını anlatan Mareşal Foch, “değerlendirme notu”nun sonunda, Türk Bağımsızlık Savaşı’nın milletlerarası alanda yaptığı ve yapacağı etkilere de dikkati çekiyor: “Fransa ve özellikle İngiltere açısından Takın Doğu’daki askerî ve siyasî eylemlerinin böylece başarısızlığa uğraması, vahim tehlikeler yaratabilir. Böyle bir başarısızlık, bölgede ve Avrupa’da doğuracağı sonuçlar dışında, bu iki devletin sömürge imparatorluklarının uzak köşelerinde de yankılar uyandıracaktır. Türk Milliyetçiliğinin İtilâf Devletleri’ne karşı elde edeceği açık bir zafer, Arap krallıklarında ve Hindistan’da müslüman halkın dinî fanatizmini ve bunun yanında bağımsızlık ruhunu uyandırmaktan ve şahlandırmaktan geri kalmayacaktır. Önümüzdeki müzakerelerde, İtilâf Devletlerinin göz-önünde tutmaları gereken askerî gerçekler bunlardır.” (S. 202)

Buna karşılık, aynı günlerde (6 Şubat 1922) İngiltere Dışişleri Bakanlığınca hazırlatılan bir başka değerlendirme notu daha az gerçekçidir. Mustafa Kemal’e karşı ablukayı ve baskıları sürdürmekten; Türkler lehine biraz değiştirilmiş yeni bir Andlaşmayı Padişahla kabul ettirerek Mustafa Kemal’in ülke içindeki desteğini zayıflatmaktan; Cenova’da toplanacak Konferansla Rusya’ya tâvizler verilerek bu Devletin de Türkiye aleyhindeki plânlara ve ablukaya katılmasını sağlamaktan ve böylece Türkiye’yi tam bir siyasî yalnızlığa (political isolation) itmekten bahseden Forbes Adam ve Edmonds imzalı bu değerlendirme notu, Yunanlıların para ve askerî malzeme ile daha da güçlendirilmesini önermekte dir. 29

Bizzat Lord Gurzon tarafından da görülüp onaylanan bir başka belgede ise, hâlâ Mustafa Kemal’e karşı tepkilerin artacağından, savaşın Anadolu’da yarattığı yorgunluk ve bıkkınlıktan, zamanın Mustafa Kemal aleyhine çalıştığından dem vurularak, Milliyetçi güçlerin dağılmasına umut bağlandığı görülmektedir.30

Gerçeği az çok görebilen ingilizlerden biri general Charles Townshend’di. 27 Temmuz 1922 tarihli bir muhtırada, Türklerin, şerefli bir barış için ileri sürecekleri asgarî şartları sıraladığı gibi, Mustafa Kemal Paşa’dan bahsederken “İslâm alemindeki büyük etkisini” ve “demir gibi bir irade ve cesaret sahibi olduğunu” belirtiyordu. “Teni emelleri olan, özveri ve özgürlük ruhuna sahip, yepyeni bir Türkiye’nin doğmakta olduğuna” dikkati çeken bu İngiliz generali, hâlâ Yunanlıları destekleyerek sonuç almağı uman İngiltere yöneticilerine, Na-polyon’un bir sözünü hatırlatıyordu: “Türkleri öldürebilirsiniz, fakat onlara boyun eğdiremezsiniz”31

General Townshend, Türk generallerinin etkili ve iyi komutanlar olduklarını; strateji ve taktik bilgileri yanında, yüksek karaktere ve kabiliyete sahip bulunduklarını; kıt’a subaylarının, on yıllık savaş deneyiminden sonra, mükemmel denebilecek bir düzeye eriştiklerini ve Avrupa’nın hiç bir ordusundan geri kalmadıklarını belirtiyordu. 32

Dış dünyada, kimileri Mustafa Kemal Paşa önderliğindeki millî güçlerin yenilgiye uğratılamayacağı gerçeğini görür, kimileri ise bu güçlerin ergeç dağılacağını düşünürken; bir başka deyimle, çelişkili değerlendirmeler ve tahminler yapılırken; TBMM’de de nihaî taarruzun bir an önce yapılmasını isteyenler seslerini yükseltiyorlar, iktidarı eleştiriyorlardı.

Taarruzun geciktiğini ileri sürenlerin sert ve sabırsız eleştirileri, macera ve hayal adamı değil, hesap ve akıl adamı olan gerçekçi Atatürk’ü, bütün hazırlıkları sabırla ve dikkatle tamamlamaktan alıkoyamadı.

O günleri yaşamış olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun belirttiği gibi:

“Sakarya müdafaa savası ile Dumlupınar taarruz savaşı arasında, sabırsızlanıp barış istemek için bir kere daha Avrupa’ya başvurmak isteyenlerle, ‘‘bizim asıl düşmanlarımız Fransız ve İngilizlerdir; binaenaleyh, beyhude yere Yunanlılarla didişip duracağımıza Güney ve Güney-Doğu sınırlarından Suriye ve Irak’a hücum etsek’ diyenler, aynı muhalefet safında Atatürk’e karşı birleşmişlerdi”.33

Yeterince hazırlanmadan yapılacak bir taarruzun hiç taarruz etmemekten daha fena olduğunu, Millet Meclisinin bir gizli oturumunda, üyelere anlatan Mustafa Kemal Paşa, hazırlıklarını sabırla tamamladı. Samsun’a ayak basmasından üç yıl üç ay kadar sonra, 26 Ağustos 1922 sabahı, Büyük Taarruzu başlattı.

26-27 Ağustos günlerinde düşman cephesi yarılmış; bir kaç gün sonra ise düşmanın ana kuvvetleri sarılarak yok edilmiş ve esir alınmış; düşmanın yeni başkomutanı Trikupis ve çok sayıda üst rütbeli subay ele geçirilmişti. Türk ordusunun yıldırım hızıyla başardığı bu harekât (ve motorize olmayan bir ordunun 30 Ağustos meydan muharebesinden 10 gün sonra İzmir’e girmesi) savaşa fiilen katılmış olan orgeneral Asım Gündüz’e göre, sonraları, İkinci Dünya Savaşı sırasında geliştirilecek olan Yıldırım Harbi teorisine esas teşkil etmiştir. 34

Büyük Taarruzca Türk Ordusu’nun İzmir’e girişi arasında, İngiltere, Yunan Ordusu Anadolu’dan tamamiyle kovulmadan ve İzmir Türkler tarafından kurtarılmadan, bir ateşkes ve bırakışma (mütareke) anlaşması imzalanması için çaba gösterdi. Türk Ordusu’nun zaferini yarım bırakmayı ve Yunan Ordusu’nun İzmir yöresinde toparlanabilmesini amaçlayan bu tertibe, Türk Başkomutanının bir an bile kulak vermesi düşünülemezdi. O, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir” emrini çoktan vermişti.

Ateşkes ve bırakışma (mütareke) düşünülse bile, Anadolu için değil, Trakya’daki Türk topraklarının boşaltılması ve Yunanlıların 1914 sınırlarının gerisine çekilmeleri ile ilgili olarak düşünülebilirdi.35

Düşman Uşak’ı, Eskişehir’i, Kütahya’yı, sayısız kasaba ve köyü ateşe vererek, zulümlerine zulüm katarak, bozgun halinde çekilmişti. Türklere yapılan zulümlerin tepkisinden korkan yerli Rumlar da, Yunan Ordusu ile birlikte İzmir yönüne doğru kaçmışlardı. Batı emperyalizminin uşağı olarak Anadolu’yu istilâya girişen hayalci ve Megali İdea’cı Yunan yöneticilerinin bu akıl almaz çılgınlığa kalkışmalarından önce, yüzyıllar boyunca, Türk komşuları ile yanyana, dinlerine ve ibadetlerine karışılmadan, tam bir hoşgörü ortamı ve refah içinde yaşamış olan yerli Rumlar, Yunanistan’ı yönetenlerin ve onları maşa olarak kullanan Batı’lıların kurbanı olduklarını nihayet anlayabilmişlerdi. Bir kaç yıl önce Yunan ve İngiliz devlet adamları ve komutanları lehine “yaşasın” nidaları ile çılgınca tezahürat yapan Rumlar, şimdi, “sana lanet olsun Corci” çığlıklarıyla Lloyd George’u lanetliyorlardı.36
13 Eylül 1922’de, Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletine hitaben bir bildiri yayınladı:

“Akdeniz, askerlerimizin zafer teraneleriyle dalgalanıyor. Asya İmparatorluğu’na yeltenen küstah bir düşmanın muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu komutanlarıyla komuta heyetleri, günlerden beri, T.B.M.M.’nin esiri bulunuyorlar. . . Batı fabrikalarının çelik zırhları ile kaplanan muazzam Yunan Orduları, artık, Anadolu dağlarında subayları tarafından terkedilmiş zavallı sürüler, işledikleri cinayetlerden korkuya kapılarak kudurmuş kütleler ve ağaç diplerine bırakılmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı. Büyük Türk Milleti. Büyük zafer münhasıran senin eserindir”. diyordu.

30 Ağustos zaferinden sonra, Fransa’nın o tarihteki en önemli gazetesi şu yorumu yaptı:

“Onbeş günde, bir yıldırım taarruzu ile, Mustafa Kemal Paşa’nın orduları amaçlarına ulaştılar. .. Yunan ordularını yenerek kalıntılarını denize attılar.. . Yunanlılara mütareke bahşedilmeden, işgal altındaki toprakların boşaltılması işi silâhla çözüldü. . . Küçük Asya meselesi bizzat Türkler tarafından halledilmiş kabul edilebilir. İngiliz diplomasisinden cür’et alan ve olayları anlamak istemeyen Kral Konstantin’in maceracı politikasının vardığı sonuç işte budur”.31

30 Ağustos zaferinden sonra, kısa sürede, bütün Anadolu istilâ ordularından temizlenmiş; Sevr Andlaşması, bir daha dirilmemek üzere Türk süngüsü ile yırtılmıştı. Düşmanlar, İstanbul’daki İngiliz, Fransız, İtalyan işgalini kısa sürede sona erdirmeği ve Trak-ya’daki Yunan askerlerinin de Meriç Batı’sına çekilmesini taahhüt ettiler. Böylece, Mudanya Anlaşması imzalandı.

Lozan Barış Andlaşması, kapitülâsyonlardan, bağımsızlığı zedeleyecek kayıt ve şartlardan, ağır savaş tazminatı taleplerinden kurtulmuş; millî sınırları içinde egemenliğini herkese kabul ettirmiş, yeni ve bağımsız bir Türkiye’nin kurulmasına imkân sağladı.

Büyük Zaferin ikinci yıldönümünde, 30 Ağustos 1924 günü, Dumlupınar’da yaptığı konuşmada, Mustafa Kemal Atatürk, millî kurtuluşun kaynağındaki yenilmez gücü şu sözlerle açıklıyordu:

“Bir milletin ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Yüzyılların doğurduğu bir millî ruha, güçlü ve devamlı bir millî iradeye hiç bir güç karşı koyamaz”36

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki Kurtuluş Mücadelesine ne kadar zor şartlarda başlandığı; eldeki gücün azlığı; Birinci Dünya Savaşının güçlü galiplerinin geniş imkânları; Türk Milletinin sonu gelmez savaşlarda ne derecede yorgun ve bitkin bir hale gelmiş olduğu düşünülürse, elde edilen başarının büyüklüğü daha iyi anlaşılır.

Birinci Dünya Savaşı sonunda devletlere dikte edilen andlaşmalar içinde, uygulamaya konamadan yırtılıp atılan tek andlaşma Sevr Andlaşmasıdır. Birinci Dünya Savaşım sona erdiren andlaşmalar içinde, dikte edilerek değil, müzakere edilerek ve tarafların gerçek rızasıyla imzalanan tek andlaşma Lozan Andlaşmasıdır. Bu nedenledir ki, Birinci Dünya Savaşını sona erdiren andlaşmalar içinde, bugün de varlığını koruyan ve hukukî değer taşıyan andlaşma, yine Lozan Andlaşmasıdır.

Mustafa Kemal Paşa’ya ve Ankara Hükümetinin Paris’teki temsilcisi Ahmet Ferit beye, 30 Ağustos Zaferinden sonra, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yazı ve telgraflar bile, Türk Kurtuluş Savaşının milletlerarası etki ve yankılarını göstermeğe yeter.

Cezayirden gelen Fransızca telgraflardan biri şöyledir:

“Cezayir’in müslüman halkı ellerini Yüce Allaha doğru açarak, kalplerinin derinliğinden dua ediyor ve Mustafa Kemal Paşa Al Muzaffer Al Gazi hazretlerine en içten ve saygı dolu tebriklerini sunuyorlar.”39

Ankara Hükümetinin Paris’teki temsilciliğine Tunus’tan gönderilen bir telgrafta ise şöyle deniyor:

“Destur Partisi, Kemalist Orduların zaferi münasebetiyle duyduğu derin sevinci size iletirken, büyük Mareşal Mustafa Kemal’e ihtiram dolu, yürekten iyi dileklerini ulaştırmanızı rica eder”.40

Atatürk, daha Millî Mücadelenin başında, önderlik ettiği Millî Kurtuluş Hareketinin milletlerarası alanda büyük yankılar uyandıracağını açıkça görmüştü. Zaferden sonra Hindistan’dan gelen bir kutlama yazısına verdiği cevapta, muzaffer Başkomutan, elde edilen başarının milletlerarası alanda yaratacağı etkileri şu sözlerle belirtiyordu:

“...Bizim bu zaferimizin doğuracağı büyük sonuçlar yalnız Türkiye’nin kaderi üzerinde etkili olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm gören milletleri, kendi hayat ve bağımsızlıklarım tehdit ve tazyik eyleyen zalimler aleyhine hareket için gayrete getirecektir. ..

. .. Hindistan davasının da pek uzak olmayan bir zamanda tam bir basarı ile sonuçlanacağından ümitli bulunuyoruz… “41

Millî Kurtuluş Savaşında, Türk Milletinin, Atatürk’ün önderliğinde kazandığı zafer, Asyanın bir ucundaki Endonezya’dan Hint yarımadasına, Orta Doğuya, Fas’a kadar sömürge haline getirilmiş bulunan İslâm âlemini bir uçtan bir uca sevince boğmakla kalmamıştır; Çin’den Hindiçini’ye, Hint yarımadasından Kara Afrika’ya kadar, sömürge veya yarı sömürge idaresi altında yaşayan, Konfüçyüs’çü, Brahman, Hristiyan veya putperest yüz milyonlarca insana da umut, sevinç ve ilham kaynağı olmuştur.

Atatürk’ün, imparatorluğun artık geçmişte kaldığı gerçeğini görüp, millî bir devlet kurma yolundaki akılcı tutumu; çağdaşlaşmayı gerçekleştirme yolundaki kararlı ve cesur hamleleri de, ayrıca bütün dünyada derin izler bırakmıştır. Kendi sömürgelerinin halkları ile Türk milleti arasındaki bağları koparmak için, İngilizler ve Fransızlar, Hindistan’da ve Arap ülkelerinde, Türkiye’nin ve Mustafa Kemal’in İslâm’dan uzaklaştığı yolunda yoğun propagandalar yaptılar. Teokratik devlet yapısının yerine çağdaş, lâik bir devlet kurmanın önemini bilenler ve İslâm dininin özüne bağlılıkla teokratik devlet kalıpları içinde hapsolmanın farkını anlayanlar, bu haksız ve ard niyetli propagandadan etkilenmediler. Zamanla, sömürgecilerin, İslâm’ın dostları olmadıkları gerçeği aldatılan kütlelerce de anlaşıldı.

Atatürk Türkiyesi, millî kurtuluş şahlanışının örneği ve ilham kaynağı olduğu gibi, gelişmeğe muhtaç pek çok ülkenin çağdaşlaşma çabalarına da ışık tuttu.

Pakistan’ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah’a göre: “Türk Kurtuluş Hareketinin lideri Mustafa Kemal Atatürk, bütün dünya için bir örnektir. Onun ölümü ile, yalnız islâm âlemi değil, bütün dünya, tarih boyunca yaşamış en büyük insanlardan birini kaybetmiştir.”

New Delhi’deki Jawaharlal Nehru Üniversitesi’nin Profesörlerinden Dr. Muhammed Sâdık (Mohammad Sadiq), “Türk İnkılâbı ve Hindistan Özgürlük Hareketi” başlıklı eserinde, Hindistan’da bağımsızlık mücadelesi yolunda sağlanan millî beraberliğin “ilham kaynağının Türk milleti olduğunu” belirtir; Türk Bağımsızlık Savaşı’nın ve Mustafa Kemal Atatürk’ün, ister Müslüman, ister Hindu veya Sih olsunlar, bütün Hindistan halkını ve Hint kurtuluş mücadelesi önderlerini nasıl derinden etkilediğini, belgelere dayalı olarak açıklar.43

Bu Hindistan’lı bilim adamına göre:

“Türk Kurtuluş Savaşının gazisi ve Türk İnkılâbının mimarı Mustafa Kemal Atatürk, kendi milletinin kaderini değiştiren ve emperyalizmden kurtulma vetiresinde kalıcı bir iz bırakan büyük insanlardan biridir. Bu Türk devlet adamı . .. savaştan yorgun ve bitkin düşmüş yurttaşlarına umut aşılamakla kalmamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün başarısı ve mesajı, Türkiye’nin sınırlarının çok ötesinde geniş bir alana yayılmıştır; sömürge esareti altında inleyen herkese esin kaynağı olmuştur. O yeni bir uyanışın müjdecisi, Asya’da özgürlüğün habercisi olmuştur: O’nun önderliğindeki Türk Kurtuluş Hareketi, bütün Asya’da sömürgeciliğin ölüm çanının çalınmasına yol açmıştır”44.

Hintli bilim adamı, şüphesiz, Türk Millî Mücadelesi ile Hindistan’da başlayan Özgürlük Hareketi arasında tam bir benzerlik bulunmadığının farkındadır. Türkiye, Millî Mücadelemden önce de, hiç bir zaman bağımsızlıktan yoksun bir sömürge durumuna düşmediği için, Türkiye’nin durumu Hindistan’dan farklı idi. Ancak, Türk Millî Mücadelesi de Batı emperyalizmine karşı girişilmiş bir millî bağımsızlık savaşıydı; çünkü, sömürge yönetimi altına düşmemiş olsa bile, Türkiye de, sömürgeci bir istilâ tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyordu.45

Büyük Zafer ve Lozan Andlaşması, bütün Hind Yarımadasında ve ezilen ülkelerde, bir milletin “yeniden hayata, şerefe, büyüklüğe kavuşmasının” sembolü olmuştu. Prof. Mohammad Sadiq’in tahliline göre, “söz konusu olan sadece askerî bir zafer değil, aynı zamanda siyasî bir zaferdi. Bunların da üstünde olarak, Türkiye, savaşta ve barışta elde ettiği başarılara anlam kazandıran entellektüel ve ahlâkî bir zafer de kazanmıştı”46. Türk-Yunan çatışması iki fikir arasında bir çatışma idi: Türkler geçmişi diriltmek değil, yeni bir hayatı başlatmak çabasında idiler; bağımsız bir millî devlet kurmak istiyorlardı. Yunanlılar ise geçmişte kalmış boş hayalleri, tarihe gömülmüş Bizans İmparatorluğunu diriltmeye çalışıyorlardı. Türklerin zaferi, yaşayan bir fikrin ölü hayallere; haklı bir davanın emperyalist yayılmacılığa karşı zaferini tescil ediyordu.47

Hindistan Millî Kongresinin Büyük Zafer’den sonra yapılan bir toplantısında, Hint’li Lider Abul Kalam Aza d, Mustafa Kemal Atatürklü “çağın en büyük şahsiyeti” olarak nitelendirdi.48

Hindistan’da yapılan bir başka toplantıda, Mustafa Kemal Atatürk’e “Seyf-ül İslâm” (islâm’ın kılıcı) unvanı veriliyor ve “kazandığı zaferlerin yalnız İslâm âlemine değil, bütün Asya kıt’asına şeref kazandırdığı” ilân ediliyordu.49
Şair-filozof Muhammed İkbal, TBMM’nin Hilâfeti kaldırmasından sonra Hindistan’da Türkiye aleyhine yürütülmek istenen (ve İngiltere hizmetindeki Ağa Han ve benzerlerinin ön ayak oldukları) olumsuz propagandalara karşı çıkarak, konuya çağdaş bir yorum getirmiş, Atatürk’ün tuttuğu yolun doğruluğunu savunmuştur. Değerli islâm filozofu ve şairi, şöyle diyor:

“Gerçek sudur ki, bugün İslâm milletleri arasında dogmatik uykudan silkinip uyanmış ve bilince erişmiş tek millet Türk milletidir. Sadece Türkiye, düşünce özgürlüğü hakkına sahip çıkmıştır. . . Çoğu İslâm ülkeleri eski değerleri mekanik şekilde tekrarlarken, Türkler yeni değerler yaratma yoluna girmişlerdir. . .”.50

Hint’li Lider Nehru, yalnız emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı girişilen kurtuluş mücadelesi bakımından değil, fakat çağın gerekleriyle ve akılcı devlet yönetimiyle bağdaşmayan bazı dogmalardan kurtulma açısından da, Türkiye’nin ve Mustafa Kemal Atatürk’ün verdiği örneğe dikkati çekmiştir. Hindistan’daki kast sistemine karşı çıkarken, kadınların statülerinin düzeltilmesini savunurken, çağımızın gereklerine aykırı dogmalarla savaşırken, Pandit Nehru, Atatürk’ü örnek göstermiştir.

Hindistan’ın ünlü lideri Pandit Nehru “The Discovery of İndia” (Calcutta, 1945) adlı eserinde de, Mustafa Kemal Atatürk’ün “yalnız Müslümanlar tarafından değil, Hindular tarafından da çok sevildiğini” vurgulamış, “Mustafa Kemal Atatürk, gençlik günlerimizde kullandığımız adıyla Kemal Pasa, benim kahramanımdı” demiştir.

Endonezya bağımsızlık mücadelesinin önderlerinden Sukarno, gençliğinde ve bağımsızlık mücadelesinin güç günlerinde, Kemal Atatürk’ten ilham aldığını anlatmıştır.

Ülkesinin bağımsızlığı için savaşırken bir süre Fransız zindanlarında hapsedilmiş olan Tunus bağımsızlık mücadelesi lideri (ve sonradan Tunus devlet başkanı) Habib Burgiba, Atatürk’ün kendisine ve arkadaşlarına nasıl ışık tuttuğunu, hem Türkiyeyi ziyareti sırasında TBMM’de yaptığı bir konuşmada, hem çeşitli demeçlerinde anlatmıştır. Burgiba’ya göre, Atatürk’ün verdiği örnek hiç bir zaman unutulmayacak; ebedî olan eseri, başka milletler için de ilham kaynağı olmağa devam edecektir. Tunus Başbakanlarından H. Noira, “bağımsızlık için savaşırken, yalnız Türklerin değil, bütün İslâm ülkelerinin örnek mücahidi Mustafa Kemal’den ders aldık” demiştir. 5a

Çin’li liderlerden bir çoğu, Atatürk’ü, yol gösteren bir lider olarak saygıyla anmışlardır.

Mısır’lı yazar M. Moushraffa’ya göre, kendi ülkesinin sınırları dışında da büyük etkisi olan Atatürk, insanlığa ışık tutan bir liderdir; Doğu milletlerine, millî benliklerini yitirmeden, çağdaş değerlere intibak edebileceklerini gösteren O’dur. 53

Bugün Bangladeş’de kalan Noakhali eyaletinin Daganbhuiya şehri halkı, 1939 da kurdukları bir liseye Atatürk’ün adını vermişlerdir. Okul bugün de aynı adı taşımaktadır. Okullarına “Atatürk Lisesi” adını verirken, bu Bangladeşliler, Atatürk’ün yalnız Türkiye’ye değil, bütün İslâm âlemine baha biçilmez hizmetler yapmış olmasını gerekçe olarak göstermişler, bu hususu Türkiye Cumhuriyetinin en yakın konsolosluğuna yazı ile bildirmişlerdir. Bütün Hint yarımadasında sömürge yönetiminin hüküm sürdüğü bir sırada gerçekleştirilen bu hareket, aynı zamanda İngiliz yönetimine karşı dolaylı bir protesto ve bağımsızlık lehine bilinçli bir halk hareketi idi. 54

Atatürk’ün Üçüncü Dünya ülkeleri üzerindeki etkisini gösteren örnekler ve yazılar saymakla bitmez.55 Ancak, Fransız siyaset bilimcisi profesör Maurice Duverger’nin şu görüşünü hatırlatmakta yarar vardır:

“1945 den beri Kemalizm bir örnek değeri kazandı... Kemalizm, Moskova veya Pekin’in etki alanında olmayan Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğuna, doğrudan doğruya veya dolaylı şekilde, ilham kaynağı olmuştur. Gelişme halindeki ülkeler için, Kemalizm, marksizmin gerçek alternatifidir.”56

Doğumunun 100. yıldönümü münasebetiyle düzenlenen törende, Atatürk hakkında, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri,

“Yüzyılımızın en büyük adamlarından biri, millî kurtuluşun kahramanı, barışın mimarı” deyimlerini kullanmıştır.

Hindistan Kadınlar Birliği’nin görüşüne göre, bu nitelendirme yeterli değildir. Bu teşkilâtın fikri şöyle:

“Mustafa Kemal dünya kurulduğundan bu yana gelmiş geçmiş en büyük kadın hakları savunucularından biridir. Mustafa Kemal Atatürk, kadınları haklarına kavuşturan bir önder olmakla kalmaz’, o bütün insanlık tarihinin en büyük simasıdır”.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilâtı (UNESCO), doğumunun 100. yıldönümünde, Atatürk’ü anma kararı alırken şöyle diyordu:

“Kemal Atatürk, sömürgecilik ve emperyalizme karşı girişilen ilk kurtuluş mücadelelerinden birinin lideridir.” “Kemal Atatürk, dünya milletleri arasında devamlı barış ülküsünün ve karşılıklı anlayış ruhunun olağanüstü bir öncüsüdür; bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımı tanımayan bir ahenk ve işbirliği çağının açılması uğrunda çalışmıştır.”

Atatürk, birbirini aralıksız kovalayan savaşlar boyunca, askerî bir deha ve bir savaş kahramanı olarak parlamıştı; fakat Atatürk, aynı zamanda, Türk tarihinin en uzun barış dönemini açmağı başarmış olan önderdir.

Osmanlı İmparatorluğu, 1450’den 1900’e kadar her elli yılın otuzbuçuk yılını savaşta geçirmişti. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde en uzun barış dönemi 29 yıl sürmüştü. 1450-1900 yılları arasında, ortalama olarak, iki yıl barışa üç yıl savaş düşmektedir.60 Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana, sürekli barış içindedir. (Kore’ye asker gönderilmesi Birleşmiş Milletlerin bütün ülkelere yaptığı görev çağrısının sonucu idi; Kıbrıs Barış Harekâtı ise, Garanti Andlaşmasından doğan bir hakkın kullanılması ve bir görevin yerine getirilmesidir).

Atatürk bir aksiyon adamıdır; fakat demeç ve nutuklarını okurken, O’nun aynı zamanda büyük bir fikir adamı olduğunu görürsünüz; Atatürk, siyasî düşünce tarihinin büyük ustaları kadar meharet, açıklık ve berraklıkla düşünceleri işleyebilen bir kişidir. Onun bu yönünü en iyi belirtenlerden biri, yukarıda sözü geçen, ünlü Fransız devlet adamı ve düşünürü Edouard Herriot olmuştur:

“Türk İnkılâbı düşüncenin ürünüdür. Bu İnkılâbı yöneten kişi, sosyal ve politik sorunların çözümünü bilimde aramak gerektiğini bilen bir kişidir. Bu kişi, milletleri yönetenlerin ahlâkî yollara bağlı kalmalarının önemini de bilmektedir. Bu eski kurmay subay, bu sivil kıyafetli general, bize adeta Kant’cı bir filozof gibi görünmektedir. . Bütün insanlık tarihinde, Gazi Mustafa Kemal gibi, milletiyle kaynaşan, onun için mücadele eden, cefa çeken ve bütün engellere rağmen milletini asil hedefine doğru ilerleten önderlerin sayısı pek azdır.”

Atatürk “karizmatik” bir liderdi. Kendi yurttaşları ve pek çok yabancı, onun olağanüstü, adeta insanüstü yeteneklere sahip olduğuna inanmışlardı. Böyle düşünenler arasında, onun nezdinde görev yapan nice ünlü diplomat, yabancı devlet adamları da vardı. Meselâ İngiltere’yi Ankara’da 1933-1939 yılları arasında temsil eden büyükelçi Sir Percy Loraine, Atatürk’le ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyor:

“Eminim ki Atatürk tamamiyle olağan dışı bir insandı. Tehlikeden korkmanın veya güçlükler karşısında tereddüt geçirmenin ne olduğunu hiç bilmeyen bir insandı. Başka hiç bir insanda görmediğim için adlandırmak imkânına sahip olmadığım bir çeşit sezgi ile, karşılaştığı bir problemde veya durumda, önemli olan noktayı önemsiz olanlardan -derhal ve görünürde hiç bir çaba harcamaksızın- ayırabilme gücüne sahipti.”

Bir başka İngiliz büyükelçisi, Sir George Clerk, onun için, “Yüzyılımızın adamı Mustafa Kemal’dir” demiştir

ABD büyükelçileri şunları yazmıştır:

“Büyük insan yetiştiren bir millet büyük millettir. . . Bugün dünyada Mustafa Kemal’den daha üstün bir devlet adamı yoktur”. 64

Fransa’nın eski Ankara büyükelçisi Charles de Chambrun, Atatürk’ün ölümünden bir gün sonra, Le Figaro’da. yayınlanan bir yazısında, Türkiye Cumhurbaşkanının Çankaya’da Fransız generali Gouraud ile karşılaşmalarını anlatırken, Atatürk’ün yalnız askerî dehasını değil, diplomasideki inceliğini ve insan olarak niteliklerini göklere çıkarır. General Gouraud, Çanakkale Savaşlarında bir kolunu kaybetmişti. Türkiye’ye gelişi de, Çanakkale’de dikilen bir anıtın açılışı ile ilgiliydi. Fransız Büyükelçisi, yazısında, karşılaşmayı şöyle anlatıyor:

“O günü hiç unutmayacağım... Çanakkale’de hayatlarını kaybedenler için dikilen bir anıtın açılış töreninden bir gün önce idi. Ankara’da bulunuyorduk. Çanakkale Savaşından sağ çıkan iki kişi ayakta karşı karşıya idiler. Aralarında artık siperler yoktu. General Gouraud’nun mavi bakışı Mustafa Kemal’in çelik gözleriyle karşılaşmıştı. Mustafa Kemal, bana doğru eğilerek ve muhatabının içi boş duran ceket kolunu işaret ederek, duygulu bir şekilde ve çok hafif sesle: “Türk toprağında dinlenen bu şerefli kol, artık, ülkelerimiz arasında son derecede değerli bir bağdır” demişti. 65

Aynı Fransız diplomatı, bir başka yayınında, Atatürk hakkında Venizelos’un kendisine söylediklerini nakl etmiştir. Anadolu’yu işgale ve ilhaka kalkışan eski Yunan Başbakanı Venizelos, yıllar sonra, bütün plânlarını bozan Atatürk’ü Ankara’da ziyaret etmişti. Venizelos, “Gazi”nin huzurundan ayrıldıktan hemen sonra, izlenimlerini, Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Comte Ch.de Chambrun’e, gözleri hâlâ heyecandan parlayarak, anlatmıştır. Veni-zelos’un, yakında tanıyınca, Atatürk’e duyduğu hayranlığı belirten sözlerinin bir bölümü şöyledir:

“Çok büyük bir insan !.. Bu kadar engin düşünceli, devlet yönetiminde bu derecede bilgi sahibi bir generale hayatım boyunca rastlamadım.” 66

Yurttaşlarının ve yabancıların büyük kısmının kendisinde olağanüstü nitelikler görmelerine rağmen, Atatürk, bu çeşit hükümlerin tesirinde kalmadı; sadece kendi şahsî sezgilerine ve yeteneklerine güvenip yanılgılara düşmedi; olayları ve gerçekleri akılcı şekilde tahlil edip değerlendirme metodundan ayrılmadı; bir konuda karar almadan önce “durum muhakemesi” yapmaya, başkalarına danışmaya ve hür tartışmaya önem verdi; kişilere bağlı olmaksızın varlıklarını sürdürebilecek ve kendisinden sonra da devam edecek “müesseseleri” kurmanın ve meşru karar mekanizmaları oluşturmanın yararlarını hiç bir zamanın gözden uzak tutmadı.

Atatürk’ün büyük karizması vardı. “Atatürk bu karizmasından yararlanmak istememiş ve daha başlangıçtan itibaren otoritesini akılcı-hukukî kalıplar içerisinde kurumsallaştırmağa çalışmış”; T.B.M.M. başta olmak üzere, kalıcı, demokratik kurumlar kurmuştur. Bu sayede, eseri, kendisinden sonra da, gelişerek yaşamağa devam etmiştir.

Atatürk, hem bütün kalbiyle sevdiği ve mensup olmaktan sonsuz gurur duyduğu Türk Milletinin, hem de bütün insanlığın mutluluğu için çalışmıştır.

Benzer Konular

29 Nisan 2014 / Misafir Soru-Cevap
25 Şubat 2010 / Misafir Soru-Cevap