Arama

Savaş nedeniyle yaşanan göçler hakkında bilgi verir misiniz?

Güncelleme: 4 Ekim 2015 Gösterim: 5.401 Cevap: 2
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2009       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
savas yuzunden olan gocler
Sponsorlu Bağlantılar
_KleopatrA_ - avatarı
_KleopatrA_
Ziyaretçi
16 Aralık 2009       Mesaj #2
_KleopatrA_ - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

savas yuzunden olan gocler

bu konuda yazı buldum umarım yardımcı olur.
Alıntı

SAVAŞ VE GÖÇ GERÇEĞİ
Onbinlerce insan yine yollara düştü. Daha iyi bir yaşam umudu için değil, düpedüz, yaşam için, yaşamak için. İki aydır aralıksız bombalanan afganistan’da 2 milyona yakın afgan, ülkesini terk etti. Amerika’nın saldırısı başlamadan on binlercesi iran ve pakistan’a göç etti.
Sponsorlu Bağlantılar

Ortadoğu’nun petrolünden sonraki büyük -neredeyse sınırsız- petrol ve doğal gaz yataklarının bulunduşu ve orta asya’daki stratejik konumu afganistanı epeydir gündeme sokmuştur. Enerji kaynaklarını ve kaynakların dağıtımını kontrol altına almak için stratejik/kilit önemdeki afganistan’a bir yeni düzen vermek, amerikanın yeni dünya düzeni planı içerisinde önemliydi ve gerekiyordu. Dünya ticaret merkezi’ne yapılan saldırı, afganistan’da yapılacak düzen değişikliğinin gerekçesine ciddi bir bahane oldu. Yeni dünya düzeni ve bu düzenin içinde afganistan’ın düzeni, elbette ki “sulh”la olamayacak bir kilitlenmeye girmişti. Savaş, amerikanın dünya egemenliği ve yeni dünya düzeni için -balkanlardan sonra- ekonomik ve siyasal gücünün istikrar aracı ve yol açıcısı olarak bir tehdit ve gözdağı da oldu.
Ama en çok tehdit edilen afgan yoksulları oldu...

22 milyon nüfuslu afgan halkı 20 yıldır süren savaş ve iç savaşın ardından amerikan saldırısıyla birlikte, bir kez daha kitlesel olarak ülkelerini terke zorlandılar. 20 yıllık savaş milyonlarcasını zaten göçettirmişti. Afganistan’ın iki büyük sınır komşusu iran ve pakistan’da 3.5 milyona yakın afgan mülteci, son savaştan -amerikanın saldırısından- önce ülkelerinden ayrılmışlardı. Amerikan saldırısı 2 milyon afganı daha ülkelerinden sürdü. Bu gerçeklik, modern zamanlar göçünün kitleselliğini ve onu koşullayan zor’u açıklar. Bu özellikler ise göçe bir sürgün niteliği de verir. Afganistan nüfusunun yaklaşık beştebiri, göç etmiş durumda. Yakın tarihin en çok göç veren ülkesi olma durumu, göç’ün kendiliğinden olmadığını, tamamen dışsal bir nedenle, zor nedeniyle olduğunun gerçeğine götürür bizi. Başka bir anlatımla; göç edenlerin, daha iyi, “yüksek standartlı” bir hayat ya da batılı anlamda modern bir hayat, medeniyet için duydukları istekle değil, bir zorlamanın ve zorunluluğun sonucu olarak ülkelerini terkettikleri, göçe zorlandıkları gerçeğini açığa çıkarır. Bu zor’lama ve zorunluluk, göçe siyasal bir karekter vermekte, savaş dahil siyasal nedenlerle göçedenler de mülteci sayılmaktadır.
Amerika saldırısından önce iki milyona yakın afganlı mülteci iran’da 1.5 milyon mülteci de pakistan’da yaşıyor. Kamplara ulaşabilen mülteciler, geride kalanlardan şanslı sayılıyor. Savaş, mültecileri ülkelerini terke zorlarken, sınır ülkeler mülteci göçüne karşı sınırlarını tahkim ettiler. Ülke içinde 7 milyona yakın afgan -nüfusun üçtebiri-, kıtlık ve açlıkla karşı karşıya. Ama, gökten yalnızca bomba yağmıyor; “yardım” da bombalanıyor!

Savaş : Göç mü, sürgün mü?
Savaş nedeniyle göç, yeni bir olgu değil. Binlerce yıllık bir gerçeklik olmakla birlikte; edward said’in dediği gibi “yerküreyi sözcüğün gerçek anlamıyla yutan bir göç, zorla seyahat ve zorla ikamet döneminde yaşıyoruz.” Filistin halkı, 2. emperyalist paylaşım savaşından bu yana 50 yılı aşkın bir süredir yurtlarından sürgün edildiler. Filistin halkı, mülteci kamplarında yaşayarak varlığını sürdüren ve bütün haklarından yoksun en kalabalık mülteci grubu.. 1 milyon filistinli, ürdün, lübnan, suriye, batı şeria ve gazze’deki kamplarda yaşıyor. Suriye, ürdün, lübnan ve diğer arap ülkelerindeki filistinli mültecilerin durumu, işgal altındaki topraklarda yaşayan filistinlilerden çok daha iyi bir noktada değil. Sürgündeki filistinliler, mülteci (sığınmacı) olarak kabul edildikleri ülkelerde vatandaş olarak kabul edilmedikleri gibi, ikamet, çalışma veya seyahat vb. haklardan da yoksunlar. Bu sorun, mülteci gerçeğinin dolayımsız bir parçasıdır. Savaştan kaçan veya sürülen mülteciler kabul edildikleri ülkelerde hiç bir zaman vatandaş ol(a)madılar. Mülteciler, bulundukları ülkelerde daima yabancı/misafir sayıldılar. Filistinliler, 2001 yılı ocak-ağustos döneminde de en büyük mülteci grubunu oluşturdular.

Son on yıldaki büyük göç hareketleri, emperyalist kapitalist devletlerin dünya egemenliği ve nüfuz alanları için verdikleri mücadelenin bir parçası olan savaşlarla birlikte gerçekleşti. Eski yugoslavya’daki parçalanma ve emperyalist hakimiyet savaşımları için kışkırtılan savaşlar, on binlerce bosna-hersek’li müslümanı ve hırvatı kendi topraklarından göçe zorladı. Ardından, NATO’nun sırbistan’da yeni düzen savaşında/operasyonunda binlerce sırp da aynı kadere maruz kaldı. 1991 yılındaki körfez savaşı ile birlikte kuzey ırak’taki on binlerce kürt mülteci, topraklarından sürüldü; göçe zorlandı. Bu son iki örnekte, etnik soykırım ve göç bir arada yaşanmıştır. Her ikisi de, aynı sürecin yani savaşın ürünüdür. Son afgan göçü gibi bu göçler de, emperyalist dünya düzenleri projelerinin savaşla hayata geçirilmesi gerçekliğinin sonuçlarıdır diyebiliriz. Savaştan kaynaklanan göçler, ekonomik amaçlı göçlerden farklı olarak, doğrudan zorun sonucu olarak ve çok daha kitlesel nitelikte gerçekleşiyor. Burada bir tercihten söz etmek elbette mümkün değildir. Tam tersi; bir dayatma ve egemenlerin şiddetinden verili koşullarda mümkün görülen kaçış, “kurtuluş” imkânı olarak, göç ediliyor. Ya da; kuzey ırak’lı kürtlerin 1991 yılında yaşadıkları gibi göç, sürgünün adı oluyor. Aslında her iki durumda da sürgün söz konusudur. Biri, açıkça sürgün etme diğeri sürgünü “seçme” zorunluluğu. Fark, bu kadar. Her iki sürgün-göçde de ölümler oluyor... Birincisinde ölümler daha korkunç ve ikincisine göre daha çok. Tabii; göç edilen mevsim koşulları da ölümün boyutlarını belirliyor.

Güç ve etkinlik alanları üzerindeki emperyalist savaşımın sürekliliği, göç olgusunu da sürekli kılıyor. Emperyalist egemenlik plan ve projelerinin hayata geçirilişinin savaşlarıyla, göç olgusu tüm dünya üzerine yayılıyor. Savaşlar sürgünleri, zorla seyahati ve zorla ikameti getiriyor. Savaşın “bitmesi” veya “istikrar”ın sağlanmasıyla birlikte tersine göç hareketleri başlıyor; göç sürekli hale geliyor.

“Daha iyi bir hayat” için mi?!.
Siyasal nedenler ya da savaş dışında göçlerin nedeni şüphesiz ki, ekonomik. Ekonomik nedenlerle göç edenler, siyasal nedenlerle göç edenlerden farklı olarak mülteci olarak tanımlanmıyor. Ancak; göçün ekonomik nedenlerinin temelini irdelediğimizde, yine toplumsal ve siyasal nedenlere ulaşırız. Göçten en çok etkilenen kıtanın afrika olması tesadüf değildir. Talan edilen afrika, çıkış yolu olarak kuzeye göç ediyor. Afrika, siyah olduğu için sömürüldü; sömürüldükçe siyahlaştı.

Göç hareketleri “aşağı”dan “kuzey”e, “doğu”dan “batı”ya doğru. Esas olarak; neden batı avrupa, amerika ve kanada, avustralya, japonya ve rusya’nın göç aldığı, buna karşılık neden afrika’nın, uzak ve güney asya’nın, güney amerika ülkelerinin göç verdiği sorgulanmalıdır Ya da daha somut bir ifadeyle; birçok avrupalının hemen hemen bütün yaşamı boyunca doğduğu yerde yaşıyor ya da en fazla 30 kilometre uzaklığa taşınıyor olmasını, “doğduğu yere bağlılıkları” ya da “haklarına razı olmaları”yla açıklayamayız Bu sorunun yanıtını, ezilenlerin kurtuluşu’nun 12. sayısındaki yazımızda verdiğimiz bir istatistik açıklayıcı kılacaktır: Son yirmi yılda göç hareketlerinin 4 kat artışı ile, son 40 yıldaki dünya ölçeğinde sömürü ve talanın artışı ve bundan elde edilen zenginliklerin belli merkezlerde ve egemen sınıflar elinde yoğunlaşması arasında önemli paralellikler vardır. “1960 yılında dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’lik bölümü dünya gelirinin yüzde 70’ine el koyarken, 1991 ylında bu oran yüzde 85’e yükselmiş durumda. Buna karşılık dünya nüfusunun en yoksul yüzde 20’lik bölümü 1960 yılında dünya gelirinin yüzde 2.3’ünü alırken, bu oran 1991 yılında yüzde 1.4 daha gerilemiştir”. “Son 50 yıl içinde en zengin bir milyar insan(ın), en yoksul bir milyardan 60 kat daha fazla gelire el koyması”nın gerçekliği, kendi amacını da gösteriyor. Bu zenginlik, emperyalist kapitalist ülkelerin salt kendi topraklarında ve kendi kaynaklarıyla elde edilen bir zenginlik değildir. Toplumsal eşitsizliğin kapitalist emperyalist ülkeler lehine büyümesi, afrikanın, asya ülkelerinin ve göç veren tüm diğer ülkelerin yoğun sömürüsü ile gerçekleşmiştir...
Dünyanın ezilenleri, yoksulları gözlerini zengin ülkelere dikmişlerdir; bu, doğrudur. Kendi ülkelerinde “sosyal devlet” ya da toplumsal değişim/dönüşüm için savaşımın tehlikelerini göze almak yerine, zengin, “refah devleti” ülkelerine göç etme tehlikesini göze alışları da bir gerçekliktir. Bu, verili bir bilinçtir... (Bu durum, işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin ekonomizme tekabül etmesinden çok da farklı bir şey değildir.) Yoksullar, ezilenler daha iyi bir yaşam umudu için “kapitalist refah” ülkelerine göç ediyorlar. Kuşkusuz; ekonomik nedenlerle göç edenlerin, göçemeyenlere oranla bir nebze ayrıcalıklığı söz konusudur. Ancak bu durum, göçmenlerin geldikleri ülkelerde çoğunlukla alt sınıflara ait oldukları gerçeğini tersyüz etmediği gibi, göç ettikleri ülkelerde de en “aşağılık” aşağıdakileri oluşturdukları durumunu da değiştirmemektedir.

Göç edenler, göç ettikleri ülkelerdeki yaşama öykünürler. Bu, anlaşılır bir şeydir; doğaldır da. Ezilenlerin iç dinamikleri ve pisikolojisinde bunu açığa çıkarabilmek her zaman mümkün. Göçmen, kendi ülkesindeki yoksulluğun karşısında, batı avrupa’daki, amerika’daki zengin-refah hayatı televizyonlardan, reklam materyallerinden vs. her gün görmekte ve deyim yerindeyse bu pilastik yaşamlara “ağzının suyu akarak” bakmaktadır. Bir gün, kendisinin de modern-refah bir hayatı olabileceğini, sınıf atlayabileceğini düşlemektedir. Bu, ezilen ve sömürülenlerin -içinde bir çok yanılsama ve hayal kırıklığını da taşıyan- düşüdür. F. Fanon’un, yeryüzünün lanetlileri yapıtında sömürge insanının psikolojisini anlattığı bölüm, sömürülen yerli kadar, göç psikolojisini de anlaşılır kılacaktır:

… Sömürgecinin yaşadığı şehir taş ve çelikten yapılmış sağlam bir şehirdir. Aydınlıktır; yollar asfalt kaplıdır ve çöp kutuları görülmemiş, duyulmamış ve hayal bile edilemeyecek şeylerle doludur. …Sömürgecinin oturduğu şehrin temiz ve düzgün olması, taş ya da çukur bulunmamasına karşın, sömürgecinin ayakları sağlam ayakkabılarla korunur. Sömürgecinin şehri iyi beslenilen, yaşaması kolay bir şehirdir; karnı her zaman iyi şeylerle tıka basa doludur.“ “Daha iyi bir yaşam”, göçeden yoksullar için işte budur. “…yerli şehri, kötü ünü olan bir şehirdir; şeytani insanların yaşadığı bir yerdir. … İnsanlar üst üste yaşar, kulübeleri birbirinin üstüne inşa edilmiştir. Yerli şehri aç bir şehirdir, ekmeğin, etin, ayakkabının, kömürün, ışığın açlığının çekildiği bir şehir …diz çökmüş bir şehirdir. Çamur içinde debelenen bir yerdir. Yerli, sömürgecinin şehrine imrenerek, şehvetle bakar.
Hak mı, sadaka mı?..
Üçüncü dünyanın ezilenleri ve emekçileri, aslında, birinci dünyanın zenginliklerinden doğrudan hak sahibidirler. Birinci dünyanın zenginliği, çalınmış bir zenginliktir. Üçüncü dünyanın, eski sömürgelerin yağma ve talanından elde edilmiş bir zenginlik. Bu zenginlik, afrikalı, asyalı latin amerikalı yoksulun kendi coğrafyasından ve emeğinden çalınan hakkıdır.

Zengin avrupa ve amerika ülkeleri (ve diğerleri), yoksulların göçüne karşı sınırlarını tahkim ediyor; vizeler koyuyor, duvarlar örüyor; silahlı sınır güvenlik birliklerini artırıyor vs. Kapitalist emperyalist ülkelerin en “insancıl” politikaları ise, göçmenlere geçici/misafir statüsü uygulanması oluyor. Duvarların ya da “geçici misafiri” zorunlu kabulün temelinde de aynı mantık vardır: “Aşağı”dan gelenler, yabancıdırlar; ikinci sınıftırlar. Yaşamlarını, düzenlerini tehdit eden düşmandırlar. Bu yargının kökeninde, bir zamanların sömürgeci imparatorluklarının aynı egemen mantığını görebilmek mümkündür.

Siyasal ya da ekonomik nedenlerle olduğuna bakmaksızın avrupa ve amerika’ya göçlerin karşısına dikilen duvarlara, vizelere, sınırlara., engellere karşı doğrudan bir duruş gerekiyor. Bu karşı duruş, “insani yardım” vb. gibi sadaka politikalarıyla değil, kendinden çalınanı geri almak gibi haklı temellere dayanmalıdır. Emperyalist kapitalist ülkelerin zenginlikleri, dünyanın geri kalanının doğrudan ve dolaylı sömürülerine dayanmakta; doğa ve insan kaynaklarının yağma ve talanından elde edilmektedir. Bu gerçekliğin bilinci, göç olgusunu anlama olanağını ve küresel kapitalizmin politikalarının anti-kapitalist eleştirisini içerir. Buradan göçün siyasal teşviki veya göç için mücadele anlayışına kapılmamak gerekir. Somut bir gerçeklik olan göç karşısında sorunun da çözümün de bir parçası olarak içeriden devrimci çözümler/politikalar üretilebilir. Birinci dünyanın zenginliklerinin tüm dünyaya ait çalınmış bir zenginlik olduğu ve hak sahibi olduğumuzdan başlayarak, “serbest dolaşım” özgürlüğünden, “geriye dönüş” hakkına ve dünya vatandaşlığına kadar -koordinatları değiştirerek- devrimci bir hat yaratılabilir. Bu hat içinde; göçmenlere karşı izlenen ayrımcı politikaların kaldırılması mücadelesinden, mülteci/göçmen hapishanelerinin paramparça edilmesine, zorunlu göçe ve sürgüne karşı mücadeleden, geri dönüş hakkı için mücadeleye kadar, göç sorununun kapitalizme ve küreselleşmesine karşı politikalarla bütünleştirilmesini sağlayacak bir perspektife hayat buldurmak olanaklıdır...

Geriye dönüş hakkı mı?
Mülteci sorununa bakış, geriye dönüş hakkı karşısındaki tutumu da içermektedir. Bu en çok tartışılan konulardan biridir diyebiliriz. Ülkelerinden sürülen ve zorla ikamet ettirilen filistin halkının durumunda olduğu gibi, geriye dönüş hakkını savunmak tartışmasız bir öneme sahip. Bu savunu, geriye dönüşün kayıtsız, sınırsız ve koşulsuz oluşunu da öngörmelidir.

Geri dönüş hakkı koşulsuz savunulmalıdır. Ancak; içi boşaltılmış, sömürü ve talandan çorak hale getirilmiş, hatta sömürmeye değer bir kaynağı dahi bırakılmamış coğrafyalarda “geriye dönüş hakkı”nı tek başına savunmak çözüm değildir. Geriye dönüş hakkının, savaş ve talanlarla içi boşaltılarak posaya dönüşen coğrafyaların ezilenlerine, bunlara yol açan “birinci dünya”ya açılma/yayılma hakkıyla birarada savunulması, bu hakkın seçilebilir ve somut bir hak niteliğine kavuşmasını sağlar. Geriye dönüş hakkı, ülkesinden sürülen, göç etmeye zorlanan göçmenlerin, zengin avrupa ve amerika ülkelerinde ikamet etme haklarıyla birlikte savunulabilmelidir. Sömürülmüş, içi boşaltılmış ve geri bıraktırılmış ülkelerden gelen yoksul ve ezilen göçmenler, “birinci” dünyanın zenginliğinden sadaka değil hak sahibidirler.
Göçmenin avrupalısı tercih edilir…
Yakın zamana kadar amerika; asyalıların ülkeye göçünü yasaklıyordu. 1965 yılında bu yasa (fiilen aşıldığı için) göç kotası şeklinde değiştirildi. Kuzey avrupa ülkelerinden gelen göçmenler tercih ediliyordu. 1960 yılına kadar, amerikadaki göçmenlerin yüzde 75’ini avrupalılar oluşturuyordu. Göçmenlere karşı çin seddi büyüklüğünde duvarlar inşa eden amerika, bir yandan da “değişik ülkelerden insanların birarada yaşadığı tek ülke olma” propagandası eşliğinde üçüncü-dördüncü kuşak göçmenleri amerikanlaştırma programları uyguluyor.

Avrupa ülkelerinde de durum farklı değil. Avrupa birliği de, doğu avrupadan gelen göçmenlerle diğer bölgelerden (asya, ortadoğu, afrika) göçmenler arasında farklılık göz atıyor. Birçok ülkenin göçmen kotası var ve bu oran genellikle yüzde onu geçmiyor. Göçmen kotası, göçü engellemenin diğer yollarının yanında bir başka yöntem. Bununla birlikte; özellikle orta ve küçük burjuva sınıflardan gelen göçmenler, yüksek öğrenim görmüş ve niteliki işgücünü (özellikle beyinsel) tercih ediliyor. Almanya’da; bu ülkede doğmuş ve zaten alman kültürüyle şekillenmiş, fiilen alman olan yabancı kökenlileri (üçünçü ve dördüncü kuşaklar), çifte vatandaşlık türünden uygulamalarla almanlaştırma politikaları izlenmekte. Bu politikalar, göçmenleri engellemek için konulan ırkçı yasalara, mülteci hapishanelerine, ve sınır dışı etmeye alternatif değil. Bu kotalar ve politikalar, yaşlı işgücüne sahip ve nüfus eksilmesi yaşayan avrupa ülkelerinin nüfus eksilmesi problemine karşı aldıkları önlemlerden.

AB yolunda kendisi göçer olmaya çalışan türkiye açısından da durum farklı değil. Türkiye’nin politikası da, sığınma talebinde bulunan göçmenleri “avrupadan gelenler” ve “avrupa dışından gelenler” biçiminde ayrımcı niteliğe sahip. Avrupa dışından gelen mültecilere coğrafi çekince konuyor ve geçici koruma sağlanıyor. Birleşmiş milletler, bu kişiyi üçüncü bir ülkeye yerleştirinceye kadar da geçici oturma izni veriliyor. Türkiye'de göçmenin de “avrupalı”sı makbul...
Aralık/2001EK'nın 13. sayısında yayımlanmıştır.
bullet


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Ekim 2015       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
tam kaynagı yazabilirmisin pek masum bı kaynaga benzamıyo araya bısey sıkıstırılmaya calısılmıs her zamankı gibi

Benzer Konular

23 Şubat 2012 / Ziyaretçi Soru-Cevap
3 Ekim 2013 / Misafir Soru-Cevap
1 Mayıs 2011 / swc Soru-Cevap
23 Ocak 2012 / rsrsrs Soru-Cevap