Arama

Cumhuriyetçilik ilkesi Türkiye'de ve Dünyada nasıl uygulanmaktadır?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 11 Mayıs 2011 Gösterim: 16.149 Cevap: 9
edward_tuba - avatarı
edward_tuba
Ziyaretçi
17 Şubat 2010       Mesaj #1
edward_tuba - avatarı
Ziyaretçi
sosyal performans ödevim.çok acilll.yardımcı olursanız sevinirimmm
EN İYİ CEVABI küboşum verdi
A. Türkiyede Cumhuriyetçilik .......
Latince res publica’nın karşılığı olan cumhuriyet, insanların aile hayatının dışında kalan ve halkın ortak işleriyle ilgili bulunan “kamusal alanı” tanımlamak için kullanılmakta idi. Terim aynı zamanda kamu hayatının kurumsal yapıları veya kurumsal olarak örgütlenmiş kamu alanı anlamında da kullanılmakta idi. Bu anlam, Roma’da cumhuriyet döneminden başlayarak imparatorluk dönemi, Orta Çağ ve Modern Çağın ilk dönemleri boyunca ve 18.yüzyıla kadarki siyaset teorilerinde korunmaya devam etti.1
Sponsorlu Bağlantılar

Türkçe’ye ise Arapça cumhur kelimesinin karşılığı olarak yerleşti. Cumhur, halk, topluluk, kamu, halka ait olan şey anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçesinde ise monarşik olmayan devlet biçimi2 ya da yönetim düzenini tanımlamak için kullanılmaktadır. Daha açık bir ifade ile halkın egemen olduğu bir yönetim düzeninin hukuksal yapısı ve çerçevesidir. 3

Tarihsel olarak Cumhuriyet olgusu; iktidarın toplum içindeki tek bir öğenin elinde toplanmasının önüne geçmek ve farklı çıkarları dengelemek amacıyla doğmuş ve gelişmiştir. Çoğunluk, azınlık ve tek kişiye dayalı yönetiminin sakıncalarını gidermeyi amaçlayan bir düşüncenin ürünüdür.4 Bu anlayışın tarihi geçmişini Eski Roma dönemine kadar götürmek mümkündür. O dönemde demokrasi, aristokrasi ve monarşi gibi geleneksel sî-yasal toplum biçimlerinin prensliklere dönüşmesi üzerine Cumhuriyet, Cumhuriyetçi düşünürlerce kamusal alanı doğru biçimde örgütlendirmenin ve kamu yararının güvenliğinin en iyi yolu olarak tanıtıldı. Bunun en ideali ise Roma Cumhuriyeti idi. Çünkü Roma Cumhuriyeti’nde kamu alanının örgütlendirilmesinde tayin edici güç halka dayanmakta idi. Bu anlayış, Cumhuriyetle ilgili modern anlayışların da temelini oluşturdu.5

Roma’dan sonra gelişen tarihî süreçte İngiliz Siyasal Sistemi, eski Cumhuriyet düşüncesini en iyi temsil eden model oldu. Bireyin, azınlığın ve çoğunluğun iradesini temsil eden Kral, Lordlar Kamerası ve Avam Kamerası, eski anlamıyla tipik Cumhuriyet kurumları olarak nitelendirilebilir. Ancak günümüzde Cumhuriyet kavramı monarşiyi bünyesinde bulunduran sistemler için kullanılmamaktadır. Örneğin bugün kıta Avrupa’sında yer alan Belçika, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç ve Norveç gibi devletler anayasal monarşi ya da meşruti monarşi olarak adlandırılmaktadır. Oysa modern Cumhuriyetler eski Roma’dan farklı olarak, monarşiyi yıkarak yerine kurulmuş, demokratikleşme sürecine paralel olarak aristokratik kurumları da kaldırmış rejimlerdir.6 Bugün gelinen durum itibariyle Cumhuriyet rejimi insanların eşitliğine dayanır. Sınıfsız, imtiyazsız bir toplumu içerir.

Demokrasi ise, halkın yönetimi yani önemli sorunların ne olduğuna ve bunlar hakkında ne yapılacağına dayanan ve her vatandaşın katılma hakkı anlamına gelen Yunanca “demokratia” sözcüğünün günümüzde almış olduğu biçimdir.7 Biraz daha açmak gerekirse demokrasi, bir toplumda insanların kendilerini ilgilendiren ya da ilgilendirebilecek olan konulardaki kararların oluşum sürecine katılmaktır.8

Cumhuriyet ve demokrasi kavramları her zaman birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak illa bu iki kavramı ayrı olarak tanımlamak gerekirse Cumhuriyeti daha çok bir yönetim biçimi, demokrasiyi de yönetimin oluşum ve işleyiş kurallarını niteleyen bir olgu olarak nitelendirmek mümkündür. Cumhuriyet devletin yönetim şekli, demokrasi ise o devletin rejimidir. Cumhuriyet toplumun kim tarafından yönetileceği sorusuna cevap arar. Demokrasi ise toplumun nasıl yönetileceği konusunda cevap verir.9

Demokrasi Cumhuriyet anlayışının derinlik kazanması ve tabana inerek yerleşmesidir. Özde hem Cumhuriyet hem de demokrasi halkın yönetimi olmak fikrine dayanır. Her ikisi de ortak hedefe yönelik ve birbiriyle yakışan ve birbirini bütünleyen kurumlardır.10 Cumhuriyetin özü demokrasi olduğu takdirde ve rejim açısından halk egemenliğine en uygun ortam oluşmuş olur. Cumhuriyet ile demokrasinin beraberce bulunması yani demokratik Cumhuriyet çağımızın en ileri rejimi olarak gösterilebilir.

“ Her Cumhuriyetin mutlaka demokrasi olması beklenemeyeceği gibi her demokrasinin de Cumhuriyet olması istenemez. O halde bir devletin adının Cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş bir devlet başkanın bulunması, o devletin kendiliğinden bir yönetim sistemine sahip olduğunu göstermez. Dolayısıyla başında bir hükümdarın bulunduğu bir yönetim demokratik olabileceği gibi, bir Cumhuriyet yönetiminin demokratik olmaktan uzak olduğu durumlarda söz konusu olabilir. Nitekim, devlet yaşamının demokratikleştirildiği, ama yinede hükümdarlığın sürdüğü meşruti krallıkların yanı sıra, başlarındaki kişi Cumhurbaşkanı adını taşıdığı için Cumhuriyet sayılan diktatörlüklerde mevcuttur.11

Türkiye’de de Cumhuriyet ve demokrasi kavramları hep birlikte düşünülmüştür. Mustafa Kemal, “Benim en büyük eserim cumhuriyettir” derken burada Cumhuriyeti bir demokratik devrim bir medeniyet/uygarlık projesi olarak görüyordu. Bu anlayış Atatürk döneminden sonra da aynı şekilde devam etmiştir. Nitekim 1960 ve 1980 askeri yönetim döneminin liderleri, görevleri sırasında Cumhurbaşkanı değil, devlet başkanı sıfatını kullanmaya özen göstermişlerdir. 1982 anayasanın geçici 1.maddesinde, anayasanın halk oylaması sonucunda kabul edilmesi ile o tarihteki “Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı”nın Cumhurbaşkanı sıfatını kazanacağı belirtilmiştir. O halde Cumhuriyet, anayasanın 2.maddesinde yer alan demokratik nitelemesiyle birlikte ele alınmalı ve devletin temel organlarının doğrudan ya da dolaylı yolla serbest seçimlerden çıkmaları ve de seçimden çıkmış kişilerce atanmaları biçiminde anlaşılmalıdır.12

B. Türkiye’de Cumhuriyet Yönetimine Geçiş

14. yüzyılda kurulan Osmanlı Devleti kendine özgü yönetim sistemi ile 17. yüzyıla kadar dünyanın en güçlü devletlerinin başında geliyordu. Bundan dolayı da Batı’da gelişen düşüncelere ve uygulamalara kayıtsız kalmıştı. Ancak devletin Batı karşısında önce duraklamaya sonrada gerilemeye13 başlamasıyla oluşan ağır koşullar yöneticileri çözüm arayışına yöneltti. Bu aşamada öncelikle Batı’da gelişen askerî teknolojiden faydalanmaya öncelik verildi. 1792’den itibaren Avrupa başkentlerine düzenli ve sürekli elçilikler14 kurulmaya ve uzmanlar gönderilmeye başlandı. Böyle olsa da 1789 Fransız Devrimi’nin İnsan Hakları Bildirisi’ndeki ilkelere ve Krallığın yerine Cumhuriyetin kurulmasına karşı önceleri kayıtsız kalındı. Ancak, özellikle II. Mahmut devrinden itibaren devrimci bir tepkinin başladığı ve geliştiği bilinmektedir. Böyle bir tepkinin aydınlar arasında başlaması ve süreklilik kazanması ise Tanzimat dönemine rastlamaktadır. Batı’nın siyasal ve hukuksal düşünceleriyle ilişkiye giren gençler bu konudaki terminoloji ve düşünceleri Osmanlı Devletine aktarmaya başladılar. Bu bağlamda düşünce özgürlüğü, ulusal egemenlik ve cumhuriyet sözcükleri kullanılmaya başlandı. Özellikle insan hakları bildirisinde geçen ilkelerden “güvenlik” ve “Kanun önünde eşitlik” ile ilgili olanları ilk defa 1839’da ilân edilen Gülhane Hattı ile Osmanlı toplumuna girdi. Böylece gerek Gülhane Hattı gerekse 1856’da ilân edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı Devleti ile uyrukları arasındaki ilişkiler yasal bir çerçeveye oturtularak devletin sınırları içerisinde yaşayan tüm uyrukların eşit olduğu ilân edildi. Bu gelişme ile Osmanlı Devletinin sahip olduğu millet sistemi sarsılmaya başladı.15 Bu sarsıntıyı önlemek ve yeni çareler bulmak üzere doğan Yeni Osmanlılar Hareketinin16 temsilcileri olarak Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi Avrupa’ya giderek halkın haklarını koruma davasında, özgürlük, ulusal egemenlik ve parlamento ile yönetim konularında çalışmalar yaptılar. Ancak cumhuriyet yönetimi yönünde önemli bir girişimleri olmadı. 17

Fransız Aydınlanma Felsefesi düşüncesinin etkisi altında kalan ve Anayasa hazırlanarak Meclisin açılması, düşünce özgürlüğünün sağlanması, halka egemenlik hakkının verilmesi ve bunları sağlayabilecek örgütlü bir muhalefetin oluşturulması yolunda açık ve gizli olarak yurt içinde ve yurt dışında yaptıkları siyasal mücadelenin sonucunda 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi18 ilân edildi. Kanun-i Esasi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm halklar Osmanlı sayıldı ve onlara bir takım bireysel haklar tanındı. Ayrıca atamayla oluşturulan Meclis-i Ayan ve seçimle oluşturulan Meclis-i Mebusan dan oluşan bir parlamentolu sistem getirildi. Böylece halkın ülke yönetimine katılması ilkesi benimsenmiş oldu.19

İlk Osmanlı Parlamentosu 19 Mart 1877’de toplandı.20 Vilâyetlerden gelen, çeşitli din ve dilden grupları temsil eden Parlamento üyeleri geldikleri yerlerin problemlerini ortaya atarak, kısa zamanda ülkenin sorunlarını kavrayıp, maliyeyi, yönetimi ve hatta dış politikayı yönlendirme girişimlerine başladılar.21 Meclis-i Mebusan’ın kendi yetkilerini tehdit etmesi üzerine Rus Harbi’ni de fırsat bilen22 II. Abdülhamit 14 Şubat 1878’de Meclisi süresiz olarak kapattı.23

Bundan sonra Padişah yetkilerini daha da artırarak, hafiye örgütüyle, sansür kurumuyla Osmanlı aydının demokratik hak ve isteğini engelledi, özgürlükleri kısıtladı. Bunun üzerine önce İmparatorluk sınırları içinde, sonraları dış memleketlerde gizli cemiyetler kuruldu. Bunların en önemlilerini ise 1889’da Askerî Tıbbıye’de temellerinin atıldığı İttihadı Osmani Cemiyeti oluşturmaktadır. Bu gizli cemiyet, daha sonra Paris’te bulunan ve pozitivist düşünceyi benimsemiş olan Ahmet Rıza ile bağlantı kurarak adını İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirdi.24 Jön Türkler adıyla anılan bunların başlıca amacı; içlerinde zaman zaman ayrılıklar olsa da25 Abdülhamit’in baskısına son vermek, Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe koyarak Meşrutiyetin yeniden kurulmasını sağlamaktır. Jön Türkler de Yeni Osmanlılar gibi Cumhuriyet üzerinde fazla durmamışlardır.26 Osmanlıcılık fikri etrafında yurdu kurtarmak amacıyla 27 Aralık 1907’de Paris’te birleşerek daha sonra 23 Temmuz 1908’de27 Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girmesini, yani İkinci Meşrutiyetin ilânını sağlamışlardır. Böylece yeniden Anayasalı döneme geçilmiş oldu.

İkinci Meşrutiyetin ilânı, Türk aydınlarının, Batı’nın siyasal ve hukuksal düşünceleriyle daha yaygın biçimde uğraşmalarına olanak hazırladı. O dönemde Türkçülük akımı da siyasal yönü ile gelişmeye başladı.28

Ayrıca İkinci Meşrutiyetin ilânı ile Türk Siyasal Yaşamına Parlamenter Sistem girmiş oldu. Bu dönemde milletvekilleri temsil haklarını iyi kullanarak 1876 Anayasasının kısıtlayıcı bazı hükümlerini 1909’da kaldırarak, köklü değişiklikler yaptılar. Meclis-i Mebusan’ın gücünü artırarak, padişahın yetkilerini daralttılar. Hükümeti kurmakla Sadrazam’ı yetkili kılarak, kendi içinde uyumlu bir hükümetin kurulması geleneğini başlattılar. Temel hak ve özgürlükleri yok eden 113 üncü maddeyi kaldırarak Anayasayı gerçek niteliğine kavuşturdular. Ülke yönetiminde sorumluluk taşıyan hükümetin uygulamalarını denetim altına aldılar. Ancak Meclis-i Mebusan’dan güvenoyu alan bir hükümetin iktidar olabileceğini ve hükümetlerin iktidarda kaldıkları sürece izleyecekleri politikayı belirleyen hükümet programı hazırlama ve bunu Meclis-i Mebusan’a sunma geleneğini de başlattılar.29 Anayasaya eklenen 120. madde ile daha önce gizli faaliyet gösteren cemiyetler yasallık kazandı. Ayrıca yeni cemiyet ve partiler kurulmaya başladı. Siyasî özgürlük ortamı gelişmeye başladı. Basında hemen her şey yazılıp tartışılır oldu. Bu özgürlük ortamında güçlenen Türk milliyetçiliğinden, daha çok azınlık cemiyetleri yararlandılar ve kendi amaçlarına ulaşabilmek için İmparatorluğun bir an önce çökertilmesi konusundaki yıkıcı faaliyetleri hızlandırdılar.30

Örneğin bu ortamdan faydalanan bazı balkan ülkeleri bağımsızlıklarını ilân ettiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğinde bir gurup, İmparatorluğu ve devleti kurtarmanın en emin yolu olarak güçlü bir merkezi yönetimi savunurken, bu gurubun karşısında Prens Sabahattin Bey önderliğinde yer alan ademi merkeziyet yanlıları ise dinî ve etnik çeşitliliği çok zengin olan İmparatorluğun varlığını devam ettirebilmesi için zayıf bir merkez ve bireysel sorumluluk ilkelerinin benimsenmesi gerektiği inanandaydılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti başlangıçta diğer guruba göre daha örgütlü ve kitle desteği daha geniş bir gurup olduğundan, durumu kontrol eder konumdaydı. Ancak liberal olarak nitelendirilebilecek olan ademi merkeziyet yanlılarını ise Babıali’nin yüksek bürokratları destekliyordu. Her iki çevre Osmanlı toplumunun üst kesimlerinden oluşuyordu. Anayasal düzende devleti, İttihatçılardansa kendilerinin yönetmesi gerektiği inanandaydılar.31

Bu iki gurup anayasanın yürürlüğe girmesinden sonraki aylarda iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Bu dönemde siyasî yetki liberal bir hükümet ile İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis arasında bölündüğü için, siyasî gerginliğin yüksek olduğu bir dönem olmuştur. Nitekim dönemin Kamil Paşa Hükûmeti’nin Şubat 1909’da iktidardan düşmesi 13 Nisan 1909’da başlayan ve tarihte 31 Mart Olayı32 olarak anılan bir karşı devrim girişimine yol açtı. Bu olay İmparatorluğun değişen dünyada yaşayabilmesini sağlayacak modernleşme çabalarına ve anayasal düzene karşı dinî bir tepki olarak gerçekleşmişti. İstanbul’daki Birinci Orduya mensup askerlerin subaylarına karşı isyan etmeleriyle başlayan karşı devrim, Makedonya’daki III.Ordunun askerî disiplini koruma ve anayasaya bağlılık konularındaki duyarlılığından dolayı başarılı olamadı. İttihat Terakki Cemiyeti’nin başkent örgütü bu devrim ile çökmüş olmasına karşın Makedonya’daki III.Ordu da yer alan İttihat Terakki Üyeleri Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu ile birlikte İstanbul’a geldiler. Hareket ordusunda yer alan Mustafa Kemal ve Ali Fethi gibi 1923’te cumhuriyetin kurucu kadrosunda yer alacak olan şahsiyetler, dinle ilgisi olmayan çevrelerin ya da yabancıların İslâmı nasıl kullanabildiğini ibretle gördüler.33

Daha sonraları Mecliste İttihat ve Terakkiye karşı olan tüm unsurları kapsayan geniş tabanlı bir siyasal cephe olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası 21 Kasım 1911 ‘de kuruldu. Bu şekilde gerek Mecliste, gerekse halk arasında kendilerine karşı yükselen muhalefetten korkan İttihatçılar, Parlamentodaki güçlerini koruyabilmek için 18 Ocak 1912’de Parlamentonun kapatılmasını sağladılar. Ancak daha sonra yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki yeniden çoğunluğu sağlayacak şekilde Meclise girmiş olmasına rağmen sağlanan bu başarı demokratik yoldan uzun süre iş başında bulunmaya yeterli olamadı.34 Çünkü küçük rütbeli subaylardan oluşan Halaskar Zabitan adlı bir gurup35 Mehmet Sait Paşanın yönetimindeki İttihatçılardan ağırlıklı kabineyi istifaya zorlayarak Ahmet Muhtar ve Kamil Paşaların liberal kabinelerini işbaşına getirdi. Balkan savaşları sonucunda İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamının kaybedilmesi Kamil Paşa Kabinesinin güvenirliğini yitirmesine yol açtı. Nitekim bu durumu iyi kullanan ittihatçılar Enver Bey önderliğinde 23 Ocak 1913’de bir darbe yaparak hükümeti silâh zoruyla istifaya zorladılar. Babıali Baskını36 olarak adlandırılan bu olay ile iktidara gelen ittihatçılar Birinci Dünya Savaşı sonucuna kadar iktidarda kaldılar.37

Balkan Savaşları ve arkasından başlayan Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devletini zor durumda bırakmış olsa da bu gelişmeler yeni bir Anadolu ulusçuluğunun doğmasına neden oldu. Bu olgu sonraları cumhuriyet ulusçuluğuna dönüşecektir.38

Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Silâh Bırakışması Antlaşması39 ile Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul etti. Bir ay sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetti. Daha sonra 21 Aralık 1918’de Meclis feshedildi. Siyasal alan Saray’a ve onun kuracağı hükümetler ile Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na açıldı. Anadolu’da İşgaller başlayınca millî nitelikli bölgesel cemiyetler kurulmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde Anadolu’ya geçerek ulusal egemenliğe dayanan bağımsız bir Türk Devleti kurma çabasını bu cemiyetlere dayanarak başlattı.

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında ulus egemenliğine dayalı katılımcı ulusal bir cumhuriyet kurmayı kafasında tasarlamış olmalıydı ki, nitekim bunun ilk işaretini 22 Mayıs 1919’da Samsun’dan Sadarete gönderdiği raporda; “...millet birlik olup hakimiyet esasını, Türklük duygusunu esas almıştır”40 ifadesi ile verdi. Bu düşünceler daha bilinçli olarak bugün araştırmacılarca Anadolu devriminin beyannamesi41 olarak adlandırılan 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde “ulus egemenliği” olarak yer aldı. Amasya Genelgesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması açısından önemli bir aşamayı oluşturmaktadır. Burada İstanbul Hükümeti suçlanarak ulusun egemenliğinin korunması ve kullanılması konusunda açıklamalar yapıldı. Ulusun bütünlüğünün, ulusun bağımsızlığının tehlikede olduğu belirtilerek, İstanbul’daki merkezî hükümetin de İtilâf Devletlerinin baskısı altında bulunduğu dolayısıyla millî sorumluluklarını gereğince yerine getiremediği, bu koşullarda milletin sesini duyuracak, taleplerini yerine getirecek yeni bir oluşuma ihtiyaç olduğu ifade edildi. Bunun için uygun bir zaman içinde Sivas’ta bir ulusal kongrenin toplanması ve her livadan seçilecek üçer temsilcinin katılması istenilen bu kongreyle, milletin iradesinin ortaya konulması için çalışmaya geçilmesi istendi.42

Ulus egemenliğinin tespiti, karar mekanizmasının genişletilmesi, doğal olarak halife-sultan ikilisinin uhdesindeki bireysel karar mekanizmasının kırılması demekti. Bu hareket tanrının yeryüzündeki gölgesi unvanını taşıyan Osmanlı Sultanın egemenlik yetkisini kaldırarak, meşruiyetin kaynağını Tanrıdan, insanın hür iradesine dayandırmanın ilk adımı oluyordu. Yani egemenliğin kaynağı gökyüzünden yeryüzüne, inmiş oluyordu.43

Mustafa Kemal’in Anadolu’da ulusal bir hareketi hazırlama yönündeki bu faaliyetlerinden kaygılanan İstanbul Hükümeti 23 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’in görevinden uzaklaştırıldığını açıkladı44 ve O’nu İstanbul’a geri çağırdı. Mustafa Kemal bunu kabul etmeyerek 8 Temmuz 1919’da Ordudaki görevinden ayrıldı.45 Ordudan ayrıldıktan sonra Sivas ve Erzurum da topladığı kongrelerde bağımsızlık mücadelesinin temel esaslarını benimsedi.

23 Temmuz 1919 tarihinde toplanarak 14 gün süren çalışmanın ardından dağılan Erzurum Kongresi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bakımından daha ileri bir adım oldu. Erzurum Kongresi bazı Doğu illerinden gelen delegelerin oluşturduğu sınırlı bir kongre olmasına karşın, kararları vatanın bütünü ve ulusun genelini ilgilendirecek şekilde geniş kapsamlı oldu. Bu kongrede; yurdun bütünlüğü ve işgale karşı direnişe geçilmesi, ulusal güçlerin etken ve ulusal iradenin egemen kılınması ilkesi ile birlikte, yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğunun kabul edilemeyeceği yolunda kararlar alındı.46 Ayrıca yönetim kurulu durumunda olan ve Atatürk’ün başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye’ye, Kongre kararlarını yürütme, gerektiğinde vatanın korunması ve bağımsızlığın sağlanması için geçici bir hükümeti seçme yetkisi verildi. Böylece Erzurum Kongresi Anadolu’da kurulacak yeni devletin habercisi oldu.47

Heyet-i Temsiye’nin girişimleri ile 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi çalışmalarını gerçekleştirdi. Bu kongre en önemli etkinlik olarak Türk ulusunun direnişinin “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti” adı ve çatısı altında meşru bir kurumlaşmayı burada sağlamak oldu.48 Sivas Kongresi’nin temsil niteliği Erzurum Kongresi’ne göre daha geniş oldu. Kongre, Heyet-i Temsiliye’nin yetkilerini artırarak, ona askerî güçlerin derlenip toparlanmasından, ulusal meclis hazırlıklarının yapılmasına kadar varan bir dizi görevler verdi. Ulusal gücü ve ulusal iradeyi egemen kılma ilkesi Erzurum Kongresi gibi Sivas Kongresi’nin de onayından geçti. Heyet-i Temsiliye, tüm ulus adına hareket eden bir kurul halinde Ankara’da TBMM’si kurulana kadar, ulusal kurtuluş hareketinin yöneticisi ve uygulayıcısı oldu. Böylece ülkede, İstanbul Hükümetinin yanında Anadolu’da yeni bir iktidar doğmaya ve devlet otoritesi yavaş yavaş Heyet-i Temsiliye’ye geçmeye başladı.49 Erzurum ve Sivas Kongreleri Türk tarihinin ilk teşkilâtlanmış halk hareketleridir. Geleceğini dış merkezlerin kararı ile düzenleme alışkanlığı içindeki toplum, Erzurum’da Doğu İlleri Ahalisi temsilcilerinin kararı ile kurulacak devletin geleceğini belirledi.50 Erzurum’da başlayan ulusallaşmanın asıl kaynağı Sivas’ta tek merkezli yönetim çatısının kurulmasıyla tamamlandı.51

Damat Ferit Paşa Sivas Kongresi’nin toplanmasını engelleyemeyince 1 Ekim 1919’da görevinden ayrıldı ve yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Yeni hükümet Sivas Kongresi’nin seçtiği Heyet-i Temsiliye ile doğrudan görüşmelerde bulunmaya karar verdi. Nitekim 20-22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti temsilcileri ile Heyet-i Temsiliye görüşerek bir dizi protokol imzaladı.52

Amasya görüşmeleri Anadolu hareketinin İstanbul Hükümeti tarafından resmen tanınmasını sağladı. Başlangıçta her iki tarafta da vatanın bağımsızlığı için çalışacağı ümidi doğmuş ise de bu yakınlaşma uzun ömürlü olamadı. Zira Mustafa Kemal ve ekibinin önemle üzerinde durduğu Meclisin çalışma yeri konusunda İstanbul’daki hükümet çevrelerinde farklı bir anlayış hakimdi.

Nitekim Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Erzurum milletvekili seçilen ancak Ankara’da kalan Mustafa Kemal daha önce kararlaştırılmış olmasına rağmen Meclis Başkanlığına seçilemedi. Ancak bu meclis ulusal davaya inanan bazı milletvekillerinin çabalarıyla 28 Ocak 1920’de Misak-ı Millî’yi kabul etti ve 17 Şubat 1920’de dünyaya duyurdu.53 Olağanüstü şartlarda kabul edilen bir özgürlük ve bağımsızlık bildirisi olan Misak-ı Millî’nin esasları Erzurum ve Sivas Kongresi’nde saptanmıştı. Bu belge ile ulusal ve bölünmez Türk vatanının sınırları çizildi, kapitülasyonlar, millî ve ekonomik müdahaleler, siyasî dayatmalar reddedilerek, tam bağımsız bir devlet öngörüldü. Bu gelişmelerden telâşa kapılan Antlaşma Devletleri sonuçta 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ettiler.

Bu şekilde Meclis-i Mebusan’ın çalışamaz duruma gelmesi üzerine ulusal egemenliği öne çıkaran Mustafa Kemal, millî meclisin oluşturulması için hemen harekete geçti. O, Kurtuluş hareketinin halkın iradesine dayandırılması ile ve ülkeyi kaostan kurtaracak yolun ancak millî meclisin oluşturulmasıyla bulunabileceği kanısında idi. Bunun için seçimler vakit geçirilmeden yapılmalıydı.

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye başkanı olarak İstanbul’un işgalinden üç gün sonra 19 Mart 1920’de Anadolu’daki bütün komutanlıklara, Valiliklere bir genelge yollayarak olağanüstü yetkilere sahip bir Meclisin Ankara’da toplanabilmesi için, yürürlükte olan seçim yasasına göre seçimlerin 15 gün içinde yapılmasını istedi.54 Bu genelge bir yandan ülkede yeni bir seçimin başlamasını emrederken, öte yandan seçimin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağını da belirtiyordu. Kuşkusuz Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye, Anadolu’da yeni bir devletin temel taşını bu genelge ile ortaya koymakla birlikte vatanın bütünlüğünü, ulusun özgürlüğünü halka dayanarak kurtarmak için alınacak kararlara, geniş halk kitlesinin katılımını sağlamak istiyorlardı. Bu nedenle ulus adına karar verecek olan “salâhiyeti fevkalade” ile yetkili Meclisin, İstanbul’dan kaçıp gelen milletvekilleriyle bu genelge çerçevesinde seçilen milletvekillerinden oluşmasını yararlı görüyorlardı.55

Bu genelge doğrultusunda seçimler yapılarak I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı.56 Kurulmakta olan ulusal demokrasinin ideolojisi ulusal egemenlik, ana kurumu da TBMM oldu. O zamana kadar ülke hanedan adıyla anılırken şimdi bir halkın yurdu anlamına gelen bir sözcükle (“Türkiye”) adlandırılıyor, Meclisinin ismi de bu yönde değişiyordu. İkincisi, Meclise yüklenen yeni bir sıfat (“Büyük”) bu organın demokratik mertebesinin yükselişini ifade ediyordu. Nihayet o zamana kadar resmî anayasa dilinde pek geçmeyen (“Meclis”) ve (“Millet”) sözcükleri (Osmanlı’da Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan) yeni demokratik atılımın simgeleri olarak yerlerini almış oldu.57 24 Nisan günü Mustafa Kemal, Mütarekeden Meclisin açıldığı güne kadarki siyasî olayları özetleyen uzun bir konuşma yaptı. Burada Osmanlı Devletinin izlediği iç ve dış siyaset-i eleştirerek; “Milletimizin kuvvetli, mesut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilâtımıza tamamen uyması ve dayanması lazımdır,”58 diyerek hükümetin kurulmasıyla ilgili bir teklif ileri sürdü. Başlangıçta çok ölçülü davranmak gerektiği inancı ile “Anadolu’da geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişaha bir vekil tanımanın mümkün olmadığını belirterek devlet başkanlığı makamını boş bırakmayı uygun gördü. Ayrıca TBMM’nin üstünde bir kuvvetin mümkün olamayacağını, bu Meclisin yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplayacağını, Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir heyetin hükümet işlerine bakacağını, Meclis başkanının da bu heyetin başkanı olacağını, Padişah ve Halifenin ise baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyeceği kanunî esaslar çerçevesinde durumunu alacağını belirtti.59 Aynı gün yapılan seçimle Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Bir gün sonra milleti birlik ve beraberliğe çağıran ve düşman propagandasına inanılmaması için bir beyanname yayınlandı. Meclis, ayrıca 6 kişilik “Geçici İcra Encümenini” seçerek bilfiil hükümet işlerini ele aldı. 29 Nisan 1920’de “Hıyaneti Vataniye Kanunu”nu kabul ederek Meclis, meşruiyetine saldırıyı sözle bile olsa vatan hainliği sayacağını ve ölümle cezalandıracağını ilân etti. Ayrıca 30 Nisan’da Meclisin açıldığı Avrupalı devletlere de duyuruldu. 3 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurularak görevine başladı.60

Meclis, 1 Mayıs 1920’de yayınladığı bir bildiride amaçlarının ülkenin bağımsızlığını sağlamak, hilâfeti ve saltanatı düşmanların elinden kurtarmak olarak belirtiyordu. Böylece hem hilâfet ve saltanat çevrelerinin karşısına bir güç olarak çıkmasını engellemek istiyor, hem de bağımsızlık mücadelesinde toplumsal uzlaşma tabanını genişletmeye çalışıyordu. Anadolu’da bağımsızlık mücadelesinin yoğunlaşmaya başladığı bir ortamda 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti İtilâf Devletleriyle,61 Türkiye’nin sınırlarını İstanbul ve civarı ile Kuzey Anadolu’dan ibaret sayan Sevr Antlaşması’nı imzaladı.62

Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesinin nihayet cephelerde de başarılar kazanması üzerine Mustafa Kemal askerî alanda kazandığı başarılarını siyasî alanda pekiştirmek amacıyla Büyük Millet Meclisi’nde bir anayasa taslağı ile Meclisin mahiyeti ve görevlerini açıklayan bir program sundu. Bu girişim ilerde kurmayı düşündüğü Cumhuriyet rejiminin temelini oluşturmak için atılan ilk adımdı. 20 Ocak 1921’de kabul edilen Türkiye’nin ilk anayasasına göre, egemenlik kayıtsız şartsız millete devredilerek, bütün yetkiler Büyük Millet Meclisi’nde toplanıyordu. Meclise şeriatı uygulama ve yürütme yetkisi de verilerek, halifelik kurumu fiili olarak ortadan kalkıyordu.
Bu düzenleme ile, güçler birliği ilkesi ve Meclis Hükümeti sistemi benimseniyor. Türkiye Devletinin, TBMM tarafından yönetileceği, Yasama ve Yürütme güçlerinin Mecliste toplanacağı, Hükümetin adının Büyük Millet Meclisi Hükümeti olacağı ve doğrudan doğruya Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği ilke olarak benimsendi. Ayrıca bir hükümet başkanı yerine Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulunun da doğal başkanı olarak kararlaştırıldı. Hükümet Meclis adına hareket eder ve onun devamlı denetimi altında olacaktır.63

Meşruti sistem yerine egemenliğin ulusa ait olduğunu ilân eden ve egemenliğin kullanılmasında tüm yetkileri TBMM’ye veren bu anayasa ile Padişahlı devlet anlayışı yerini ulus-devlet ve yetkilerin TBMM tarafından kullanılması esasına bıraktı. Egemenliğin aidiyeti değişmiş, Padişahtan alınarak kayıtsız ve koşulsuz ulusa verilmiş oldu.64

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Anadolu’da işgalci güçlere karşı dört bir cepheden sürdürdükleri savaşta gösterdikleri askerî başarılar Sevr Andlaşması’nın anlamını yitirmesine yol açtı. Bu nedenle müttefik kuvvetleri, 28 Ekim 1922’de Lozan’da düzenlenecek barış konferansına Ankara ve İstanbul Hükümetlerini birlikte davet ettiler. Mustafa Kemal çifte davetiyeye olan tepkinin rüzgarından yararlanarak saltanatın bir hamlede kaldırılmasını sağladı. 1 Kasım 1922’de TBMM aldığı karar ile 600 küsur yıllık Osmanlı Saltanatını sona erdirdi. Osmanlı hanedanı Halifelik yetkisini sürdürecek ancak kimin Halife olacağına TBMM karar verecekti. Bu gelişme üzerine Tevfik Paşa Hükümeti istifa etti.65 Böylece siyasî iktidar tamamen Meclise geçti. Ancak ülkenin dinî liderliği konumundaki Halifelik kurumu eski rejimin yeniden canlandırılması için potansiyel bir tehlike olarak duruyordu. Eski rejim önlemleriyle, yeni rejim arayışları, ülkede tam bir rejim bunalımına yol açtı. Meclis çalışamaz duruma geldi. Bu aşamada Mustafa Kemal’in Meclisteki gücünün sınırlı olması nedeniyle etkin bir siyasî mücadele vermesi zor görünüyordu. Nitekim Meclis 1 Nisan 1923’de seçimlerin yenilenmesine karar vererek dağıldı. Plânladığı siyasî değişimi gerçekleştirmek amacıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasî bir partiye Halk Fırkası’na dönüştürmek istediğini ilk kez açıkladı. Bu amaçla 8 Nisan 1923’te dokuz maddelik bir program ile Halk Fırkası’nın görüşlerini kamuoyuna açıkladı.66 Atatürk “Dokuz ilke ve Partimizin ilk programı” ifadesi ile bu durumu Nutuk’da şöyle açıklamıştır:

“Gerek bazı kimselerden aldığım yazılı düşüncelerden ve gerek halk ile yaptığım görüşmelerden çok yararlandım. Sonunda 8 Nisan tarihinde görüşlerimi dokuz ilke halinde tespit ettim. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırasında yayınlayarak ilân ettiğim bu program partimizin kuruluşunun temeli olmuştur.”67 Nihayetinde 1923 seçimleri yapıldı ve seçim çevrelerinden gelen Müdafaa-i Hukuk Milletvekilleri 7 Ağustos günü Mustafa Kemal’in başkanlığında toplandılar. Bu toplantılar, çeşitli aralıklarla bir ay sürdü. Seçimlerden önce hazırlanan dokuz umde esas olmak üzere yapılan tüzük 9 Eylül günü kabul edildi.68 Aynı gün oybirliği ile aldığı karar gereği Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkası’na dönüştürüldüğü ilân edildi.69

Bu arada 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalandı.70 Böylece uluslar arası alanda da Osmanlı Devletinin sona erdiği, yerine gelen bağımsız ve çağdaş Türkiye’nin varlığı tescil edilmiş oldu. Türklerin 1699 Karlofça Antlaşmasından beri yaşamakta olduğu geri çekilme süreci Doğu Trakya’da durdurularak Anadolu’ya sıçraması önlenmiş oldu.71

Halk Fırkası’nın kurulması üzerine Mustafa Kemal Cumhuriyetin duyurulması zamanının gelmiş olduğuna karar verdi. Eylül ayından itibaren kamuoyu hazırlayıcı çalışmalara girişti. İlk önce anayasada değişiklik yapılacağına ilişkin bir haber Anadolu Ajansı tarafından yayınlandı. Bu haber halk ve basında heyecan yarattı. Bundan sonra basında arka arkaya haberler çıkmaya başladı. Artık Cumhuriyetin ilân edileceği söylentisinin kesinlik kazanması muhalifleri sinirlendirdi. Bu ortam Mecliste bir hükümet bunalımına yol açtı. Bu olay cumhuriyetin ilânını hazırlayıcı neden oldu.

Hükümet bunalım 24 Ekim 1923’de iki çekilme ile başladı. Başbakan Ali Fethi Okyar, ikinci görevi olan İçişleri bakanlığından, Ali Fuat Cebe-soy’da Meclis ikinci başkanlığından çekildiler. Daha sonra 27 Ekim 1923’te Fethi Okyar’ın başbakanlıktan çekilmesiyle72 hükümet bunalımı yoğun bir hal aldı. Ancak Meclis yeni hükümeti bir türlü kuramadı. Mustafa Kemal sorunun anayasada yürütme ve yasama organları arasındaki ilişkiden kaynaklandığını ileri sürerek Cumhuriyetin ilânını kolaylaştıracak bir anayasa değişikliği73 teklifini Meclise sundu. 29 Ekim 1923’te kabul edilen anayasa değişikliğine göre; Türkiye Devletinin hükümet biçimi cumhuriyettir. Türkiye Cumhurbaşkanı, Büyük Millet Meclisi tarafından bir seçim dönemi için seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Başbakan Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir.74

Mecliste yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan seçildi.75 Daha önceden de başkentin İstanbul’dan Ankara’ya nakli için 13 Ekim 1923’te bir kanun teklifi verilmişti. Bu şekilde bir başka monarşik yapıya daha son verilerek, halka ya da cumhura daha yakın bir kent mütevazı ama devrimci değişime elverişli Ankara devletin yönetim merkezi yapılmıştı.76 Böylece Cumhuriyet yönetimine geçilmiş oldu. Almanya, Avusturya ve Macaristan’dan sonra Türkiye’de cumhuriyet oldu. Şu farkla ki onlar, yenilginin, bozgunun kapkara ortamında bunu seçtiler. Türkiye ise zaferin ve kurtuluşun parlak güneşi altında bu yola gitmiş oldu.77

Cumhuriyetin ilânı Meclisteki ikili yapıyı açık bir şekilde su yüzüne çıkardı.78 Bu bağlamda Cumhuriyet rejimine karşı çıkan muhalefetin tutucu kanadı, İslâmi kurumları ve Halifeyi sembol olarak kullanıyordu. Hükümetin kontrolü Mustafa Kemal’in elinde olmasına rağmen, halifelik kurumu rejim için önemli bir tehlike oluşturuyordu. Bu kurumlar sürdükçe yeni devletin ilkelerini yerleştirmenin oldukça güç olacağının belirmesi üzerine 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı ve Osmanlı sarayının bütün üyelerinin Türkiye’ye girişi yasaklandı. Meclis aynı gün şeriat ve evkaf vekaletini kaldırarak yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Müdürlüğünün kurulmasını ve bütün eğitim kurumlarının Eğitim Bakanlığına bağlı tek bir sistem halinde birleştirilmesine karar verdi.79

Böylece geçmiş rejimin kurumları ve sembolleri bir bir ortadan kaldırılarak yeni rejimin temel ilkelerinin yerleştirilmesi için uygun ortam yaratıldı. Bu ortamda TBMM, kurucu güç olma yetkisine dayanarak 20 Ocak 1921 Anayasası’nda bazı değişiklikler yapılarak 20 Nisan 1924 de80 altı bölüm 105 maddeden oluşan yeni bir anayasa yaparak kabul etti. Bu anayasa bazı değişikliklerle 1961 anayasası yapılıncaya kadar yürürlükte kalmış olmakla birlikte, çağın en ileri devlet yapısını ve özgürlükler sistemini benimseyen nitelikteydi. Bundan dolayı Türkiye 1946’da o dönemin dünya konjöktürüründe uygun olarak çok partili sisteme geçmeyi uygun görünce yürürlükteki anayasa ile bunu gerçekleştirdi. Daha sonraları gelişen olaylar nedeniyle yeni anayasalar yapma gereği doğacaktır. Ancak Cumhuriyet kurumları ve idealleri ile ilerlemeye devam edecektir.

C. Türkiye’de Cumhuriyet’in Temel Dayanakları

1. Ulus - Devlet Yapısı

Ulus, aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren, genellikle aynı topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluğu olarak tanımlanmakta.81 Çağımızda devletin kurucu unsurları arasında yer alan ulus ve ulus devlet, tarihi gelişmenin belli aşamasında ortaya çıkmış olgulardır. Batı Avrupa’da feodal düzenin yıkılması süreci içinde, aile, soy, din ya da kişisel bağlantılara dayanan insan topluluklarının yerine ortaya çıkmış olgulardır. 1789 Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları, ulus ve ulusal devlet kavramlarının Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tüm Avrupa’ya, hatta tüm dünyaya yayılmasına neden oldu. Bu bağlamda ulus kavramı ve ulusçuluk akımı topluluklara, yabancı boyunduruğuna karşı bir direnme gücü verdiği gibi, daha demokratik bir düzene geçişin itici gücünü de oluşturdu. Çünkü ulus kavramı insanları yönetme yetkisini tanrıdan aldığını ileri süren hükümdarlık fikrini içermiyordu. Uluslar artık kendi geleceklerini ancak kendi seçecekleri meclis ve hükümetlere emanet etmeyi82 daha insancıl olarak görüyorlardı.

Tabiidir ki bu gelişmeler o zamanların seçenekleri için tamamen yeni idi. Bundan dolayı Krallık ve İmparatorlukların ulus-devlet modeline karşı direnci ve mücadelesi Birinci Dünya Savaşı’na kadar kesintisiz devam etti. Bu büyük savaşın sonunda Çarlık Rusya’sı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte ulus-devlet dünyada yaygın bir model haline gelmeye başladı. Ne var ki ulusçuluk 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saldırganlığın ve halkları birbirine kırdırmanın bir aracı olarak da kullanıldı. Emperyalist ülkeler dünyanın geniş bölgelerini sömürgeleştirmeyi böyle saldırgan bir ulusçuluk anlayışına dayanarak haklı göstermeye çalıştılar. Bu gelişme ise büyük bir felaket olarak dünya savaşına yol açtı. Bu dönemde geniş toplumsal katmanların aktif olarak siyasî yaşama katılma yollarının açılmasıyla Ulus kavramının içeriği oldukça genişledi ve devlet politikaları da bu kitlelerin gereksinimleri dikkate alınarak belirlenmeye başladı. Bunun sonucunda da ulusçuluk ekonomik ilişkiler alanına da egemen olarak entenasyonalist eğilimleri tamamen devre dışı bıraktı. Ancak bu tarz bir yönelim, ayrılıkçı hareketleri körükleyerek bir çok yeni ulus-devletin ortaya çıkması olgusunu doğurdu. Uluslar arası arenayı istikrarsız hale getirdiği gibi ulusçuluğun iyice uç noktalara kaymasının önünü de açmış oldu.83 Bazı ırkların “saf ve diğerlerinden “üstün” olduğu iddiası ırkçı bir nitelik kazanıp bazı ülkelerde demokrasi karşıtı ve totaliter anlayışların desteği yapıldı84 ve sonuçta büyük bir Dünya Savaşının çıkmasına yol açacak nedenler oluşturdu.

Türkiye’de ise ulus-devlete yönelme kendiliğinden bir uluslaşma birikiminden çok bağımsızlık savaşının etkisiyle oldu. Savaşın antiemperyalist karakteri ulusçu bilinçlenmeyi ve ulusçuluk akımını kuvvetlendirdi. Ayrıca feodal işbirlikçi unsurları siyasette geriletirken, ulusal (orta) sınıfların yurtsever unsurlarının yıldızını parlatarak, bunların siyasal iktidar olmalarını sağladı. Savaşın meclisli ve anayasalı bir devlet düzeni içinde yürütülmesi bu devleti kurumsal düzlemde daha o zaman dan ulusal niteliğe büründürdü. Gerek Birinci Dünya Savaşı yenilgisi gerekse Kurutuluş savaşı başarısı ulusal devletin kurulması yolunda üç önemli katkı sağladı. Birinci olarak egemen ve bağımsız83 bir devletin ortaya çıkmasını sağladı. İkinci olarak ulusal sınırlar86 olgusunu gündeme getirdi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı yenilgisi Arap topraklarının kaybına yol açtı. Bağımsızlık savaşı ise doğal olarak ulusal topraklar için verildi ve kazanıldı. Misak-ı Millî ile çizilen sınırlar, 1921’de Batum’un Sovyetler Birliği’ne verilmesi, 1926’da Musul’un Irak’a bırakılması dışında hayata geçirildi. 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması, yeni devletin topraklarının anavatan olması, bu devletin ulusal karakter kazanmasını kolaylaştıran önemli unsurlar oldu.87

Üçüncü katkı nüfus alanında oldu. Osmanlı Devleti çok ulusluydu ve artık yoktu. Misak-ı Millî ile çizilen ve büyük çapta gerçekleştirilen ulusal sınırlar içindeki nüfus kitlesi türdeş nitelikteydi. Bunu böyle yapan yalnız Arap illerinin ülke dışı kalması değildi. Savaşlar sırasında yaşanan bir takım trajik olaylar da nüfusu türdeş kılmaya hizmet etti. 1915 Ermeni Tehciri, 1922’de Batı Anadolu ve Trakya Rumlarının gidişi, 1923 sonrası nüfus mübadelesi vb. Çok uluslu ve çok etkili bir yapıdan türdeş ve hakim uluslu bir yapıya geçişin, ulusal devlete yönelmeyi kolaylaştıran etkileri oldu. Şüphesiz bunlar ulus-devlet yapısını oluşturan önemli unsurlardı. Örneğin bu koşulları iki büyük savaş arası dönemde bir araya getiremeyen Ortadoğu ve özellikle İslâm ülkeleri ulus-devlet olma gerçeğini yaşayamadılar.88

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu koşulların yanında Ulusal devletin pekişmesini sağlamak amacıyla hem siyasal, hem de toplumsal alanda köklü atılımlara giriştiler. Ulusal egemenliğe dayalı Türkiye devleti, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması, Osmanlı hanedanının yurtdışına gönderilmesi gibi uygulamalar, eskisinin yıkılıp yenisinin kurulmasını ifade eden gelişmeler, en canlı olarak devleti ulusallaştırıcı dönüşümler idi. Çokuluslu feodal, ümmet ideolojili bir toplumun siyasal çatısı, saltanat hilâfet biçiminde beliriyordu. Bunların kaldırılmasıyla ulus üstü iki kurum yok edilerek egemenliğin de ulusa geçmesiyle geriye dönüş yolu tamamen engellenmiş oldu.89

Yönetim sisteminde ortaya konulan bir başka önemli değişiklik olarak; çokuluslu ve yarı feodal bir imparatorluğun teba anlayışından, bir ulusal devletin vatandaşı kavramına geçiş sağlandı. Herhangi bir dinsel, ya da ırksal aidiyet içermeyen bu yeni anlayış tamamen tarafsız bir karakter taşımaktadır. Bu en güzel olarak Türk ve millet kavramının tanımlanışında kendisini göstermekte. 1924 Anayasası ile “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” tanımı getirildi. Anayasa dinsel ve ırksal farklılıkların bulunduğunu, ama “Türklük” sıfatının dinsel yada ırksal bir anlam içermediğini, bunun yalnızca coğrafi (Türkiye ahalisi) ve siyasî (Vatandaşlık) bağı ifade ettiği vurgulandı. Bu kural evrensel bağlamda vatanı ve ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bireysel insan hakları yönünden eşitliği sağlamak için getirildi. Ulusu kuran herhangi bir etnik guruba ayrıcalık tanınmasını önleyen birleştirici ve bütünleştirici temel oldu. Burada tanımlanan Türklük ırka dayalı bir anlam değil, her kökenden gelen vatandaşların vatandaşlığı ve ulusal kimliği anlamını içermekte.90

Millet için de, yine aynı yıllarda Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir” şeklindeki tanımıyla aynı yaklaşımı millet kavramında da gösterdi. Dolayısıyla milliyetin esasını da ırka değil sadakata dayandırdı.91

Devletin uluslaştırılmasından sonra ulusal bir kimlik yaratmak amacıyla bir dizi köklü atılımlara girişildi. Bunun temel felsefesi ise; Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe de açık bir ulusal kimlik yaratma amacını içeriyordu.

Bunlardan Türkiye toprakları vurgusu; bu Ulusçuluk ve uluslaştırma siyasetinin dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve yayılgan olmaması barışçı ve savunmacı olması anlamına gelmekte. Evrensellik ise; yabancı ve Batı düşmanlığını reddederek “Muasır medeniyet” yani çağdaş uygarlığın değerlerinin benimsenmesi, hatta hedef olarak üzerine çıkılması anlamına gelmektedir. Ulus kavramı, insanlığın gelişme süreci sonunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. Millet ve yerine göre halk sözcükleri ile anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu içerir. Ulusçuluk/Milliyetçilik ise büyük bir toplumsal gerçek ve ulus düşüncesinin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politika anlayışı olarak anlamlandırılır. Milliyetçilik92 Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Devriminin önde gelen ilkelerinden biridir.93 Her ideoloji gibi milliyetçilikte kendine hasımlar seçer. Tepkisini belli hedeflere yöneltir. Bu hedefler başka ulusların milliyetçilikleri olabileceği gibi yabancı boyundurukları da olabilir. Türkiye’deki Jön Türk ve ulusal kurtuluş savaşı milliyetçiliği de tepkici özelikler sergilemişti. Ancak kurtuluş savaşı sonrasında oluşan Türk milliyetçiliği kendi içine kapanıp bir tepki milliyetçiliği gütmedi. Her düşünce gibi milliyetçilikte kendini tanımlamak için “öteki”ne hatta bir “düşman”a ihtiyaç duyarken bu yola sapmadı. Yabancı düşmanlığı, Batı düşmanlığı, komşu düşmanlığı gibi yollarla kendini tanımlamayı reddetti. Oysa elverişli koşullara sahipti. Daha çok yakın bir tarihte ülke ve halkı hor görülmüş ve istilaya uğramıştı. Emperyalizm ile uygarlığı ayırmayı iyi bilen devrimci kadro Batı’yla hatta eski düşmanlarla kompleksiz ilişkiler kurdular. Geriliği dış bahanelerde aramak yerine içerde ve geçmişte arayan devrimci kadro milliyetçiliği evrensellikle bağdaştırmayı seçti. Öteki ya da hasım olarak yabancıları başka milliyetçilikler olarak görmedi. Kendini sorgulayarak cehalet, taassup ve gericiliği asıl hedef olarak belirledi. Uluslaştırma perspektifi işte bu doğrultuya oturtuldu. Ulusçuluk başka ülkelerde zaman zaman monarşi kurumu ve dinsel ideolojiyle uyuşabilmişken, Türkiye’de geçmişten esaslı bir kopuş olarak belirdi ve bu yönüyle devrimci lâik bir kimlik kazandı.94

Toplumda ulusal yapının gelişmesi için özellikle üç temel araca başvuruldu. Bunlar okul (eğitim), Ordu (zorunlu askerlik) ve Siyasî Katılım”95 dır. Bu bağlamda birçok yeni uygulama devreye sokuldu. En çok da kültür ve eğitim kurumlarına önem verildi. Örneğin Lâiklik ulusçuluğun en önemli ideolojik desteği olarak din egemenliğinden ulus egemenliğine, ümmetten millete geçişte kilit rol oynadı. Bunun aracılığıyla da dinsel kimlik yerine ulusal kimlik ön plâna çıkarıldı. Ayrıca 3 Mart 1924’de öğretimin birleştirilmesinden96 sonra 1926 yılında Milli Eğitim Teşkilâtı Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Bu kanun ile Türkiye’deki bütün eğitim kurumları yeni bir düzene sokuldu ve Türkiye’nin bugünkü okul sistemi ana çizgileriyle kuruldu. İlk ve Ortaöğretimin esasları belirlendi. Devlet çağdaş eğitimi bireylerine sunmak üzere her türlü yetki ve sorumluluğu üstlendi.97 Daha sonra Kasım 1928’de yazı inkılâbı98 gerçekleştirildi. Kabul edilen yeni harfler tüm ulus tarafından kısa sürede benimsendi. Hemen Kanunun arkasından açılan Millet Mektepleri ile Türk tarihinde o güne kadar görülmemiş bir okuma-yazma seferberliği başlatıldı. Bu sayede hem okuma yazma kolaylaştı ve eğitim sistemi en sağlam biçimde kuruldu. 1928 Lâtin harflerinin kabulü yalnız aristokratik bir dilin kırılması ve halkla aydınların arasının bulunması bakımından değil, ulusal dilin gelişimi bakımından da büyük bir dönüşüm oldu. Alfabe dil ayrılığı son buldu. Kolay ve dile uygun alfabe ulusal kültür politikaları için son derece elverişli bir araç durumuna geldi. 10 Nisan 1931 ‘de Türk ocaklarının kapanmasından sonra 19 Şubat 1932’de Halkevleri (ve Halkodaları) kuruldu. Bunlar uluslaşma hareketini taşraya yayan merkezler oldular.”

Kültür alanında ele alınan bir diğer konu Tarih100 oldu. Tarih, emperyalizmin elindeki en önemli ideolojik araçlardan biriydi ve Sevr şokunu yaşamış bir Türkiye’nin bu konuya eğilmesi son derece doğaldı. Tarih çalışmaları bağlamında Anadolu tarihi ele alındı. Hititlerin Türk oldukları öne sürülerek, özellikle Hitit tarihine sahip çıkıldı. Bu bir çeşit Anadolu’nun “manevî tapusunu” çıkartmak hareketiydi. Cumhuriyetin bu topraklar üzerindeki varlığını meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Türklerin uygar bir ulus olmadıkları savına karşı, Türklerin kökeni olan Orta Asya’nın tarihi ele alınarak, o bölgenin bir uygarlık kaynağı olduğu, hemen bütün insan topluluklarının oradan çıktıkları kuramı geliştirildi.101 Bugün Türk tarihçiliğinin belli bir düzeye ulaşmasında çok büyük katkıları olan Türk Tarih Kurumu 15 Nisan 1931 ‘de kuruldu. Tarih anlayışında değişim, uluslaş-tırma çabalarının bir başka boyutu oldu. Geleneksel tarih anlayışı ve öğretimi İslâm ve Osmanlı eksenliydi. Yeni anlayış bunun yerine ulusun tarihini getirdi. Halka daha fazla yaklaşmak ve duru bir su gibi berrak bir dil yaratmak amacıyla dil çalışmalarına başlandı. Bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu.102

1933’de Üniversite köklü bir tasfiye ve reformdan geçirilerek yeni Yüksek öğretim modern bilime açıldı.103 1933-34’de Orta ve Yüksek Öğretime konulan İnkılap Tarihi Dersleri, 1940’da kurulan Köy Enstitüleri104 gibi kurumlar Kültürel alan da ulusal kimlik yaratmanın gözde alanları oldu.

Uluslaşma yolunda başvurulan ikinci araç ise ordu oldu. Türk Silâhlı Kuvvetleri geleneksel görevlerinin yansıra özellikle köylü gençlere ulusal bilinç aşılayan okul işlevi gördü. Genelleştirilen ve zorunlu kılınan askerlik hizmeti kanalıyla bireylerde öncelikle vatan kavramı ulusal bir içeriğe büründürüldü. Ayrıca yine ordu sayesinde vatan kavramı değer yüklü bir içeriğe kavuşturularak bir ölçüde kutsallaştırıldı. Yani Türk Silâhlı Kuvvetleri ikinci bir yurttaşlık okulu işlevini yerine getirdi.

Bu yolda kullanılan üçüncü araç ise Siyasal katılım oldu. Bunu sağlamakla da Cumhuriyet Halk Partisi görevlendirildi. Rejim, siyasal anlamda devletçiydi. Tek partiliydi. Devletin kendi milletini oluşturmasına ve devlet-millet bağlantısına aracılık eden ana köprü Cumhuriyet Halk Partisi idi. CHP sayesinde birey ulusal alana dahil edildi. Ayrıca bireylerde ortak bir kültürün oluşumuna yardımcı oldu.

Lâiklik temeline dayalı hukuk birliği ve tekliği toplumu ve yurttaşları birleştirmenin, dolayısıyla uluslaştırmanın hukukî aracı oldu. Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişi göstermesi bakımından, tekke ve zaviyelerle, tarikatların yasaklanması da çok anlamlıydı. Bununla cemaat yapıları kırılarak yerine “vatandaş” eksenli ulus oluşturma yolu açıldı. Amaç dinsel rehberler yerine ulus-devlete bağlanmayı sağlamaktı.

Böylece ulus-devlet, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu yaratmış oldu. Cumhuriyetin en önemli dayanağı olarak ulus-devlet yapısı başarılı oldu. Çünkü ulus-devlet bugünde sınırları ve ana kuruluşuyla süreklilik göstermektedir. Monark monarşi ve din eksenli birlik ve kimlik anlayışlarının yerini ulusçuluk ve ulusal aidiyet duyguları büyük çapta doldurmuş bulunmaktadır.105

2. Ulusal Tam Bağımsızlık

Atatürk’ün ulusuyla birlikte kurduğu ulusal devletin temel dayanaklarından birisi de ulusal tam bağımsızlık oldu. Yeni devlet için bağımsızlık olmazsa olmaz bir olgu olarak yer aldı. Çünkü Millî Mücadele her şeyden önce bu ülkünün gerçekleşmesi için yapıldı ve başarıya ulaştı. Daha başlangıçta Amasya Genelgesi’nin ilk maddesinde ulusal bağımsızlığa vurgu yapıldı. Erzurum Kongresi’nde iç ve dış bağımsızlığın üzerinde özellikle durularak, ulusal sınırlar içinde bağımsızlığın mutlaka sağlanması gerçeği karara bağlandı. Sivas Kongresi’nde ise “Amerikan Mandası” savunucuları ile bağımsızlık taraflısı üyeler sert tartışmalara giriştiler ve Mustafa Kemal Paşanın ağırlığını koymasıyla tam bağımsızlık şeklinde bir düşüncenin ön plâna çıkması sağlandı. Burada temel ilke “bağımsızlığına kast edilen Türk ulusunun saygın, onurlu bir ulus olarak yaşaması idi. Bu ilke de ancak ulusun bağımsız olmasıyla mümkündü. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşak olmaktan başka bir muameleye lâyık görülemez. Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık yeteneklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Gerçektende bu seviyesizliğe düşmemiş insanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!... Bu nedenle Ya istiklâl Ya ölüm ! işte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.”106

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Türk ulusu için en başta kayıtsız şartsız bir bağımsızlık öngörüldü. Çünkü uluslar, dünya ulusları arasındaki yerlerini ancak siyasal bağımsızlık ve bunun ideali olan tam bağımsızlık ile alabileceklerdi. Uluslar arası hukukun bu alanda tanıdığı hak ve yetkiye sahip olmadan bir ulusu oluşturan devletin tanınması ve sayılması mümkün değildi. Eğer bir devlet, başka bir devletin vesayetine veya korumasına sığınarak onun kanatları altına girmeyi kabul ederse, bu devletin saygınlık kazanmasına imkân yoktur. Bundan dolayı ulusal bağımsızlık kavramı, Türkiye Cumhuriyeti Ulus-devletinin amaca yönelik temel dayanaklardan en önemlisi oldu ve titizlikle savunuldu.’07

Cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel vb. her hususta tam bağımsızlığı ve serbestliği içermekte ve burada belirtilen hususlardan birinden yoksun olmak ise bir ülkenin gerçek anlamıyla bağımsızlıktan yoksun olması108 anlamına gelmekte idi.

Bağımsızlığın bu denli önemsenmesinin nedeni olarak, Osmanlı Devletinin gerçek bağımsızlıkla bağdaşmayan yönlerinin görülmesi, değerlendirilmesi ve bundan yeni değerler için sonuçlar çıkarılması nedeniyledir. Devletin daha kurulma aşamasında 17Şubat 1923’de İzmir’de düzenlenen Türkiye İktisat Kongresi’nde; “Osmanlı Devleti gerçekte ve fiilen istiklâlden yoksun bir hale getirilmişti. Kendi uyruğuna koyduğu bir vergiyi yabancılardan alamazdı. Gümrük işlerini ve vergilerini dilediği gibi düzenleyemezdi. Bir devlet ki yabancılar üzerinde yargılama hakkı yoktu. Demir yolu yapmak için, fabrika yapmak için devlet serbest değildi. Böyle bir devlet bağımsız olabilir mi? Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir kolonisinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı içindeki Türk ulusu da tamamen esir bir duruma getirilmişti. Bu sonuç milletin kendi iradesi ve kendi egemenliğinin, şunun bunun elinde kullanılır hale gelmesinden doğmuştur. O halde millî bir dönem yaşanmadığı ve millî bir tarihe sahip bulunulmadığı”109 ifade edilmiştir.

Yine bu dönemde Osmanlı Devletinin ekonomik gelişmesini engellemiş olan kapitülasyonlar da şiddetli bir şekilde değerlendirmeye ve eleştiriye tabi tutuldu. Örneğin Mustafa Kemal tarafından 25 Aralık 1922’de Le Journal muhabiri Paul Herriot’a verilen bir beyanatta: “Kapitülasyonların Türk milleti için ne derece menfur bir şey olduğunu size tarife muktedir değilim. Bunları diğer şekil ve namlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeğe muvaffak olacaklarını tasavvur ve tahayyül edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Zira, Türkler kapitülasyonların idamesi kendilerini pek az bir vakitte ölüme sevk edeceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye esir olmaktansa, son nefesine kadar mücadele ve mücahede de bulunmaya azm etmiştir”110 diyerek tam bağımsızlığın ne derece önemli olduğunu bir kez daha vurguladı.

Yine ulus, devletin kurucuları için bağımsızlık yaşamak için hava ve su kadar gerekliydi. Nitekim 22 Nisan 1921’de Hakimiyeti Milliye gazetesine yapılan bir açıklamada; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım... Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın doğup yaşayabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını idame edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım! Bu sebeple ulusal bağımsızlık bir hayat meselesidir”111 şeklinde açıklamıştı.

Ancak bağımsız devletler ülkelerinin iç ve dış politikalarını başka ülkelerin karışmasına imkân vermeksizin çizebilir ve yürütebilirler. Dışa bağımlı ülkeler için böyle bir serbestlik söz konusu olamaz. Türkiye Cumhuriyetinin ulusal sınırlar içinde bir devlet olarak varlığını sürdürebilmek, bu temel ilke uğrunda her türlü fedakarlığı, her an yapmaya hazır olmak bu devletin özünü ve amacını oluşturmaktadır. Bu amacı en iyi şekilde gerçekleştirmek ise önce güçlü olmak ve ulusun kendi gücüne dayanması ile mümkündür. Bu da bağımsız dış politikayı gerektirmektedir. Bir devletin dış politikasını kendi ulusal çıkarları ve ihtiyaçları yönünde saptaması ve bu yönde yürütmeye çalışması en doğal hakkıdır. Aksi takdirde o ülke ulusal çıkarlarını koruyamaz.112

Emperyalizme karşı verilen ilk ve başarılı bağımsızlık hareketi olan Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan Lozan Antlaşması, büyük savaştan sonra eşitler ve özgürler arasında yapılan tek önemli antlaşmadır. Kazanılan bağımsızlık bu sayede sağlama bağlanmış, radikal dönüşümlere gidecek olan yol açılmıştır. Bu antlaşma Ortadoğu’daki ilk ulus-devle-tin kurulduğunu bildirir. Ayrıca onu, Avrupa Uluslar Hukukuna davet eder. Ayrıca Lozan Antlaşması, tarihsel ve felsefi değer de yüklüdür. Çünkü İslâm dünyasından Batı’ya karşı ilk başarılı ve dinsel olmayan (lâik) bir tepki kabul görmüş oluyordu. Doğu-Batı, Avrupa/Asya’ya da Hristiyan/Müslüman dünya arasında yeni bir uyumun da kapısı aralanmış oluyordu.113

Tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı ya da uluslar arası ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmemektedir. Burada insanlığın ortak malı olan ülkenin kaynaklarından bütün insanlığı yararlandırmayı öngörmektedir. “Milletler yerleştikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri faydalanırlar hem de, bütün insanlığı faydalandırmakla yükümlüdürler. Bu kurala göre bunu yapmayan milletlerin yaşama hakkına ve bağımsızlığa lâyık olmamaları gerektiği”114 inancı hakimdir.

Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası topluluğun bir üyesi olarak diğer devletlerin eşit haklarla katıldığı ve gelişmeye katkı sağlayacak yararlı uluslar arası işbirliğinden ve uluslar arası örgütlerin kurulmasından yanadır. Bu bağımsızlık anlayışı, uluslar arası güvenlik anlaşmalarına da karşı değildir. Hatta bu kuruluşlara öncülük etmeyi öngörmektedir. Dünya barışı için saldırganlara karşı etkili uluslar arası kuruluşlara taraftardır. Zira günümüz dünyası da zaten bu yoldadır. Yeryüzünde yoksul insanlar ve toplumlar bulundukça, dünyanın mutluluğa kavuşmasının, ileri ülkelerin bile rahat ve mutlu olmasının imkânsızlığı ortaya çıkmıştır. O halde uluslar arası yardımlaşma ve dayanışmaları, ister maddî ister manevî alanlarda olsun, tam bağımsızlığı yok eden bir davranış veya ilke saymak doğru değildir.115
küboşum - avatarı
küboşum
Ziyaretçi
9 Mart 2010       Mesaj #2
küboşum - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
A. Türkiyede Cumhuriyetçilik .......
Latince res publica’nın karşılığı olan cumhuriyet, insanların aile hayatının dışında kalan ve halkın ortak işleriyle ilgili bulunan “kamusal alanı” tanımlamak için kullanılmakta idi. Terim aynı zamanda kamu hayatının kurumsal yapıları veya kurumsal olarak örgütlenmiş kamu alanı anlamında da kullanılmakta idi. Bu anlam, Roma’da cumhuriyet döneminden başlayarak imparatorluk dönemi, Orta Çağ ve Modern Çağın ilk dönemleri boyunca ve 18.yüzyıla kadarki siyaset teorilerinde korunmaya devam etti.1
Sponsorlu Bağlantılar

Türkçe’ye ise Arapça cumhur kelimesinin karşılığı olarak yerleşti. Cumhur, halk, topluluk, kamu, halka ait olan şey anlamına gelmektedir. Günümüz Türkçesinde ise monarşik olmayan devlet biçimi2 ya da yönetim düzenini tanımlamak için kullanılmaktadır. Daha açık bir ifade ile halkın egemen olduğu bir yönetim düzeninin hukuksal yapısı ve çerçevesidir. 3

Tarihsel olarak Cumhuriyet olgusu; iktidarın toplum içindeki tek bir öğenin elinde toplanmasının önüne geçmek ve farklı çıkarları dengelemek amacıyla doğmuş ve gelişmiştir. Çoğunluk, azınlık ve tek kişiye dayalı yönetiminin sakıncalarını gidermeyi amaçlayan bir düşüncenin ürünüdür.4 Bu anlayışın tarihi geçmişini Eski Roma dönemine kadar götürmek mümkündür. O dönemde demokrasi, aristokrasi ve monarşi gibi geleneksel sî-yasal toplum biçimlerinin prensliklere dönüşmesi üzerine Cumhuriyet, Cumhuriyetçi düşünürlerce kamusal alanı doğru biçimde örgütlendirmenin ve kamu yararının güvenliğinin en iyi yolu olarak tanıtıldı. Bunun en ideali ise Roma Cumhuriyeti idi. Çünkü Roma Cumhuriyeti’nde kamu alanının örgütlendirilmesinde tayin edici güç halka dayanmakta idi. Bu anlayış, Cumhuriyetle ilgili modern anlayışların da temelini oluşturdu.5

Roma’dan sonra gelişen tarihî süreçte İngiliz Siyasal Sistemi, eski Cumhuriyet düşüncesini en iyi temsil eden model oldu. Bireyin, azınlığın ve çoğunluğun iradesini temsil eden Kral, Lordlar Kamerası ve Avam Kamerası, eski anlamıyla tipik Cumhuriyet kurumları olarak nitelendirilebilir. Ancak günümüzde Cumhuriyet kavramı monarşiyi bünyesinde bulunduran sistemler için kullanılmamaktadır. Örneğin bugün kıta Avrupa’sında yer alan Belçika, Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç ve Norveç gibi devletler anayasal monarşi ya da meşruti monarşi olarak adlandırılmaktadır. Oysa modern Cumhuriyetler eski Roma’dan farklı olarak, monarşiyi yıkarak yerine kurulmuş, demokratikleşme sürecine paralel olarak aristokratik kurumları da kaldırmış rejimlerdir.6 Bugün gelinen durum itibariyle Cumhuriyet rejimi insanların eşitliğine dayanır. Sınıfsız, imtiyazsız bir toplumu içerir.

Demokrasi ise, halkın yönetimi yani önemli sorunların ne olduğuna ve bunlar hakkında ne yapılacağına dayanan ve her vatandaşın katılma hakkı anlamına gelen Yunanca “demokratia” sözcüğünün günümüzde almış olduğu biçimdir.7 Biraz daha açmak gerekirse demokrasi, bir toplumda insanların kendilerini ilgilendiren ya da ilgilendirebilecek olan konulardaki kararların oluşum sürecine katılmaktır.8

Cumhuriyet ve demokrasi kavramları her zaman birbirine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak illa bu iki kavramı ayrı olarak tanımlamak gerekirse Cumhuriyeti daha çok bir yönetim biçimi, demokrasiyi de yönetimin oluşum ve işleyiş kurallarını niteleyen bir olgu olarak nitelendirmek mümkündür. Cumhuriyet devletin yönetim şekli, demokrasi ise o devletin rejimidir. Cumhuriyet toplumun kim tarafından yönetileceği sorusuna cevap arar. Demokrasi ise toplumun nasıl yönetileceği konusunda cevap verir.9

Demokrasi Cumhuriyet anlayışının derinlik kazanması ve tabana inerek yerleşmesidir. Özde hem Cumhuriyet hem de demokrasi halkın yönetimi olmak fikrine dayanır. Her ikisi de ortak hedefe yönelik ve birbiriyle yakışan ve birbirini bütünleyen kurumlardır.10 Cumhuriyetin özü demokrasi olduğu takdirde ve rejim açısından halk egemenliğine en uygun ortam oluşmuş olur. Cumhuriyet ile demokrasinin beraberce bulunması yani demokratik Cumhuriyet çağımızın en ileri rejimi olarak gösterilebilir.

“ Her Cumhuriyetin mutlaka demokrasi olması beklenemeyeceği gibi her demokrasinin de Cumhuriyet olması istenemez. O halde bir devletin adının Cumhuriyet olması ve başında da veraset yoluyla iktidara gelmiş bir devlet başkanın bulunması, o devletin kendiliğinden bir yönetim sistemine sahip olduğunu göstermez. Dolayısıyla başında bir hükümdarın bulunduğu bir yönetim demokratik olabileceği gibi, bir Cumhuriyet yönetiminin demokratik olmaktan uzak olduğu durumlarda söz konusu olabilir. Nitekim, devlet yaşamının demokratikleştirildiği, ama yinede hükümdarlığın sürdüğü meşruti krallıkların yanı sıra, başlarındaki kişi Cumhurbaşkanı adını taşıdığı için Cumhuriyet sayılan diktatörlüklerde mevcuttur.11

Türkiye’de de Cumhuriyet ve demokrasi kavramları hep birlikte düşünülmüştür. Mustafa Kemal, “Benim en büyük eserim cumhuriyettir” derken burada Cumhuriyeti bir demokratik devrim bir medeniyet/uygarlık projesi olarak görüyordu. Bu anlayış Atatürk döneminden sonra da aynı şekilde devam etmiştir. Nitekim 1960 ve 1980 askeri yönetim döneminin liderleri, görevleri sırasında Cumhurbaşkanı değil, devlet başkanı sıfatını kullanmaya özen göstermişlerdir. 1982 anayasanın geçici 1.maddesinde, anayasanın halk oylaması sonucunda kabul edilmesi ile o tarihteki “Millî Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı”nın Cumhurbaşkanı sıfatını kazanacağı belirtilmiştir. O halde Cumhuriyet, anayasanın 2.maddesinde yer alan demokratik nitelemesiyle birlikte ele alınmalı ve devletin temel organlarının doğrudan ya da dolaylı yolla serbest seçimlerden çıkmaları ve de seçimden çıkmış kişilerce atanmaları biçiminde anlaşılmalıdır.12

B. Türkiye’de Cumhuriyet Yönetimine Geçiş

14. yüzyılda kurulan Osmanlı Devleti kendine özgü yönetim sistemi ile 17. yüzyıla kadar dünyanın en güçlü devletlerinin başında geliyordu. Bundan dolayı da Batı’da gelişen düşüncelere ve uygulamalara kayıtsız kalmıştı. Ancak devletin Batı karşısında önce duraklamaya sonrada gerilemeye13 başlamasıyla oluşan ağır koşullar yöneticileri çözüm arayışına yöneltti. Bu aşamada öncelikle Batı’da gelişen askerî teknolojiden faydalanmaya öncelik verildi. 1792’den itibaren Avrupa başkentlerine düzenli ve sürekli elçilikler14 kurulmaya ve uzmanlar gönderilmeye başlandı. Böyle olsa da 1789 Fransız Devrimi’nin İnsan Hakları Bildirisi’ndeki ilkelere ve Krallığın yerine Cumhuriyetin kurulmasına karşı önceleri kayıtsız kalındı. Ancak, özellikle II. Mahmut devrinden itibaren devrimci bir tepkinin başladığı ve geliştiği bilinmektedir. Böyle bir tepkinin aydınlar arasında başlaması ve süreklilik kazanması ise Tanzimat dönemine rastlamaktadır. Batı’nın siyasal ve hukuksal düşünceleriyle ilişkiye giren gençler bu konudaki terminoloji ve düşünceleri Osmanlı Devletine aktarmaya başladılar. Bu bağlamda düşünce özgürlüğü, ulusal egemenlik ve cumhuriyet sözcükleri kullanılmaya başlandı. Özellikle insan hakları bildirisinde geçen ilkelerden “güvenlik” ve “Kanun önünde eşitlik” ile ilgili olanları ilk defa 1839’da ilân edilen Gülhane Hattı ile Osmanlı toplumuna girdi. Böylece gerek Gülhane Hattı gerekse 1856’da ilân edilen Islahat Fermanı ile Osmanlı Devleti ile uyrukları arasındaki ilişkiler yasal bir çerçeveye oturtularak devletin sınırları içerisinde yaşayan tüm uyrukların eşit olduğu ilân edildi. Bu gelişme ile Osmanlı Devletinin sahip olduğu millet sistemi sarsılmaya başladı.15 Bu sarsıntıyı önlemek ve yeni çareler bulmak üzere doğan Yeni Osmanlılar Hareketinin16 temsilcileri olarak Ziya Paşa, Namık Kemal ve Ali Suavi Avrupa’ya giderek halkın haklarını koruma davasında, özgürlük, ulusal egemenlik ve parlamento ile yönetim konularında çalışmalar yaptılar. Ancak cumhuriyet yönetimi yönünde önemli bir girişimleri olmadı. 17

Fransız Aydınlanma Felsefesi düşüncesinin etkisi altında kalan ve Anayasa hazırlanarak Meclisin açılması, düşünce özgürlüğünün sağlanması, halka egemenlik hakkının verilmesi ve bunları sağlayabilecek örgütlü bir muhalefetin oluşturulması yolunda açık ve gizli olarak yurt içinde ve yurt dışında yaptıkları siyasal mücadelenin sonucunda 23 Aralık 1876’da Kanun-i Esasi18 ilân edildi. Kanun-i Esasi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan tüm halklar Osmanlı sayıldı ve onlara bir takım bireysel haklar tanındı. Ayrıca atamayla oluşturulan Meclis-i Ayan ve seçimle oluşturulan Meclis-i Mebusan dan oluşan bir parlamentolu sistem getirildi. Böylece halkın ülke yönetimine katılması ilkesi benimsenmiş oldu.19

İlk Osmanlı Parlamentosu 19 Mart 1877’de toplandı.20 Vilâyetlerden gelen, çeşitli din ve dilden grupları temsil eden Parlamento üyeleri geldikleri yerlerin problemlerini ortaya atarak, kısa zamanda ülkenin sorunlarını kavrayıp, maliyeyi, yönetimi ve hatta dış politikayı yönlendirme girişimlerine başladılar.21 Meclis-i Mebusan’ın kendi yetkilerini tehdit etmesi üzerine Rus Harbi’ni de fırsat bilen22 II. Abdülhamit 14 Şubat 1878’de Meclisi süresiz olarak kapattı.23

Bundan sonra Padişah yetkilerini daha da artırarak, hafiye örgütüyle, sansür kurumuyla Osmanlı aydının demokratik hak ve isteğini engelledi, özgürlükleri kısıtladı. Bunun üzerine önce İmparatorluk sınırları içinde, sonraları dış memleketlerde gizli cemiyetler kuruldu. Bunların en önemlilerini ise 1889’da Askerî Tıbbıye’de temellerinin atıldığı İttihadı Osmani Cemiyeti oluşturmaktadır. Bu gizli cemiyet, daha sonra Paris’te bulunan ve pozitivist düşünceyi benimsemiş olan Ahmet Rıza ile bağlantı kurarak adını İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirdi.24 Jön Türkler adıyla anılan bunların başlıca amacı; içlerinde zaman zaman ayrılıklar olsa da25 Abdülhamit’in baskısına son vermek, Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe koyarak Meşrutiyetin yeniden kurulmasını sağlamaktır. Jön Türkler de Yeni Osmanlılar gibi Cumhuriyet üzerinde fazla durmamışlardır.26 Osmanlıcılık fikri etrafında yurdu kurtarmak amacıyla 27 Aralık 1907’de Paris’te birleşerek daha sonra 23 Temmuz 1908’de27 Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girmesini, yani İkinci Meşrutiyetin ilânını sağlamışlardır. Böylece yeniden Anayasalı döneme geçilmiş oldu.

İkinci Meşrutiyetin ilânı, Türk aydınlarının, Batı’nın siyasal ve hukuksal düşünceleriyle daha yaygın biçimde uğraşmalarına olanak hazırladı. O dönemde Türkçülük akımı da siyasal yönü ile gelişmeye başladı.28

Ayrıca İkinci Meşrutiyetin ilânı ile Türk Siyasal Yaşamına Parlamenter Sistem girmiş oldu. Bu dönemde milletvekilleri temsil haklarını iyi kullanarak 1876 Anayasasının kısıtlayıcı bazı hükümlerini 1909’da kaldırarak, köklü değişiklikler yaptılar. Meclis-i Mebusan’ın gücünü artırarak, padişahın yetkilerini daralttılar. Hükümeti kurmakla Sadrazam’ı yetkili kılarak, kendi içinde uyumlu bir hükümetin kurulması geleneğini başlattılar. Temel hak ve özgürlükleri yok eden 113 üncü maddeyi kaldırarak Anayasayı gerçek niteliğine kavuşturdular. Ülke yönetiminde sorumluluk taşıyan hükümetin uygulamalarını denetim altına aldılar. Ancak Meclis-i Mebusan’dan güvenoyu alan bir hükümetin iktidar olabileceğini ve hükümetlerin iktidarda kaldıkları sürece izleyecekleri politikayı belirleyen hükümet programı hazırlama ve bunu Meclis-i Mebusan’a sunma geleneğini de başlattılar.29 Anayasaya eklenen 120. madde ile daha önce gizli faaliyet gösteren cemiyetler yasallık kazandı. Ayrıca yeni cemiyet ve partiler kurulmaya başladı. Siyasî özgürlük ortamı gelişmeye başladı. Basında hemen her şey yazılıp tartışılır oldu. Bu özgürlük ortamında güçlenen Türk milliyetçiliğinden, daha çok azınlık cemiyetleri yararlandılar ve kendi amaçlarına ulaşabilmek için İmparatorluğun bir an önce çökertilmesi konusundaki yıkıcı faaliyetleri hızlandırdılar.30

Örneğin bu ortamdan faydalanan bazı balkan ülkeleri bağımsızlıklarını ilân ettiler. İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğinde bir gurup, İmparatorluğu ve devleti kurtarmanın en emin yolu olarak güçlü bir merkezi yönetimi savunurken, bu gurubun karşısında Prens Sabahattin Bey önderliğinde yer alan ademi merkeziyet yanlıları ise dinî ve etnik çeşitliliği çok zengin olan İmparatorluğun varlığını devam ettirebilmesi için zayıf bir merkez ve bireysel sorumluluk ilkelerinin benimsenmesi gerektiği inanandaydılar. İttihat ve Terakki Cemiyeti başlangıçta diğer guruba göre daha örgütlü ve kitle desteği daha geniş bir gurup olduğundan, durumu kontrol eder konumdaydı. Ancak liberal olarak nitelendirilebilecek olan ademi merkeziyet yanlılarını ise Babıali’nin yüksek bürokratları destekliyordu. Her iki çevre Osmanlı toplumunun üst kesimlerinden oluşuyordu. Anayasal düzende devleti, İttihatçılardansa kendilerinin yönetmesi gerektiği inanandaydılar.31

Bu iki gurup anayasanın yürürlüğe girmesinden sonraki aylarda iktidar mücadelesine girişmişlerdir. Bu dönemde siyasî yetki liberal bir hükümet ile İttihatçıların çoğunlukta olduğu Meclis arasında bölündüğü için, siyasî gerginliğin yüksek olduğu bir dönem olmuştur. Nitekim dönemin Kamil Paşa Hükûmeti’nin Şubat 1909’da iktidardan düşmesi 13 Nisan 1909’da başlayan ve tarihte 31 Mart Olayı32 olarak anılan bir karşı devrim girişimine yol açtı. Bu olay İmparatorluğun değişen dünyada yaşayabilmesini sağlayacak modernleşme çabalarına ve anayasal düzene karşı dinî bir tepki olarak gerçekleşmişti. İstanbul’daki Birinci Orduya mensup askerlerin subaylarına karşı isyan etmeleriyle başlayan karşı devrim, Makedonya’daki III.Ordunun askerî disiplini koruma ve anayasaya bağlılık konularındaki duyarlılığından dolayı başarılı olamadı. İttihat Terakki Cemiyeti’nin başkent örgütü bu devrim ile çökmüş olmasına karşın Makedonya’daki III.Ordu da yer alan İttihat Terakki Üyeleri Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu ile birlikte İstanbul’a geldiler. Hareket ordusunda yer alan Mustafa Kemal ve Ali Fethi gibi 1923’te cumhuriyetin kurucu kadrosunda yer alacak olan şahsiyetler, dinle ilgisi olmayan çevrelerin ya da yabancıların İslâmı nasıl kullanabildiğini ibretle gördüler.33

Daha sonraları Mecliste İttihat ve Terakkiye karşı olan tüm unsurları kapsayan geniş tabanlı bir siyasal cephe olarak Hürriyet ve İtilaf Fırkası 21 Kasım 1911 ‘de kuruldu. Bu şekilde gerek Mecliste, gerekse halk arasında kendilerine karşı yükselen muhalefetten korkan İttihatçılar, Parlamentodaki güçlerini koruyabilmek için 18 Ocak 1912’de Parlamentonun kapatılmasını sağladılar. Ancak daha sonra yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki yeniden çoğunluğu sağlayacak şekilde Meclise girmiş olmasına rağmen sağlanan bu başarı demokratik yoldan uzun süre iş başında bulunmaya yeterli olamadı.34 Çünkü küçük rütbeli subaylardan oluşan Halaskar Zabitan adlı bir gurup35 Mehmet Sait Paşanın yönetimindeki İttihatçılardan ağırlıklı kabineyi istifaya zorlayarak Ahmet Muhtar ve Kamil Paşaların liberal kabinelerini işbaşına getirdi. Balkan savaşları sonucunda İmparatorluğun Avrupa’daki topraklarının neredeyse tamamının kaybedilmesi Kamil Paşa Kabinesinin güvenirliğini yitirmesine yol açtı. Nitekim bu durumu iyi kullanan ittihatçılar Enver Bey önderliğinde 23 Ocak 1913’de bir darbe yaparak hükümeti silâh zoruyla istifaya zorladılar. Babıali Baskını36 olarak adlandırılan bu olay ile iktidara gelen ittihatçılar Birinci Dünya Savaşı sonucuna kadar iktidarda kaldılar.37

Balkan Savaşları ve arkasından başlayan Birinci Dünya Savaşı Osmanlı Devletini zor durumda bırakmış olsa da bu gelişmeler yeni bir Anadolu ulusçuluğunun doğmasına neden oldu. Bu olgu sonraları cumhuriyet ulusçuluğuna dönüşecektir.38

Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Silâh Bırakışması Antlaşması39 ile Osmanlı Devleti yenilgiyi kabul etti. Bir ay sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti kendisini feshetti. Daha sonra 21 Aralık 1918’de Meclis feshedildi. Siyasal alan Saray’a ve onun kuracağı hükümetler ile Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na açıldı. Anadolu’da İşgaller başlayınca millî nitelikli bölgesel cemiyetler kurulmaya başladı. Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919 tarihinde Anadolu’ya geçerek ulusal egemenliğe dayanan bağımsız bir Türk Devleti kurma çabasını bu cemiyetlere dayanarak başlattı.

Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında ulus egemenliğine dayalı katılımcı ulusal bir cumhuriyet kurmayı kafasında tasarlamış olmalıydı ki, nitekim bunun ilk işaretini 22 Mayıs 1919’da Samsun’dan Sadarete gönderdiği raporda; “...millet birlik olup hakimiyet esasını, Türklük duygusunu esas almıştır”40 ifadesi ile verdi. Bu düşünceler daha bilinçli olarak bugün araştırmacılarca Anadolu devriminin beyannamesi41 olarak adlandırılan 22 Haziran 1919 tarihli Amasya Genelgesi’nde “ulus egemenliği” olarak yer aldı. Amasya Genelgesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması açısından önemli bir aşamayı oluşturmaktadır. Burada İstanbul Hükümeti suçlanarak ulusun egemenliğinin korunması ve kullanılması konusunda açıklamalar yapıldı. Ulusun bütünlüğünün, ulusun bağımsızlığının tehlikede olduğu belirtilerek, İstanbul’daki merkezî hükümetin de İtilâf Devletlerinin baskısı altında bulunduğu dolayısıyla millî sorumluluklarını gereğince yerine getiremediği, bu koşullarda milletin sesini duyuracak, taleplerini yerine getirecek yeni bir oluşuma ihtiyaç olduğu ifade edildi. Bunun için uygun bir zaman içinde Sivas’ta bir ulusal kongrenin toplanması ve her livadan seçilecek üçer temsilcinin katılması istenilen bu kongreyle, milletin iradesinin ortaya konulması için çalışmaya geçilmesi istendi.42

Ulus egemenliğinin tespiti, karar mekanizmasının genişletilmesi, doğal olarak halife-sultan ikilisinin uhdesindeki bireysel karar mekanizmasının kırılması demekti. Bu hareket tanrının yeryüzündeki gölgesi unvanını taşıyan Osmanlı Sultanın egemenlik yetkisini kaldırarak, meşruiyetin kaynağını Tanrıdan, insanın hür iradesine dayandırmanın ilk adımı oluyordu. Yani egemenliğin kaynağı gökyüzünden yeryüzüne, inmiş oluyordu.43

Mustafa Kemal’in Anadolu’da ulusal bir hareketi hazırlama yönündeki bu faaliyetlerinden kaygılanan İstanbul Hükümeti 23 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’in görevinden uzaklaştırıldığını açıkladı44 ve O’nu İstanbul’a geri çağırdı. Mustafa Kemal bunu kabul etmeyerek 8 Temmuz 1919’da Ordudaki görevinden ayrıldı.45 Ordudan ayrıldıktan sonra Sivas ve Erzurum da topladığı kongrelerde bağımsızlık mücadelesinin temel esaslarını benimsedi.

23 Temmuz 1919 tarihinde toplanarak 14 gün süren çalışmanın ardından dağılan Erzurum Kongresi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu bakımından daha ileri bir adım oldu. Erzurum Kongresi bazı Doğu illerinden gelen delegelerin oluşturduğu sınırlı bir kongre olmasına karşın, kararları vatanın bütünü ve ulusun genelini ilgilendirecek şekilde geniş kapsamlı oldu. Bu kongrede; yurdun bütünlüğü ve işgale karşı direnişe geçilmesi, ulusal güçlerin etken ve ulusal iradenin egemen kılınması ilkesi ile birlikte, yabancı devletlerin güdümü ve koruyuculuğunun kabul edilemeyeceği yolunda kararlar alındı.46 Ayrıca yönetim kurulu durumunda olan ve Atatürk’ün başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye’ye, Kongre kararlarını yürütme, gerektiğinde vatanın korunması ve bağımsızlığın sağlanması için geçici bir hükümeti seçme yetkisi verildi. Böylece Erzurum Kongresi Anadolu’da kurulacak yeni devletin habercisi oldu.47

Heyet-i Temsiye’nin girişimleri ile 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresi çalışmalarını gerçekleştirdi. Bu kongre en önemli etkinlik olarak Türk ulusunun direnişinin “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti” adı ve çatısı altında meşru bir kurumlaşmayı burada sağlamak oldu.48 Sivas Kongresi’nin temsil niteliği Erzurum Kongresi’ne göre daha geniş oldu. Kongre, Heyet-i Temsiliye’nin yetkilerini artırarak, ona askerî güçlerin derlenip toparlanmasından, ulusal meclis hazırlıklarının yapılmasına kadar varan bir dizi görevler verdi. Ulusal gücü ve ulusal iradeyi egemen kılma ilkesi Erzurum Kongresi gibi Sivas Kongresi’nin de onayından geçti. Heyet-i Temsiliye, tüm ulus adına hareket eden bir kurul halinde Ankara’da TBMM’si kurulana kadar, ulusal kurtuluş hareketinin yöneticisi ve uygulayıcısı oldu. Böylece ülkede, İstanbul Hükümetinin yanında Anadolu’da yeni bir iktidar doğmaya ve devlet otoritesi yavaş yavaş Heyet-i Temsiliye’ye geçmeye başladı.49 Erzurum ve Sivas Kongreleri Türk tarihinin ilk teşkilâtlanmış halk hareketleridir. Geleceğini dış merkezlerin kararı ile düzenleme alışkanlığı içindeki toplum, Erzurum’da Doğu İlleri Ahalisi temsilcilerinin kararı ile kurulacak devletin geleceğini belirledi.50 Erzurum’da başlayan ulusallaşmanın asıl kaynağı Sivas’ta tek merkezli yönetim çatısının kurulmasıyla tamamlandı.51

Damat Ferit Paşa Sivas Kongresi’nin toplanmasını engelleyemeyince 1 Ekim 1919’da görevinden ayrıldı ve yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti kuruldu. Yeni hükümet Sivas Kongresi’nin seçtiği Heyet-i Temsiliye ile doğrudan görüşmelerde bulunmaya karar verdi. Nitekim 20-22 Ekim 1919’da İstanbul Hükümeti temsilcileri ile Heyet-i Temsiliye görüşerek bir dizi protokol imzaladı.52

Amasya görüşmeleri Anadolu hareketinin İstanbul Hükümeti tarafından resmen tanınmasını sağladı. Başlangıçta her iki tarafta da vatanın bağımsızlığı için çalışacağı ümidi doğmuş ise de bu yakınlaşma uzun ömürlü olamadı. Zira Mustafa Kemal ve ekibinin önemle üzerinde durduğu Meclisin çalışma yeri konusunda İstanbul’daki hükümet çevrelerinde farklı bir anlayış hakimdi.

Nitekim Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Erzurum milletvekili seçilen ancak Ankara’da kalan Mustafa Kemal daha önce kararlaştırılmış olmasına rağmen Meclis Başkanlığına seçilemedi. Ancak bu meclis ulusal davaya inanan bazı milletvekillerinin çabalarıyla 28 Ocak 1920’de Misak-ı Millî’yi kabul etti ve 17 Şubat 1920’de dünyaya duyurdu.53 Olağanüstü şartlarda kabul edilen bir özgürlük ve bağımsızlık bildirisi olan Misak-ı Millî’nin esasları Erzurum ve Sivas Kongresi’nde saptanmıştı. Bu belge ile ulusal ve bölünmez Türk vatanının sınırları çizildi, kapitülasyonlar, millî ve ekonomik müdahaleler, siyasî dayatmalar reddedilerek, tam bağımsız bir devlet öngörüldü. Bu gelişmelerden telâşa kapılan Antlaşma Devletleri sonuçta 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ettiler.

Bu şekilde Meclis-i Mebusan’ın çalışamaz duruma gelmesi üzerine ulusal egemenliği öne çıkaran Mustafa Kemal, millî meclisin oluşturulması için hemen harekete geçti. O, Kurtuluş hareketinin halkın iradesine dayandırılması ile ve ülkeyi kaostan kurtaracak yolun ancak millî meclisin oluşturulmasıyla bulunabileceği kanısında idi. Bunun için seçimler vakit geçirilmeden yapılmalıydı.

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Heyet-i Temsiliye başkanı olarak İstanbul’un işgalinden üç gün sonra 19 Mart 1920’de Anadolu’daki bütün komutanlıklara, Valiliklere bir genelge yollayarak olağanüstü yetkilere sahip bir Meclisin Ankara’da toplanabilmesi için, yürürlükte olan seçim yasasına göre seçimlerin 15 gün içinde yapılmasını istedi.54 Bu genelge bir yandan ülkede yeni bir seçimin başlamasını emrederken, öte yandan seçimin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağını da belirtiyordu. Kuşkusuz Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye, Anadolu’da yeni bir devletin temel taşını bu genelge ile ortaya koymakla birlikte vatanın bütünlüğünü, ulusun özgürlüğünü halka dayanarak kurtarmak için alınacak kararlara, geniş halk kitlesinin katılımını sağlamak istiyorlardı. Bu nedenle ulus adına karar verecek olan “salâhiyeti fevkalade” ile yetkili Meclisin, İstanbul’dan kaçıp gelen milletvekilleriyle bu genelge çerçevesinde seçilen milletvekillerinden oluşmasını yararlı görüyorlardı.55

Bu genelge doğrultusunda seçimler yapılarak I. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de Ankara’da açıldı.56 Kurulmakta olan ulusal demokrasinin ideolojisi ulusal egemenlik, ana kurumu da TBMM oldu. O zamana kadar ülke hanedan adıyla anılırken şimdi bir halkın yurdu anlamına gelen bir sözcükle (“Türkiye”) adlandırılıyor, Meclisinin ismi de bu yönde değişiyordu. İkincisi, Meclise yüklenen yeni bir sıfat (“Büyük”) bu organın demokratik mertebesinin yükselişini ifade ediyordu. Nihayet o zamana kadar resmî anayasa dilinde pek geçmeyen (“Meclis”) ve (“Millet”) sözcükleri (Osmanlı’da Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan) yeni demokratik atılımın simgeleri olarak yerlerini almış oldu.57 24 Nisan günü Mustafa Kemal, Mütarekeden Meclisin açıldığı güne kadarki siyasî olayları özetleyen uzun bir konuşma yaptı. Burada Osmanlı Devletinin izlediği iç ve dış siyaset-i eleştirerek; “Milletimizin kuvvetli, mesut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilâtımıza tamamen uyması ve dayanması lazımdır,”58 diyerek hükümetin kurulmasıyla ilgili bir teklif ileri sürdü. Başlangıçta çok ölçülü davranmak gerektiği inancı ile “Anadolu’da geçici olarak bir hükümet başkanı seçmek veya Padişaha bir vekil tanımanın mümkün olmadığını belirterek devlet başkanlığı makamını boş bırakmayı uygun gördü. Ayrıca TBMM’nin üstünde bir kuvvetin mümkün olamayacağını, bu Meclisin yasama ve yürütme yetkilerini kendisinde toplayacağını, Meclisten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir heyetin hükümet işlerine bakacağını, Meclis başkanının da bu heyetin başkanı olacağını, Padişah ve Halifenin ise baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman Meclisin düzenleyeceği kanunî esaslar çerçevesinde durumunu alacağını belirtti.59 Aynı gün yapılan seçimle Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi. Bir gün sonra milleti birlik ve beraberliğe çağıran ve düşman propagandasına inanılmaması için bir beyanname yayınlandı. Meclis, ayrıca 6 kişilik “Geçici İcra Encümenini” seçerek bilfiil hükümet işlerini ele aldı. 29 Nisan 1920’de “Hıyaneti Vataniye Kanunu”nu kabul ederek Meclis, meşruiyetine saldırıyı sözle bile olsa vatan hainliği sayacağını ve ölümle cezalandıracağını ilân etti. Ayrıca 30 Nisan’da Meclisin açıldığı Avrupalı devletlere de duyuruldu. 3 Mayıs 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurularak görevine başladı.60

Meclis, 1 Mayıs 1920’de yayınladığı bir bildiride amaçlarının ülkenin bağımsızlığını sağlamak, hilâfeti ve saltanatı düşmanların elinden kurtarmak olarak belirtiyordu. Böylece hem hilâfet ve saltanat çevrelerinin karşısına bir güç olarak çıkmasını engellemek istiyor, hem de bağımsızlık mücadelesinde toplumsal uzlaşma tabanını genişletmeye çalışıyordu. Anadolu’da bağımsızlık mücadelesinin yoğunlaşmaya başladığı bir ortamda 10 Ağustos 1920’de İstanbul Hükümeti İtilâf Devletleriyle,61 Türkiye’nin sınırlarını İstanbul ve civarı ile Kuzey Anadolu’dan ibaret sayan Sevr Antlaşması’nı imzaladı.62

Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesinin nihayet cephelerde de başarılar kazanması üzerine Mustafa Kemal askerî alanda kazandığı başarılarını siyasî alanda pekiştirmek amacıyla Büyük Millet Meclisi’nde bir anayasa taslağı ile Meclisin mahiyeti ve görevlerini açıklayan bir program sundu. Bu girişim ilerde kurmayı düşündüğü Cumhuriyet rejiminin temelini oluşturmak için atılan ilk adımdı. 20 Ocak 1921’de kabul edilen Türkiye’nin ilk anayasasına göre, egemenlik kayıtsız şartsız millete devredilerek, bütün yetkiler Büyük Millet Meclisi’nde toplanıyordu. Meclise şeriatı uygulama ve yürütme yetkisi de verilerek, halifelik kurumu fiili olarak ortadan kalkıyordu.
Bu düzenleme ile, güçler birliği ilkesi ve Meclis Hükümeti sistemi benimseniyor. Türkiye Devletinin, TBMM tarafından yönetileceği, Yasama ve Yürütme güçlerinin Mecliste toplanacağı, Hükümetin adının Büyük Millet Meclisi Hükümeti olacağı ve doğrudan doğruya Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği ilke olarak benimsendi. Ayrıca bir hükümet başkanı yerine Meclis Başkanı, Bakanlar Kurulunun da doğal başkanı olarak kararlaştırıldı. Hükümet Meclis adına hareket eder ve onun devamlı denetimi altında olacaktır.63

Meşruti sistem yerine egemenliğin ulusa ait olduğunu ilân eden ve egemenliğin kullanılmasında tüm yetkileri TBMM’ye veren bu anayasa ile Padişahlı devlet anlayışı yerini ulus-devlet ve yetkilerin TBMM tarafından kullanılması esasına bıraktı. Egemenliğin aidiyeti değişmiş, Padişahtan alınarak kayıtsız ve koşulsuz ulusa verilmiş oldu.64

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, Anadolu’da işgalci güçlere karşı dört bir cepheden sürdürdükleri savaşta gösterdikleri askerî başarılar Sevr Andlaşması’nın anlamını yitirmesine yol açtı. Bu nedenle müttefik kuvvetleri, 28 Ekim 1922’de Lozan’da düzenlenecek barış konferansına Ankara ve İstanbul Hükümetlerini birlikte davet ettiler. Mustafa Kemal çifte davetiyeye olan tepkinin rüzgarından yararlanarak saltanatın bir hamlede kaldırılmasını sağladı. 1 Kasım 1922’de TBMM aldığı karar ile 600 küsur yıllık Osmanlı Saltanatını sona erdirdi. Osmanlı hanedanı Halifelik yetkisini sürdürecek ancak kimin Halife olacağına TBMM karar verecekti. Bu gelişme üzerine Tevfik Paşa Hükümeti istifa etti.65 Böylece siyasî iktidar tamamen Meclise geçti. Ancak ülkenin dinî liderliği konumundaki Halifelik kurumu eski rejimin yeniden canlandırılması için potansiyel bir tehlike olarak duruyordu. Eski rejim önlemleriyle, yeni rejim arayışları, ülkede tam bir rejim bunalımına yol açtı. Meclis çalışamaz duruma geldi. Bu aşamada Mustafa Kemal’in Meclisteki gücünün sınırlı olması nedeniyle etkin bir siyasî mücadele vermesi zor görünüyordu. Nitekim Meclis 1 Nisan 1923’de seçimlerin yenilenmesine karar vererek dağıldı. Plânladığı siyasî değişimi gerçekleştirmek amacıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni siyasî bir partiye Halk Fırkası’na dönüştürmek istediğini ilk kez açıkladı. Bu amaçla 8 Nisan 1923’te dokuz maddelik bir program ile Halk Fırkası’nın görüşlerini kamuoyuna açıkladı.66 Atatürk “Dokuz ilke ve Partimizin ilk programı” ifadesi ile bu durumu Nutuk’da şöyle açıklamıştır:

“Gerek bazı kimselerden aldığım yazılı düşüncelerden ve gerek halk ile yaptığım görüşmelerden çok yararlandım. Sonunda 8 Nisan tarihinde görüşlerimi dokuz ilke halinde tespit ettim. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırasında yayınlayarak ilân ettiğim bu program partimizin kuruluşunun temeli olmuştur.”67 Nihayetinde 1923 seçimleri yapıldı ve seçim çevrelerinden gelen Müdafaa-i Hukuk Milletvekilleri 7 Ağustos günü Mustafa Kemal’in başkanlığında toplandılar. Bu toplantılar, çeşitli aralıklarla bir ay sürdü. Seçimlerden önce hazırlanan dokuz umde esas olmak üzere yapılan tüzük 9 Eylül günü kabul edildi.68 Aynı gün oybirliği ile aldığı karar gereği Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Halk Fırkası’na dönüştürüldüğü ilân edildi.69

Bu arada 24 Temmuz 1923’de Lozan Antlaşması imzalandı.70 Böylece uluslar arası alanda da Osmanlı Devletinin sona erdiği, yerine gelen bağımsız ve çağdaş Türkiye’nin varlığı tescil edilmiş oldu. Türklerin 1699 Karlofça Antlaşmasından beri yaşamakta olduğu geri çekilme süreci Doğu Trakya’da durdurularak Anadolu’ya sıçraması önlenmiş oldu.71

Halk Fırkası’nın kurulması üzerine Mustafa Kemal Cumhuriyetin duyurulması zamanının gelmiş olduğuna karar verdi. Eylül ayından itibaren kamuoyu hazırlayıcı çalışmalara girişti. İlk önce anayasada değişiklik yapılacağına ilişkin bir haber Anadolu Ajansı tarafından yayınlandı. Bu haber halk ve basında heyecan yarattı. Bundan sonra basında arka arkaya haberler çıkmaya başladı. Artık Cumhuriyetin ilân edileceği söylentisinin kesinlik kazanması muhalifleri sinirlendirdi. Bu ortam Mecliste bir hükümet bunalımına yol açtı. Bu olay cumhuriyetin ilânını hazırlayıcı neden oldu.

Hükümet bunalım 24 Ekim 1923’de iki çekilme ile başladı. Başbakan Ali Fethi Okyar, ikinci görevi olan İçişleri bakanlığından, Ali Fuat Cebe-soy’da Meclis ikinci başkanlığından çekildiler. Daha sonra 27 Ekim 1923’te Fethi Okyar’ın başbakanlıktan çekilmesiyle72 hükümet bunalımı yoğun bir hal aldı. Ancak Meclis yeni hükümeti bir türlü kuramadı. Mustafa Kemal sorunun anayasada yürütme ve yasama organları arasındaki ilişkiden kaynaklandığını ileri sürerek Cumhuriyetin ilânını kolaylaştıracak bir anayasa değişikliği73 teklifini Meclise sundu. 29 Ekim 1923’te kabul edilen anayasa değişikliğine göre; Türkiye Devletinin hükümet biçimi cumhuriyettir. Türkiye Cumhurbaşkanı, Büyük Millet Meclisi tarafından bir seçim dönemi için seçilir. Türkiye Cumhurbaşkanı devletin başkanıdır. Başbakan Cumhurbaşkanı tarafından ve meclis üyeleri arasından seçilir.74

Mecliste yapılan seçimlerde Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan seçildi.75 Daha önceden de başkentin İstanbul’dan Ankara’ya nakli için 13 Ekim 1923’te bir kanun teklifi verilmişti. Bu şekilde bir başka monarşik yapıya daha son verilerek, halka ya da cumhura daha yakın bir kent mütevazı ama devrimci değişime elverişli Ankara devletin yönetim merkezi yapılmıştı.76 Böylece Cumhuriyet yönetimine geçilmiş oldu. Almanya, Avusturya ve Macaristan’dan sonra Türkiye’de cumhuriyet oldu. Şu farkla ki onlar, yenilginin, bozgunun kapkara ortamında bunu seçtiler. Türkiye ise zaferin ve kurtuluşun parlak güneşi altında bu yola gitmiş oldu.77

Cumhuriyetin ilânı Meclisteki ikili yapıyı açık bir şekilde su yüzüne çıkardı.78 Bu bağlamda Cumhuriyet rejimine karşı çıkan muhalefetin tutucu kanadı, İslâmi kurumları ve Halifeyi sembol olarak kullanıyordu. Hükümetin kontrolü Mustafa Kemal’in elinde olmasına rağmen, halifelik kurumu rejim için önemli bir tehlike oluşturuyordu. Bu kurumlar sürdükçe yeni devletin ilkelerini yerleştirmenin oldukça güç olacağının belirmesi üzerine 3 Mart 1924’te halifeliği kaldırdı ve Osmanlı sarayının bütün üyelerinin Türkiye’ye girişi yasaklandı. Meclis aynı gün şeriat ve evkaf vekaletini kaldırarak yerine Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Müdürlüğünün kurulmasını ve bütün eğitim kurumlarının Eğitim Bakanlığına bağlı tek bir sistem halinde birleştirilmesine karar verdi.79

Böylece geçmiş rejimin kurumları ve sembolleri bir bir ortadan kaldırılarak yeni rejimin temel ilkelerinin yerleştirilmesi için uygun ortam yaratıldı. Bu ortamda TBMM, kurucu güç olma yetkisine dayanarak 20 Ocak 1921 Anayasası’nda bazı değişiklikler yapılarak 20 Nisan 1924 de80 altı bölüm 105 maddeden oluşan yeni bir anayasa yaparak kabul etti. Bu anayasa bazı değişikliklerle 1961 anayasası yapılıncaya kadar yürürlükte kalmış olmakla birlikte, çağın en ileri devlet yapısını ve özgürlükler sistemini benimseyen nitelikteydi. Bundan dolayı Türkiye 1946’da o dönemin dünya konjöktürüründe uygun olarak çok partili sisteme geçmeyi uygun görünce yürürlükteki anayasa ile bunu gerçekleştirdi. Daha sonraları gelişen olaylar nedeniyle yeni anayasalar yapma gereği doğacaktır. Ancak Cumhuriyet kurumları ve idealleri ile ilerlemeye devam edecektir.

C. Türkiye’de Cumhuriyet’in Temel Dayanakları

1. Ulus - Devlet Yapısı

Ulus, aynı tarihsel kökten gelen, kültür ve gelenek ortaklığı gösteren, genellikle aynı topraklarda ve ekonomik alanda yaşayıp aynı dili konuşan insan topluğu olarak tanımlanmakta.81 Çağımızda devletin kurucu unsurları arasında yer alan ulus ve ulus devlet, tarihi gelişmenin belli aşamasında ortaya çıkmış olgulardır. Batı Avrupa’da feodal düzenin yıkılması süreci içinde, aile, soy, din ya da kişisel bağlantılara dayanan insan topluluklarının yerine ortaya çıkmış olgulardır. 1789 Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları, ulus ve ulusal devlet kavramlarının Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte tüm Avrupa’ya, hatta tüm dünyaya yayılmasına neden oldu. Bu bağlamda ulus kavramı ve ulusçuluk akımı topluluklara, yabancı boyunduruğuna karşı bir direnme gücü verdiği gibi, daha demokratik bir düzene geçişin itici gücünü de oluşturdu. Çünkü ulus kavramı insanları yönetme yetkisini tanrıdan aldığını ileri süren hükümdarlık fikrini içermiyordu. Uluslar artık kendi geleceklerini ancak kendi seçecekleri meclis ve hükümetlere emanet etmeyi82 daha insancıl olarak görüyorlardı.

Tabiidir ki bu gelişmeler o zamanların seçenekleri için tamamen yeni idi. Bundan dolayı Krallık ve İmparatorlukların ulus-devlet modeline karşı direnci ve mücadelesi Birinci Dünya Savaşı’na kadar kesintisiz devam etti. Bu büyük savaşın sonunda Çarlık Rusya’sı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılması ile birlikte ulus-devlet dünyada yaygın bir model haline gelmeye başladı. Ne var ki ulusçuluk 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren saldırganlığın ve halkları birbirine kırdırmanın bir aracı olarak da kullanıldı. Emperyalist ülkeler dünyanın geniş bölgelerini sömürgeleştirmeyi böyle saldırgan bir ulusçuluk anlayışına dayanarak haklı göstermeye çalıştılar. Bu gelişme ise büyük bir felaket olarak dünya savaşına yol açtı. Bu dönemde geniş toplumsal katmanların aktif olarak siyasî yaşama katılma yollarının açılmasıyla Ulus kavramının içeriği oldukça genişledi ve devlet politikaları da bu kitlelerin gereksinimleri dikkate alınarak belirlenmeye başladı. Bunun sonucunda da ulusçuluk ekonomik ilişkiler alanına da egemen olarak entenasyonalist eğilimleri tamamen devre dışı bıraktı. Ancak bu tarz bir yönelim, ayrılıkçı hareketleri körükleyerek bir çok yeni ulus-devletin ortaya çıkması olgusunu doğurdu. Uluslar arası arenayı istikrarsız hale getirdiği gibi ulusçuluğun iyice uç noktalara kaymasının önünü de açmış oldu.83 Bazı ırkların “saf ve diğerlerinden “üstün” olduğu iddiası ırkçı bir nitelik kazanıp bazı ülkelerde demokrasi karşıtı ve totaliter anlayışların desteği yapıldı84 ve sonuçta büyük bir Dünya Savaşının çıkmasına yol açacak nedenler oluşturdu.

Türkiye’de ise ulus-devlete yönelme kendiliğinden bir uluslaşma birikiminden çok bağımsızlık savaşının etkisiyle oldu. Savaşın antiemperyalist karakteri ulusçu bilinçlenmeyi ve ulusçuluk akımını kuvvetlendirdi. Ayrıca feodal işbirlikçi unsurları siyasette geriletirken, ulusal (orta) sınıfların yurtsever unsurlarının yıldızını parlatarak, bunların siyasal iktidar olmalarını sağladı. Savaşın meclisli ve anayasalı bir devlet düzeni içinde yürütülmesi bu devleti kurumsal düzlemde daha o zaman dan ulusal niteliğe büründürdü. Gerek Birinci Dünya Savaşı yenilgisi gerekse Kurutuluş savaşı başarısı ulusal devletin kurulması yolunda üç önemli katkı sağladı. Birinci olarak egemen ve bağımsız83 bir devletin ortaya çıkmasını sağladı. İkinci olarak ulusal sınırlar86 olgusunu gündeme getirdi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı yenilgisi Arap topraklarının kaybına yol açtı. Bağımsızlık savaşı ise doğal olarak ulusal topraklar için verildi ve kazanıldı. Misak-ı Millî ile çizilen sınırlar, 1921’de Batum’un Sovyetler Birliği’ne verilmesi, 1926’da Musul’un Irak’a bırakılması dışında hayata geçirildi. 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılması, yeni devletin topraklarının anavatan olması, bu devletin ulusal karakter kazanmasını kolaylaştıran önemli unsurlar oldu.87

Üçüncü katkı nüfus alanında oldu. Osmanlı Devleti çok ulusluydu ve artık yoktu. Misak-ı Millî ile çizilen ve büyük çapta gerçekleştirilen ulusal sınırlar içindeki nüfus kitlesi türdeş nitelikteydi. Bunu böyle yapan yalnız Arap illerinin ülke dışı kalması değildi. Savaşlar sırasında yaşanan bir takım trajik olaylar da nüfusu türdeş kılmaya hizmet etti. 1915 Ermeni Tehciri, 1922’de Batı Anadolu ve Trakya Rumlarının gidişi, 1923 sonrası nüfus mübadelesi vb. Çok uluslu ve çok etkili bir yapıdan türdeş ve hakim uluslu bir yapıya geçişin, ulusal devlete yönelmeyi kolaylaştıran etkileri oldu. Şüphesiz bunlar ulus-devlet yapısını oluşturan önemli unsurlardı. Örneğin bu koşulları iki büyük savaş arası dönemde bir araya getiremeyen Ortadoğu ve özellikle İslâm ülkeleri ulus-devlet olma gerçeğini yaşayamadılar.88

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar bu koşulların yanında Ulusal devletin pekişmesini sağlamak amacıyla hem siyasal, hem de toplumsal alanda köklü atılımlara giriştiler. Ulusal egemenliğe dayalı Türkiye devleti, saltanatın kaldırılması, Cumhuriyetin ilânı, hilâfetin kaldırılması, Osmanlı hanedanının yurtdışına gönderilmesi gibi uygulamalar, eskisinin yıkılıp yenisinin kurulmasını ifade eden gelişmeler, en canlı olarak devleti ulusallaştırıcı dönüşümler idi. Çokuluslu feodal, ümmet ideolojili bir toplumun siyasal çatısı, saltanat hilâfet biçiminde beliriyordu. Bunların kaldırılmasıyla ulus üstü iki kurum yok edilerek egemenliğin de ulusa geçmesiyle geriye dönüş yolu tamamen engellenmiş oldu.89

Yönetim sisteminde ortaya konulan bir başka önemli değişiklik olarak; çokuluslu ve yarı feodal bir imparatorluğun teba anlayışından, bir ulusal devletin vatandaşı kavramına geçiş sağlandı. Herhangi bir dinsel, ya da ırksal aidiyet içermeyen bu yeni anlayış tamamen tarafsız bir karakter taşımaktadır. Bu en güzel olarak Türk ve millet kavramının tanımlanışında kendisini göstermekte. 1924 Anayasası ile “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk denir” tanımı getirildi. Anayasa dinsel ve ırksal farklılıkların bulunduğunu, ama “Türklük” sıfatının dinsel yada ırksal bir anlam içermediğini, bunun yalnızca coğrafi (Türkiye ahalisi) ve siyasî (Vatandaşlık) bağı ifade ettiği vurgulandı. Bu kural evrensel bağlamda vatanı ve ulusuyla bir bütün olan Türkiye Cumhuriyeti’nde bireysel insan hakları yönünden eşitliği sağlamak için getirildi. Ulusu kuran herhangi bir etnik guruba ayrıcalık tanınmasını önleyen birleştirici ve bütünleştirici temel oldu. Burada tanımlanan Türklük ırka dayalı bir anlam değil, her kökenden gelen vatandaşların vatandaşlığı ve ulusal kimliği anlamını içermekte.90

Millet için de, yine aynı yıllarda Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir” şeklindeki tanımıyla aynı yaklaşımı millet kavramında da gösterdi. Dolayısıyla milliyetin esasını da ırka değil sadakata dayandırdı.91

Devletin uluslaştırılmasından sonra ulusal bir kimlik yaratmak amacıyla bir dizi köklü atılımlara girişildi. Bunun temel felsefesi ise; Türkiye toprakları üzerinde, evrenselliğe de açık bir ulusal kimlik yaratma amacını içeriyordu.

Bunlardan Türkiye toprakları vurgusu; bu Ulusçuluk ve uluslaştırma siyasetinin dünya Türklüğüne ilişkin iddialar içermemesi, saldırgan ve yayılgan olmaması barışçı ve savunmacı olması anlamına gelmekte. Evrensellik ise; yabancı ve Batı düşmanlığını reddederek “Muasır medeniyet” yani çağdaş uygarlığın değerlerinin benimsenmesi, hatta hedef olarak üzerine çıkılması anlamına gelmektedir. Ulus kavramı, insanlığın gelişme süreci sonunda vardığı en ilerlemiş birlikteliği oluşturan toplumsal yapıyı anlatır. Millet ve yerine göre halk sözcükleri ile anlatılan bu yapı, bir gelişme düzeyini, bilinçli ve kişilikli bireyler olgusunu içerir. Ulusçuluk/Milliyetçilik ise büyük bir toplumsal gerçek ve ulus düşüncesinin üzerine kurulu olan çağın en etkin kültür ve politika anlayışı olarak anlamlandırılır. Milliyetçilik92 Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Devriminin önde gelen ilkelerinden biridir.93 Her ideoloji gibi milliyetçilikte kendine hasımlar seçer. Tepkisini belli hedeflere yöneltir. Bu hedefler başka ulusların milliyetçilikleri olabileceği gibi yabancı boyundurukları da olabilir. Türkiye’deki Jön Türk ve ulusal kurtuluş savaşı milliyetçiliği de tepkici özelikler sergilemişti. Ancak kurtuluş savaşı sonrasında oluşan Türk milliyetçiliği kendi içine kapanıp bir tepki milliyetçiliği gütmedi. Her düşünce gibi milliyetçilikte kendini tanımlamak için “öteki”ne hatta bir “düşman”a ihtiyaç duyarken bu yola sapmadı. Yabancı düşmanlığı, Batı düşmanlığı, komşu düşmanlığı gibi yollarla kendini tanımlamayı reddetti. Oysa elverişli koşullara sahipti. Daha çok yakın bir tarihte ülke ve halkı hor görülmüş ve istilaya uğramıştı. Emperyalizm ile uygarlığı ayırmayı iyi bilen devrimci kadro Batı’yla hatta eski düşmanlarla kompleksiz ilişkiler kurdular. Geriliği dış bahanelerde aramak yerine içerde ve geçmişte arayan devrimci kadro milliyetçiliği evrensellikle bağdaştırmayı seçti. Öteki ya da hasım olarak yabancıları başka milliyetçilikler olarak görmedi. Kendini sorgulayarak cehalet, taassup ve gericiliği asıl hedef olarak belirledi. Uluslaştırma perspektifi işte bu doğrultuya oturtuldu. Ulusçuluk başka ülkelerde zaman zaman monarşi kurumu ve dinsel ideolojiyle uyuşabilmişken, Türkiye’de geçmişten esaslı bir kopuş olarak belirdi ve bu yönüyle devrimci lâik bir kimlik kazandı.94

Toplumda ulusal yapının gelişmesi için özellikle üç temel araca başvuruldu. Bunlar okul (eğitim), Ordu (zorunlu askerlik) ve Siyasî Katılım”95 dır. Bu bağlamda birçok yeni uygulama devreye sokuldu. En çok da kültür ve eğitim kurumlarına önem verildi. Örneğin Lâiklik ulusçuluğun en önemli ideolojik desteği olarak din egemenliğinden ulus egemenliğine, ümmetten millete geçişte kilit rol oynadı. Bunun aracılığıyla da dinsel kimlik yerine ulusal kimlik ön plâna çıkarıldı. Ayrıca 3 Mart 1924’de öğretimin birleştirilmesinden96 sonra 1926 yılında Milli Eğitim Teşkilâtı Hakkındaki Kanun çıkarıldı. Bu kanun ile Türkiye’deki bütün eğitim kurumları yeni bir düzene sokuldu ve Türkiye’nin bugünkü okul sistemi ana çizgileriyle kuruldu. İlk ve Ortaöğretimin esasları belirlendi. Devlet çağdaş eğitimi bireylerine sunmak üzere her türlü yetki ve sorumluluğu üstlendi.97 Daha sonra Kasım 1928’de yazı inkılâbı98 gerçekleştirildi. Kabul edilen yeni harfler tüm ulus tarafından kısa sürede benimsendi. Hemen Kanunun arkasından açılan Millet Mektepleri ile Türk tarihinde o güne kadar görülmemiş bir okuma-yazma seferberliği başlatıldı. Bu sayede hem okuma yazma kolaylaştı ve eğitim sistemi en sağlam biçimde kuruldu. 1928 Lâtin harflerinin kabulü yalnız aristokratik bir dilin kırılması ve halkla aydınların arasının bulunması bakımından değil, ulusal dilin gelişimi bakımından da büyük bir dönüşüm oldu. Alfabe dil ayrılığı son buldu. Kolay ve dile uygun alfabe ulusal kültür politikaları için son derece elverişli bir araç durumuna geldi. 10 Nisan 1931 ‘de Türk ocaklarının kapanmasından sonra 19 Şubat 1932’de Halkevleri (ve Halkodaları) kuruldu. Bunlar uluslaşma hareketini taşraya yayan merkezler oldular.”

Kültür alanında ele alınan bir diğer konu Tarih100 oldu. Tarih, emperyalizmin elindeki en önemli ideolojik araçlardan biriydi ve Sevr şokunu yaşamış bir Türkiye’nin bu konuya eğilmesi son derece doğaldı. Tarih çalışmaları bağlamında Anadolu tarihi ele alındı. Hititlerin Türk oldukları öne sürülerek, özellikle Hitit tarihine sahip çıkıldı. Bu bir çeşit Anadolu’nun “manevî tapusunu” çıkartmak hareketiydi. Cumhuriyetin bu topraklar üzerindeki varlığını meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Türklerin uygar bir ulus olmadıkları savına karşı, Türklerin kökeni olan Orta Asya’nın tarihi ele alınarak, o bölgenin bir uygarlık kaynağı olduğu, hemen bütün insan topluluklarının oradan çıktıkları kuramı geliştirildi.101 Bugün Türk tarihçiliğinin belli bir düzeye ulaşmasında çok büyük katkıları olan Türk Tarih Kurumu 15 Nisan 1931 ‘de kuruldu. Tarih anlayışında değişim, uluslaş-tırma çabalarının bir başka boyutu oldu. Geleneksel tarih anlayışı ve öğretimi İslâm ve Osmanlı eksenliydi. Yeni anlayış bunun yerine ulusun tarihini getirdi. Halka daha fazla yaklaşmak ve duru bir su gibi berrak bir dil yaratmak amacıyla dil çalışmalarına başlandı. Bu amaçla 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu.102

1933’de Üniversite köklü bir tasfiye ve reformdan geçirilerek yeni Yüksek öğretim modern bilime açıldı.103 1933-34’de Orta ve Yüksek Öğretime konulan İnkılap Tarihi Dersleri, 1940’da kurulan Köy Enstitüleri104 gibi kurumlar Kültürel alan da ulusal kimlik yaratmanın gözde alanları oldu.

Uluslaşma yolunda başvurulan ikinci araç ise ordu oldu. Türk Silâhlı Kuvvetleri geleneksel görevlerinin yansıra özellikle köylü gençlere ulusal bilinç aşılayan okul işlevi gördü. Genelleştirilen ve zorunlu kılınan askerlik hizmeti kanalıyla bireylerde öncelikle vatan kavramı ulusal bir içeriğe büründürüldü. Ayrıca yine ordu sayesinde vatan kavramı değer yüklü bir içeriğe kavuşturularak bir ölçüde kutsallaştırıldı. Yani Türk Silâhlı Kuvvetleri ikinci bir yurttaşlık okulu işlevini yerine getirdi.

Bu yolda kullanılan üçüncü araç ise Siyasal katılım oldu. Bunu sağlamakla da Cumhuriyet Halk Partisi görevlendirildi. Rejim, siyasal anlamda devletçiydi. Tek partiliydi. Devletin kendi milletini oluşturmasına ve devlet-millet bağlantısına aracılık eden ana köprü Cumhuriyet Halk Partisi idi. CHP sayesinde birey ulusal alana dahil edildi. Ayrıca bireylerde ortak bir kültürün oluşumuna yardımcı oldu.

Lâiklik temeline dayalı hukuk birliği ve tekliği toplumu ve yurttaşları birleştirmenin, dolayısıyla uluslaştırmanın hukukî aracı oldu. Ümmet toplumundan ulus toplumuna geçişi göstermesi bakımından, tekke ve zaviyelerle, tarikatların yasaklanması da çok anlamlıydı. Bununla cemaat yapıları kırılarak yerine “vatandaş” eksenli ulus oluşturma yolu açıldı. Amaç dinsel rehberler yerine ulus-devlete bağlanmayı sağlamaktı.

Böylece ulus-devlet, uluslaştırma araçlarıyla kendi ulusunu yaratmış oldu. Cumhuriyetin en önemli dayanağı olarak ulus-devlet yapısı başarılı oldu. Çünkü ulus-devlet bugünde sınırları ve ana kuruluşuyla süreklilik göstermektedir. Monark monarşi ve din eksenli birlik ve kimlik anlayışlarının yerini ulusçuluk ve ulusal aidiyet duyguları büyük çapta doldurmuş bulunmaktadır.105

2. Ulusal Tam Bağımsızlık

Atatürk’ün ulusuyla birlikte kurduğu ulusal devletin temel dayanaklarından birisi de ulusal tam bağımsızlık oldu. Yeni devlet için bağımsızlık olmazsa olmaz bir olgu olarak yer aldı. Çünkü Millî Mücadele her şeyden önce bu ülkünün gerçekleşmesi için yapıldı ve başarıya ulaştı. Daha başlangıçta Amasya Genelgesi’nin ilk maddesinde ulusal bağımsızlığa vurgu yapıldı. Erzurum Kongresi’nde iç ve dış bağımsızlığın üzerinde özellikle durularak, ulusal sınırlar içinde bağımsızlığın mutlaka sağlanması gerçeği karara bağlandı. Sivas Kongresi’nde ise “Amerikan Mandası” savunucuları ile bağımsızlık taraflısı üyeler sert tartışmalara giriştiler ve Mustafa Kemal Paşanın ağırlığını koymasıyla tam bağımsızlık şeklinde bir düşüncenin ön plâna çıkması sağlandı. Burada temel ilke “bağımsızlığına kast edilen Türk ulusunun saygın, onurlu bir ulus olarak yaşaması idi. Bu ilke de ancak ulusun bağımsız olmasıyla mümkündü. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık önünde uşak olmaktan başka bir muameleye lâyık görülemez. Yabancı bir devletin koruma ve kollayıcılığını kabul etmek insanlık yeteneklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Gerçektende bu seviyesizliğe düşmemiş insanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilemez. Halbuki Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir!... Bu nedenle Ya istiklâl Ya ölüm ! işte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktır.”106

Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Türk ulusu için en başta kayıtsız şartsız bir bağımsızlık öngörüldü. Çünkü uluslar, dünya ulusları arasındaki yerlerini ancak siyasal bağımsızlık ve bunun ideali olan tam bağımsızlık ile alabileceklerdi. Uluslar arası hukukun bu alanda tanıdığı hak ve yetkiye sahip olmadan bir ulusu oluşturan devletin tanınması ve sayılması mümkün değildi. Eğer bir devlet, başka bir devletin vesayetine veya korumasına sığınarak onun kanatları altına girmeyi kabul ederse, bu devletin saygınlık kazanmasına imkân yoktur. Bundan dolayı ulusal bağımsızlık kavramı, Türkiye Cumhuriyeti Ulus-devletinin amaca yönelik temel dayanaklardan en önemlisi oldu ve titizlikle savunuldu.’07

Cumhuriyetin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk’e göre tam bağımsızlık; siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel vb. her hususta tam bağımsızlığı ve serbestliği içermekte ve burada belirtilen hususlardan birinden yoksun olmak ise bir ülkenin gerçek anlamıyla bağımsızlıktan yoksun olması108 anlamına gelmekte idi.

Bağımsızlığın bu denli önemsenmesinin nedeni olarak, Osmanlı Devletinin gerçek bağımsızlıkla bağdaşmayan yönlerinin görülmesi, değerlendirilmesi ve bundan yeni değerler için sonuçlar çıkarılması nedeniyledir. Devletin daha kurulma aşamasında 17Şubat 1923’de İzmir’de düzenlenen Türkiye İktisat Kongresi’nde; “Osmanlı Devleti gerçekte ve fiilen istiklâlden yoksun bir hale getirilmişti. Kendi uyruğuna koyduğu bir vergiyi yabancılardan alamazdı. Gümrük işlerini ve vergilerini dilediği gibi düzenleyemezdi. Bir devlet ki yabancılar üzerinde yargılama hakkı yoktu. Demir yolu yapmak için, fabrika yapmak için devlet serbest değildi. Böyle bir devlet bağımsız olabilir mi? Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir kolonisinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı içindeki Türk ulusu da tamamen esir bir duruma getirilmişti. Bu sonuç milletin kendi iradesi ve kendi egemenliğinin, şunun bunun elinde kullanılır hale gelmesinden doğmuştur. O halde millî bir dönem yaşanmadığı ve millî bir tarihe sahip bulunulmadığı”109 ifade edilmiştir.

Yine bu dönemde Osmanlı Devletinin ekonomik gelişmesini engellemiş olan kapitülasyonlar da şiddetli bir şekilde değerlendirmeye ve eleştiriye tabi tutuldu. Örneğin Mustafa Kemal tarafından 25 Aralık 1922’de Le Journal muhabiri Paul Herriot’a verilen bir beyanatta: “Kapitülasyonların Türk milleti için ne derece menfur bir şey olduğunu size tarife muktedir değilim. Bunları diğer şekil ve namlar altında gizleyerek bize kabul ettirmeğe muvaffak olacaklarını tasavvur ve tahayyül edenler bu konuda pek çok aldanıyorlar. Zira, Türkler kapitülasyonların idamesi kendilerini pek az bir vakitte ölüme sevk edeceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye esir olmaktansa, son nefesine kadar mücadele ve mücahede de bulunmaya azm etmiştir”110 diyerek tam bağımsızlığın ne derece önemli olduğunu bir kez daha vurguladı.

Yine ulus, devletin kurucuları için bağımsızlık yaşamak için hava ve su kadar gerekliydi. Nitekim 22 Nisan 1921’de Hakimiyeti Milliye gazetesine yapılan bir açıklamada; “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım... Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın doğup yaşayabilmesi, mutlak o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım özelliklere çok önem veririm ve bu özelliklerin kendimde varlığını idame edebilmek için milletimin de aynı özellikleri taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım! Bu sebeple ulusal bağımsızlık bir hayat meselesidir”111 şeklinde açıklamıştı.

Ancak bağımsız devletler ülkelerinin iç ve dış politikalarını başka ülkelerin karışmasına imkân vermeksizin çizebilir ve yürütebilirler. Dışa bağımlı ülkeler için böyle bir serbestlik söz konusu olamaz. Türkiye Cumhuriyetinin ulusal sınırlar içinde bir devlet olarak varlığını sürdürebilmek, bu temel ilke uğrunda her türlü fedakarlığı, her an yapmaya hazır olmak bu devletin özünü ve amacını oluşturmaktadır. Bu amacı en iyi şekilde gerçekleştirmek ise önce güçlü olmak ve ulusun kendi gücüne dayanması ile mümkündür. Bu da bağımsız dış politikayı gerektirmektedir. Bir devletin dış politikasını kendi ulusal çıkarları ve ihtiyaçları yönünde saptaması ve bu yönde yürütmeye çalışması en doğal hakkıdır. Aksi takdirde o ülke ulusal çıkarlarını koruyamaz.112

Emperyalizme karşı verilen ilk ve başarılı bağımsızlık hareketi olan Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında yapılan Lozan Antlaşması, büyük savaştan sonra eşitler ve özgürler arasında yapılan tek önemli antlaşmadır. Kazanılan bağımsızlık bu sayede sağlama bağlanmış, radikal dönüşümlere gidecek olan yol açılmıştır. Bu antlaşma Ortadoğu’daki ilk ulus-devle-tin kurulduğunu bildirir. Ayrıca onu, Avrupa Uluslar Hukukuna davet eder. Ayrıca Lozan Antlaşması, tarihsel ve felsefi değer de yüklüdür. Çünkü İslâm dünyasından Batı’ya karşı ilk başarılı ve dinsel olmayan (lâik) bir tepki kabul görmüş oluyordu. Doğu-Batı, Avrupa/Asya’ya da Hristiyan/Müslüman dünya arasında yeni bir uyumun da kapısı aralanmış oluyordu.113

Tam bağımsızlık anlayışı, yabancı düşmanlığı ya da uluslar arası ilişkilerde yalnızcılık politikası anlamına gelmemektedir. Burada insanlığın ortak malı olan ülkenin kaynaklarından bütün insanlığı yararlandırmayı öngörmektedir. “Milletler yerleştikleri arazinin gerçek sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin servet kaynaklarından hem kendileri faydalanırlar hem de, bütün insanlığı faydalandırmakla yükümlüdürler. Bu kurala göre bunu yapmayan milletlerin yaşama hakkına ve bağımsızlığa lâyık olmamaları gerektiği”114 inancı hakimdir.

Türkiye Cumhuriyeti, uluslar arası topluluğun bir üyesi olarak diğer devletlerin eşit haklarla katıldığı ve gelişmeye katkı sağlayacak yararlı uluslar arası işbirliğinden ve uluslar arası örgütlerin kurulmasından yanadır. Bu bağımsızlık anlayışı, uluslar arası güvenlik anlaşmalarına da karşı değildir. Hatta bu kuruluşlara öncülük etmeyi öngörmektedir. Dünya barışı için saldırganlara karşı etkili uluslar arası kuruluşlara taraftardır. Zira günümüz dünyası da zaten bu yoldadır. Yeryüzünde yoksul insanlar ve toplumlar bulundukça, dünyanın mutluluğa kavuşmasının, ileri ülkelerin bile rahat ve mutlu olmasının imkânsızlığı ortaya çıkmıştır. O halde uluslar arası yardımlaşma ve dayanışmaları, ister maddî ister manevî alanlarda olsun, tam bağımsızlığı yok eden bir davranış veya ilke saymak doğru değildir.115
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
17 Mart 2010       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dünyadaki cumhuriyetcilik
aşk ve sevişme - avatarı
aşk ve sevişme
Ziyaretçi
2 Nisan 2010       Mesaj #4
aşk ve sevişme - avatarı
Ziyaretçi
ya bana acil dünyada cumhuriyetçilik lazım.... lütfeennnn
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Mayıs 2010       Mesaj #5
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
cumhuriyetçilik ilkesi dünyada ve türkiyede nasıl uygulanıyor? lütfen çok acill
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
8 Nisan 2011       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
aynı şeyi neden yazdınız ve
dünyada cumhuriyetçilik nasıldır?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2011       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

aynı şeyi neden yazdınız ve
dünyada cumhuriyetçilik nasıldır?

dünyada cumhuriyetçilik nasıldır
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
14 Nisan 2011       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

aynı şeyi neden yazdınız ve
dünyada cumhuriyetçilik nasıldır?

dünyada cumhuriyetçilik nasıl??
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Nisan 2011       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
dünyada ve türkiye de cumhuriyetçilik ilkesinin uygulanışı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Mayıs 2011       Mesaj #10
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
cumhuriyetçilik türkiyede ve dünyada nasıl uygulanıyor sürekli kopyala yapıştır cevaplar vermeyin.
Mesela şu dünyanın diğer ülkelerinde şöyle uygulanıyor türkiyede şöyle gibi,yardımcı olursanız sevinirim teşekkürler...

Benzer Konular

15 Ağustos 2018 / AreX Ekonomi
12 Nisan 2014 / ÇOK ACİLİM Soru-Cevap
27 Ekim 2015 / Misafir Soru-Cevap
19 Mayıs 2013 / Misafir Soru-Cevap
13 Haziran 2008 / Bia Turizm