Arama

19. yüzyılda Osmanlı Devleti'nde toplumun genel yapısı nasıldır?

En İyi Cevap Var Güncelleme: 1 Aralık 2011 Gösterim: 18.742 Cevap: 8
Kroot - avatarı
Kroot
Ziyaretçi
26 Eylül 2010       Mesaj #1
Kroot - avatarı
Ziyaretçi
19.Yuzyılda Osmanlı devletinin Toplum yapısı ??? evet arkadaslar yardımcı olurmusunuz kardesimin odevine Msn Happy
EN İYİ CEVABI fadedliver verdi
Alıntı
HoscakalYarın adlı kullanıcıdan alıntı

19.Yuzyılda Osmanlı devletinin Toplum yapısı ??? evet arkadaslar yardımcı olurmusunuz kardesimin odevine :)

Osmanlı Devleti'nde Sosyal Tabakalaşma

Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı Devletinde Sosyal Tabakalaşma

İnsanların biyolojik olduğu kadar, sosyal bakımdan da yani ihtiyaçları, gelirleri, yaşayışları, giyinişleri, çalışma ve istirahat saatleri, örf ve adetleri vb. açılardan da birbirlerinden farklı yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarihin bütün devirlerinde insanlar arasında tabakalaşmanın varlığı bilinmektedir.
Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite, prestij, statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir:
  1. İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma.
  2. Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem.
  3. Kast sistemi.
  4. Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise, sosyal tabakalaşma kavramı ile iç içe bir kavramdır. Sosyal sınıfların olduğu yerde bir sosyal tabakalaşmadan, sosyal tabakalaşmanın olduğu yerde ise sosyal sınıfların varlığından söz edilir. Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sınıfların varlığı bilinmektedir. Sosyal sınıflar hiç bir zaman ortadan kalkmamakta, karakter değiştirerek devam etmektedir. Sosyal sınıfların önem kazanması çağdaş sanayi toplumlarıyla mümkün olmuş, modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Zaten toplumda sosyal ilişkileri düzenleyen prensipler sınıfçı eğilimleri zayıflatıyor, farklı meslek ve statü sahiplerini birbirine bağlıyordu. Daha sonra farklı meslek ve statü sahipleri devlete bağlanıyordu. Bu özellikleri gösteren Osmanlı sisteminde batıda görülen keskin sınıf ayrımları görülmemiştir. Osmanlı yazarları da sosyal grupların dünya işlerinde birbirlerinden üstün olmadıklarını, toplumda iş bölümünü oluşturan bu grupların zirai üreticiler, ticâret ve sanat ehli, âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması, yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım, yöneten-yönetilen ayrımıdır. Yönetenler askerî, yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendirme yapar İnalcık:
“Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi, re’âyâ olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.”
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyetinin devletin elinde bulundurulması sonucu sosyal tabakalaşmanın devletin öngördüğü biçimde şekillendiğini belirtir. Osmanlı toprak düzeninin esasını oluşturan “mîrî arazi rejimi; fethedilen yerlerin (ziraata elverişli alanların) özel mülkiyet dışı tutularak kamu malı sayılıp devletin elinde bırakılması idi. Diğer tabii kaynaklar da aynı doğrultuda kamulaştırılarak devletin kontrolüne bırakılmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu kamulaştırma prensibinin bir neticesi olarak, devlet toplumun gidişatına göre şekilleneceği yerde, toplum devletin elinde yoğrulmuş, dolayısıyla sosyal tabakalaşma da bu siyasi tercih çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde toplumun “sınıfsal ayrışımını” meydana getiren devletin kendisi olmuştur. Bu sebeple, Osmanlı toplumundaki oluşuma sosyal değil, fonksiyonel oluşum; böyle bir oluşum içinde şekillenen sınıflar da sosyal sınıflar değil, fonksiyonel sınıflar denmesi daha doğru olacaktır. Osmanlı toplumunda ortaya çıkan bu oluşum “ne Doğuda, ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür:
  1. Askeri Sınıfı
  2. Şehirli Sınıfı
  3. Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı)
Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalem, Osmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır:
  1. Ulema, esnaf, ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf.
  2. Köylüler.
  3. Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri, ordu ileri gelenleri, has ve tımar sahipleri, âyan, eşraf ve mahalli beyler, orta tabakada; ticari ve sınayi kesim, alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet, devlete vergi vermekle yükümlü geniş bir kitleyi oluşturmaktadır. Askeri sınıf kavramı ise, fiilen askerlik anlamından öte, daha kapsamlı olarak bütün kamu hizmetlerini deruhde edenleri içine almaktaydı. Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilen ve böylece belirli vergi yükümlülüklerinden muafiyetle ehl-i berat olanlar asker statüsünü kazanmakta idiler. Herhangi bir hizmet karşılığı beklenmeden vergilerin bir kısmından veya bütününden muaf olan tekke şeyhleri, peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunan sâdât kesimi de askeri sayılmakta idiler. Kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir.


Kaynak
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
26 Eylül 2010       Mesaj #2
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Bu mesaj 'en iyi cevap' seçilmiştir.
Alıntı
HoscakalYarın adlı kullanıcıdan alıntı

19.Yuzyılda Osmanlı devletinin Toplum yapısı ??? evet arkadaslar yardımcı olurmusunuz kardesimin odevine Msn Happy

Osmanlı Devleti'nde Sosyal Tabakalaşma

Sponsorlu Bağlantılar
Osmanlı Devletinde Sosyal Tabakalaşma

İnsanların biyolojik olduğu kadar, sosyal bakımdan da yani ihtiyaçları, gelirleri, yaşayışları, giyinişleri, çalışma ve istirahat saatleri, örf ve adetleri vb. açılardan da birbirlerinden farklı yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarihin bütün devirlerinde insanlar arasında tabakalaşmanın varlığı bilinmektedir.
Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite, prestij, statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir:
  1. İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma.
  2. Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem.
  3. Kast sistemi.
  4. Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise, sosyal tabakalaşma kavramı ile iç içe bir kavramdır. Sosyal sınıfların olduğu yerde bir sosyal tabakalaşmadan, sosyal tabakalaşmanın olduğu yerde ise sosyal sınıfların varlığından söz edilir. Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sınıfların varlığı bilinmektedir. Sosyal sınıflar hiç bir zaman ortadan kalkmamakta, karakter değiştirerek devam etmektedir. Sosyal sınıfların önem kazanması çağdaş sanayi toplumlarıyla mümkün olmuş, modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Zaten toplumda sosyal ilişkileri düzenleyen prensipler sınıfçı eğilimleri zayıflatıyor, farklı meslek ve statü sahiplerini birbirine bağlıyordu. Daha sonra farklı meslek ve statü sahipleri devlete bağlanıyordu. Bu özellikleri gösteren Osmanlı sisteminde batıda görülen keskin sınıf ayrımları görülmemiştir. Osmanlı yazarları da sosyal grupların dünya işlerinde birbirlerinden üstün olmadıklarını, toplumda iş bölümünü oluşturan bu grupların zirai üreticiler, ticâret ve sanat ehli, âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması, yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım, yöneten-yönetilen ayrımıdır. Yönetenler askerî, yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendirme yapar İnalcık:
“Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi, re’âyâ olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.”
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyetinin devletin elinde bulundurulması sonucu sosyal tabakalaşmanın devletin öngördüğü biçimde şekillendiğini belirtir. Osmanlı toprak düzeninin esasını oluşturan “mîrî arazi rejimi; fethedilen yerlerin (ziraata elverişli alanların) özel mülkiyet dışı tutularak kamu malı sayılıp devletin elinde bırakılması idi. Diğer tabii kaynaklar da aynı doğrultuda kamulaştırılarak devletin kontrolüne bırakılmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu kamulaştırma prensibinin bir neticesi olarak, devlet toplumun gidişatına göre şekilleneceği yerde, toplum devletin elinde yoğrulmuş, dolayısıyla sosyal tabakalaşma da bu siyasi tercih çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde toplumun “sınıfsal ayrışımını” meydana getiren devletin kendisi olmuştur. Bu sebeple, Osmanlı toplumundaki oluşuma sosyal değil, fonksiyonel oluşum; böyle bir oluşum içinde şekillenen sınıflar da sosyal sınıflar değil, fonksiyonel sınıflar denmesi daha doğru olacaktır. Osmanlı toplumunda ortaya çıkan bu oluşum “ne Doğuda, ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür:
  1. Askeri Sınıfı
  2. Şehirli Sınıfı
  3. Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı)
Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalem, Osmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır:
  1. Ulema, esnaf, ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf.
  2. Köylüler.
  3. Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri, ordu ileri gelenleri, has ve tımar sahipleri, âyan, eşraf ve mahalli beyler, orta tabakada; ticari ve sınayi kesim, alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet, devlete vergi vermekle yükümlü geniş bir kitleyi oluşturmaktadır. Askeri sınıf kavramı ise, fiilen askerlik anlamından öte, daha kapsamlı olarak bütün kamu hizmetlerini deruhde edenleri içine almaktaydı. Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilen ve böylece belirli vergi yükümlülüklerinden muafiyetle ehl-i berat olanlar asker statüsünü kazanmakta idiler. Herhangi bir hizmet karşılığı beklenmeden vergilerin bir kısmından veya bütününden muaf olan tekke şeyhleri, peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunan sâdât kesimi de askeri sayılmakta idiler. Kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir.


Kaynak
fadedliver - avatarı
fadedliver
Ziyaretçi
26 Eylül 2010       Mesaj #3
fadedliver - avatarı
Ziyaretçi
Türk kavimlerinin toplumsal düzenlerinin İslam hukukuna göre düzenlenmeye başlanması IX. Asırdan itibaren, yani İslam dininin kabulünden itibarendir. XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda hakan eşlerinin rollerinden söz edilmektedir. İslamın kabulünden sonra da aşiret geleneklerinin sürdürüldüğü ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, kadının toplum yaşantısı dışında tutulacağı şeklinde bir İslami yorum getirilmediği; kadının hareme kapatılması geleneğinin İstanbul’un alınışından sonra köleci Bizans devlet anlayışından etkilerle gerçekleştiği, İran ve Bizans hareminin Osmanlı sarayına örnek oluşturduğu gibi görüşler vardır. Buna göre; ilk kez XV. Yüzyılda haremlik ve selamlık ayrımı saraya ferman ve emirle gelmiş, vezir ve beyler bunu konaklarında taklit etmişler ve çok kadınlı evlilik böylece yaygınlık kazanmıştır.


Teokratik ve monarşik Osmanlı yönetiminin otoriter ve geleneksel yönetim anlayışında hukuk düzeninin din yolu ile, yani Şeriat ile sağlandığı toplumsal anlayış kadını ev yaşamında kafes arkasına, ev dışındaki yaşamında çarşafa sararak erkeğin gerisine çekerken, kadına erkeğe itaat ve hizmet dışında seçenek tanımamıştır. Çok eşlilik, evlenme, boşanma gibi konularda söz hakkı vermeyerek erkeğin kadına üstünlüğünü ya da kadının erkeğe eşit olmayışını pekiştirmiştir. Yaygın olan kanıya göre, XVI. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye teokratik yapıya bürünmesiyle kadının toplum yaşantısının dışına itildiği, Şeriat’ın kadının aleyhine yorumlandığı süreç başlamıştır.


Bireylerin haklarından söz edilemeyen Osmanlı yönetim anlayışında kadın haklarının olup olmadığını sorgulamak pek anlamlı değildir. Kız erkek ayrımı belirgindir; kadın mirasın yarısından pay alırken, iki kadının şahitliği bir erkeğinkine tekabül etmektedir. Kadın eğitimin de dışındadır; ancak dini tedrisatta kız ve erkek ayrımı yoktur. Şeyhülislamlığa bağlı , şeriat hükümlerine dayalı ilkel din eğitiminden başka bir şey vermeyen, 9 yaşına kadar çocukların devam edebildiği “sübyan okulları” kız çocukların alabildiği yegane eğitimdir.


Batılı kadının sosyal ve siyasal hak mücadelesi verdiği dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde kadın sosyal yaşama katılmak bir yana, sokağa çıkma hakkından bile mahrumdur. Osmanlı’da kadının statüsü Tanzimat döneminde tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte statüde farklılık oluşturmayan tartışmalar II. Meşrutiyet dönemi gelişmelerinin hazırlayıcısı olması açısından önemlidir. Gerçi, II. Meşrutiyet’in ilanı kadınların sosyal yaşama katılma, çalışma yaşamında yer alma ve yüksek eğitim görme isteklerine yanıt verecek değişimi getirmemiştir. Fakat, II. Meşrutiyet’in getirdiği kısa süreli özgürlük ortamından kadınlar da pay almışlar ve kendi haklarının mücadelesinde aktif rol oynamaya başlamışlar; kadınların çıkardığı gazete ve dergiler yanında, dernek faaliyetleri de artış göstermiştir.


1912 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı kadınları sosyal yaşamda etkin olmaya zorladığından, kadınlar eğitim olanaklarından yararlanmaya, derneklere üye olmaya ve siyasal partilerde etkin rol almaya başlamışlardır. Afet İnan kadınların dernek faaliyetlerini şöyle açıklamaktadır: “1867’den itibaren kadınların teşkil ettiği cemiyetler faaliyete geçmiştir. Bunlar harp yaralılarına yardım (Cemiyet-i İmdadiye) grupları ise de, 1912’de kurulan “Taali-i Nisvan” cemiyeti Türk Müslüman kadınlığını cemiyet hayatına alıştıran ve bilhassa çarşafa kapatılmasına rağmen, erkeklerle birlikte çalıştığı ve fikirlerini yayma imkanını bulduğu ilk resmi teşekküldür”.

1919 yılında kadınların fiilen üye oldukları derneklerin sayısı 19’u bulmaktadır. Bunlar “Hilal-i Ahmer” ve “Bikes Ailelere Yardımcı Hanımlar Derneği” gibi hayır dernekleri; “Muallimeler Cemiyeti” gibi meslek örgütleri ve 1918’de İnans Darülfünunun öncü olmasıyla kurulan “Asri Kadınlar Cemiyeti” gibi feminist derneklerdir. Üye sayısı fazla olmayan bu derneklerin faaliyetleri sürekli değildir, kesintili olarak sürdürülmüştür.


I. Dünya Savaşı Osmanlı kadının toplumsal yaşamdaki rolü açısından farklılıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak bir süreci başlatmıştır. Diğer tüm savaşa katılan toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de erkeklerin cepheye gitmeleri ile boşalan memuriyetlere; postane, telgrafhane, hastabakıcı olarak hastanelere ve orduya kadınların alınmasına yol açmıştır. Hatta 1915’de Osmanlı Ticaret Nezaretinde kadınlar için bir çeşit “Mecburi Hizmet Kanunu” kabul edilmiştir.


Eğitim alanında da kadınların haklarının nispeten genişlediği görülmektedir. 1914 yılında ilk önce kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında İnans Darülfünunu şeklinde sürdürülmüştür. Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı “Kadınları Çalıştırma” cemiyeti şehirli Türk kadınlarını dış hayatta çalışmaya teşvik etmiştir ve okullardaki kız öğrenci sayısı çoğalmıştır. Örneğin, öğretmenlik alanında 1916-1917’de 803 iken, 1917-1918’de 1005’i bulmuştur. İlk yıllarda kadın ve erkekler ayrı ayrı ders görüyorlarken, 1922 yılından itibaren derslere birlikte girmeye başlamışlardır. Ancak eğitimden yararlanan kadınların sayısı oldukça azdır.


1917’de kabul edilen bir kararname ile kadınlara da boşanma hakkını tanıyan, evlenmeyi din adamının yetki alanından çıkarıp devlete bağlayan, çok karılılığı kadının rızasına bırakan hükümleriyle İslam dünyasının ilk yazılı aile hukuku (Hukuk-u Aile Kararnamesi) kabul edilmiştir. Ancak bu şeriattan tamamen kopulduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, yoğun tepkiler nedeniyle 1919 yılında kararname yürürlükten kaldırılmıştır(bkz. Yaraman Başbuğu, 1992:135). Kadınlar 1926’da Medeni Kanun yürürlüğe girene dek şeriatın boyunduruğunda kalmışlardır.


1917’de kadınlar savaş baskısı nedeniyle fiilen elde ettikleri haklarına yenilerini eklemeleri yine bir başka savaş nedeniyledir. Kurtuluş Savaşı, kadınları evlerinden dışarıdaki yaşama çeken bir başka toplumsal olaydır.


Kadınların toplum yaşantısında ilerlemelerinde sınırlı sayılarda da olsa örgütlenmelerin de önemi olmuştur kuşkusuz. Kurtuluş Savaşında Anadolu’da başlatılan örgütlenme içerisinde de yer almışlar ancak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine doğrudan üye olmak yerine, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyet’i gibi yalnızca kadınların üye olabildiği dernek çalışmalarında bulunmuşlardır. Önce I. Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı, Osmanlı kadınının rollerini farklılaştıran, kadının yalnızca toplumsal yaşama değil, siyasal yaşama da açılımını sağlayacak düşünsel süreci başlatan bir etkide bulunmuşsa da, asırlar süren kul statüsünü aşacak bilinç birikimine ulaşmak pek kolay olmayacaktır. “ Türkiye’de kurulmuş olan kadın teşekkülleri, diğer memleketlerde olduğu gibi, bir siyasi hak iddia etme ve bu bakımdan mücadeleye girişme yolunu tutmamışlardır. Ancak bu teşebbüsün olumlu tarafı, aydın kadınlarımızı bir araya toplayıp fikir alış-verişine fırsat vermiş ve toplum içerisinde özellikle Kızılay gibi veya diğer hayır cemiyetlerinde çalışma imkanını sağlamıştır”(bkz.İnan, 1968:127) diyen Afet İnan,bu süreçte ortaya çıkan örgütlenme bilincinin düzeyine ilişkin ipuçlarını da vermektedir.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Eylül 2010       Mesaj #4
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
çok acil cevap bekliyorum .... 19.yüzyılda toplumun genel yapısı
ener - avatarı
ener
Ziyaretçi
27 Eylül 2010       Mesaj #5
ener - avatarı
Ziyaretçi
Alıntı
Misafir adlı kullanıcıdan alıntı

çok acil cevap bekliyorum .... 19.yüzyılda toplumun genel yapısı

Alıntı
fadedliver adlı kullanıcıdan alıntı

Türk kavimlerinin toplumsal düzenlerinin İslam hukukuna göre düzenlenmeye başlanması IX. Asırdan itibaren, yani İslam dininin kabulünden itibarendir. XIV. Yüzyılda Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda hakan eşlerinin rollerinden söz edilmektedir. İslamın kabulünden sonra da aşiret geleneklerinin sürdürüldüğü ve Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında, kadının toplum yaşantısı dışında tutulacağı şeklinde bir İslami yorum getirilmediği; kadının hareme kapatılması geleneğinin İstanbul’un alınışından sonra köleci Bizans devlet anlayışından etkilerle gerçekleştiği, İran ve Bizans hareminin Osmanlı sarayına örnek oluşturduğu gibi görüşler vardır. Buna göre; ilk kez XV. Yüzyılda haremlik ve selamlık ayrımı saraya ferman ve emirle gelmiş, vezir ve beyler bunu konaklarında taklit etmişler ve çok kadınlı evlilik böylece yaygınlık kazanmıştır.


Teokratik ve monarşik Osmanlı yönetiminin otoriter ve geleneksel yönetim anlayışında hukuk düzeninin din yolu ile, yani Şeriat ile sağlandığı toplumsal anlayış kadını ev yaşamında kafes arkasına, ev dışındaki yaşamında çarşafa sararak erkeğin gerisine çekerken, kadına erkeğe itaat ve hizmet dışında seçenek tanımamıştır. Çok eşlilik, evlenme, boşanma gibi konularda söz hakkı vermeyerek erkeğin kadına üstünlüğünü ya da kadının erkeğe eşit olmayışını pekiştirmiştir. Yaygın olan kanıya göre, XVI. Yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin iyiden iyiye teokratik yapıya bürünmesiyle kadının toplum yaşantısının dışına itildiği, Şeriat’ın kadının aleyhine yorumlandığı süreç başlamıştır.


Bireylerin haklarından söz edilemeyen Osmanlı yönetim anlayışında kadın haklarının olup olmadığını sorgulamak pek anlamlı değildir. Kız erkek ayrımı belirgindir; kadın mirasın yarısından pay alırken, iki kadının şahitliği bir erkeğinkine tekabül etmektedir. Kadın eğitimin de dışındadır; ancak dini tedrisatta kız ve erkek ayrımı yoktur. Şeyhülislamlığa bağlı , şeriat hükümlerine dayalı ilkel din eğitiminden başka bir şey vermeyen, 9 yaşına kadar çocukların devam edebildiği “sübyan okulları” kız çocukların alabildiği yegane eğitimdir.


Batılı kadının sosyal ve siyasal hak mücadelesi verdiği dönemlerde, Osmanlı Devleti’nde kadın sosyal yaşama katılmak bir yana, sokağa çıkma hakkından bile mahrumdur. Osmanlı’da kadının statüsü Tanzimat döneminde tartışılmaya başlanmıştır. Bu süreçte statüde farklılık oluşturmayan tartışmalar II. Meşrutiyet dönemi gelişmelerinin hazırlayıcısı olması açısından önemlidir. Gerçi, II. Meşrutiyet’in ilanı kadınların sosyal yaşama katılma, çalışma yaşamında yer alma ve yüksek eğitim görme isteklerine yanıt verecek değişimi getirmemiştir. Fakat, II. Meşrutiyet’in getirdiği kısa süreli özgürlük ortamından kadınlar da pay almışlar ve kendi haklarının mücadelesinde aktif rol oynamaya başlamışlar; kadınların çıkardığı gazete ve dergiler yanında, dernek faaliyetleri de artış göstermiştir.


1912 Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı kadınları sosyal yaşamda etkin olmaya zorladığından, kadınlar eğitim olanaklarından yararlanmaya, derneklere üye olmaya ve siyasal partilerde etkin rol almaya başlamışlardır. Afet İnan kadınların dernek faaliyetlerini şöyle açıklamaktadır: “1867’den itibaren kadınların teşkil ettiği cemiyetler faaliyete geçmiştir. Bunlar harp yaralılarına yardım (Cemiyet-i İmdadiye) grupları ise de, 1912’de kurulan “Taali-i Nisvan” cemiyeti Türk Müslüman kadınlığını cemiyet hayatına alıştıran ve bilhassa çarşafa kapatılmasına rağmen, erkeklerle birlikte çalıştığı ve fikirlerini yayma imkanını bulduğu ilk resmi teşekküldür”.

1919 yılında kadınların fiilen üye oldukları derneklerin sayısı 19’u bulmaktadır. Bunlar “Hilal-i Ahmer” ve “Bikes Ailelere Yardımcı Hanımlar Derneği” gibi hayır dernekleri; “Muallimeler Cemiyeti” gibi meslek örgütleri ve 1918’de İnans Darülfünunun öncü olmasıyla kurulan “Asri Kadınlar Cemiyeti” gibi feminist derneklerdir. Üye sayısı fazla olmayan bu derneklerin faaliyetleri sürekli değildir, kesintili olarak sürdürülmüştür.


I. Dünya Savaşı Osmanlı kadının toplumsal yaşamdaki rolü açısından farklılıkların ortaya çıkmasına zemin hazırlayacak bir süreci başlatmıştır. Diğer tüm savaşa katılan toplumlarda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de erkeklerin cepheye gitmeleri ile boşalan memuriyetlere; postane, telgrafhane, hastabakıcı olarak hastanelere ve orduya kadınların alınmasına yol açmıştır. Hatta 1915’de Osmanlı Ticaret Nezaretinde kadınlar için bir çeşit “Mecburi Hizmet Kanunu” kabul edilmiştir.


Eğitim alanında da kadınların haklarının nispeten genişlediği görülmektedir. 1914 yılında ilk önce kadınlar için konferanslar şeklinde başlayan yüksek öğrenim, 1915 yılında İnans Darülfünunu şeklinde sürdürülmüştür. Hilal-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı “Kadınları Çalıştırma” cemiyeti şehirli Türk kadınlarını dış hayatta çalışmaya teşvik etmiştir ve okullardaki kız öğrenci sayısı çoğalmıştır. Örneğin, öğretmenlik alanında 1916-1917’de 803 iken, 1917-1918’de 1005’i bulmuştur. İlk yıllarda kadın ve erkekler ayrı ayrı ders görüyorlarken, 1922 yılından itibaren derslere birlikte girmeye başlamışlardır. Ancak eğitimden yararlanan kadınların sayısı oldukça azdır.


1917’de kabul edilen bir kararname ile kadınlara da boşanma hakkını tanıyan, evlenmeyi din adamının yetki alanından çıkarıp devlete bağlayan, çok karılılığı kadının rızasına bırakan hükümleriyle İslam dünyasının ilk yazılı aile hukuku (Hukuk-u Aile Kararnamesi) kabul edilmiştir. Ancak bu şeriattan tamamen kopulduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, yoğun tepkiler nedeniyle 1919 yılında kararname yürürlükten kaldırılmıştır(bkz. Yaraman Başbuğu, 1992:135). Kadınlar 1926’da Medeni Kanun yürürlüğe girene dek şeriatın boyunduruğunda kalmışlardır.


1917’de kadınlar savaş baskısı nedeniyle fiilen elde ettikleri haklarına yenilerini eklemeleri yine bir başka savaş nedeniyledir. Kurtuluş Savaşı, kadınları evlerinden dışarıdaki yaşama çeken bir başka toplumsal olaydır.


Kadınların toplum yaşantısında ilerlemelerinde sınırlı sayılarda da olsa örgütlenmelerin de önemi olmuştur kuşkusuz. Kurtuluş Savaşında Anadolu’da başlatılan örgütlenme içerisinde de yer almışlar ancak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetlerine doğrudan üye olmak yerine, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyet’i gibi yalnızca kadınların üye olabildiği dernek çalışmalarında bulunmuşlardır. Önce I. Dünya Savaşı, ardından Kurtuluş Savaşı, Osmanlı kadınının rollerini farklılaştıran, kadının yalnızca toplumsal yaşama değil, siyasal yaşama da açılımını sağlayacak düşünsel süreci başlatan bir etkide bulunmuşsa da, asırlar süren kul statüsünü aşacak bilinç birikimine ulaşmak pek kolay olmayacaktır. “ Türkiye’de kurulmuş olan kadın teşekkülleri, diğer memleketlerde olduğu gibi, bir siyasi hak iddia etme ve bu bakımdan mücadeleye girişme yolunu tutmamışlardır. Ancak bu teşebbüsün olumlu tarafı, aydın kadınlarımızı bir araya toplayıp fikir alış-verişine fırsat vermiş ve toplum içerisinde özellikle Kızılay gibi veya diğer hayır cemiyetlerinde çalışma imkanını sağlamıştır”(bkz.İnan, 1968:127) diyen Afet İnan,bu süreçte ortaya çıkan örgütlenme bilincinin düzeyine ilişkin ipuçlarını da vermektedir.

Alıntı
fadedliver adlı kullanıcıdan alıntı

Osmanlı Devleti'nde Sosyal Tabakalaşma

Osmanlı Devletinde Sosyal Tabakalaşma

İnsanların biyolojik olduğu kadar, sosyal bakımdan da yani ihtiyaçları, gelirleri, yaşayışları, giyinişleri, çalışma ve istirahat saatleri, örf ve adetleri vb. açılardan da birbirlerinden farklı yönleri bulunmaktadır. Dolayısıyla tarihin bütün devirlerinde insanlar arasında tabakalaşmanın varlığı bilinmektedir.
Sosyal tabakalaşma terimi belirli bir nüfusun hiyerarşik olarak sosyal manada üst üste gelen sınıflar halinde farklılaşması ve genel olarak otorite, prestij, statü ve güç gibi çeşitli değişkenlere göre nüfusun farklılaşmasının hiyerarşik sıralanması anlamında kullanılmaktadır. Tarih boyunca görülen sosyal tabakalaşma çeşitleri şu başlıklar altında toplanabilir:

  1. İlkel toplumlarda görülen yaygın köleliğin doğurduğu tabakalaşma.
  2. Ortaçağ Avrupa’sında geniş toprak mülkiyetine dayanan feodal sistem.
  3. Kast sistemi.
  4. Statü tabakalaşmasının doğurduğu sosyal sınıflar.
Sosyal sınıf kavramı ise, sosyal tabakalaşma kavramı ile iç içe bir kavramdır. Sosyal sınıfların olduğu yerde bir sosyal tabakalaşmadan, sosyal tabakalaşmanın olduğu yerde ise sosyal sınıfların varlığından söz edilir. Tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sınıfların varlığı bilinmektedir. Sosyal sınıflar hiç bir zaman ortadan kalkmamakta, karakter değiştirerek devam etmektedir. Sosyal sınıfların önem kazanması çağdaş sanayi toplumlarıyla mümkün olmuş, modern toplumlarda ise sosyal farklılaşma ve politik hiyerarşi artmıştır.
Osmanlı Devleti’nde batılı anlamda sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıflar oluşmamıştır. Pek çok tarihçi ve sosyolog bu konuda fikir birliği içerisindedir. Batıda görülen serf-senyör, proleterya-burjuvazi şeklinde bir tabakalaşma Osmanlı toplumu içinde vücut bulmamıştır. Mevcut durumu ne bir sınıf sistemi, ne bir kast ne de feodal sistem olarak tanımlamak mümkün değildir.
Batıda oluşan sosyal tabakalaşma ve sosyal sınıfların benzer şekilde Osmanlı Devleti’nde gelişememesinin nedeni, İslâmi toplum ve mülkiyet anlayışıdır. Türk-İslâm değer hükümleri toplumda tabakalaşmayı şekillendirmiştir. İstismarı önleyici, iddiharı yasaklayıcı, diğergam ve dayanışmacı prensipler ve sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve uygulamalar farklı bir tabakalaşmaya neden olmuştur. İslâmi anlayış toplumda yönetici olanları yönettiklerinden sorumlu tutmuş, bu nedenle yönetici-yöneten arasındaki ilişki bir tahakküm değil bir sorumluluk ilişkisi şeklini almıştır. Yönetimin en başındaki sultan “uyruklarının babası” olma gibi bir telakkiden çok “tebaanın refahlarından şahsen sorumlu olduğu” kanaatını taşımış ve tebaasını kendisine “Cenab-ı Hakkın bir vediası” yani emaneti olarak değerlendirmiştir.
Osmanlı Devleti’nde sınıf anlayışının batıda görülen anlayıştan farklı olması nedeniyle bir asiller sınıfı ve aristokratlar doğmamıştır. Devlet kapitalistleşmeye karşı olduğu gibi, tahakküme dayalı sınıflaşmaya da karşı idi. Zaten toplumda sosyal ilişkileri düzenleyen prensipler sınıfçı eğilimleri zayıflatıyor, farklı meslek ve statü sahiplerini birbirine bağlıyordu. Daha sonra farklı meslek ve statü sahipleri devlete bağlanıyordu. Bu özellikleri gösteren Osmanlı sisteminde batıda görülen keskin sınıf ayrımları görülmemiştir. Osmanlı yazarları da sosyal grupların dünya işlerinde birbirlerinden üstün olmadıklarını, toplumda iş bölümünü oluşturan bu grupların zirai üreticiler, ticâret ve sanat ehli, âlimler ve askerlerden oluştuğu ve bu grupları yönetenlerin tercih ve tafdili için bir sebeb olmadığını belirtirler.
Toprak mülkiyetini devletin uhdesine alması, yukarda belirttiğimiz gibi sermayenin belirli ellerde toplanmasını engelleyen ilke ve asalete dayanan eski Türk aşiret anlayışına son verilmesi Osmanlıda batı türü sınıflaşmayı engelleyen en önemli âmil olmuştur. Böylece siyasi iktidarı etkileyebilecek toprak asilleri ve büyük sermaye sahipleri gibi güçlerin oluşması engellenmiştir.
Osmanlıda sosyal tabakalaşmayı belirleyen önemli bir ayrım, yöneten-yönetilen ayrımıdır. Yönetenler askerî, yönetilenler re’âyâdır. Bu ayrımda mali kaygılar yatmaktadır. Dinî ayrım; müslim-gayr-ı müslim şeklindedir. Hukukî ayrım; hür-köle ayrımıdır. Ayrıca XVII. yüzyıldan itibaren âyan denilen yeni bir sosyal tabaka daha belirmiştir.
Bu tür çoklu bir ayrımın dışında toplumu iki ana sınıfa ayırarak değerlendirme yapar İnalcık:
“Osmanlı toplumu iki ana sınıfa ayrılıyordu. Askerî denen ilki, saltanat beratı ile padişahın dinsel yetki ya da yürütme yetkisi tanıdığı kimseleri, yani saray memurları, mülki memurlar ve ulemayı içine alıyordu. İkincisi, re’âyâ olup, vergi veren, fakat hükümete katılmayan bütün Müslüman ve Müslüman olmayan uyrukları içine alıyordu Uyruklarını askerilerden uzak tutmak devletin temel bir kuralıydı. Yalnızca sınırlarda fiilen savaşçılık eden ve medresede düzenli bir eğitimden geçerek ulema zümresine girenler padişahın beratını alıp askeri sınıfın üyeleri olabilirlerdi.”
Konuyu toprak mülkiyeti açısından değerlendiren Mustafa Akdağ, Osmanlı Devleti’nde toprak mülkiyetinin devletin elinde bulundurulması sonucu sosyal tabakalaşmanın devletin öngördüğü biçimde şekillendiğini belirtir. Osmanlı toprak düzeninin esasını oluşturan “mîrî arazi rejimi; fethedilen yerlerin (ziraata elverişli alanların) özel mülkiyet dışı tutularak kamu malı sayılıp devletin elinde bırakılması idi. Diğer tabii kaynaklar da aynı doğrultuda kamulaştırılarak devletin kontrolüne bırakılmıştı. XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu kamulaştırma prensibinin bir neticesi olarak, devlet toplumun gidişatına göre şekilleneceği yerde, toplum devletin elinde yoğrulmuş, dolayısıyla sosyal tabakalaşma da bu siyasi tercih çerçevesinde biçimlenmiştir. Böylece, Osmanlı Devleti’nde toplumun “sınıfsal ayrışımını” meydana getiren devletin kendisi olmuştur. Bu sebeple, Osmanlı toplumundaki oluşuma sosyal değil, fonksiyonel oluşum; böyle bir oluşum içinde şekillenen sınıflar da sosyal sınıflar değil, fonksiyonel sınıflar denmesi daha doğru olacaktır. Osmanlı toplumunda ortaya çıkan bu oluşum “ne Doğuda, ne de Batıda hiç örneği bulunmayan” bir hususiyet taşır.
XVI. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı devlet ve toplum yapısı incelendiğinde bütün toplum fertlerinin başlıca şu üç kategoriye ayrıldığı görülür:
  1. Askeri Sınıfı
  2. Şehirli Sınıfı
  3. Köylüler (çiftçi ra’iyyet sınıfı)
Burada her ne kadar fertleri üç ayrı kategoride ele alarak ayrı ayrı incelemek mümkün ise de askeri sınıfın dışında kalan kesim “ra’iyyet” olarak mütalaa edilmektedir. Bu nedenle bütün devlet teşkilâtında ve kanun metinlerinde bu esasa göre hareket edilerek düzenlemeler ona göre yapılmıştır. Böyle bir ayırım eski İslâm ve Türk Devletlerinde “erbâb-ı seyf“ ve “erbâb-ı kalem“ şeklinde görülmekte idi. Erbab-ı seyf ve erbâb-ı kalem, Osmanlıda askeri sınıf kavramı içine dahil edilmektedir. Tarihçi Cengiz Orhonlu ise Osmanlı cemiyetini üç unsura ayırır:
  1. Ulema, esnaf, ümera gibi çeşitli grubları içine alan eşraf.
  2. Köylüler.
  3. Ehl-i örf denen memurlar.
Sosyologlar ise yükselme döneminde toplumu oluşturan fertleri üç tabaka halinde incelemişlerdir. Yukarı tabakada merkezî otoriteyi temsil eden siyasi iktidar sahipleri, ordu ileri gelenleri, has ve tımar sahipleri, âyan, eşraf ve mahalli beyler, orta tabakada; ticari ve sınayi kesim, alt tabakada; re’âyâ (halk) bulunmaktadır.
Re’âyâ veya ra’iyyet, devlete vergi vermekle yükümlü geniş bir kitleyi oluşturmaktadır. Askeri sınıf kavramı ise, fiilen askerlik anlamından öte, daha kapsamlı olarak bütün kamu hizmetlerini deruhde edenleri içine almaktaydı. Padişahın verdiği özel bir beratla herhangi bir devlet hizmetine tayin edilen ve böylece belirli vergi yükümlülüklerinden muafiyetle ehl-i berat olanlar asker statüsünü kazanmakta idiler. Herhangi bir hizmet karşılığı beklenmeden vergilerin bir kısmından veya bütününden muaf olan tekke şeyhleri, peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunan sâdât kesimi de askeri sayılmakta idiler. Kadılar, müderrisler, yüksek medreselerdeki talebeler ve mezunları (danişmend ve mülâzımler) gibi ilmiye mensubu kişiler berat ve vazife almadıkları zaman bile askeri sıfatını haiz idiler.
Geniş bir kitleyi muhtevi askeri sınıf kavramı içinde mütalaa edilen grublar birbirlerinden çok farklı sosyal statü ve mevki sahibi kişilerden, “hem sosyal hiyerarşinin tepesinde bulunan padişahı hem de ücretini bir vakıftan alan bir cami ferraşı”ndan teşekkül ediyordu.
Böylece teşekkül eden bu geniş sınıfın bilhassa vergi konusunda re’âyâdan farklı olarak birçok imtiyazları vardı. Re’âyânın ödemek zorunda olduğu ra’iyyet rüsumu ve diğer vergilerden muaf idiler ve bu muafiyet Osmanlı idari teşkilâtı içerisinde askeriyi re’âyâdan ayırdeden belli başlı bir vasıf sayılıyordu. Askerî kesimin vergiden muaf tutulmaları ve kazasker mahkemesinde yargılanma gibi bir takım ayrıcalıkları bu kesimin sosyal hayatta itibarlarını yükseltmiştir.


Kaynak

.
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
27 Eylül 2010       Mesaj #6
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
xıx.yüzyıl osmanlı devletindeki olaylar ve toplumun genel yapısı nedir?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
3 Ekim 2010       Mesaj #7
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
19.yy da osmanlındevletinin de toplumun genel yapısı
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
20 Nisan 2011       Mesaj #8
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
19. yüzyılda hayat kolaymıydı neden?
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
1 Aralık 2011       Mesaj #9
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
arkadaşlar osmanlıda toplum yapısı ile ilgili bilgisi olan var mı,kaynakça ile gönderirseniz iyi olur

Benzer Konular

30 Ocak 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
19 Aralık 2014 / Misafir Soru-Cevap
6 Nisan 2010 / ThinkerBeLL Osmanlı İmparatorluğu
28 Mart 2012 / Misafir Soru-Cevap