Arama

Aydınlanma Çağı

Güncelleme: 4 Şubat 2017 Gösterim: 22.618 Cevap: 5
virtuecat - avatarı
virtuecat
Ziyaretçi
16 Eylül 2008       Mesaj #1
virtuecat - avatarı
Ziyaretçi

Aydınlanma Çağı


17. ve 18. yüzyıllarda Tanrı, us, doğa ve insan kavramlarının yeni bir bireşime ulaşmasıyla ortaya çıkan ve Avrupa’da sanat, felsefe ve siyaset alanlarında devrimci gelişmelere yol açan düşünce akımı. Aydınlanma düşüncesinin temelini, usu işler kılma ve yüceltme oluşturur. Aydınlanma düşünürleri, evrenin us aracılığıyla kavranabileceğini, bu yolla insanoğlunun bilgiye, özgürlüğe ve mutluluğa ulaşabileceğini savunmuşlardır.
Sponsorlu Bağlantılar
Ad:  Aydınlanma Çağı2.JPG
Gösterim: 5327
Boyut:  91.7 KB

Kökenleri.


Aydınlanmanın kökenleri, Eski Yunanlı düşünürlerin, doğanın belli bir düzeni olduğunu kavrayarak bu düzenin temelinde ussal bir ilke aradıkları döneme uzanır. İnsan ve onun zihinsel gücü üzerinde odaklaşan Eski Yunanlıların kültürel mirasını Romalılar devraldı. Ama Yunan Roma kültürü, kişisel kurtuluşu öngören Doğu dinlerinden gelen dalgayla sarsıldı. 4. yüzyıla gelindiğinde, Hıristiyanlık Roma imparatorluğumdaki tek din olmuştu.

Yunan Roma dünyasına çok yabancı bir ortamda gelişen Hıristiyanlık o kültürün tam karşıtı amaçlar taşıyordu. Oysa yeni dini benimseyenlerin büyük çoğunluğunu Yunanlılar ve Romalılar oluşturmaktaydı. Hıristiyanlık bu yüzden kültürel bir uyum gerçekleştirmek zorunda kaldı; putperestliğin ahlak dışı yönlerini ayıklayarak öbür yönlerini dinsel inanca özgü amaçlarla bağdaştırmaya çalıştı. Bu yöndeki en büyük katkıyı, 13. yüzyılda Aristoteles’in yeni bulunan el yazmalarını Hıristiyan felsefesinin temel taşlarına dönüştüren Aquinolu Aziz Tommaso sağladı. 14. yüzyılda İtalya’ da Francesco Petrarca’nın öncülüğünde klasik metinlere yönelen büyük ilgi pek çok kişinin unutulmuş el yazmalarının ardına düşmesiyle sonuçlandı. Ortaçağ boyunca bazı klasik yapıtların yok olması önlenmişti, ama bunların çoğu Hıristiyanlığın yorumlarıyla biçim değiştirmişti.

Hümanizm olarak bilinen akımın amacı, bu yapıtlarda büyük bir bilgelik ve söz ustalığıyla dile gelen gerçek Yunan ve Roma ruhunu canlandırmaktı. İtalya’da doğan hümanizm, yüz yıl içinde Almanya’ya ve Avrupa’nın başka yörelerine ulaştı. Buralarda yeni akımın başlıca amacı dine hizmet etmekti. Ama Reform döneminde geleneksel Batı Kilisesi her anlamda ikiye bölündü. Rönesans’ın klasik metinler ile Hıristiyanlığı uzlaştırma çabalan bir sonuç vermemişti. Hıristiyanlık ile bağdaşmakla birlikte ondan bağımsız görüşler arayan Avrupalılar, Stoacılığı yeniden canlandırmaya yöneldiler.

Bu görevi ilk kez Hollandalı hukukçu Hugo de Groot (Grotiuş) üstlendi ve De Jure Belli ac Pacis (1625; İyi Yasa ve Banş Üzerine) adlı yapıtında uluslararası ilişkilerde doğal hukuka başvurulmasını önerdi. Grotius’a göre doğal hukuk öylesine kesin ve dokunulmazdı ki, onu Tanrı bile değiştiremezdi.

Bilimsel devrim.


Yeni yeni oluşan modern bilim, dine dayalı baştan savma yanıtlara ve Yunan-Roma biliminin safsatalarına karşı çıkıyordu. Yeni bilim anlayışının öncüsü Bacon’ın, hızlı adımlarla ilerleyen matematiğin yöntemi konusunda kuşkulan vardı; bilimsel yöntem olarak tümevanmı öneriyordu. Descartes ise bunun tam karşıtı bir tutumla felsefe sistemini, doğrulukları yadsınamayan yalın düşünceler üzerine kurmuştu ve tümdengelim yöntemini savunuyordu. Aralanndaki büyük ayrılığa karşın, ikisi de geçmişe savaş açmışlardı, insanlığın yazgısını bilimin çizeceğini, bunun için de bilim ile ilahiyatın birbirinden aynlması gerektiğini, deneyin zorunlu olduğunu vurguluyorlardı.

Bilimlerdeki yeni gelişmenin öncüsü Galileo Galilei oldu. Tann’nın, biri doğa kitabı, öteki Kitabı Mukaddes olmak üzere insana iki kitap gönderdiği biçimindeki eğretilemeyi sürdürerek, doğa kitabının matematiğin diliyle yazıldığını savundu. Doğayı mekân ve hareket gibi matematiksel analize elverişli özelliklere indirgeyerek, şaşmaz doğa yasalarıyla betimlenebilir bir araştırma konusuna dönüştürdü. Ayrıca Kopernik, Tycho Brahe ve Kepler’in gökbilim ile ilgili çalışmalarını bir aşama daha ileriye götürdü. Kopernik, Ptolemaios’un yermerkezli evren düşüncesini, Yer’in Güneş sisteminde bir gezegen olduğunu açıklayarak sarsmıştı. Galilei, kendi teleskopuyla yaptığı gözlemler sonucunda, bir gökcisimleri sisteminin ve bir hareket düzeninin varlığını saptadı. Görüşlerini, 1632’de Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo, tolemaico e copernicano (İki Büyük Yer Sistemi, Ptolemaios ve Kopernik Sistemleri Üzerine Konuşmalar) adlı kitapta sergiledi. Geriye, çözümlenmesi gereken önemli bir sorun kalmıştı: Gökcisimlerinin devinimini, maddenin yeryüzündeki davranış biçimini gözlemleyerek açıklamak. Sir Isaac Newton, bazı matematik usavurmalara dayanarak kütleçekimi yasasını ortaya koydu ve doğanın ussallığını vurguladı.

Aydınlanan din.


Kilise, bu yeni olgular ve açıklamalar karşısında uzun süre direndiyse de, değişen düşünce ortamına duyarsız kalamadı. 18. yüzyıl başlarında, köklü değişimlere yol açabilecek birçok yeni düşünce açıktan açığa tartışılmaya başlamıştı. Öte yandan, o güne değin ilkçağ dışında kendi bilgi düzeyleri ile karşılaştırabilecekleri bir başka birikim tanımayan usçular, özellikle Cizvit misyonerlerinin gezileri aracılığıyla dindar Çinlileri, Mısırlıları, Siyamlıların tanıdılar ve onlar arasında da erdemli, örnek kişiler bulunduğunu şaşkınlıkla öğrendiler. Hıristiyanlığın doğa görüşünün, deneysel us karşısında ayakta duramayacağı da artık ortaya çıkıyordu. Huzursuz zihinler, bütün dinsel farklılıkların gerisinde her yerde ve bütün insanlar için geçerli, doğadan kaynaklanan tek bir din, ortak bir inançlar bütünü olduğu düşüncesine yönelmeye başladı. Daha sonra yaradancılık adını alan bu akıma göre, Tanrı, us ve doğa arasında bir denge kurulması gerekiyordu ve felsefe de doğa bilimlerinin yöntemlerini izlemek zorundaydı.

Bu tür bir din anlayışı, mucize inanışına da son veriyordu. Çünkü Tanrı’nın varlığına olanak sağlayan yasaların aynı zamanda bu tür us dışı olgulara yer vermesi düşünülemezdi. İlk kez İngiltere’de yaygınlık kazanan yaradancılığı savunanlar, Hıristiyanlığın doğa dinini engellediğini ileri sürdüler. Ama çabaları İngiltere’de olumlu sonuçlar vermedi, çünkü siyasal çıkarları ve toplumsal iktidar kaygıları. ağır basan Anglikan Kilisesi yeni görüşlere açık değildi ve yaradancılık akımı 18. yüzyılın ikinci yarısında kara Avrupa’sına taşındı.

1726’da İngiltere’ye sığınmadan çok önce Hıristiyanlık karşıtı bir usçuluğu savunan Voltaire, iki yıl sonra ülkesine döndüğünde yaradancılık akımının din anlayışını çarpıcı bir üslupla kaleme aldı. Voltaire, varlığının kanıtlan doğada gözlemlenebilen ve toplum düzenini sürdürmek için varlığı zorunlu olan bir Tanrı düşüncesini savunuyordu. 1760’larda yazdığı Dictionnaire philosophique (Felsefe Sözlüğü, 1943-46, 1976-77) ile din adamlarını açıkça karşısına aldı. Voltaire’in görüşlerini paylaşmamakla birlikte, Jean-Jacques Rousseau da Ğmile: ou de Veducation (1762; Emil yahut Terbiyeye Dair, 1930, 1966) adlı romanıyla Tanrı ile insan arasına giren bütün öğretilere ve dinsel kuruluşlara meydan okuduğunda Voltaire onu destekledi.

Kuşkusuz, kurulu düzen de dini ve kendini savunmak için önceden sınanmış yöntemlere başvurdu. Yalnızca 1770’te Fransa’da Katolik inancını savunan 90 kitap yayımlandı. Enkizisyon mahkemelerinin yanı sıra sivil mahkemeler de dinsel yargılamalara girişerek ölüm cezaları verdi. Ardından Yasak Kitaplar Listesi (index Librorum Prohibitorum) hazırlandı; kilise ve devlet sansürü ortaya çıktı; kitap yayımı izne bağlandı, kitaplar yakıldı. Gizlice satılan kitaplar, yazarı belli olmayan yapıtlar, basımevi belirtilmemiş yayınlar dönemi başladı. 1772’de Viyana’da resmî yetkililer bir Yasaklanmış Kitaplar Katalogu yayımladılar, ama çok geçmeden bu katalogu da yasaklanmış kitaplar arasına almak zorunda kaldılar, çünkü katalog “kötü niyetli kişiler” için bir tür okunması gerekli kitaplar listesine dönüşmüştü.

Felsefede Aydınlanma.


Sıra yeni görüşlerin ışığında insanın doğasını açıklamaya gelmişti. Hıristiyanlığın bu konudaki görüşü kesindi: İnsan, İsa’nın ödediği kefaret aracılığıyla kurtuluşa erişinceye değin, Âdem’in günahını sırtında taşıyacaktı. Oysa ussal çıkarım, Tanrı’nın, kendi us gücünü ve iyiliğini insana da aşıladığı vargısına götürmekteydi ve bu çerçeve içinde ilk günaha yer yoktu.

İnsan doğasını incelemek için Newton’ın yeni bilimsel yöntemine başvuruldu. Öncülüğü yapan Locke, önce zihnin işleyişini inceleyerek insan bilgisinin boyutlarını ve sınırlarını araştırmaya koyuldu. 1690’da yayımladığı An Essay Concerning Human Understanding (İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme) ile bilginin tümünün deneyimden, düşünme edimiyle ayıklanıp sınıflandırılmış duyumlardan kaynaklandığını savundu. Doğuştan gelen idealar yoktu, insan zihni doğuşta boş bir levha (tabula rasa) gibiydi; yaşamı boyunca edindiği deneyimler sırasında dış dünyanın verileri bu levhanın üstüne yazılırdı. Locke’a göre, insanı biçimlendiren, yaşadığı ortamdı ve insanı geliştirmenin yolu da yaşadığı ortamı gçliştirmekten geçiyordu.

Ingiltere’de Aydınlanma akımının son temsilcisi olan David Hume’un felsefesinin temelinde de usçu düşüncenin kalkış noktasını oluşturan nedensellik ilkesinden duyduğu kuşku yatıyordu. Ama Hume, Locke’tan farklı olarak, her ideanın önce bir izlenimi olması gerektiğini ileri sürüyor, deneyimlerin temeline insanın saf algılarını koyuyordu.

Almanya’da Aydınlanma düşüncesi yaratıcı olamadı, başlıca görüşlerini İngiliz ve Fransız Aydınlanma felsefelerinden derledi. Bu durum Alman tarihinin gelişmesiyle ilgiliydi. Reform hareketinin yarattığı uzun süren kargaşalıklar Almanya’nın, Fransa ve İngiltere’de gelişen bu büyük kültür sürecine katılamamasına neden olmuştu. Alman Aydınlanmasının en tipik düşünürü Chris- tian Wolff’du. O da 17. yüzyılın ikinci yansında gelişen Leibniz felsefesini sistemleştirerek bir okul felsefesi yapmıştı. Büyük düşünür Immanuel Kant da ilk bilgilerini Leibniz Wolff felsefesinden almış, sonra bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne varmıştı. Kant “Vas İst Aufklârung ?”da (1784; “ ‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, 1983) Aydınlanmayı şöyle tanımlıyordu: “Aydınlanma, insanın, kendi yüzünden içine girdiği bir ergin-olmayış durumundan kurtulup usunu kullanmaya başlamasıdır”. Kant’a göre insan bu duruma us yüzünden değil, onu kullanamaması yüzünden düşmüştür; çünkü o döneme değin hep başka kılavuzların yol göstericiliğini aramıştır. Kant bir bakıma Aydınlanma felsefesi içinde yer alırsa da, öbür yandan bu felsefeyi aşmış, 19. yüzyılın ilk yarısını kapsayan Alman idealizminin çıkış noktası olmuştur.

İnsanın doğasını kavramaya çalışırken, etik sorunlar da önem kazanıyordu. Usçu tümdengelim yöntemiyle bakıldığında (usunu kullanan insan özünde iyi olduğuna göre), neyin doğru olduğunu bilmek, doğru olanı yapmak demekti. Oysa doğru olanı bilenin, her zaman doğru olanı yapmadığı görülüyordu. Bu yüzden de ahlaksal davranışların temellerini araştırmak gerekiyordu. Büyük usçu düşünürler bile, insan doğasının düşünsel olmayan boyutunda, ahlaksal uyarıcıların, yani tutkuların bulunduğunu kabul ediyordu. Hıristiyanlık, hep insanın Cennet’teki mutluluk özlemine ve Cehennem acılarından duyduğu korkuya seslenmişti. İnsana özgü bu eğilim kolayca genelleştirilebilir ve yaşamın dinamik gücünü haz arayışının ve acıdan kaçınma çabasının oluşturduğu savunulabilirdi.

Ahlaksal davranışların kişinin kendi içinden kaynaklandığı konusunda kuşkuya düşüldüğüne göre, bu davranışların kaynağı belki de kişinin dışında aranmalıydı. İnanmış Hıristiyanların yanıtı hazırdı: Tanrı, Kitabı Mukaddes aracılığıyla insana nasıl davranması gerektiğini bildirmişti. Ama Tanrı ile ilişkisini kesmiş düşünürler için bu yanıt yeterli değildi. 17. yüzyıl ortalarında Thomas Hobbes, doğal bir çevrede hazzın ve acının otoritesinde yaşayan insanların, herkesin herkese karşı savaş içinde olduğu bir kargaşa ortamına düşeceği sonucuna varmıştı. Bunun tek çözümü, bir devlet kurmak ve kayıtsız şartsız onun yasalarına boyun eğmekti.

Hobbes’un ardılları, ahlak kargaşasına çözüm olarak, topluluğun refahı üzerine kurulu bir yasalar bütünü oluşturmayı önerdiler. Helvetius, Paris Parlement’ı (Yüksek Mahkeme) tarafından yakılan ve papalıkça mahkûm edilen De Vespri' de (1758; Ruh Üzerine), benmerkezci insanı toplumsal bir varlığa dönüştürmenin tek yolunun iyi yasalar yapmak olduğunu ileri sürüyordu, iyi yasa yapma sanatının özü, benlik tutkusuyla davranan insanları, birbirlerine karşı her zaman adil olmaya yöneltmeyi bilmekti. Jeremy Bentham, laissez faire (bırakmız yapsınlar) demokrasisinin ilkelerini bu birikim içinden bulup çıkaracaktı.

Siyasal ve toplumsal düşünce.


Yaradancıların dünya çapındaki doğa dini araştırmaları, insanların ırk ya da gelenek farklılıklarını değil, tam tersine ortak özelliklerini bulmaya yönelikti. Hume’a göre, insan doğası temelinde çok değişmediğine göre, bu yapının değişmez ve evrensel ilkelerini bulmak gerekiyordu. Doğal hukuk kavramı, toplumsal sorunlara uygulanınca bazı belirgin değişiklikler geçirdi. Yeni anlayışa göre doğal hukuk, artık olanı değil, olması gerekeni gösteriyordu ve olması gerekenin çok uzağında bulunan insanlığın durumu karşısında Aydınlanma, eleştirel, reformcu ve giderek devrimci bir nitelik kazanacaktı.

Locke, Hobbes’un bireyciliğini ve devleti tanrısal bir kurum değil, yararlı bir aygıt olarak gören yaklaşımını benimsedi. Locke’a göre, doğal hukuk insana başta yaşam, özgürlük ve mülkiyet olmak üzere belli haklar tanımıştı. Herkesin kendi hakkını tanımlayıp savunmasının yol açacağı kargaşayı önlemek için, özellikle bireylerin haklarını savunmak üzere bir siyasal topluluk oluşturulmuştu. Devlet, bireylerin onayı ile kurulmuştu ve çoğunluğun kararı doğrultusunda yönetilmeliydi.

Kara Avrupa’sında ise, 18. yüzyılın huzursuz ortamının nedenlerini araştırmak ve bunlara çare önermek için koşullar uygun değildi. Fransa’da mutlakıyet, kamuoyunu ve açık tartışmayı baskı altına almış, feodal anlayışı ve önemli feodal kurumlan temizleyememişti. Devlet ile Katolik Kilisesi arasındaki sıkı bağlar yüzünden, kiliseye karşı gelmek devlete karşı gelmekle eşanlamlıydı. Bütün bunlar siyasal düşüncenin gelişmesini engelliyordu. Voltaire yaşamı boyunca Fransız tahtını savunmuş; kendisi de bir soylu olan Montesquieu soylulara devlette daha çok görev verilmesini önermiş; soylular ile kral arasındaki çekişmeyi hiçbir zaman kavrayamamış olan Diderot, bazen birini, bazen öbürünü tutmuş, ama hiçbiri mutlakiyete karşı olmamıştı. Hepsi, reform konusundaki umutlarını becerikli hükümdarlara bağlamıştı.

1762’de Fransa’da yepyeni bir siyaset kitabı yayımlandı: Du contrat social (Toplum Anlaşması, 1946 / Toplum Sözleşmesi, 1984). Rousseau bu kitabında, bireyin özgürlüğüne dokunmaksızın onun ahlaksal erdemini yükseltecek bir toplum modeli öneriyordu. Bu modele göre, bireyler tüm güçlerini ve haklarını, bir parçasını oluşturdukları “genel irade”ye devredecekler, böylelikle siyasal yaşama eşit oranda katılacaklardı. Bu sözleşmeden sonra birey, gene doğal durumunda olduğu gibi özgür olacak, ama doğal özgürlüğünün yerini toplumsal özgürlük alacağından, doğal insan ahlaksal bir varlığa dönüşecekti. Locke, tanımlanmamış bir çoğunluktan söz etmişti; Rousseau ise siyasal demokrasi öneriyordu. ABD, Bağımsızlık Bildirgesi ile Locke’un öğretisini benimsedi; Fransız devrimcileri ise bildirilerinde Rousseau’nun genel irade ve ulusal egemenlik kavramlarına yer verdiler.

Genel olarak Aydınlanma düşüncesi, Locke’un, mülkiyetin doğal bir hak olduğu görüşünü aykırı bulmuyordu. Ama Rousseau, bu konuda kuşkuları olan Hume’a katılıyor, siyasal demokrasinin görece bir ekonomik eşitlik olmaksızın gerçekleşemeyeceğini savunuyordu. Adam Smith’in înquiry into the nature and causes of the Wealth of Nations (1776; Ulusların Zenginliği, 1985) adlı yapıtı bir tür ekonomik bağımsızlık bildirişiydi. Aşırılıklardan ve dogmacılıktan yana olmayan Smith’in yararcı görüşlerinin ardında, insanı gündelik çıkarlarının ötesinde amaçlara yönelten “doğanın büyük yönetmeninin gizli eli” ne ilişkin o eski usçu inanç yatıyordu. Devletin, güçlünün karşısında ve zayıfın yanında olması görüşündeydi, ama gönlünde, kendi yazgısını kendi çizen özgür birey imgesi vardı.

İnsanların, ahlaksal ve toplumsal alanda kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi düşüncesi, Avrupa’da bir dizi ütopyacı görüşün ortaya çıkmasına yol açtı. Yaşanan toplumlar umulanı sağlayamadığına göre, yeni toplum modelleri kurmak gerekiyordu. Bu görüşü savunanlar, özellikle Utopia'nın (1516; Utopia, 1964, 1986) yazan Thomas More ve Nova Atlantis’in (1627; Yeni Atlantis, 1957, 1966) yazarı Francis Bacon, alışılmış eski kalıpların dışında yeni bilgi temelleri üzerine kurulu toplum modelleri önerdiler. Aydınlanmanın, zamandışı öncesiz ve sonrasız gerçeklerine inen en büyük darbe, bilimsel sorunları olduğu kadar dünyadaki bütün olayları da sürekli değişim açısından yeniden ele alan tarihsellik bilincinin yükselişinden geldi. Aydınlanmanın son günlerinde Batı düşüncesi, Edmund Burke, Hegel, Darwin ve Marx’a doğru yol almaya başlamıştı.

Kaynak: Ana Britannica

Son düzenleyen Baturalp; 27 Ocak 2017 12:23
Daisy-BT - avatarı
Daisy-BT
Ziyaretçi
3 Haziran 2011       Mesaj #2
Daisy-BT - avatarı
Ziyaretçi

Aydınlanmacılık

Ad:  Aydınlanma Çağı3.JPG
Gösterim: 3198
Boyut:  42.2 KB

18. yüzyılın bütününde, özellikle de ikinci yarısında ortaya çıkmış olan, gelenekçi ve dinci anlayışa karşı ilerlemeciliği, yaratıcı olmayan katı usçuluğa karşı araştırıcı usçuluğu savunan düşünce akımı.
Sponsorlu Bağlantılar

Aydınlanmacılık 17. yüzyılın tam tamına bilimselliğe yönelik katı usçuluğuna, özellikle bu usçuluğun gittikçe yozlaşan biçimlerine tepki olarak ortaya çıkmıştır. "Büyük Yüzyıl" diye de adlandırılan 17. yüzyıl bir klâsik değerler çağı olmuştu. Klasisizm ya da klasiklik denilen ortak beğeni, eski yazarların örnek alınması kaygısıyla ortaya konmuş, sanatta bir doğallık tutkusu, bir ahlâkçılık inancı, bir evrensele ulaşma dileği olarak belirmişti. 17. yüzyılın bu ortak eğilimi her şeyden önce Descartes ile temellenmiş olan usçu düşünceye dayanıyordu.

Klasiklik 17. yüzyıl sonlarında çözülüp dağılmaya başladı. Aydınlanma düşüncesi işte bu dağılma içinde kendini gösteren kısır usçu düşünceye karşı araştırmaya, ayrıştırmaya sorgulamaya, tartışmaya dayanan, daha verimli bir usçu bakış açısını öngörüyordu. Böylece aydınlanmacı düşünce, usçuluğa bir tepki olurken, usçuluğu hiç mi hiç yadsımıyor, usçuluğun kuru ve verimsiz üretimlerini yadsıyor, insanın iç dünyasındaki özellikleri ve toplumsal yaşamındaki özellikleri görmeye çalışan etkili bir bakış açısı getiriyordu. Aydınlanmacılık Almanya'da ve Fransa'da ortaya çıktı. Ne var ki Alman aydınlanmacılığı, Fransız aydınlanmacılığı kadar etkili olmadı. Alman aydınlanmacılarının önderi Friedrich Nikolai (1733-1811) bir düşünür olmaktan çok, bir edebiyat adamıydı. Bu arada Alman düşünürü Kant'ı da yalnız felsefe alanında değil, tüm yaşamda eleştiriyi öngörüşüyle bir aydınlanmacı saymak yanlış olmaz. Kant şöyle diyordu: "Çağımız tam anlamında bir eleştiri çağıdır, hiçbir şey kaçamaz eleştiriden. Din kutsallık adına, yasama da hükümranlık adına boş yere eleştiriden kaçıyor".

Aydınlanma düşüncesi siyasal düzeyde 17. yüzyılın mutlak yönetimle ayakta duran uzlaştırmacı bakış açısına tepki olmuştur. 16. yüzyılda güçlenen ve 17. yüzyılda tam anlamında yerleşen mutlak yönetim düzeni, yeni bir ahlâk anlayışı olan dünya ahlâkına yer verirken, eski yaşayış biçimlerinden kalma soyluluk ahlâkını ve Hristiyan ahlâkını da korudu. Bu ahlâklar birliği, mutlak yönetimle sağlanan büyük baskı altında bir doğal bütünlük ortaya koyar görünse de dağılmaya hazırdı ve nitekim mutlak yönetim düzeninin sarsılmasıyla birlikte dağılmaya başladı. Fransa'da d'Alembert ve Diderot gibi ansiklopedicilerin, ayrıca Jean-Jacques Rousseau ve Voltaire gibi düşünürlerin çabalarıyla köklü bir bakış açısı olarak beliren aydınlanmacılık, Fransız Devrimi ile gerçekleşmeye başlayan toplumsal dilekleri temellendirmeye çalışırken, doğaüstünden doğaya dönüşü, bağımlayıcı kurumsal dinsellikten doğal dine geçişi önerdi, hatta ateizmi (Tanrıtanımazlığı) duyurdu, bunu yaparken açıklanma inancını yadsıdı, buna göre Tanrı'yı bir kurucu olarak varsaysa bile dini dışladı.

Öte yandan toplumu, bir hükümdarın istemiyle düzenlenen buyurucu yönetim biçiminden kurtarıp genel istemin gerçekleştiği bir demokratik yönetim biçimine kavuşturmak istedi. Böylece yaşamın temel sorunlarına yönelen aydınlanmacılık, köklü bir felsefe devinimi olmaktan çok, toplumsal insanın sorunlarını tartışmaya açan bir düşünce etkinliğidir. Bu açıdan aydınlanmacıları, filozoftan çok düşünür saymak doğru olur. Onlar düşünceyi, bilgi kuramı temeline oturan köklü ve bütüncü bir sistem olarak görmemişler, bu yönleriyle felsefeden çok, edebiyata yakın olmuşlardır. Evrim fikrinden hemen tümüyle yoksun olan, buna karşılık her şeyin ileri düzeyde yeniden örgütlenebileceğine inanan aydınlanmacılar, yalınkat bilgi anlayışlarıyla, bulanık ve yazgıcı tarih görüşleriyle, topluma bireyci bir gözle bakışlarıyla, usçu olmaya çalışırken sık sık duyguculuğa düşüşleriyle dikkati çekerler.

Aydınlanmacılık devinimiyle düşünce dünyası ilk olarak kesin bir biçimde siyasal bir yükümlenme içine girmiştir; böylece siyaset bilimi, felsefenin kıyısında kalmaktan kurtulmuş, ona tam bir yetkiyle katılmıştır. Ayrıca bu düşünce, yükselen burjuva sınıfının çıkarlarını belirlerken ondaki açmazları da ortaya koymuş, böylece onun temellendiricisi olurken karşıtı da olmuştur. Bu yanıyla o, tam anlamında bir çelişkiler felsefesidir.

MsXLabs.org & Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi

Son düzenleyen Baturalp; 27 Ocak 2017 12:32
SaKLI - avatarı
SaKLI
VIP VIP Üye
7 Ekim 2011       Mesaj #3
SaKLI - avatarı
VIP VIP Üye

Aydınlanma Hareketinin Özellikleri


Aydınlanma hareketi içerisinde bulunan düşün adamlarının bir çok yönden birbirlerinden ayrılmalarına karşın aşağıda belirtilen ortak yönleri taşıdıkları söylenebilir.
  • Akıl: Bilgiye ulaşmada ve bilginin düzenlenmesinde aklın ön plana çıkmasıdır. Başka bir deyişle düşünebilme, anlayabilme ve tecrübelere dayalı olarak elde edilen bilgiler üzerinde akıl yürütmenin ön plana çıkması,
  • Duyumculuk (empiricism): İçinde bulunduğumuz ve duyularımız ile algıladığımız doğal ve toplumsal dünya ile ilgili sahip olduğumuz düşünce ve bilgilerin deneylere, gözlemlere ve yeniden test edebilmeye dayalı olmasıdır. Yani doğal ve toplumsal dünya hakkındaki bütün düşünce ve bilgilerin test edilebilen, deneyi yapılabilen gerçekler üzerine dayalı olması,
  • Bilim: Bilimsel bilginin içinde bulunduğumuz doğal ve toplumsal dünyanın insanların amaçları doğrultusunda değiştirilebilmesinde en önemli rolü oynaması gerektiği,
  • Evrensellik: Bilim istisnası olmaksızın evrenin bütününü yöneten yasaları üreten bir etkenlik olduğu için bilim doğa ve toplumda var olan genel geçerli evrensel yasalara ulaşmalı ve bu yolla bilimsel bilginin akıl yolu ile doğal ve toplumsal dünyanın her alanına uygulanabilmesinin mümkün olduğu düşünçesi,
  • İlerleme: İnsan oğlunun doğal ve toplumsal konumunu bilimin ve aklın uygulamaları ile daha ileriye ve güzele doğru geliştirilebileceği ve ancak bu yolla insanın mutluluğunun ve refahının sağlanabileceği inancı,
  • Bireycilik: Birey bütün toplumsal eylemlerin ve bilginin başlangıç noktası olduğu için bir üst otoriteye bağlı olarak ele alınmamalıdır. Toplum bireylerini düşünce ve eylemlerinin bir ürünü olarak ele alınması gerektiği ve bu nedenle toplumsal yapıların ve üst otoritenin ancak özgür bireylerin eylemleri ve istekleri doğrultusunda şekillenebileceği,
  • Hoşgörü: Başta hiristiyanlık olmak üzere hiç bir uygarlığın veya bir ırkın diğerlerinden üstün olmadığı, insanlar arasında var olan ulus, din, inanç ve ahlaki değerler farklılıklarına karşın insanoğlunun özünde aynı olduğu ve bu nedenle insanların kültürel farklılıklarının hoşgörü ile karşılanması gerektiği,
  • Özgürlük: Aydınlanma öncesi geleneksel toplumlarda inanç, ticaret, iletişim, toplumsal, etkileşim, cinsellik ve özel mülkiyet gibi insanların sahip olduğu doğal hak ve özgürlükler üzerinde dinsel otoritenin koymuş olduğu sınırlamaların ve yasaklamaların kaldırılması ve tüm toplumun bu tür hak ve özgürlüklerden eşit olarak yararlanması gerektiği,
  • İnsan doğasının birliği: İlke olarak insan doğasının her yerde ve her zaman aynı olduğu,
  • Laiklik: Ruhban sınıfının tutuculuğuna ve siyasal otoritesine karşı geliştirilen tutumları ifade etmek için kullanılır. Diğer bir ifade ile aydınlanma öncesi toplumlarda dinsel otoritenin egemenliği altındaki dogmatik bilgiler yerini her türlü dinsel baskı ve otoriteden uzak özgür bilgilere bırakmış ve bu yolla bilgi dinin güdümünden arındırılarak bilimsel bir temele dayandırılmıştır. bu aynı zamanda siyasal boyutta dinin kamusal alandan geri çekilerek yalnızca özel alana ait olması anlamına gelmektedir.
Yukarıda belirtilen aydınlanma hareketinin ortak özellikleri aynı zamanda onsekizinci yüzyıldaki sosyal ve siyasal dönüşümlerin temel yönlerini ortaya koymaktadır. Bu özellikleri biraz daha genişletmek mümkündür. Ancak çağdaş toplumu oluşturmada aydınlanma hareketinin yukarıda belirtilen ortak özelliklerinin ne kadar önemli bir oynadığını çok iyi anlamak gerekmektedir. Bunu en belirgin bir şekilde aydınlanma hareketinin geliştiği dönemlerdeki Avrupa’nın içinde bulunduğu sosyal ve siyasal krizlerde açıkça görebilmekteyiz.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Baturalp; 4 Şubat 2017 00:11 Sebep: başlık düzenlendi.
..
sade - avatarı
sade
VIP hazan
10 Kasım 2012       Mesaj #4
sade - avatarı
VIP hazan

Aydınlanma Dönemi Nedir

Ad:  Aydınlanma Çağı.JPG
Gösterim: 4259
Boyut:  39.2 KB

Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendisin yaşamın düzenlenmesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem de toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789), ve ardında gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır.

Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini bu süreçte akıl merkezli toplumsal düzenlemeler arayışı alır. Geniş ve genel anlamıyla aydınlanma, ortaçağda hüküm süren dünya görüşüne karşı yeni bir dünya görüşünün ortaya çıkması ve temelendirilmesi olarak belirtilir. Bu yüzyıl yeni bir ideal ile tarih sahnesinde yer alır; bu ideale göre, aklın aydınlattığı kesin doğrulara ve bilginin ilerlemesine dayanan entelektüel bir kültür egemen olmalıdır ve bu kültür sonsuz bir şekilde ilerlemelidir. Böylece ilerleme ideali, insanın geleneğin köleliğinden kurtularak sürekli mutluluk ve özgürlük yolunda gelişeceği düşüncesine dayandırılır.

Aydınlanma felsefesinin kaynağı Rönesans felsefesi ve özellikle de 17. yüzyıl felsefesinin ortaya koyduğu ilkelerdir. Rönesanstan itibaren düşüncenin tarihsel otoritelerden kurtulması, bilgi ve yaşam hakkında akla ve deneyime dayanmaya başlaması sözkonusudur. 17. yüzyıl da bu gelişmeler sistemleştirilip temel ilkelere dönüştürülmeye başlanmış, rasyonalizmin belirginleştiği bu yüzyılda aydınlanma felsefesinin düşünsel temelleri bir anlamda hazırlanmıştır. Sekülerleşme aydınlanma felsefesinin ve genel anlamda aydınlanmacılığın her tür girişiminde temel olmuş olan bir yönelimdir.

18. yüzyıl felsefesinde bir yanda rasyonalizmin öte yandan empirizmin güçlenmesi ve bunlardan meydana gelen teorik sorunların yeni bir takım sentezlerle aşılmaya çalışılması sözkonu olacaktır. Aydınlanma çağı, aklın ışığında felsefenin de yepyeni bir etkileyicilikle ortaya çıkışına, yaygınlaşmasına, yeni sentezlerle sistematikleştirilmesine etki etmiştir. Bu bakımdan bu yüzyıla "felsefe yüzyılı" denmesi de söz konusudur. Kurucu ilke olarak benimseyerek, tüm toplumsal yaşamın ve düşünüşün buna göre şekillendirilmesine yönenilen dönemdir. Kant, aydınlanmacılığı, "aklı kullanma cesareti" olarak tanımlandığında, genel olarak Aydınlanma Çağı'nın felsefesini vermektedir. 18. yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkıp gelişmiş ve "aydınlanma" fikriyle yaygınlaşmıştır.

Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle der:
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster! Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.

Aydınlanma çağının ana fikri, akıl aracılığıyla doğru bilgilere ulaışılabileceği ve bu dogru bilgi ile de toplumsal yaşamın düzenlenebileceğidir. Öte yandan bilim alanındaki önemli gelişmeler de aydınlanma çağına öncülük eder ve bu çağda ayrıca çok yoğun yeni bilimsel gelişmeler kaydedilir. Daha 15.yüzyıldan itibaren meydana gelmeye başlayan yeni keşifler ve icatlar bu süreci hazırlamış, bunun sonunda da "karanlık çağ" olarak değerlendirilen Ortaçağ'ın sonuna gelinmiştir. Deney ve gözlem, aklın uygulama araçları olarak bu dönemde bilimsel yöntemim ilkeleri biçiminde ortaya çıkmış ve doğa bilimlerinde önemli gelişmelere kaynaklık etmiştir.

Dinde meydana gelen yenileşme hareketleri de, dinsel düşüncenin giderek geriletilmesi ve Aydınlanmacılıkla birlikte kuruculuk ve egemenlik gücünü kaybetmesiyle sonuçlanmıştır. Rönesans ve reformlarla başlayan bu gelişmeler, aydınlanmacılıkla doruğuna varmış ve buradan itibaren Modernite denilen sürecin oluşumunu hazırlamıştır. Bu sürec aydınlamacılıkta ifadesini bulan köklü bir zihin değişikliği anlamına gelmektedir.

Newton ve Kopernik ile tüm bir evren-dünya kavrayışı değişime uğramış, Descartes ve Kant gibi isimlerle bu değişen zihniyetin felsefi düşüncesi geliştirilmiştir. Avrupadaki endüstri devrimleri'de bu sürecin maddi temelini oluşturmaktadır. Yeni ve bambaşka toplumsal ve ekonomik ilişkiler icerisinde yaşamaya başlayan insanlar, ortaya çıkan yeni düşünce biçimleriyle dünyaya bambaşka gözlerle bakmaya başlamışlardır.Bunun sonucunda modern yaşamın temellleri atılmıştır. 1789 Fransız ihtilalinin temelinde, Fransız aydınlanmacılığının belirleyici bir etkisi vardır.

Son düzenleyen Baturalp; 4 Şubat 2017 01:04 Sebep: düzenlendi.


Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
27 Ocak 2017       Mesaj #5
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi
Ad:  Aydınlanma Çağı4.JPG
Gösterim: 5684
Boyut:  40.2 KB

AYDINLANMA ÇAĞI.

Avrupa'da düşünce alanında köklü bir değişimin yaşandığı 18. yüzyıla Aydınlanma Çağı denir. Kökeni Eski Yunan felsefesine kadar dayanan ve gerçekte 17. yüzyıl sonları ile 18. yüzyıl sonları arasın­da gelişen "Aydınlanma felsefesi" bu çağa adını vermiştir. Felsefe, siyaset ve edebiyat alanında etkili olan bu akım kısaca "Aydın­lanma" diye de adlandınldı ve bu akımı biçimlendiren düşünürlere "Aydınlanmacı fi­lozoflar" dendi. Aydınlanma felsefesi insan düşüncesinin, insan yaşamının anlamının ve biçiminin aydınlanmasını amaçlıyordu. İnsan düşünürken ve değerlendirme yaparken, di­nin buyruklarına ve geleneklere bağlı kalma­malı, kendi aklı ve deneyimleriyle yaşamı ay­dınlatmaya çalışmalıydı.

Bütün dinlerin ortak özelliği buyurucu ve değişmez kurallar koymaktır. Gerçekten de ortaçağ Avrupa'sında Hıristiyanlık, yaşamın her alanını belirliyor, insanın neyi nasıl yap­ması gerektiği konusunda en ince aynntılara kadar buyurucu kurallar koyuyordu. Kilise din konusunda yetkili bir kurum olarak insan-lann özel yaşamlanna bile karışıyor, insanın bir gerçeği aklın süzgecinden geçirerek anla­ması yerine, din ne buyuruyorsa inanmasını öngörüyordu. Dinin buyruklarına karşı çıkan­lar en ağır cezalara çarptırılıyor, hatta ateşe atılarak yakılıyordu.

Rönesans çağında Avrupa insanı gelenek­lerden ve kalıplaşmış yargılardan kendini kurtarmaya başladı. Bilim alanındaki yeni buluşlar ve araştırmalar, o döneme kadar dinin evren konusunda söylediklerinin doğru olmadığını ortaya koymuştu. Dünyanın yu­varlak olduğunu söylemek ve bunu kanıtla­mak bile dinsel inançların temellerini sarsma­ya yetmişti. 16. yüzyılda Polonyalı bilgin Mikolaj Kopernik (1473-1543) yeni bir evren kuramı ortaya atarak astronomide çığır açtı.

Kopernik'in kuramına göre Dünya hem kendi ekseni çevresinde, hem de bir gezegen olarak Güneş'in çevresinde dönüyordu. Ardından İtalyan bilgini Galileo Galilei (1564-1642) gözlemleriyle bu kuramı doğruladı. Ama bu arada dinsel çevrelerden tepki gördü ve Engi-zisyon'da yargılandı. İngiliz filozofu Francis Bacon (1561-1626) savunduğu düşüncelerle bilimsel yöntemin temellerini atmış ve dinin safsatalarına karşı açıkça savaş açmıştı. Daha sonra Rene Descartes (1596-1650) "Düşünü­yorum öyleyse varım" önermesiyle, bilgiye ulaşmak için izlenecek yöntemleri ortaya koy­du. Descartes, o zamana kadar bilinen her şeyden kuşku duyulmasını ve her şeye yeni­den başlanmasını öneriyordu.

Daha sonra İngiliz filozofu John Locke (1632-1704), Gottfried Leibniz (1646-1716) ve İskoçyalı David Hume (1711-76), gerçeğin ne olduğu ve nasıl öğrenilebileceği konusunda yeni düşünceler ortaya attılar. Bu filozoflar arasında da düşünce ve yöntem farklılıktan vardı; ama onlar genelde aklın, gözlem ve deneyin önemine inanıyor, din buyruklarını tanımıyorlardı. Filozoflar doğanın incelenme­sinde Descartes'ın kuşkuculuğunu paylaşıyor, insan aklının en çetin sorunlan çözebileceğine inanıyorlardı. Immanuel Kant (1724-1804) bu felsefe akımının adını koydu ve şöyle tanımladı: "Aydınlanma, insanın kendi aklını kendisinin kullanmaya başlamasıdır". Bilimi ve aklı yücelten Kant, François Voltaire (1694-1778), Deniş Diderot (1713-84), Jean le Rond d'Alembert (1717-83) ve Jean-Jacques Rousseau (1712-78) gibi filozoflarca en olgun biçimine ulaştırılan bu felsefe akımına "Ay­dınlanma felsefesi", 18. yüzyıla da "Aydınlan­ma Çağı" dendi.

Fransa'da 18. yüzyılda hazırlanan Encyclo-pedie ("Ansiklopedi") Aydınlanma Çağı'nın bir ürünü olarak ortaya çıkmış, hepsinden önemlisi Aydınlanma felsefesi Fransız Devri-mi'nin düşünsel temellerini atan filozoflann yetişmesini sağlamıştır (bak. ansiklopedi; fransız devrimi).

Aydınlanma Çağı, laik dünya görüşünün büyük mücadelelerden sonra batı toplumuna yerleştiği çağdır. Bu çağda önyargılar ve boş inançlar yıkılmış, en azından bunlann toplum üstündeki etkisi sarsılmıştır. Akla ve deneye önem veren bir düşünce geleneği kurulmuş­tur. İnsana değer verilmiş, insanın özgürlüğü ve toplumun ilerlemesi önemle üzerinde du­rulan ve tartışılan konular olmuştur. (Aydın­lanma Çağı'nın önemli düşünürlerinden çoğu­nu ansiklopedide kendi maddelerinde bulabi­lirsiniz.)

Türkiye'de 19. yüzyıl ortalarında başlayan yenilik hareketlerinde büyük ölçüde Aydın­lanma Çağı'nın ürünlerinin etkisi olmuştur. Bu çağın dilimize çevrilen bazı yapıtları, düşünce ve siyaset alanındaki yenileşmeye öncülük etmiştir.

Kaynak: MsXLabs.org & Temel Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Baturalp - avatarı
Baturalp
Ziyaretçi
4 Şubat 2017       Mesaj #6
Baturalp - avatarı
Ziyaretçi
Aydınlanma Çağı
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.

Benzer Konular

4 Şubat 2017 / Misafir Cevaplanmış
27 Ocak 2017 / Misafir Felsefe
6 Nisan 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap
30 Temmuz 2006 / hasancihatörter Taslak Konular
2 Aralık 2009 / Alvarez Ocean Fizik