Arama

Cansel Elç;in

Güncelleme: 30 Aralık 2011 Gösterim: 129.634 Cevap: 11
KisukE UraharA - avatarı
KisukE UraharA
VIP !..............!
26 Ağustos 2007       Mesaj #1
KisukE UraharA - avatarı
VIP !..............!
20 Eylül 1973,İzmir,Tire doğumlu olan Cansel Elçin,9 yaşından bu yana Fransa-Paris’te yaşamını sürdürmektedir.İlk ve orta eğitimini Paris’te, lycée racine’de tamamladıktan sonra aile işini devam ettirmek üzere ekonomi ve sosyal bilimler okuyan sanatçı,bir süre ticaretle uğraşsa da akşam kursları ile başladığı Tiyatro serüvenine ,konservatuara yaşı tutmadığı için,Fransa’nın önde gelen Tiyatro okullarından Ecole Florent’e yazılarak devam etti. Ecole florent’ten sonra,New yorkta actor’s
studiolarını kuran Lee strasberg’in oğlu John Strasberg ile Jack Garfein den sinema ve tiyatro dersleri aldı.
Sponsorlu Bağlantılar

Okulu dereceyle bitirmesiyle birlikte Fransa’nın çeşitli bölgelerinde birçok temsilde sahne alarak profesyonel Tiyatro yaşamına adım attı.Tiyatronun yanı sıra çeşitli reklam ve sinema filminde rol alan sanatçı aynı zamanda senaryosunuda kendisinin yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği “Papillon” adlı kısa bir film çekti.

Bir temsilde kendisini izlemeye gelen Ferzan Özpetek ile tanışan Cansel Elçin,yönetmenin Haremsuare adlı filmiyle kamera arkasında cast oluşumu, ve çekim konusunda deneyim kazandı,bu paylaşım ayrıca kendisine Türkiye nin önde gelen kadın yönetmenlerinden Tomris Giritlioğlu ile çalışma fırsatı da sundu. Tomris Giritlioğlu ile tanışmasıyla birlikte Türkiye’de oyunculuğa başladı ve Kırık Kanatlar adlı dizi ile Türkiye’de sanat hayatını sürdürmeye karar verdi.Bu sezon hatırla sevgili adlı televizyon dizisi ile kamera karşısına geçen sanatçının rol aldığı ve önümüzdeki aylarda gösterime girecek olan bir sinema filmi de bulunmaktadır.

Yer aldığı sinema filmleri :
  • 2006 _”Küçük Kıyamet” – Yağmur-Durul Taylan
  • 2004 – « L'EQUILIBRE DE LA TERREUR » Jean-Martial LEFRANC
  • 2004 – « TU VAS RIRE MAIS JE TE QUITTE » Philippe HAREL
  • 2002 - "A PLUS POLLUX " Luc PAGES
  • 2001 - "L'ART (DELICAT) DE LA SEDUCTION" Richard BERRY
  • 1999- "LE CŒUR A L'OUVRAGE " Laurent DUSSAUX
  • 1998 - "LE DERNIER HAREM" Ferzan ÖZPETEK
  • 1997 - "IRMA VEP " Olivier ASSAYAS
Yer aldığı tv filmleri :
  • 2004 – « NAVARRO – UNE FEMME AUX ABOIS » José PINHEIRO
  • 2002 - "LA CRIM' " Denis AMAR
  • 1999 - "ROUTE DE NUIT" Laurent DUSSAUX
Yer aldığı diziler:
  • 2005 – “ Kırık Kanatlar “
  • 2006- “ Hatırla Sevgili “
Yer aldığı tiyatro oyunları :
  • 2002 -"La Salle d'eau"
  • 2001 -"Silence Complice"
  • 1997-2001-"Appelez-Moi Chef !" ou "Cellule 118
  • 1996- American Buffalo

Son düzenleyen KisukE UraharA; 10 Mayıs 2009 10:46
Biyografi Konusu: Cansel Elç;in nereli hayatı kimdir.
Gerçekçi ol imkansızı iste...
_özge_ - avatarı
_özge_
Ziyaretçi
8 Eylül 2007       Mesaj #2
_özge_ - avatarı
Ziyaretçi
yeni36da8

Sponsorlu Bağlantılar
yeni37vd8

yeni41hw7

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
5 Ekim 2007       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Marie-Claire Mayıs Sayısı... Cansel Elçin Röportajı...

Cansel Elçin'le 11 Saat...

Titiz,çocuksu, deneyimsel, tartışmaya açık, iyi eğitimli, egolarından çok kendini büyütmeyi hedefleyen, meraklı, ne istediğinden çok ne istemediğini gayet iyi bilen bir oyuncu ile tam 11 saat süren bir fotoğraf çekimi yaptığınızı düşünün...Cansel Elçin ve ötesi kendi sözcükleriyle sizlerle buluşuyor...


11 saat süren bir fotoğraf çekimi yaptığınızı düşünün...

Zahmetten, aksiliklerden, anlaşmazlıklardan değil de keyifli mizansenlerden dolayı uzayıp giden...Gün sonunda "farkındamısınız? Tam 11 saattir çekim yapıyoruz" deyip, gülümseyerek bizzat şaşkınlığını dile getiren Cansel Elçin altını çizdi bunun. 19 yy ait bir saray, 1960 model
Plymouth model bir araba ile küçük çapta bir dizi çektiğimizi söylemek mümkün. Öyleki; çekim yerinde bulunan konuklar baş parmaklarını havaya kaldırarak, Hatırla Sevgili'den bir bölüm çektiğimizi zannederek "bravo...Harikasınız. Çok başarılısınız, lütfen böyle devam edin" şeklinde uzayıp giden muhteşem komplimanlarda bile bulundular. Hiç kimse ama hiç kimse bir fotoğraf çekimi için orada bulunduğumuzu fark etmedi. Çünkü Cansel Elçin poz vermedi, oynadı...Lütfen bu ayrıntıya dikkat edin...Bu ayrıntı; gayet önemli bir ayrıntı. Hem çekimi yapan bizler için, hem onun için, hem de dergiyi elinize aldığınızda algıda seçicilikle farkı ayırt edecek olan sizler için."Benim yönetmenim şu anda jamtul" diyerek işe koyuldu. Editoryal çekimleri nasılda çok sevdiğini, mesleğine nasılda tutkuyla bağlı olduğunu, konu aşk olduğunda nasılda uzaklara daldığını, onunla aynı şevke sahip insanlar arasında nasılda beklenilenin çok ötesini verdiğini bizzat gözlemledik. Uzun yıllar sayısız çekime imza atmış kişiler olarak bu kadar keyifli ve özel bir çalışmaya ender rastladığımızı söylememiz mümkün. Hayran kaldık. Adidas ayakkabıları ve yeşil parkasıyla adım attığı Adile Sultan Sarayı'nda her ince detayın izini sürdü. Kimi zaman çok uzaklara gitti, kimi zaman yaşadığımız çağı sorguladı, kimi zamansa sonu gelmez düşündürücü hikayeler anlattı. En önemlisi gerçeklik duygusuydu... Ona merak duygusu yön veriyordu. Bunu çok az kişide hissedebilirsiniz. Gerisi kendi sözcükleriyle onda...


MARİE-CLAİRE: Youtube'de bir İngiliz; sizi aşk ve guruda oynayan Matthew Macfayden'dan sonra en sevdiği aktör ilan etmiş. Farklı internet sitelerinde de yine İngilizler çok sinematoğrafik bir yüzünüz olduğundan söz ediyorlar. Nedir İngilizlerin size olan bu hayranlığı? Orada tanındığınızın ve beğenildiğinizin farkındamısınız?

CANSEL ELÇİN: Bunu bilmiyordum... Bir röportajmı vardı?

MARİE-CLAİRE: Hayranlıklarını dile getiriyorlardı. Hatta merak ettim yazılanlar Türklere ait olabilirmi diye. Mesaj attım ve İngiliz olduklarını teyit ettim.

CANSEL ELÇİN: Yurt dışına birkaç röportaj yaptım. Özellikle Londra ve Kıbrıs bağlantılı röportajlar. Biliyorsunuz ATV de bütün dünyada izleniyor. Avusturyadan,Azerbeycansan, Fransadan, Almanyadan, AMERİKA Birleşik Devletlerinden hatta Japonyadan veriler geliyor. Ondan kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu kadar olduğunu bilmiyordum. Şaşırdım şimdi. Bu gayet sevindirici öyle değil mi? Futbolcularımız, futbol takımlarımız tanınıyordu. Şimdi oyuncu olarak bizler catharsis (sanatın hisleri durulaştırmadaki etkisi) yaratabiliyoruz.

MC : Hayatınızın bir döneminde sizde o etkiyi hissederek, cesur bir kararla mutlu olduğunuz yöne ilerlemişsiniz.

CANSEL ELÇİN: Evet;doğru... Ben Ekonomi ve Sosyal bilimler okuyordum fakat bir yılın sonunda bıraktım. Annem, Babam, ben ve Ağabeyim birlikte çalışmak zorundaydık çünkü. Önce import-export işleriyle uğraşıyorduk. Sonra daha genişledi işimiz ve tekstil oldu; her türlü ürünü getiriyorduk. Fransızcam iyi olduğundan benim çok yardımım oluyordu. Sonra 24 yaşında canım sıkılmaya başladı ve bıraktım. Ağabeyim tek başına götürmeye başladı.

MC: Neydi canınızı sıkan? Yaptığınız işimi sevmediniz?

CANSEL ELÇİN: Aslında seviyordum çünkü ailece çalışıyorduk. Ayrıca ticaret çok farklı bir süreç. Fransa büyük bir ülke Türkiye'den bir numune ürün götürüyorsunuz, sonra o ürünü pazarlıyorsunuz, bir nevi marka yönetimi bu. O ürünü satın alması için karşınızdaki kişiyi ikna etmeye çalışıyorsunuz, sipariş alıyorsunuz. Sipariş aldığınız takdirde gidiyorsunuz Türkiye'de yaptırıyorsunuz. Ardından kamyonlar geliyor ve zamanında teslim etmek üzere yüklüyorsunuz. Uzun bir süreçten sonra mağazaların raflarında yerini alıyor. Gün geliyor sizin aracı olduğunuz üründen satın alan kişilere rastlıyorsunuz. Bu çok güzel bir histi. Bunu yapmak dahası ailece yapmak daha güzel bir histi fakat muhatap olduğum insanlar hoşuma gitmiyordu ve ticarette konuşulan tek konu para oluyordu. Bu da bir şekilde canımı sıkıyordu, kendimi iyi hissetmiyordum. O yüzden her akşam 19.30 da tiyatro dersleri almaya başladım. 22.30 a kadar devam ediyordu. Yavaş yavaş kendimi tiyatroya bıraktım. Ona doğru akmaya başladım. Ticareti ise tamamen noktaladım.

MC: Herşey bir merakla mı başladı?


CANSEL ELÇİN: Kendimi çok iyi hissediyordum orada. En önemli neden buydu. Karşılaştığım, tanıştığım yada çalıştığım insanların konuştuğu dil çok başkaydı. Hiç kimse bana neyi nasıl yapmam gerektiğini öğretmiyordu ama yinede çok şey öğreniyordum. Elimizdeki sahne nasıl oynanmalı? Karakterlerin başına neden anlatılan olaylar geliyor? Yazar neden falanca ayrıntıyı öngördü? Bunları tartışıyorduk...Karakterlerin psikolojisini, neden-sonuç ilişkisini anlamaya çalışıyorduk. Bir tür edebi, psikolojik analiz. Hem karakterleri ve nedenleri tartışıyorsunuz hemde oyunun müziğini yani dilini özümsüyorsunuz hep birlikte...Bir sahne nasıl oynanır yada nasıl oynanmalıdır sorusu çok kötü bir sorudur. Oysa; Neden oynanmalı sorusu? çok daha farklı bir bakış açısı getirir ve daha derin bir çalışma gerektirir. İşte bu nedenle oyunculuğu çok sevdim ben. Nasıl oynamalıyım? Sorusundan çok Neden oynamalıyım? Sorusunu sordum hep. O günlerde kendi kendime tiyatroyu neden bu kadar çok sevdiğimi sormuştum. Hayatımın geri kalan kısmında neden bu işi yapmak istiyordum? Aldığım cevaplar doğrultusunda da kararımı verdim. Artık tiyatroyla birlikte yaşayacaktım.

MC: Ticaret yaptığınız zamanlarda çok iyi para kazandığınızı, hatta birde porche ile gezdiğinizi. Ancak sonra zor durumda kalarak sattığınızı ve şoförlük yaptığınızı iddia edenler oldu. Bu doğrumu yoksa mitomanca bir yaklaşım mı?

CANSEL ELÇİN: Yaşadığım sürece ne porche um oldu nede o kadar büyük paralar kazandım. Bazı insanlar hayatı yada başkalarını nasıl görmek istiyorlarsa o yönde hikayeler uyduruyorlar. Bu da onlardan biri. Ancak şu var! Bir oyuncu için dünyadaki en kötü şey oynayamamaktır.

MC: Oynayamamak derken?

CANSEL ELÇİN: İşini yapamamak...Bana hep; Biri seni arayıp da iş versin diye oturup telefon beklemeyeceksin, her gününü dolduracaksın, hiç boş kalmayacaksın diye öğrettiler. Biz öyle arkadaşlardık ki; içimizden biri gidiyordu reklam filmi çeviriyordu ve kazandığı parayla tiyatro yapmaya devam ediyorduk. Fransada da Türkiye deki gibi tiyatrodan çok fazla para kazanılmıyor. O yüzden küçük meslekler yapmak gerekiyor, yani zamanınızın tamamını almayan meslekler...Ben bir cafe de çalıştım, bir başka arkadaşımda restoranda çalışıyordu. Şoförlükte yapıyordum ama o çok enteresandı çünkü patronum beni çok seviyordu. Dolayısı ile saatlerini istediğim gibi ayarlayabiliyordum. Müşteri geliyordu "yarın çalışamam" diyebiliyordum ve bir başkasını takviye ediyordum. Gidiyordum tiyatro dersleri alıyordum, provalarım oluyordu, castinglere gidiyordum. The Ritz'i bilirsiniz Paris'in hata dünyanın en iyi otellerinden biridir. Orada şoförlük yapıyordum. Fransa'da bütün oyuncular küçük meslekler yaparlar...Bu bana içime sinmeyen rolleri reddetme şansıda tanıyordu. Çünkü hayatımı devam ettirebilecek parayıda kazanabiliyordum. Ara işler yani. Orada da çok şey öğrenebiliyorsunuz, hayatı yakından tanıyorsunuz. Mesela ben şimdi bir taksi şoförünü oynayabilirim. Özel bir şoförü...Taksi şoförü değildim önemli bir otelin The Ritz'in şoförüydüm. İstesem taksi şoförlüğüde yaparım ve bir taksi şoförünüde oynayabilirim…

MC:Türkiye'de gençler ara işler yapmak yerine keşfedilmeyi bekliyorlar!

CANSEL ELÇİN: Kiranızı ödeyecek, karnınızı doyuracak yada bir oyuncu için kendini besleyecek sosyal hayata dair bir kazanç olması lazım. Bu düşünülmüyorsa ya gelirleri vardır yada umursamıyorlardır. Bu isteklede alakalı tabi. Ben yeniden ticarete başlayabilirdim. Ailemle giderdim ve bir mağaza dahi açabilirdim. Oysa hafta sonları pazarcılık yapıyordum. Elde kalan ürünleri pazarda satıyordum. Yeteri kadarda kazanıyordum. Hatta tiyatro afişleri için para yetmemişti onları bu parayla almıştık. 300-400 euro para biriktirdim ve afişleri aldık, gidip hemen onları yapıştırdık.

MC: Tiyatronun A dan Z ye her şeyiyle ilgilenmek zor olmuyormuydu? Tamam bu saygı duyulacak bir yaklaşım fakat oyuncu olarak azda olsa stres yüklemiyormuydu size?

CANSEL ELÇİN: Çok daha stresli oluyorsunuz. Aslında bir oyuncunun prodüksiyonla ilgilenmemesi gerekir çünkü çok fazla enerji harcıyorsunuz. Tiyatro kiralıyorsunuz, afişleri hazırlıyorsunuz, sağa sola dağıtıyorsunuz, akşama da tamamıyla canlandıracağınız karakterle ilgilenmeniz gerekiyor. Fransa'da 120 tane tiyatro, yaklaşık her sezon 250 tane tiyator oyunu var sergilenen. İnsanları oyununuza getirmek, izlettirmek çok önemli.

MC: O zamanki Cansel Elçin'le şu anki arasında kesin bir çizgi varmı?

CANSEL ELÇİN: Değiştim tabi...İnsanlar değişirler. Bende seneden seneye değiştim. Birini tanıyorsunuz, bakıyorsunuz dört beş yıl sonra bambaşka biri. Herkesin bir kaseti var, o kaset bitiyor ve başa sarabilir ve yeniden doldurabilirsiniz. O kaseti çalıştırmak gerekir, süreside insanla alakalı. İnsan illişkileride işte o kasetle doğru orantılı. Değişebilirsiniz; iyi yada kötü. Bu hayatın neler getirdiği ile de çok bağlantılı. Benim Türkiye'ye yerleşmem büyük bir karar, önemli bir değişiklikti. Kolay adapte olabildim çünkü. Türkiye zaten benim ülkem. Kendimi evimde hissettim. Ben kolay adapte olan bir insanım. Gittiğim ülkelere,şehirlere şöyle bir bakarım burada yaşayabilir miyim diye; olabilir derim sonra. Önyargılı davranmam. Bence nerede çalışıyor ve var oluyorsanız orası sizin ülkenizdir. Burada çalışıyorum ve artık burası benim ülkem.

MC: Hiç özlemini duyduklarınız yok mu Paris'le ilgili?

CANSEL ELÇİN:Özlediğim şeyler oluyor; o zaman gidiyorum. Geçenlerde gittim ilk defa Paris'e döndüğüm zaman kendimi bir yabancı gibi hissettim. Çok garip; Alt tarafı iki buçuk saatlik mesafe Paris. Türkiye'de insanlar yeterince seyahat edemiyor, etmiyor. Oysa dünyanın her yeri herkese ait. Sınırlara karşıyım ben.

MC: Hani hep derler ya; Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi? Diye. Ne kadar Türk ne kadar Fransızsınız? Nasıl bir karma Cansel Elçin?

CANSEL ELÇİN: Her ne kadar Fransa'da eğitim almış olsam da Türk olma originim ağır basıyor. Ben Türk'üm...Bazen burada Fransız kültürüm ağır basıyor. En basiti arabanın arkasına oturunca emniyet kemerimi takıyorum. Taksi şoförü dönüp ne yapıyorum diye bakıyor. Oysa Türkiye'de yaşayan birçok insan gibi bende takmayabilirim ama bunu da kaybetmek istemiyorum. Sigara içmiyorum, sigaradan nefret ediyorum, bence dünyanın en kötü şeyi sigara içmek.Fransa'da kapalı alanlarda yasak. Burada kimi zaman şaşırıyorum.

MC: Hiç içmediniz mi?

CANSEL ELÇİN: Gençken içtim ve ne kadar kötü olduğunu anladım. Burada insanlar sürekli sigara içiyor. Hem restoranlarda, iş yerlerinde. Hemde çok içiyorlar. Biraz kendileriyle ilgilenmeliler. Araba kullanmamaya çalışıyorum, çok trafik var çünkü. Demirden kasalara bindiğim zaman tedirgin oluyorum, yavaş gitmeye çalışıyorum, kemerimi bağlıyorum. Bu korkuyla alakalı...Kayak yaparım, hızı severim. Paris'te carting yaparken kolum kırılmıştı ama orası farklı bir alan. O iş için yapılmış...Bir pist yani. Ama bu ülkedeki duygusallığı hiç bir şeye değişmem. Çok daha fazla heyecan var. İnsanların çalışkan olması ve bakış açıları. Çok çalışkanlar Türkler, farkında değilsiniz ama günde 12 saat çalışıyorsunuz ve sadece 15 gün tatiliniz var. Fransızlar dünyanın en tembel insanları herhalde. Haftada 35 saat çalışıyorlar ve iki ay tatilleri var. Türkiye çok genç, bu da çok hoşuma gidiyor. Beyoğlu'nda çalan acayip müzik grupları var ve her türlü müzik yapılıyor. Müzikten gerçekten anlayan insanlar da var. Konsere gidiyorsunuz full, restoranlar full, her yer dopdolu...Avruplılar çok dikkat etmeli. Düzgün yolda giderse Türkiye çok ilerleyecek ve optimist bir bakış açısı gelişecek...

MC: Hatırla sevgili ve Ahmet karakteri adeta bir fenomene dönüştü. Bu kadar benimsenen bir karakterden sıyrılmanız zor olacak mı?

CANSEL ELÇİN: Geçen yıl Kırık Kanatlar'daki Yüzbaşı Cemal için de bunu söylemişlerdi. Hayır korkmuyorum...

MC: İşin içinde aşk var...Çok saf, asla sonlanmayan, küçük şeylerle bile kendini var eden...Bir hayal gibi. İnsanlar Ahmet ve Yasemin'in aşkını sanki kendileri yaşıyorlarmış gibi izliyorlar...

CANSEL ELÇİN: Ben de Ahmet ve Yasemin'e hayranım. Bende aynı şaşkınlık içindeyim. Düşünüyorum.... Nasıl yaşansın ki öyle bir aşk şimdi? Asla o günlerde ki gibi doğal olmayacak. Ahmet Kıbrıscık'a giderken yol boyunca sadece Yasemin'i düşünüyor. Yol çok güzel bunun farkında fakat düşüncelerinde yalnızca o var. Hayatın anlamı Yasemin. Yokluğu bir anda varlığı demek oluyor. Şimdi ben iki gün üst üste sabahtan gece yarısına kadar Şile'de çekimde olacağım. Bununla da kalmayacak araya yığınla irili ufaklı iş girecek. Düşünmem gereken birçok konu olacak. Birini Ahmet kadar derin hissedebilirim, düşünebilirim de fakat asla o günlerdeki gibi olmaz. O kadar kesintisiz olamaz. Ahmet Yasemin'e "Gel yaşadığım kasabayı gör. Yolu zahmetlidir ama çok güzeldir" diyor. Ne kadar güzel sözler bunlar. Ne kadar güzel bir paylaşım, hayatına ortak etmek için ne kadar özel sözler. Davet var, zorluğu dile getiriş var ama aynı zamanda sonunda bir güzellik olacağını da vurguluyor. Israr yok, teklif var. Hiçbir zorlama yok. Sadece bir ümit var. O zaman cep telefonu yok, msn yok, insanlar günlük tutuyorlar, mektup yazıyorlar, daha geniş ve özenli zamanlara sahipler. Hayatta aşkın doğallığını, kendine özgü yapısını cep telefonu ve msn kadar zedeleyen başka bir şey yoktur heralde. İkisini de kullanmıyorum. Telefonla konuşmayı sevmiyorum, bazen çok gerekli olduğunda dahi msne girmiyorum. Beceremiyorum; bir şey beni engelliyor. Paylaşımlar azalıyor. O yüzden unutulan bir şeye dokunduğu doğru dizinin. O kadar doğal ki yaşanan aşk şaşkınlık uyandırıyor. Oysa hiç şaşırmamamız gerekirdi...

MC: Ahmet aşkta duyduğu hayal kırıklığı nedeniyle küçük bir kasabada bir nevi inziva hayatı yaşamayı göze alıyor. Aşk için sizde yapar mıydınız yada yaptınız mı?

CANSEL ELÇİN: (Uzun, çok uzun bir süre önündeki kağıda bir şeyler karalıyor, sessizlik giderek artıyor ve çok uzaklara gidiyor. Sonra kararlı bir ifadeyle kafasını kaldırıyor) Bunu bende yaparım ve yaptım da. O durum inzivadan çok bir buluşmadır aslında. Onunla daha fazla bir arada olmak için bahane edilen...

MC: Yalnız kalabilirmisiniz? Aşksız geçirdiğiniz dönemler olur mu?

CANSEL ELÇİN: Oldu ve oluyor... Zaten ben yalnızlığı seven bir insanım gayet hoşuma gidiyor yalnızlık.

MC: Hayata tutunmak için aşk ilk sıradamıdır sizce?

CANSEL ELÇİN: Aşk değil fakat kendim önemliyim. Eskiden bu şekilde düşünüyordum. Birlikte olduğum insanları daima ön planda tutuyordum, daima onlara doğru yürüyordum. Sonra biri bana bunun hiçte doğru olmadığını söyledi. Bu şekilde davranarak fark etmeden hem kendimi hemde karşındakini mutsuz edeceğimi anlattı bana. Biraz kendinle ilgilenmelisin dedi. Düşündüm ve ona hak verdim.

MC: Bunu bencillik anlamında söylememiştir mutlaka.

CANSEL ELÇİN: Elbette söylemedi. Bu gidip en güzel yemeği tek başına yiyeceğim anlamına gelmiyor. Ancak şu var. Birini idealleştirmek yada ilgiyi daha çok ona yoğunlaştırmak doğal değil. Doğruda değil... Neyi isteyip istemediğinizi iyi bildiğinizde, biraz da kendinizi düşündüğünüzde ki bu bencilce bir kendine düşkünlük değil, özgüveniniz artıyor. Birlikte olduğunuz kişiyi olduğu gibi seviyorsunuz, oda sizi nasılsanız öyle seviyor. Bunu çözdüğüm anda daha mutlu ilişkiler yaşamaya başladım.

MC: Bir aktörsünüz... Beğenilme hissi mutlaka vardır içinizde.

CANSEL ELÇİN: Cansel ayrı bir dünya... Onunla şu anda hiç ilgilenmiyorum ben. O konuda zamanım da yok. Sabah gidiyorum akşam geliyorum. Kendim konusunda gayet sıkıcı bir insanım yani. Cansel umurumda bile değil. Onu kendi haline bıraktım. Ancak egosantrizm kesinlikle vardır oyuncularda. Buna ihtiyaçları da vardır ama özde o ihtiyaçta olduklarını kendilerinin de bilmesi gerekir. Bilmiyorlarsa işte o çok kötü... Benim oyunculuğumun buna ihtiyacı var; diyorsanız bunu biliyorsanız bir sorun yok ama yinede doğal değil bana göre. Çünkü sinemada televizyonda icat edilen teknolojiler sayesinde bir oyuncu kulağının içine kadar her yerini görebiliyor. Gözünüzün içine, gözbebeğinize dahi girebiliyorlar. Gerçek yaşamda insan arkasını göremez, oysa biz orda ensemizi, saç diplerimizi dahi görebiliyoruz. Normalde aynaya bakmakla eş değer değil. Çok şaşırtıcı."Ne oluyor bana?" diyebiliyorsunuz. Ben işimi seviyorum, titizim, her şeyi bir anda kabul etmem. Neden yapmam gerektiğini sorgularım. Dediğim gibi orada kendimizi hiç görmediğimiz bir şekilde görüyoruz, o yüzden gerçeklik duygusunu aramaya çalışıyorum.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
6 Ekim 2007       Mesaj #4
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
canselllxd9

Haper's Bazaar Mart sayısı Cansel Elçin Röportajı...

deniz yıldızlarını denize atan adam son dönemin yükselen yıldızlarından cansel elçin'le oyunculuğa olan sevgisini,gerçeğe özlemini,paris'te yaşadıklarını,aşkın anlamlarını,ilişkileri ve çok daha fazlasını konuştuk...
Cansel Elçinle buluşmamız,bir süre sonra röportajdan çıkıp,çok zevkli bir sohbete dönüştü.bana bu sohbet esnasında anlattığı antonie saint-exupery'nin denzi yıldızı hikayesi,onun nasıl biri olduğunu, nelere önem verdiğini çok iyi anlatıyor. bilmeyenler için:bir bilge, gece sahilde bir çocuğa rastlar. çocuk, ağzına kadar deniz yıldızı ile kaplı sahilden tek tek topladığı deniz yıldızlarını denize geri atmaktadır. bilge, çocuğa sahilin deniz yıldızlarıyla kaplı olduğunu bu çabasının hiç fark yaratmayacağını söyler. çocuk elindeki deniz yıldızına bakıp, ''onun için fark eder!'' der. bilge yatağına döner ama bir türlü uyuyamaz ve sahile geri dönüp, çocukla beraber deniz yıldızlarını denize atmaya başlar... bu hikaye, Cansel Elçin'in insan olarak ne kadar alçakgönüllü ve derin olduğunun, aynı zamanda da bir oyuncu olarak yapmak istediklerinin bir kanıtıdır kanımca. gerisi aşağıda.
Hatırla Sevgili dizis çok sancılı bir dönemi anlatıyor. Fransa'da büyümüş biri olarak neyin, ne kadar farkındasın?
Aslında ailem türk tarihi ile çok ilgilidir. ama tabii ben uzun yıllar Fransa'da yaşadım. orada öğrendim, Adnan Menderes'in kim olduğunu. sonuç olarak bir adam idam edildi ve o bir başbakandı. bir insanı öldürmek dünyanın en kötü şeylerinden biri. neden olduğunu bugün bile sorguluyoruz, değil mi? soykırım falan yapmış olsa tamam da...

neden oldu, çözebildin mi?
tabiiki çözemedim. bir de ben oyuncuyum; bunun cevabını ben veremem. biz sadece hikayeyi anlatmaya çalışıyoruz ve ben bunun içinde sadece bir piyonum. adalet denilen şeyi sorguluyoruz.

çok tepki var mı?
çok eleştiri gelmiyor.

düşünüyordur insanlar, onun için sessizlik vardır. tepkisiz olmaları mümün değil.
doğru. bunu ben de hissediyorum. insanları düşündürmek çok güzel birşey. ne oldu, neden yapıldı diye düşünüyorlar. ben de çok şey öğreniyorum ve bu çok hoşuma gidiyor.

bir de aşk hikayesi var dizide. emile zola aşk için 'mucize', stendhal 'nöbet', eflatun 'muamma' demiş. sence hangisi aşk?
bilmiyorum, aşk hastalık bana sorarsan. dizide ahmet'in durumu hastalık bence. ilk başlarda mucizeydi ama nöbet durumuna girmedi şimdilik (gülüyor). şu muamma lafı çok hoşuma gitti. aşk bu saydıklarının hepsi bence ama bir taraftan da ne olduğunu tam olarak bilemiyoruz. zaten bilsek kontrol altına alırız. dünyanın en büyük bilim adamları araştırsınlar işte. çünkü aşk bir his. çalışıyoruz üstüne (gülüyor).

cansel olarak anlat o zaman. bir insan olarak aşkın sana ne ifade ettiğini merak ediyorum. çünkü hepimizin ağzında kalan tat, yaşadıklarımız farklı.
aşk değişmedi ama aşkın ifadesi değişti bence. teknoloji var, tembellik ediyoruz, hayatlarımız hızlı. eskiden insanlar sevişmeden önce birbirlerini kokluyorlarmış, daha çok heyecan varmış. ilişkiler daha zor kurulduğu için, insanlar da daha çok hayal kuruyormuş. şimdi bazı insanlara saçma gelebilir ama bence o dönemler güzelmiş. bunu yeniden keşfetmek çok güzel olurdu. bence erkeklerin de kadınların da -şimdi manşet yazacaksın dikkat et (kahkaha atıyor)- bedenlerini ucuza vermemeleri gerek. çünkü insan bedeni çok önemli, çok kutsal. ama zaten yavaş yavaş eskiye dönüyoruz galiba.

öyle mi, iyi düşün.
işler çok hızlı ilerliyor. galiba artık biraz dikkat etmemiz gerekiyor. mesela ben otuzlarımdayım ama hala tam olarak ne istediğimi bilemiyorum. nasıl bir hayat kuracağım,nasıl bir kadına aşık olacağım bilemiyorum. ama ne istemediğimi biliyorum. yirmibeş ile otuz yaş arasında insan dolanıyor. ama otuzundan sonra artık ne istemediğini biliyorsun. ''tamam'', diyorsun, ''ben bu senaryoyu daha önce okudum ve sonunu biliyorum. yine aynı şeyi istemiyorum''

bedenlerinizi ucuza vermeyin dedin ya...
ama bu genel anlamda. benim için öpüşmek çok önemli birşey mesela. acayip bir şey. sen o dudakla nefes alıyorsun, yemek yiyorsun düşünsene. insanın beyninden tuhaf sinyaller geliyor. objektif olarak bakarsan, mesela elektrik falan çıkıyor insanın her yerinden. mantık dışı bir iş. ama bu yüzden de çok önemli

ilk seferinde beraber olmak yanlış mı sence?
aman yok canım. bu işler 'sır' gibi. his dedik ya, tanımı yok, ben bilemem. on senedir beraber yaşayan çiftler var mesela, ilk tanıştıkları gün beraber olmuşlar.

kuralların yok yani.
yok tabii. şimdi az önce söylediğim şeyin tersini söyleyeceğim -bu da demektir ki abuk sabuk şeyler söylüyoruz bu hayatta (gülüyor)- bir insanın senden önce neler yaptığı önemli değil, senle beraber olurken yaptıkları önemli. daha önce yaşadıklarının ilişkiyi etkilememesi lazım.

ama kesinlikle etkiliyor. yeni bir ilişkiye başlayacağın zaman eski korkuların, kırıklıkların aklına gelmiyor mu?
geliyor tabii ama hepsini ekarte etmek gerekiyor, çünkü artık yeni bir insanla berabersin. bir kere en önemli şey, dinlemek. bir çift arasında, diş macunu kapağı neden kapanmadı diye acayip bir kavga çıkabilir mesela. ama aslında olayın diş macunu ile alakası yok. daha önemli yerlerde sorunlar var. o yüzden, gerçeği söylemek çok zor olsa bile en doğrusu bu.

ama gerçeği söylemek de insanı savunmasız pozisyona düşürüyor.
evet, ama bu ne istediğinle alakalı. tabii ben sana istediğin cevapları veremiyorum, ama serge gainsbourg verirdi(gülüyor). mesela bir programa çıkmıştı ve yine kafası iyiydi tabii. programda yazarlardan, felsefeden falan bahsediliyordu. gainsbourg dedi ki, ''ben bir kitap yazdım. erkekler ve kadınlar üzerine tüm bildiklerim hakkında.'' elindeki kitabın içini bir açtı, bembeyaz sayfalar. serge gainsbourg çok çirkin bir adamdır, ama brigitte bardot dahil dünyanın en güzel kadınları ile birlikte olmuş bir adam bu. o bile çözememiş kadınlarla erkekleri.

''o çözemediyse, ben ne yapayım?'' diyorsun, ama herkesin aşk hakkında söyleyebileceği birşeyler var. şu anda senin durumun ne?
şimdi ben 17 ekim 2006'dan beri çekimdeyim. çok özür dileyerek söyleyeceğim, ama şu anda bütün hayatım iş ve dolayısıyla cansel biraz daha kenarda duruyor.

çok yorucu ama dizi çekmekten şikayetçi değilsin galiba.
dizi türkiye'de çekildiği anlamıyla sekizinci sanat bence. oynadığım dizilerden çok gurur duyuyorum. çok güzel şeyler öğreniyorum. ekibi de çok seviyorum. onlar ailem; sette yemek yiyoruz, sette uyuyoruz.

oyuncu olmaya karar vermen çok spontane gelişen bir şey galiba. bir röportajında, ''hayatımda boşluk vardı, gidip oyunculuk okuluna yazıldım'' demişisin.
spontane oldu, evet. neden dersen, benim aslında yazılmış bir hayatım vardı. arabam, evim, kız arkadaşım vardı. herşey oturmuştu ama galiba biraz canım sıkıldı. kendimi kültür anlamında hiç zengin hissetmiyordum, daha fazla kitap okumak istiyordum mesela. çalıştığım iş ortamı da hoş gelmiyordu. ailecek tekstil işi yapıyorduk, sonuçta ticaret. küçümsemek istemiyorum, ama ben para kazanmak için iş yapmak istemiyordum. o yüzden, bir gün yine canım sıkılırken gittim kursa yazıldım.

ilk kez sahneye çıktığında ne oldu?
sahneye ilk çıktığım an çok acayip oldu, korktum. çıkmak önemli değil, sonra eve dönünce acayip hissettim kendimi. çok garip ve yabancı geldi. bütün hayatım boyunca böyle birşeyle karşılaşmamıştım. en önemlisi çıkmak değil, o sahneye geri dönmek aslında.

hiç karşılaşmadığın şeyler ne, kendinle mi karşılaştın?
evet, kendinle karşılaşıyorsun. insanlar dışarıya hep belli bir imaj verirler. kendileri de inanırlar. ama değilsin işte, çıkıyorsun sahneye ve anlıyorsun kendinin en olduğunu. korkuyorsun tabii. korkmak da önemli değil, asıl iş bunu kabul etmek. çünkü hepimiz korkuyoruz hayattan. dünyanın en güzel şeyi, insanın kendi defosunu kabul etmesi. şu anda fransanın en popüler oyuncusu faslı djamel debouze. on beş yaşındayken sağ kolunu tren kazasında kaybetmiş. diksiyonu yok ve kısa boylu. ama fransa'nın en iyi oyuncularından biri, çok yetenekli. düşün yani, o kadar defosu var ama neredeyse dünyayı değiştiriyor. kendisi ile çok güzel şeyler yapmış.

senin defoların neler peki?
korkuyla birlikte neler keşfettin? boş buluyordum kendimi. yeterinde film izlememiş, yeterince kitap okumamıştım. egom vardı. cümlelere sürekli 'ben' ile başlıyordum. ama bununla başa çıkmak güzel. oyuncu olursan, kendinle çok ilgilenmen gerekiyor.

artık kendini çok ciddiye almıyormusun?
yok, hiç ciddiye almıyorum. buna karar verdim, çok zor olsa da. oyuncu olduğun zaman en önemli şey dinlemek. eğer devamlı kendini düşünürsen -şunu yapacağım, buna konsantre olursan- yapamazsın. karşındakini dinleyeceksin. hayatta da bu böyle.

çok zorlandığın oldu mu?
bunu bütün oyuncular söyler aslında, ama hakikaten kendini hiçbir zaman beğenmiyorsun. senaryoyu okuyorum, acaba ben bu sahneyi nasıl yapacağım diyorum, gece uyurken düşünüyorum. burada önemli olan nedeni seçmek. o karaktere ne oluyor, neden öyle davranıyor? bunu çıkarırsan, insanı çözersin. insanların hedefleri var. mesela bir adamın hayattaki amacı, çalıştığı yerde müdür olmaktır, sonra kendi işini kurmaktır. bunun için çalışır, kapıyı açarken bile bunu düşünür. sen bunu bir oyuncu olarak anladığın zaman bir insanın bütün hareketlerinin hangi amaca bağlı olduğunu çözüyorsun. hayatta yaptığımız bütün işler bununla ilgili.

senin amacın ne?
ben şuna inanıyorum; bence aşık olduğunda birşeyler hesaplamamak gerekiyor. çünkü aşk sadece hisle ilgili. onu kontrol altına almanay çalıştığında, hiçbir şey istediğin gibi olmamaya başlıyor. tabiiki benim hayatımdaki amaç da aşık olmak, çocuklarımın ve bir evimin olması. bence herkes bunu istiyor ve her yaptığımız şey de bunun için. galiba bunları kontrol etmeye gerek yok. aşık olduğunda da hissettiğin gibi yaşamak lazım. bu konularda acele etmemek, fazla problem yaratmamak gerekiyor. dürüst olmak, gerçek olmak gerekiyor. sevmediğin gün aynada kendinle yüzleşmen gerekiyor; ''neden sevmiyorsun artık? neden sevdin?'' böyle yap ki hayat güzel gitsin.

hayatın anlamı olsun yani
bak bu konuştuklarımız klişe gelecek insanlara, ama aslında hiç de öyle değil. mesela aldatmak çok basit bir olay. dünyanın en basit işi. ama en zoru, aldatmak istediğini söylemek. bir insan bunu gerçekten söylese, insan ilişkisi daha güzel gidecek.

açık olmak lazım, ama bazen insan sapıyor yada sapıtıyor. bir şeyi bir sebepten yapıyorsun ama altında başka bi şey yatıyor.
bazı lafları söylemek gerekiyor. evet, konuşurken ilk başta o insanı kırabilirsin yada canını sıkabilirsin ama sonuçta o adak yada kadın çok değerli oluyor insanın gözünde çünkü doğru yere isabet ediyor oö laflar. düşünelim şimdi; iki insan beraber, her ikisinin de birbirlerine ait düşünceleri var ama konuşmuyorlar. o düşünceler devam ediyor, birikiyor ve kavga edip duruyorlar bu yüzden. ama masaya oturup tartışsan, belki kavga etsen; sonuçta herkes kendi yoluna gitse bile mevcut durumdan daha iyidir bu. çükü o insanı daha iyi tanımış olursun. bu yüzden, hayatta en önemli şey konuşmak ve dinlemek.

birkaç röportajında karşıma çıkan b.r şey var; senin için cesaret önemli birşey galiba.
çok ama çok önemli. korkuyla ilgili herşey önemli aslında.

onca yıl sonra paristen buraya gelmek de cesaret örneği.
evet, orada bir hayatım vardı.ve birden bir telefon geldi. zaten oyunculuk söz konusu olduğunda, 30 sn içince karar vermen lazım derler. o anda insan alıştığından vazgeçmek istemiyor, ama paris de 3 saat uzaklıkta sonuçta. korkunca şöyle düşünmek gerek; ''ne oluyor yani, nedn korkuyorsun?''. ecole frorent'de okuduğum dönemde provalar sırasında hocam john strasberg bana, '' bir daha sahneye böyle girersen seni okuldan atarım'' demişti. perdenin arkasındaydım o an, ''tamam'' dedim kendi kendime, ''ben bittim!''. o okulda olmak benim için çok önemliydi ve bir and a herşey bitti sanki. birden sahneye çıktım ve amuda kalktım. kendi kendime, ''madem atılacağım bari amuda kalkayım'' ddim. ve adam güldü. o zaman gerçeği yakalıyorsun işte. sanat da o zaman başlıyor.

o ana kadar öyle birşey yapabileceğin senin de aklından geçmiyordu tabii.
hayır, asla. bu olay bana çok şey anlattı. meslea oyunculuk hakkında bazı klişe düşüncelerim vardı; bunları kırmam lazım dedim. amuda kalkıp öyle oynadım, bu da bana şunu gösterdi; böyle de yapılır oyunculuk, neden yapılmasın? sonra strasberg, ''kendini nasıl buldun?'' diye sordu. ''bilmiyorum siz bilirsiniz'' dedim. ''nerede iyiydin biliyor musun'' dedi '' başında ve sonunda. geri kalanı işe yaramaz.'' bugün bile ona teşekkür ediyorum. çok şey öğrendim kendim hakkında. ben gerçeğin peşindeyim. şimdi insanlara komik gelecek; adam dizide oynuyor ve gerçeğin peşindeyim diyor. ama bu benimle alakalı bir olay. istersem bana bir sahne gelir, lafları söyleyip giderim. fakat öyle değil işte.

yani oyunculuğu kendin için yapıyorsun.
evet, kendim için. gerçeği yakalamak için.

belki oyuncu olmasan çok mutsuz olacaktın. herkes bunların peşinde değil çünkü.
sırf bu yüzden oyunculuğu çok seviyorum. bazen soruyorlar, ''yönetmenlik yapmak istemiyormusun?'' diye. hayır, çünkü ben hala öğreniyorum, daha doyamadım.

çok oynamak istediğin bir rol var mı?
shakespeare oyunları.

favori filmin yokmu?
elli tane var. brazil dünyanın en iyi filmlerinden. selamsız bandosu, züğürt ağa, çiçek abbas, duvara karşı ilk aklıma gelenler.

ecole frorent'de audrey tatoo sınıf arkadaşınmış.
evet. çok güzel bir dönemdi benim için., hayatım okulda geçiyordu. actor's studio gibi bir okul orası. oyunculuğu araştırıp duruyordum,bohem bir hayattı.

artık paris'e dönmek olur mu?
buradayım artık.

hayatta vazgeçemeyeceğin şeyler var mı?
ben bağımlı bir insan tipi değilim.(benim tam tersi ben bağımlıyım abi her zaman birşeylere bişeye bağımlı yaşarım Msn Tongue) her şeyi severim. ama az. bir gün oyunculuk biterse çok üzülürüm, ama başka bir şeylerle tatmin olabilirim.

ilk aklına gelen?
yönetmenlik yaparım. oyunculuğun hoşuma giden yanı şu; hep değişiyorsun, başka karakter, başka insan oluyorsun, geziyorsun, görüyorsun.

zenginleştirici...
evet, bir hata yetmiyor hiçbirimize. bir dönem altı çocuğum olsun, başka bir insan olayım diyorsun. bir dönem gezip dolaşmak istiyorsun. dustin hoffman tootsie'yi oynadı, kadın oldu

modayla aran nasıl?
çok seviyorum. basit bir şey olarak görenler var ama moda aslında bir sanat. (süppersin aynen ben de öyle görüyorum Msn Grin)

senin çok sevdiklerin?
eski spor ayakkabılar ve ceketler giymeye bayılırım.

burada olmaktan mutlu musun?
hep çok pozitif konuşmuşsun türkiye hakkında. evet, mutluyum. fransa da daha mutsuzdum.

tiyatro başka bir dünya. çok garip şeyler yaşadın mı?
bir gün sahneme girdim. gözüm en önde oturan seyirciye takıldı. adam kör, beni görmüyor, dinliyor. tutuldum o anda, bittim. mahvettim oyunu. kafayı sesime taktım.

elinden oyunculuğu da yönetmenliği de aldılar diyelim, ne yaparsın?
çok üzülürüm ama başka birşey yaparım. bulurum birşey.

aldığın en büyük hediye?
tomris giritlioğlu. türkiyeye gelmeme o sebep oldu. bana güvendi.

tatile gitsen nereyi tercih edersin?
afrikaya gideceğim.

o kadar yıldan sonra, nasıl bu kadar kolay adapte oldun buraya?
kompleks yapmıyorum ki. kompleks yapacak kadar sorunum yok. iki ülkenin kültürünü de aldım, iki dili de konuşuyorum. iyi bir şey bu. sana şu fransız çocuğu anlattım, kolu yok ama neler başarıyor. daha ne insanlar var dünyada çok da önemli değilim ben.

değiştirmek istediğin bir şey var mı hayatında?
ben çok şanslı bir insanım. ailem beni çok sevdi. iki kültürde iki farklı eğitim aldım. dünyayı dolaştım. çok farklı meslekler yaptım;İ krepçilik, şoförlük, tekstilcilik, oyunculuk...

pişmanlıkların var mı?
hiç yok. (hayranım benim de nadirdir yani bu kuvvetli bir karar verme örneğidir. çok takdir ettim valla herkeste olmaz bu)

nasıl olmaz?
yok, sıfır. ondan belki pozitif görünüyorum. defolarım var işte, onları araştırıyorum, çalışıyorum.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #5
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
4ck4


CANSEL ELÇİN RÖPORTAJI COSMOPOLITAN DERGİSİ KASIM SAYISI



HENÜZ OYUNCULUĞU ÇÖZEMEDİM

Kırık Kanatlarda canlandırdığı Yüzbaşı Cemal karakteriyle birçok kadının kalbini fetheden Cansel Elçin yeni filmi Küçük Kıyamet ve yeni dizi Hatırla Sevgili ve yeni Tiyatro projeleri ile adından daha çok söz ettirecek ..

Mart ayında Cansel Elçin ile yaptığımız portre röportajdan sonra o kadar çok okur mektubu aldık ki daha kapsamlı bir röportaj yapmamız şart oldu.İnternetteki forumlarda hakkında yazılan” çok yakışıklı çok tatlı bir gülüşü var onu çok seviyorum” yorumları da hayran kitlesini çokluğunu anlamamıza yardım etti.Ilık bir sonbahar sabahı Taksim Point Hotel’in lobisinde bu “efsane” oyuncuyla buluştuk.Hakkında yapılan yorumlar ne kadar doğruymuş kendi gözlerimizle görelim dedik.Cansel Elçin hafif aksanlı konuşması,ağırbaşlı tavırları ve muzip gülüşüyle sorularımızı yanıtladı.

9 yaşında terzi olan babasının aldığı bir kararla Fransaya yerleşen Cansel Elçin küçük bir Anadolu kasabası olan Tire’den Paris’e gidince büyük bir kültür şoku yaşamış.Daha İstanbulu bile görmeden böyle bir değişim yaşayınca alışması zor olmuş.Orada ilkokula tekrar başlamış.dili öğrenene kadar okulda pek kimseyle konuşmayan “tuhaf”bir çocukmuş.Liseyi bitirince ailesinin mesleği olan tekstil işine girmiş.ağabeyiyle birlikte ticaretle uğraşırken,farklı birşeyler yapmak istediğini keşfetmiş.24 yaşındayken tiyatro okumaya karar vermiş,ancak yaşı büyük olduğu için konservatuara girememiş.Audrey Taotou,Daniel Auteuil gibi oyuncularla birlikte Ecole Florent’e giden Cansel Elçin kendini oyunculuğun büyüsüne kaptırmış.

-Geç bir kararla oyunculuğa başlamışsın.Oyunculuk senin için ne ifade ediyor?

Sahneye ilk çıkış en önemli an değil,akşam eve gittiğin zaman nasıl bir insan olduğunu anlıyorsun.Tekrar okula dönüp o sahneye çıkıp çıkmayacağına karar veriyorsun.Oyuncu olarak iç dünyanla barışık olman gerekiyor…Tedavi kelimesini kullanmayı sevmiyorum ama kendi üzerinde çalışman,kendini keşfetmen gerekiyor.Hocalar çok hassaslar.Hiçbir zaman “senin şöyle bir sorunun var” demiyorlar.Hatanı kendin bulman gerekiyor.John Salzberg adında Amerikalı bir koç vardı,onunla ilk 15 gün hiç konuşmadık birbirimizle.Tedirgin başladık.Sahneye ilk girerken” olmadı bir daha gir” dedi.sadece bir adım atmıştım oysa.Üç kez tekrar ettim.”Bir daha böyle girersen seni okuldan kovarım” dedi.Sahnenin arkasında” bu adam benden ne istiyor” diye düşündüm,ve sahneye amuda kalkarak girdim.hiç alakası yoktu rolümle ama kabul etti.Cesaret mi ne bilmiyorum ama senden heyecan istiyorlar.Çok hoşuma gidiyor oyunculuk.Heyecan,cesaret,tutku…Bir gün biterse başka bir şey yaparım ama şu anda gerçekten çok heyecanlanıyorum.Yapacak daha çok şey var.

-Film ne zaman gösterime giriyor?Bu bir deprem filmi mi?

22 Aralıkta gösterime girecek.Deprem hikayesi var ama sadece bir deprem filmi değil.1500, lerde İstanbul’da çok büyük bir deprem oldu ve küçük kıyamet dendi.İstanbul tamamen yıkıldı.Senaryoyu okuyunca hikaye hoşuma gitti.Bir çift var.10-15 seneden beri rutine girmişler.Adam sıfırdan başlayıp bir seviyeye kadar gelmiş,inşaat mühendisi.İki çocukları var.Karısıyla çok fazla ilişki kurmayan biri.Karısı annesini kaybetmiş.Tatile gitmeye karar veriyorlar çünkü İstanbul’da deprem bekleniyor.Kadın depremden çok korkuyor.Adam her şeyi olduğunu her şeyinin garantili olduğunu düşünüyor.Oysa tatile çıkınca orada başka bir korkuyla karşılaşıyorlar.Acaba bu tatil gerçek hayat mı, rüyamı her şey karışıyor.Bu bir psikolojik gerilim filmi.Benim karakterim biraz antipatik ama ben o antipatikliği kaybetmeden biraz duygusallık da kattım.Deprem sahnesi çok güzel oldu.Taylan biraderler çok iyiler.

-Hiç deprem yaşadın mı?

Küçük bir deprem yaşamıştım Tire’deyken.Sonra Ayvalık’ta yaşadım,korktum bayağı.6.kattaydık küvetin içine attım kendimi,çok uzun sürdü.Elinizden gelen hiçbir şey yok çünkü.

-Şu anda yer aldığın Hatırla Sevgiliden bahseder misin? Seni çeken ne oldu?

İllede bir dizide oynayayım diye bir amacım yoktu.Hikaye beni etkiledi,Menderes dönemini anlatıyordu.O dönemde geçen modern bir Romeo-Julyet gibi.İlginç bir karakter Ahmet;eğitimli,sevimli,sıcak.Avrupa’da 7-8 sene yaşamış.Dönünce ülke sorunlarına objektif bakabiliyor.

-Sende yıllarca yurtdışında yaşayıp dönen biri olarak onunla özdeşleşiyormusun?Türkiye’yi nasıl değerlendiriyorsun.?

Biraz özdeşleşiyor ama ben aslında dışardan gelen biri değilim.Kendimi çok Türk hissediyordum.Birbuçuk senedir buradayım adresim Türkiye oldu artık.Eskiden hem burada hem Fransada yaşıyordum.Türkiye çok duygusal,sadece insanların sıcaklığından duygusallığından bahsetmiyorum.Türkiye’de yapılacak daha çok şey var.Her açıdan,sadece sanatta değil her alanda bir şeyler üretmeye ihtiyaç var.Çok çalışkan, yetenekli insanlar var.Avrupa’dan bakınca değişik görünüyor. Ama içerde olunca çok daha farklı.Yurt dışında Türkiye’yi tanımıyorlar.Türkiye de Avrupa’yı ,özellikle Fransa’yı tanımıyor..Klişe düşünceleri var iki tarafın da.Bence görevimiz imajımızı her zaman pozitif olarak göstermek.Bunun en iyi yolu da sanat ve spor.İnsanlar alışamaz önlerine bir top atarsın oynarken kaynaşırlar.Göksin Sipahioğlu’nun dünyada tanınması beni gururlandırıyor.Cannes’de Nuri Bilge Ceylan’ın ödül alması,Eurovizyon da birincilik,futboldaki başarılar bunların devam etmesi gerekiyor.Bu alanlarda başarılı olmak ülkeye güzel,sempatik,pozitif bir imaj getiriyor.

-Kurtuluş savaşı konulu bir diziden sonra yine tarihsel bir dizide oynuyorsun.Bu bilinçli bir şey mi?

Gerçekten böyle bir şey düşünmedim..Sadece senaryoyu okuyunca karar verdim.Oyuncu olmak o yüzden çok güzel.Ben şimdi 33 yaşımdayım ve oyuncuyum.Bekarım,çocuklarım yok.Belki 20 yaşında çocuk yapmak isterdim,iki çocuğum olsun isterdim,pilot mühendis her şey olmak isterdim ama bunların hepsini yapmak için bir hayat yetmiyor.Belki 2150,de,belki eski çağlarda yaşamak isterdim.O yüzden dönem dizisinde oynamak çok güzel.1960’lı yıllarda saçlar,kıyafetler,her şey farklı…

-Senaryoya herhangi bir katkın oluyor mu?

Senaryoda” Ben bunu istiyorum” demiyorum ama Tomris hanım senaristleri,oyuncuları,yönetmeni,tüm ekibi topluyor,senaryoyu birlikte okuyoruz.20 bölüm ilerde ne olacağını düşünerek çalışıyoruz.Bu hoşuma gidiyor.

-Tarih kitapları okuyup,rolüne çalışıyormusun?

Dönemin öncesini okumaya çalışıyorum daha çok.Tabi ki biliyorum neler yaşandığını ama detaya girmek istemiyorum çünkü bilmesem daha çok heyecanlanırım…bildiğin şeyi oynamak çok daha zor.bildiğim olayları kafamın kenarına koyuyorum.ona kendimi bırakmak istiyorum,bu tarihte şöyle oldu diye değil,his olarak o döneme girmek istiyorum.

-Tiyatro mu, Televizyon mu yoksa Sinema mı gönlünde daha fazla yer kaplıyor?

Dizi oynayıp,akşam tiyatro sahnesine çıkmak güzel olurdu.Epeydir oynamadım,ihtiyacım var,canım tiyatro istiyor,çok acayip bir şey tiyatro.Bir savaş…Sahnede elinde bazen bir bıçak,bazen top oluyor..gününe göre değişiyor ama sahnede savaşmalısın.Tiyatro zor.Sadece sen varsın,tek plan;tekrar,ışık,kadraj yok..Tiyatro oynadığın zaman diyorsun ki “niye ben bunu yapmıyorum da başka şeylerle uğraşıyorum?" Tiyatro bence bir oyuncu için zorunluluk.Bir oyuncunun hayat dersi alması gerekir,tiyatroda bunu anlıyorsunuz ve olgunlaşıyorsunuz…Özel projelerim var tiyatro ile igili..

-Rolüne nasıl hazırlanırsın?

Rolün geçmişini çok çalışıyorum.Öğrenmeye çalışıyorum kendime güveniyorum ama hiçbir zaman emin değilim.Biraz hastalıklıyım bu konuda.”oldu mu acba?diye”rahatsız ederim herkesi.Sadece settekileri değil patronları da.

-14-15 Yaşına kadar çekingen bir çocukmuşsun.Şimdi nasıl hissediyorsun?

Çekingen değilim yerine göre olabilirim belki ama “ben dürüstüm ben duygusalım ben şöyleyim” diyen insanlardan nefret ederim.Bence bunlar hareketle ispatlanır.Herkes duygusaldır önemli olan bunu nasıl ifade ettiğin…

-İkili ilişkilerde nasılsın peki? Duygularını nasıl gösteriyorsun? Fedakarmısın?

Şimdiye kadar hep ciddi ilişkilerim oldu.O konularda çok gizemliyimdir.Sadece kendimi değil etrafımdaki insanları da korumak için.Fazla konuşmam,anlatmam.Güvendiğim,bizi tanıyan insanlarsa,sadece arkadaşlarıma anlatırım.İnsan sevdiği zaman her konuda fedakarlık yapar.Romantizm ne demek?Bu önemli.Sokakta yürürken kahvaltı ederken yemek yerken her yerde romantizm olur.O sadece spontane bir jesttir.Bir insanın gözüne romantik görünebilirsin.Doğal ve dürüst bir şekilde yapılmış bir hareket romantizm olabilir.

-Senin için hayatta en önemli şey nedir?

Benim için en önemli şey yaptığım şeyden pişman olmamak.Klişe olabilir ama kalbimi dinlemeye çalışıyorum.Her konuda dürüst davranmak gerek.Mesela işini sevmiyorsun ama iyi para kazandığın için bırakamıyorsun.Halbuki zor da olsa kalbini dinlemelisin.Biriyle ayrılmak da öyle,aşk gidiyor,sevgi de gidiyor.Dürüst davranmak cesur olmak gerekiyor.Kalbinin sesinin dinlemelisin.


-Okurlarımız soruyor…

İşte okurlarımız gelen sorular:

-Kırık Kanatlar oyuncularıyla iyi anlaşabiliyormuydun?

Türkiye’ye gelince çalışma tarzı farklıydı,gördüğüm eğitim gibi değildi.Benim adapte olmam gerekiyordu.Bana karşı sabırlı davrandılar.Başlarda onlar daha alışkın oldukları için bana işlerin nasıl olduğunu anlattılar.

-Dizi aşkları çok popüler.Özge Özberk ile aranız nasıldı?Tekrar aynı projede yer alacakmısınız?

Özge Özberk çok güzel ve iyi bir kız.Aramızda bir şey olmadı.Aynı projede çalışmak isterim ama olsaydı “yine mi Özge” derlerdi..Şimdi de “niye yok” derler…ilerde oynamak isterim.

-Sevgiliniz var mı?Evlenmeyi düşünüyormusunuz?

Şu anda evlenmeyi düşündüğüm biri yok


Cansel Elçin hakkında bilmedikleriniz.

En son izlediği film
Üç defin’i izledim..çok iyi bir filmdi.İklimler ve Beş vakit’i izlemek istiyorum.

En son okuduğu kitap
Suç ve Ceza’yı okuyorum …daha önce fırsatım olmamıştı…Şu Çılgın Türkler’i okudum ama Atilla İlhan’ın Gazi paşası daha çok hoşuma gitti.sinematogrofik yaklamış.

Hangi sporu yapıyor?
Çok tenis oynuyorum..Levent tenis kulubüne gidiyorum.

Eğlenmek için neler yapıyor?
Akşamları fazla çıkmam.evimde kalırım,çalışırım,kitap okurum,iki üç arkadaşım var,onlarla takılırım.sinemaya müzeye giderim..

En son ne zaman aşık oldu?
Bilmiyorum bayağı oldu…7,8 yıl…

Aşık olunca nasıl olur?
Aşık olunca aptallaşırım herkes gibi biraz zayıf,çocuk gibi olurum ama kontrol altında kalmaya çalışırım.Bu zor,çünkü insanın aklı sürekli ona gidiyor..

Beğendiği oyuncular
Şemsi İnkaya , Tanju Gürsu ile çalışmak çok keyifli,onlardan birşeyler öğreniyorum.Şener Şen ile oynamak isterim.

Nerelerde yemek yemeyi seviyor?
Bebekteki La Mangerie’da çok güzel kuzu yapıyorlar.Leventeki köfteci Ramiz’i,İstaklaldeki zencefili seviyorum.Kanyon’da çok güzel kahve yapıyorlar,alışveriş merkezlerini sevmiyorum ama oranın kahvesi güzel.Aslında her yemeği severim,fazla yağlı olmamak şartıyla.Bol yeşillik de seviyorum.



TaTLı_BeLa - avatarı
TaTLı_BeLa
Ziyaretçi
10 Ekim 2007       Mesaj #6
TaTLı_BeLa - avatarı
Ziyaretçi
adszep3
300px Krk kanatlar mhl rmak
kankim bu adama aşık yaaMsn Grin
karakiz_38
bunlar senin içinKissTender
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
17 Ekim 2007       Mesaj #7
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
519200190sv1oruy9zu0


CANSEL ELÇİNDEN YENİ PROJE 120

120” adlı film Safranbolu’da çekilecek “120” adlı filmde, Sarıkamış’ta şehit olan gençlerin öyküsü konu ediliyor.
SAFRANBOLU - Safranbolu Kaymakamı İzzettin Küçük, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Sarıkamış’taki birliklere cephane taşıyan Vanlı çocukların öyküsünü anlatan “120” adlı filmin, Karabük’ün Safranbolu ilçesinde çekileceğini söyledi. Haberin devamı
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteklediği, Sarıkamış’ta şehit olan gençlerin öyküsünün konu edildiği, yönetmenliğini Murat Saraçoğlu’nun yapacağı filmde Özge Özberk, Cansel Elçin ve Burak Sergen’in de rol alacağını ifade eden Küçük, şöyle konuştu: “Filmin öyküsüne göre, savaş sırasında cephanenin tükenmesi üzerine Vanlı çocuklar mühimmat taşımak için gönüllü olur. 12-17 yaşlarında 120 isimsiz kahraman, karlı dağları sırtlarında cephaneyle günlerce yürürler ve emanetleri yerlerine teslim ederler. Ancak dönüş trajiktir. Aniden bastıran tipide 120 isimsiz kahramandan 98’i donarak ölür ve şehit olur. İnsanları derinden etkileyecek film, aynı zamanda Safranbolu’nun tanıtımına da katkıda bulunacaktır. Çekimlerin başlamasıyla set ekibine elimizden gelen desteği vereceğiz.”
Filmin çekimlerine 15 Ekim’de başlanmasının planlandığı bildirildi.
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
18 Ekim 2007       Mesaj #8
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
DIGITURK DERGİSİ EYLÜL SAYISI CANSEL ELÇİN-SÖYLEŞİ-


Son dönemin gözde oyuncularından Cansel Elçin kendisine yöneltmek istediğimiz soruları cevaplamak üzere dizi setinden ayağının tozuyla gelerek,samimiyeti ve renkli anlatımıyla bir kez daha hayranlığımızı kazandı…


-Belgesel ve haber kanalları dışında neler seyrediyorsunuz?
Spor kanallarını…alternatif spor dallarını da izlemeyi seviyorum.Poker gibi..bir de curling…

-Dıgıturk uzun kumanda da en çok hangi tuşu kullanıyorsunuz?
Altyazı tuşunu kullanıyorum…

-Yerli ya da yabancı,tv dizilerini takip ediyor musunuz?
Ne yazık ki vaktim olmuyor ve takip edemiyorum çok fazla.Bir de aynı işte çalıştığımızdan bir şekilde,dramaturjisini veya sistemini çözdüğümüzden heyecan daha az oluyor bizde.Bir iki sefer Hırsız-Polisi izlemiştim ve çok sevmiştim.Ama yabancı dizileri izliyorum.”Lost”ve “Heroes”’u çok seviyorum.

-Keşke ben de oynasaydım dediğiniz bir dizi oluyor mu peki?
Olmuyor(gülüyor)

-Sizin hayatınız bir dizi olsaydı,adının ne olmasını isterdiniz?
Çok zor bir soru bu…Normal dizilerin adını bulamıyoruz ki,kendi hayatımın dizisinin adını vermeyeceğim sanırım.

-Kendinizi tv’de ilk ne zaman gördünüz?
Kendimi sinemada ilk ne zaman gördüğümü anlatabilirim.(gülüyor)İlk,Olivier Assayas’ın bir filminde rol almıştım.Hikayede,filmin içinde bir film çekiliyor.Jean-Pierre Léaud,bir yönetmeni oynuyor.Benim için onunla beraber oynamak çok önemliydi.Orada biz üç kişiydik ve bir cümlemiz vardı.Film çekildi,montajlandı.Sonra bir arkadaşımla Cannes Film Festivalindeydik.”Ben bu filmde oynuyorum”dedim ona.Filmi izlemeye gittik,tabi heyecanlıydım…Hikaye filmini çeken yönetmenin hikayesi ya;yönetmen çıldırıyor,filmini taşlara sürtüyor ve elinde gösteriyor.Yani biz o gösterdiği filmin sahnelerinin içinde kalıyoruz.Hiç görünmüyorum…

-Çocukken izlediğiniz çizgi diziler hangileri?

İlk kez Türkiye’deyken izlemiştim.”Arı Maya”Sonra Fransa’da izledim tabi tv’de.Fransa’da sinemada izlediğim ilk çizgi film”Bambi”’ydi..Bir de “Orman Kitabı”.Yeni animasyon filmleri beni çok güldürüyor.”Buz Devri”serisini izledim.Bir de Tim Burton’ı çok beğeniyorum.

-Uyumak için ne seyretmeyi tercih edersiniz?
Okuyorum.İki sayfa okuduğum zaman da hemen uykum geliyor.Ve kitapları bitiremiyorum


-Tv karşısında unutamadığınız bir an var mı?
Sanırım herkes gibi 11 Eylül’dü…

-“Küçük Kıyamet’e”evet deme sebebiniz neydi?
Senaryoyu okudum ve bu filmi nasıl çekicekler dedim Türkiye’de.Bunu küçümsemeden anlatıyorum,çünkü ciddi bir prodüksiyon,ciddi yönetmenler ve para ve organizasyon lazımdı.Çünkü deprem filmini anlatıyorsun.Deprem filmi değil ama bir deprem filmi.Ben senaryoyu bu açıdan okudum ve hoşuma gitti.Orada bir aile var.Zeki karakteri çok hoşuma gitti.Biraz antipatik bir karakter yapmak istiyordum.Bu rol benim oyunculuğumu daha iyi gösterebilcekti.Yüzbaşı Cemal ve Ahmet karakterlerinden farklı birisini canlandırma fırsatım vardı.Kendi bakış açımı yönetmenlerle paylaşmak istiyordum.Ve onlarla aynı dili konuştuğumuzu anladım.Kesinlikle böyle bir karakter canlandırcaksın dediler.Bir hafta içinde anlaştık.

-Peki Zeki karakterine nasıl hazırlandınız?
Antipatikliği,kötülüğü oynayamazsınız.Başka şeyleri oynayarak,yükleyerek ortaya çıkar karakter.Hayatta herkesin bir amacı var.Zeki,biraz daha materyalist bir insan,biraz daha bencil.Bir karısı ve çocukları var.Ama daha çok isteyen birisi.Öz güveni çokmuş gibi gösteriyor.Oturduğu binanın mimarlığını kendisi yapmış,altındaki araba son model bir jip.İnsanları seviyor,saygılı terbiyeli birisi.Ama gerçekçi birisi ve hayata bakışı farklı.Maddiyata daha fazla değer veriyor.O yüzden kendisine çok güvenmiyor ve en fazla korktuğu kişi de kendisi.Bu karakteri oynamak için cep telefonu,araba,elbiseler ve evin cepte olması lazım.Zeki’nin kendisini en güvende hissettiği yer ise arabası.O yüzden arabayı 10-15 gün istedim ve kullandım.Rolünüze sahiplenmek için bu tarz riskleri göze almak gerekiyor.

-Bu filmi neden izlemeli?
Çünkü eminim ki izledikten sonra kendinize sorular soracaksınız.Bir de nasıl karakterler yüzleşiyorsa,siz de kendinizle yüzleşeceksiniz.Etrafa baktığınızda herkesin bir yerde,depremde birilerini kaybetmiş olma durumu var.Bazı insanlar bu yüzden gitmediler.Ama TV öyle bir alet ki,insanların yatak odasına kadar giriyor.Bu film,insanları deprem konusunda korkutucak bir film değil.Sadece doğru soruları sormamıza neden olacak.

-Filmde kendi sesinizi kullandınız.Bu kimin tercihiydi?
Kendi tercihimdi.Kendi sesimi kullanmıyı çok istiyorum ve konuşmam da gittikçe düzeliyor.”Küçük Kıyamet”te de sorun olmadı,çalıştım çünkü.

-Son dönem projeleriniz nedir?
Bir animasyon filminde yer aldım.Çok mutluyum,çok güzel bir iş çıkıyor.O da tamamen emekle yapılmış bir film.Bir sinema projem daha var,orada da daha farklı bir rolde görceksiniz beni.Heyecanlıyım...
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
21 Ekim 2007       Mesaj #9
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
91217378bv3

CANSEL ELÇİN….


“Hatırla Sevgili” dizisinin Ahmet’i “Kırık Kanatlar”ın Yüzbaşı Cemal’i Cansel Elçin’i en son Yağmur ve Durul Taylan Kardeşlerin çektiği “Küçük Kıyamet” filminde izledik. Cansel Elçin son derece başarılı ve karizmatik bir aktör. Donuk oyunculukların egemen olduğu dizi film piyasasında farklı, canlı, tutkulu oyunculuğuyla hemen göze çarpan Cansel Elçin’in oldukça entrasan bir de hayat hikayesi var. 20 eylül 1973 İzmir Tire doğumlu olan Elçin, dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Fransa’ya göç etti ve uzun yıllar orada yaşadı. Paris’te Ecole Florent Tiyatro Okulu’nda oyunculuk eğitimi gören sanatçı, Fransa’da birçok dizi film ve sinema filmlerinde rol aldı. Kırık Kanatlar dizisi için Türkiye’ye döndü. İki yıldır burada, artık ayrılmaya da niyetli görünmüyor. Cansel Elçin’le bir set sonrası Ortaköy’de buluştuk…

-Oyunculuk eğitiminizi Fransa’da aldınız ve orada da dizilerde oynadınız.İki ülke arasında ne gibi farklar var ve film sektörü düşünüldüğünde?
Fransa’da yapımcılar önceden ne çekiceklerini biliyorlar.hazırlıklar bir sene önceden yapılıyor.Zaten paralarını da önceden alıyorlar,on üç bölümü birden iç içe çekiyorlar.Bu bölümler gösterilmeyecek olsa bile çekiyorlar.Türkiye’de öyle değil.Bir dizi iki üç bölüm sonra kaldırılabiliyor.O yüzden yapımcılar biraz daha tedbirli davranıyor.Hazırlıklar altı ay süreceğine bir ayda bitiriliyor mesela.İlk iki üç bölüm daha hazırlıklı çekiliyor,ondan sonrası biraz acaleye geliyor.Bunun hem avantajları,hem dejavantajları var.Dejavantajları,biraz organizazyon sorunu yaşanıyor.Avantajı ise biraz daha heyecanlı çalışılıyor ve daha süprizli oluyor.Ortaya daha güzel şeyler çıkartıyorsunuz.Çünkü performansınız,konsantrasyonunuz yüzde yüz oluyor.Doğaçlama oluyor.Bir de şunu gördüm ben:Türkiye’de çok çalışılıyor.İnsanlar çok çalışkan.Yaptıkları işten o kadar çok gurur duyuyorlar ki saatleri saymıyorlar,görmüyorlar.Çektiğimiz bölümleri bazen hep beraber izliyoruz.Duygusal,heycanlı bir ortam oluyor.Bunu Fransa’da yaşamadım hiç.Çünkü Fransa’da adam sekiz saat çalışıyor,bırakıyor işini gidiyor,kendinden çok şey vermiyor.Ama burada çok farklı.Setteki arkadaşlarla altı aydan beri beraberim ve onlar benim ailem oldu neredeyse.Özel hayatımı onlarla yaşıyorum.

-Fransa’da bu işe sonuçta bir iş olarak bakılıyor.Bizde ise bu daha amatör bir ruhla çalışılıyor gördüğüm kadarıyla…
Amatörülük-profosyonellik olayı değil bu. Fransa’da önceden hazırlanıyor herşey. Vakitleri var .Ama bu daha güzel ne sanatsal işler yapıyorlar demek değil. Bizim görüntü yönetmeni öyle hızlı çalışıyor, öyle bir yaratıcılık yakalıyor ki… Gerçekten çok güzel planlar hazırlıyorlar ve bunu çok çabuk çekiyorlar. Çabuk çekilmesi kötü olduğu anlamına gelmiyor.

-Ortamı hayli sevmiş gibisiniz.
Evet. Sinemaya yedinci sanat diyorlar ya, ben sekizinci sanat da var, o da Türkiye’de dizi çekmek diyorum. Çünkü geçen hafta çektiğim sahneyi bu hafta izliyebiliyorum ben. Bu dünyanın hiçbir yerinde yok. Sadece Türkiye’de var. Yani tiyatroda direkt oynarsınız, iyi misiniz kötü müsünüz bilmezsiniz. Sinemada çekerseniz ancak altı ay sonra görürsünüz. Ama burada çektiğin diziyi bir hafta sonra, bazen üç gün sonra görüyorsunuz. Bu hikayeyi ikinci defa anlatıyorum ama çok entrasandır… Kırık Kanatlar’ı çekiyorduk küçük bir köyde.. Bir Çarşamba akşamı setteyiz çalışıyoruz. Bir çay molası verildi, orada bir evin camından televizyona bakmaya başladık, geçen hafta çektiğimiz bölüm oynuyordu. Bir teyze kanepeye oturmuş bizim diziyi izliyordu. O bölümde eşkıyalar kızı kaçırıyordu ve teyze bunu izlerken acayip heycanlandı.Sonra camdan dışarı baktı, beni gördü. Yüzbaşı Cemal orada karşısında! "Yüzbaşı kurtar şu kızı, kurtar şu kızı” diye bağırmaya başladı. Ben de “Kurtaracağız,o bölümü çekiyoruz zaten” dedim. Gerçekten komikti.

-Her iki dizide de dönem anlatıyor.Kurtuluş Savaşı ve Menderes dönemi.. Tarihe ilgi duymaya başladınız mı?
Tarihi çok severim. Aslında ben 2.Dünya Savaşı ile ilgiliyimdir. Bu savaşı çok iyi bilirim. Kurtuluş Savaşı’nı da dizide çalışırken öğrendim ve ben öğrendiysem insanlar da öğrenmiştir diye düşünüyorum. Şimdi de Adnan Menderes dönemini öğreniyorum. Senaryo üzerinde çok çalışmalar yaptık. Ben şu anda on bölüm sonra benim karakterimin nasıl biri olacağını biliyorum, şu anda onun üstünde çalışıyorum. Karakterim otuz yaşına gelicek, kırk yaşına gelecek. 70 dönemlerini,80 dönemlerini anlatacağız. Senaristlerle ön çalışma yapıyoruz.

-“Kırık Kanatlar”’da aynı ekibin işiydi değil mi?
Aynı proje tasarımcısının,Tomris Giritlioğlu’nun. Orada yapımcısı Svşar Film’di. Burada ATV kanalının dizisi. Bu da büyük avantaj. Çünkü kanal gerçekten arkasında duruyor dizinin. Bayağı para harcanıyor, danışmanlarımız var. Can Dündar, Yılmaz Karakoyunlu, Ferhat Kentel… Bunların işleri çok zor. Çünkü o dönemi belgesel olarak değil, bir dizi olarak ve tarafsız anlatıyorlar. Çok önemli. Bu yüzden son derece ciddi ve profosyonel bir çalışma oluyor.

-Siz Fransa’da oyunculuk eğitimi aldınız.Biraz anlatabilir misiniz?
Fransa’da önce Ekonomi ve Sosyal Bilimler Okulu’na başlamıştım, bir sene bile bitmeden bıraktım, ailemle tekstil üzerine çalışmaya başladım. Dört beş sene geçti, sonra tiyatroya karar verdim. Ecole Florent’e yazıldım.

-Amelie filminin yıldızı Audrey Tantou ile aynı menajerle çalışmışsınız ve bu menajer sizinle pek ilgilenmemiş.Türkiye’ye dönüşünüz,Fransa’da çok fazla bir şansınız olmadığı düşüncesinden mi kaynaklandı?
Ecole Florent bin kişilik bir okul. Sene sonunda sadece 20-25 kişi seçiliyor ve bir oyun sergiliyor. Fransa’nın en büyük cast direktörleri, menejerleri, yönetmenleri gelip izliyor sizi. Ben o oyuna seçilenler arasındaydım ve Audrey Tauto da vardı orada. Menajerlerimiz aynıydı ve bu menajer Audrey’e çok fazla inanıyordu ve Audrey’de çok fazla çalışıyordu. Menajerin benimle o kadar da ilgilenmeye vakti yok. Ya da bana inancı yoktu, bilmiyorum. Ben de çok zorlamadım. Siz şunu anlamaya çalışıyorsunuz değil mi? Bir Türk oyuncu olarak Fransa’da tutunmak zor mu?

- Ayrımcılık var mı?
Hayır kesinlikle yok. Fransa şu bakımdan zor: 25 bin oyuncu var ve bir o kadar yönetmen var. Yılda 160 film çekiliyor. Televizyon kanal sayısı buradaki kadar çok değil, beş altı kanal ve bu kadar çok dizi çekilmiyor. O yüzden rol şansı az. Bir rol oynadığınız zaman bir başkasının rolünü kaptınız anlamına geliyor.

-Biz de çok dizi çekiliyor belki ama burada da çok oyuncu var.
Yok. Fransa kadar yok. Fransa’da bu işin eğitimi var ve o bir meslek. Sette her daldan meslek vardır, şoföründen tutun yazarına kadar, elektrikçisine kadar, herkes bir yerde durur ve orada tek bir dil konuşulur. O da sinema dili. Yani herkesin birbirini tanıması ve herkesin nasıl konuşucağını bilmesi gerekiyor. Bu sinema dilini öğrenmek için de okumak gerekiyor. Terziyi alırsınız, getirirsiniz sete, yapamaz anlayamaz. Bir kere dönem kıyafetlerini bilmesi, modayı takip etmesi gerekiyor. Bağlantının ne olduğunu bilmesi gerekiyor. Bilmez. Ama özel kostümcülük okulundan mezun olanlar bilir. Bu bir meslektir yani.

-Ecole Florent paralı mıydı?
Özel okul,tabi… Çünkü Fransa’nın en iyi tiyatro okulu. Orada okurken çalışıyordum bir yandan. Restoranda çalışıyordum, şoförlük yapıyordum. Özel okul ama onun yüzde kırkını falan devlet ödüyordu. Durumunuz iyi değilse yardım ediyorlar yani. Burası aslında konservatura hazırlayan bir okul ama 24 yaşından sonra konservatuara giremiyorsunuz. Ben okula girdiğimde zaten 24 idim. Konservatuar şansım yoktu.

-Gerard Depardieu bu okulda ders verirmiş. Ondan ders aldınız mı hiç?
Yok. Ama ben Gerard ile küçük bir sahne oynadım. Bimboland diye bir filmde. O gün çok ünlü bir bayan şarkıcı ölmüştü, morali çok bozuktu. Geldi sete, çok az çalıştık. Ben o filmde yardımcı oyuncuydum.

-Harem Suare’de kamera arkasında çalışmışsınız. Bu nasıl gerçekleşti?
Okul bittiğinde bir oyun sergiledik,Hücre 118 diye. Çok başarılı olduk, çok tutuldu. 256 sefer oynadık. Birgün oynarken menejerim ”Bir yönetmen var, geldi Fransa’ya cast yapıyor, tanışmanı isterim” dedi. Kim dedim. Ferzan Özpetek dedi. Ben daha önce Hamam’ı izlemiş ve çok beğenmiştim. Hemen prodüksiyon firmasına gittim. Ferzan oradaydı. Onu oyuna davet ettim. Geleceğine inanmıyordum ama geldi. Oyundan sonra kulisteydi, çok beğendiğini söyledi.

-Hücre 118 nasıl bir oyundu?
Bir hücrede geçiyor, 1936’den 86’ya kadar, Fransa tarihini bir hücereden anlatıyor. Orada beş altı karakter oynuyordum. Herkes öyleydi zaten. Ferzan "Bir film hazırlıyorum,adı Harem Suare, sana göre bir rol yok ama kamera arkası çalırsan gel” dedi. Film başlamadan önce 1 ay hazırlık yaptık. Sonra kamere arkasında çalıştım. Fransızlara tercüme ediyordum ve koçluk yapıyordum oyunculara. Orada film nasıl yapılır A’dan Z’ye öğrendim. Seti öğrendim. Harem Suare Fransız, Türk ve İtalyan prodiksiyonu. Çok güzeldi.

-Bir film çekme hayaliniz var mı?
Ben kısa metrajlı bir film çektim zaten. İsmi “Papillon”. Kısa film. Konu,engelliler. Komedi. Yakında gelicek. İzlerseniz…

-Hangisi sizi daha çok çekiyor,kamera arkası mı,oyunculuk mu?
Oyunculuğu çok seviyoruç. Bazen kendimi kamera arkasında görmeyi de çok istiyorum, canım birşeyler anlatmak istiyor. Ama gerçekten çok zor bir iş yönetmenlik. Onu gerçekten yetkin ve çok isteyen insanlara bırakmak lazım.Ben oyuncuyum.

-Fransa’da ne tür dizilerde oynadınız?
Orada polisiye diziler tutuluyor ve kahramanlar çoğunlukla kadın oluyor. Çünkü rating hedefleri 50-60 yaşlarındaki kadınlar. Onların üzerine kuruluyor diziler. O yüzden kahramanlar hep kadın. Dört beş ana karakter oluyor, onlar diziyi yirmi, otuz bölüm götürüyorlar. Böyle bir dizide şüpheli bir adamı oynamıştım. Ana karakterdi, çünkü herşey şüpheli adamın etrafında dönüyordu. Çok zevkli bir çalışmaydı.

-Bizim oyuncuları nasıl buluyorsunuz?
Küçük Kıyamet ve Kırık Kanatlar’da gördüğüm oyuncular olağanüstü.Hepsi çok iyi oyuncular. ”Hatırla Sevgili” de Engin abi(Şenkan) olağanüstü bir oyuncu. Babamı oynayan Avni Yalçın,Ayda aksel,Lale Mansur… Hepsi çok iyi. Küçük Kıyamet’te İlker Aksum ödül aldı biliyorsunuz. SİYAD En İyi Yardımcı Erkek Ödülü’nde aldı. İnanılmaz oyunculuk sergiledi orda. Egeli aksanı, Fethiyeli aksanı çalıştı, gitti inanılmaz ön çalışmalar yaptı. Ayrıca sinema sektörü inanılmaz ilerliyor. Bugünün teknolojisi açısından ve yönetmenlerle.Oyunculuklar çok iyi yani ben beğeniyorum.

-Biz buradan bakınca Fransa sinemasını beğeniyoruz, demek siz de bizim sinemayı beğeniyorsunuz?
Ya niye biliyor musunuz? Fransa’da yılda 160 tane film yapılıyor ve sektörde o kadar çok para var ki. İyi dağıtılıyor ve insanlar Fransa’da sinemaya çok gidiyor. Gerçi Türkiye’de de gitmeye de başladılar. Daha da iyi olucak. Düşünün yalnızca iki sene önce Türkiye’de bir gerilim filmi yapıldı. Okul... Küçük Kıyamet’te deprem sahneleri çok başarılıydı. Türk sineması gerçekten ilerliyor.

-Türk sinemasını yakından takip ediyor musunuz?
Takip ediyorum. Çok seviyorum Türk sinemasını. Takva inanılmaz bir filmdi. Semih Kaplanoğlu’nu çok beğeniyorum. Meleğin Düşüşü filmini… Semih şimdi yeni bir film çekicek, Nejat İşler ile. Semih’in görüntüleri,kamera hareketleri inanılmaz fotografiktir. Nuri Bilge Ceylan’ı çok seviyorum.Uzak’ı…

-Fransa’da burdakinden çok seyrediliyormuş Nuri Bilge Ceylan…
Fransa’da yüz bin kişi izledi galiba. Ama Fransızlar sinefildir zaten. Özellikle Paris’te herkes sinemaya gider. Bir kart çıkartıyorsunuz, ayda 18 euroya istediğiniz kadar gidiyorsunuz sinemaya. Paris’te 650 tane sinema var.120 tiyatro ve 202 müze var.

-Fransa’da kalmanız kariyeriniz bakımından daha iyi olabilir miydi?
Ben Paris’te çok şanslı bir oyuncuydum. Her dalda birşeyler yaptım: dublaj, reklam, sinema, dizi, fotomodellik…. Çok şanslıydım. En son filmim ”L’equilibre de la Terreur”(Terörün Dengesi) hem fiksiyon, hem dokümanterdi. Çok güzel bir rolüm vardı orada. Buraya gelişim Tomris Giritlioğlu’nun beni aramasıyla oldu, bir rol önerdi bana. Ne olduğunu sordum."Yüzbaşı Cemal” dedi, ”Mustafa Kemal’in yüzbaşısı”. Büyük Taarruz dönemi. Çekimler nasıl olucak, kaliteli mi dedim. Gelin konuşalım dedi. Mustafa Kemal’in yüzbaşısını oynamak çok heyecan vericiydi. Geldim. Ha şöyle bir şey de olmadı, ben Fransa’daki işlerimi bırakıp Türkiye’ye kariyer yapmaya gidiyorum demedim. Beni çağırdılar, bir rol var dediler, oynar mısın dediler, denemeler yaptık, pat diye vermediler rolü yani. Baktılar rolün üstesinden gelebilcek miyim diye, anlatıldı, konuşuldu, öyle karar verildi.

-Fransa’dan sonra burdaki insan ilişkileri size nasıl geliyor? Zorlanıyor musunuz adapte olmakta?
Benim için pek sorun olmuyor. Çünkü ben hep Fransa’da yaşadım ama burada doğdum ve Türküm. Dokuz yaşımda gittim Paris’e. Her sene iki ay Türkiye’ye gelirdim ve biz çok taşındık. Hem Fransa’da, hem Paris’in etrafında dokuz, on sefer. Sürekli okul değiştirdim, öğretmenlerim değişti ve gezmeyi çok seven biriyim. On altı yaşımdan beri geziyorum. Bütün Avrupa’yı gezdim.. Amerika’ya, Afrika’ya gittim. Şehirleri severim, özellikle New York’ta yaşamayı. Benim adaptasyonum çok kolaydır. Dünya vatandaşıyım. Ama yine de kökenlerimi unutmam. Benim için en önemlisi Türkiye. Eskiden buraya gelince İstanbul çok güzel bir şehir derdim, İstanbul’u severdim ama benim yerim değildi tabi, bir haftadan sonra Paris’i, evimi özledim. Ama şimdi altı aydan beri İstanbul’da yaşıyorum. Daha önce Ayvalık’taydım, saymıyorum onu, orası özel bir yerdi. İstanbul’da yaşıyorum ve hergün daha da çok seviyıorum. Özellikle insanlarını .Bundan 15-20 gün önce Paris’e gittim ve ilk defa Paris’te kendimi yabancı hissettim.

-Bu çok ilginç. Onca sene sonra altı ayda yabancılaşmanız. Peki İzmir’le aranız nasıldır?Orada doğdunuz…
Tire’de doğdum. İzmir’de ben üç yaşında falanken bir süre yaşamışız ama ben hatırlamıyorum. İzmir’i çok severim. Kozmopolit bir şehir. Çok renkli.

-Ailenizin Fransa’ya göçetme nedeni nedir?
Babam terzi olduğundan ve Paris’i çok sevdiğinden.

-O kadar kolay mı Paris’e gitmek?
Kolay değil. 80 öncesi önce babam gitti, birkaç yıl yaşadı orda. Sonra biz gittik.Türkiye’den oraya giden vatandaşlar şöyle düşünüyorlar; sadece bir iki seneliğine gidicez oraya, para kazanacağız ve sonra temelli döneceğiz. Ama hiçbir zaman böyle olmuyor. Yirmi sene, otuz sene orada kalıyor ve oraya da adapte olamıyorlar. Kendilerini yaşadıkları düzene veremiyorlar.Arada kalıyorlar.

-Babanızın terzi olduğunu söylediniz
Pierre Cardin’in yanında çalışmış bir adamdır. İlk 64-66 arası annemle birlikte gitmişler Fransa’ya. Alain Delon’un kostümlerini falan yapmış. Champs Elysees(Şanzelize)’deydi dükkanı. Küçükken ben de giderdim oraya. Babamın terzilikte özelliği, ceket yakaları yapması. Elle yapıyor, çok iyi yapıyor. Bunu Tire’de öğrendi. Çıraktı birinin yanında, sonra kalfa, sonra da terzi oldu. Usta oldu

-Mesleğini sürdüyor mu hala?
Yok, ben okulu bitirdikten sonra, ben babam ve ağabeyim ticaretle uğraştık. Özal döneminde Türkiye Avrupa’ya açılmıştı, biz Türkiye’den tekstil malları alıp orada satıyorduk.Ticaret hayatı da zevkliydi.

-Sizin çok hoş bir ses tonunuz var.Dizilerde neden dublaj yapılıyor size

Bilmiyorum. Ben üç dil biliyorum. Fransızca, Türkçe ve İngilizce. Sürekli dolaştığımdan aksanım çekiliyor biraz. Kırık Kanatlar bir dönem filmi olduğundan, öyle gerekli gördüler. Ben aslında kendi sesimi kullanmak istiyorum. Küçük Kıyamet’te kendi sesimi kullandım. Orada biraz zorlandım çünkü çekimin hemen öncesi 20 gün Amerika’da kalmıştım, sürekli İngilizce konuşmuştum. Dönünce biraz etkilendi.Hemen de çekime girdik, o yüzden biraz aksan çıktı. Ama önemli değil bunlar. Amerika’yı düşünün,orda bir sürü aksanlı oyuncu var.Ben tabi kendi sesimi kullanmak isterim.

Mart - İzmir Life
_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
26 Ekim 2007       Mesaj #10
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Kırık Kanatlar Dizisi çekimleri sırasında attan nasıl düştüğünü anlatıyor(sonlara doğru ses daha anlaşılır...) Msn Happy


Benzer Konular

8 Haziran 2007 / KisukE UraharA Sinema tr
7 Haziran 2007 / thedoctor_611 Müslümanlık/İslamiyet