Arama

Şiir ve İnşa - Ziya Paşa

Güncelleme: 25 Eylül 2013 Gösterim: 66.676 Cevap: 1
Mira - avatarı
Mira
VIP VIP Üye
9 Eylül 2012       Mesaj #1
Mira - avatarı
VIP VIP Üye
Şiir ve İnşa
MsXLabs.org & MORPA Genel Kültür Ansiklopedisi
Sponsorlu Bağlantılar

Ziya Paşa'nın (*Bakınız:
Ziya Paşa) makalesidir. Önce Londra'da Hürriyet gazetesinde yayımlanan (1868) yazı, dil ve edebiyat üzerine öne sürülen görüşler bakımından önem taşır. Şiir ve nesir kavramlarını açıklayan Ziya Paşa, divan şiirinin ve nesrinin ulusal olmayıp İran ve Arap sanatçılarının taklidine dayandığını savunarak bizim doğal şiirimizin halk şiiri, nesrimizin de Mütercim Asım'ın ve Muhbir gazetesinin kullandığı yazı şivesi olduğunu söyler.

Şiir ve İnşa Makalesi Tam Metin

Çünki tahsilden ele geçen bizim memlekete göre yalnız şiir ve inşa nesir cihetindedir, bunlardan bir nebze bahsedilmek faideden hâli değildir.
Şiirin genel tarifi vezinli sözdür, yani iki satır sözün her birindeki sukûn (eski yazıda sessiz harflerin hecelenmeden okunması hali ve harekât hareke kelimesinin çoğul şekli) eşit olmasından ibarettir. Hattâ kafiye usulü sonraki milletler arasında hâdis olmuştur. Eski Yunanlılar yalnız vezne riayetle kafiye iltizam etmezler idi (lüzumsuz görürlerdi).
Şiir her kavimde tabiîdir, yeryüzüne ne kadar milletler ve kavimler gelmiş ise cümlesinin kendilerine mahsus şiirleri var idi. Osmanlıların şiiri acaba nedir? Necati ve Baki ve Nef’i divanlarında gördüğümüz bahr-ı remel ü hezeç (aruz ilminin dallarından ikisi)ten mahbun ü müçtes (aruz kalıplarından ikisinin adı) kasideler ve gazeller ve kıtalar ve mesneviler midir, yoksa Hoca ve Itrî gibi besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır?
Hayır, bunlardan hiçbirisi Osmanlı şiiri değildir; zira görülür ki bu nazımlarda Osmanlı şairleri İran ve onlar dahi Araplar taklit ile melez bir şey yapılmıştır. Ve bu taklit yalnız uslûb-i nazımda değil belki manalar ve fikirlere bile sirayet ederek bizim eski şairler üslubunda ve hayalât ü maanide Arap ve Acem’e mümkün mertebe taklide çalışmayı maariften saymışlar ve acaba bizim mensub olduğumuz milletin bir lisanı ve şi’ri var mıdır ve bunu ıslah kaabil midir? Asla burasını mülâhaza etmemişlerdir.
İnşa yolunda da hal tamamiyle böyle olmuştur. Münşeat-i Feridun ve âsar-i Veysi ve Nergisi ve sair beğenilmiş, itibar görmüş nesirler ele alınsa içlerinde üçte bir Türkçe kelime bulunmaz ve bir maslahat ifade ederken edebiyat, edebî bilgiler karıştırılarak, güzel söz ve yazı hüneri göstermek için öyle karışık ve birbirine bağlı birkaç isim takımını bir arada kullanılmış ibareler yazmışlardır ki Kamus ve Ferhenk (Arapçadan Türkçeye ve Farsçadan Türkçeye meşhur iki lügat) beraber olmadıkça ve bir adam edebiyat ve Arap edebiyatında üstün bilgisi olduktan sonra adeta bir ders mütalâa eder gibi birçok zamanlar üstünde düşünmedikçe manasını çıkarmaya muktedir olamaz.
Hala Babıâli ve dairelerden yazılan resmi yazılar gerçi eski zamanlarda gelen erbab-i maarif gücünde kâtipler olmadığından evvelki münşeât derecesinde zor anlaşılır değil ise de bunlar da ol babanın veled-i zinası olduklarından yine sec’ü rabıt (eski edebiyatta görülen iki sanat) ve manası anlaşılmaz ve şüpheli ibârelerle doludur.
Eski inşalarda lûgat-i garibe ve muhayyel ibareler var ise de bari içinde iyi kötü bir mana dahi çıkardı. Şimdi ise asır nazikleşmiş ve efkâr ve politika incelmiş olduğundan bazı fermanlar ve mektub-ı sâmiler (büyüklerin yazdığı resmi mektublar) ve takrirlerde öyle ibareler görülüyor ki lûgatlar herkesin bildiği şeyler iken mâna-yı sahiha ne olduğu anlaşılmak kaabil olmuyor.
Garibi şurası ki böyle anlaşılmayacak ibare yazabilmek güzel yazmadan addolunuyor. Mesela Maliye aklâmına ve Divan-ı Muhasebat ve Meclis-i Valâ’yı dolaşıp nihayet emirname-i sâmi yazılmak icabettirmiş timar ve a’şar maddesine dair geniş (ayrıntılı) bir mektub-i sadaret-penahi, ki iki üç yüz satır sözdür, bu yolda melekesi olan en mâruf zatın eline verilsin okutulsun, bitiminde “Şu okuduğunuz maddeyi lisanen takdir ediniz.” denilsin o vakit kitabetimiz ve kâtimiz ne kâtiptir meydana çıkar.
Vakıa şiir ve inşanın bu hale girmesi bu asrın yapması değildir. Acemler İslâmiyeti kabulden sonra şeriat ilimlerini tahsil için lisan-i arabın tahsiline düştükleri sırada kendi lisanların şiir ve inşasını dahi ona taklit ettikleri gibi biz de Devlet-i Aliyyenin kuruluş tarihinde İran ulemasını celbe mecbur olduğumuzdan onların terbiyesi üzere kendi lisanımızı bırakıp Acem şivesini taklit hatasına düşmüşüzdür ve ulema-yi Rum’un (Anadolu alimlerinin) bu hususta ettikleri ihmal ve kusur affolunmaz bir hatadır. Zira insanlar arasında fikirleri karşılıklı bildirme vasıtası lisandır. Bir milletin lisanı tesbit edilmiş kaideler altında olmayıp her eline kalem alan kimsenin keyfine mütabaat eder ve tabii halinden çıkarsa o millet arasına ilişki vasıtası bozulmuş demek olur. Bu gün resmen ilan olunan fermanlar ve emirnameler ahali huzurunda okutuldukta bir şey istifade ediliyor mu? Ya bu yazışmalar yalnız kitabette melekesi olanlara mı mahsustur, yoksa halk, devletin emrini anlamak için midir? Anadolu’da ve Rumeli’de ahad-i nâstan her şahsa devletin bir ticaret nizamı vardır ve a’şarın suret-i müzayede ve ihalesine ve tevzi-i virgûya ve şuna buna dair fermanları ve emirnameleri vardır diye sorulsun. Görülür ki biçarelerin birinden haberi yoktur. Bu sebeptendir ki hala bizim memalikte Tanzimat nedir ve yeni nizamlar ne türlü ıslahat hâsıl etmiştir? Ahali bilmediklerinden çoğu yerlerde, memleketin ileri gelenleri ve vali ve memurların zalimleri ellerinde ve adeta Tanzimat’tan evvel cereyan eden zulüm ve haksızlık metodu altında ezilir ve kimseye dertlerini anlatamaz.
Ama Fransa ve İngiltere ülkelerinden birinde memurun birisi mevcut nizamlar hilafında cüz’i bir hareket edecek olan avam-ı nâs derhal davacı olur, zira nizamat halkın anladığı lisanda yazılmış ve layikıyle herkese tebliğ edilmiştir.
Tunus vilayeti bundan birkaç sene evvel Düstur(kanunlar dergisi)un Arapçaya tercümesini arzu ederek bu hizmeti İstanbul’da güzelce Arapça bilir bir zata havale eder. O zat iki üç sahifede bir yirmi kadar müşküle tesadüf ederek müracaat için bir meclise gelir. Orada Türkçe lisanında tam bilgili ve şiir ü inşada maharet-i kamile ile maruf yedi sekiz kişiye tesadüf eder, müşkülâtını onlardan sual eder. Hiçbiri halle muktedir olamaz ve hatta meselelerin bazılarında sekizinin içtihadı birbirine aykırı çıkar. Mütercim biçaresi, “Meğer bizim düstur diye tercümesine başladığımız şey muamma risalesiymiş.” diyerek çıkar gider. Nihayet tercümeyi bitiremez, sonra başka zata havale olunur. O da yapamaz. Hasılı Tunus vilayeti mensub olduğu devletin kanunnamesine malik olamaz. (Tunus vilayeti o zaman Osmanlı idaresindeydi.)
Usûl-i inşanın bu cihetle yolsuz olması mülk ve milletçe daha pek çok fenalıkları müeddi olmaktadır. Yalnız şeriat mahkemelerinde usul-ü sak (kadı hüccetlerinin yazılış şekli) muteber olduğundan şeriat kanunlarının hükümleri tegayyürden masun olup ancak sair mahkemelerden verilen ilâmlar ol derece karışık cümlelerle yazılmışdır ki hükmün kâh davaya ve kâh icraya mutabakat etmediği vuku bulur ve bundan ne kadar haksız hükümler zuhura gelir ki cümlesi devletin adaletsizliğine hamlolunur. Meclis ve mahkemelerde hala dustur-ül amel olan kanun olarak tatbik edilen Ceza kanunnamesi öyle eksik ifadeli, zor anlaşılır ve ol surette zor anlaşılır ki meclisler ve mahkemeler gördükleri davayı yaş deri gibi çekiştirmeye ve ekseriya haksız, yanlış hükmetmeye mecbur olurlar. Ama suret-i dâva bentlerin hiçbirine uydurulmaz ise yalnız ibarece veçh-i münasebet kifayet eder. Mesela bir adam zamparalıktan tutulup istintak edilirken hanenin duvarından aşıp girdiğini itiraf eder. Buna dair Kanunnamede bir bend-i sarih olmadığından mücerret haneye girmek hakkında olan bent tatbik olunup gider. Meclis veya Divan-i Ahkâm (bugünkü temyiz mahkemesini karşılayan teşekkül) ise mahallinde davanın suret-i vukuuna vâkıf olmayıp gelen mazbata üzerine hükmü tasdik ettiğinden ve mahalli mazbataları ise çeşitli maksat ve garezler üzerine ek yazıldığından mesela hakikatte üç ay hapis kifayet edecek bir biçarenin on sene küreğe konulduğu ve on sene küreğe gidecek bir caninin üç ay hapis ile kurtarıldığı çok olağandır. Aynı şekilde istintaklarda (sorgulamalarda) dahi hal böyledir. İstintak olunan biçare derdini bildiği lisanla söylerken müstantik efendi “olduğundan” lafzına aşağıda bir de “bulunduğundan” ve “olmakla, bulunmakla” gibi bir rabıta döşenip ötekinin hiç lisanından sudûr etmeyen birtakım ibareleri cebinden yazar ve sonra cömertlik ederse bir kere de yüzüne karşı okur ve “bunu sen söylemedin mi, getir mührünü ver, yok ise parmağını bas” der. İstintak olunan adam okunan şeyi Arapça gibi dinleyip bir şey anlamadan yalnız efendiyi gücendirmeyim itikadiyle mührünü ya parmağını basar. İşte bu istintakname gâh olur ki biçarenin idamına kadar sebep olur, belki onun dediği yolda yazılsa kurtulmak ihtimali olur.
Taaccübe şayan değil midir ki bizde yazı bilmek başka, katip olmak yine başkadır. Halbuki sair lisanlarda (diğer dillerde) yazı ve imla bilen katip olur. Vakıa her lisanda edib olmak hayli malumata tevakkuf ederse de adeta muradını kağıt üzerinde ifade etmek için yazı yazmak kifayet eyler. Bizde ise yazı öğrendikten maada birçok şeyler daha bilmek lazım gelir.
Evvela Türkçe imla bilinmelidir.Halbuki en güç şey budur. Zira vaktiyle Türkçeye mahsus lûgat kitabı yapılmamış ve Osmanlılar milel-i saireyi daire-i hûkûmetlerine aldıkça her birinde gördükleri yeni şeylerin isimlerini o milletin lisanından alıp az çok bozarak kullanmış ve her kâtip bir lûgati, sükûn ve harekâtının zihince uyan bir şekli ile yazıp sairleri dahi diğer surette zaptetmiş olduklarından imlâ öğrenecek kimse evvel-emirde bunların hangisine tâbi olacağından mütehayyir (şaşırmış) olur.
Hele yirmi seneden beri Babıâlide sivrilen, büyük memurların her biri bir canlı lûgat olmak hevesine düşerek kimisi “ye” (eski alfabenin hem sesli hem sessiz olarak kullanılan son harfi ki sesli olarak kullanılınca bugünkü i ve ı harflerinin seslerini karşılardı.) ile “bildirir” ve kimisi “ye”siz “bldrr” yazmaya başlayalıdan beri katipler ne yapacaklarını şaşırdılar.
İkinci olarak Arapça ve Farsça imla bilmek lazımdır. Bu iki lisanın imlasını bilmek kavaidini tahsile mevkuf olduğundan en az sarf ve nahvi (gramer ve sentaks bilgilerini) görmeyince doğru terkip yazmak kaabil olmaz.
3. olarak bunlardan sonra bir de devlet dairelerinden birinde birçok seneler istihdam olunmak ister. Bu olmadıkça “idüğüne”yi “olduğuna”ya raptetmenin yolu bilinemez ve bu nükte kemankeş sırrı gibi katiplerin son dersi olduğundan bu melekeyi hasıl ederse Babıali’nin kullandığı katipler sırasına geçebilir ve gûya bir yazı makinesi olur.
Lakin bu kadar zahmetlerle şu melekeyi ele geçirmiş olan zat zeki ve anlayışlı ise bu tahsilinden mütelezziz olacak yerde müteessif olmalıdır. Çünkü alıştığı tertip rabıtaları, kendini bir sınırlı daire içine sokmuştur ki zihnine ansızın gelen manalardan yalnız melekesine uyabilenler yazıp sairi, ki gayet nazik ve gayr-i menus dekayiktir, onları terk ve fedaya mecbur ve mademki bu zincir içinde bağlıdır emsali raddesinden ileri gelmekten mahrum ve mağdur olur.
Bu sebeple gerek şi’rimiz ve gerek kitabetimiz ne derece geri kalmıştır! O yere geçecek usul-i kalem kötülüklerindendir ki teliflerde, matbuatta âsar-i marifetlerini ibraz ile ile edebiyatta bir inkılâb-ı âzim husulune sebeb olan zevâtın ekseri “olmakla, bulunmakla, ecelden, hasebiyle, mebni, dolayı, derkâr, âşikâr” kısır döngüsünde inhisara tenezzül etmedikleriyçün kalemlerine layıkıyle müstahdem değillerdi. Âli gibi, Müşfik gibi, İsmailpaşazade Galib Bey gibi birçok yüksek bahada zeka cevherleri kadirlerine layık olan riayeti göremiyerek kimi deli oldu, kimi işretle telef-i nefs eyledi.
Vah bize! Yazık bize! Bu hale göre bizim millete tabiî hal üzere ne şiir ve ne de inşa yok mu demek olur?
Hayır, bizim tabiî olan şiir ve inşamız taşra halkı ile İstanbul ahalisinin avamı beyninde hala durmaktadır.
Bizim şiirimiz hani şairlerin vezinsiz diye beğenmedikleri avam şarkıları ve taşralarda ve çöğür (bir çeşit halk sazı şairleri) arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı (halk şiirinin muayyen tarzda besteli nazım şekilleri) tâbir olunan nazımlardır.
Ve bizim tabiî inşamız mütercim-i Kamus’un (Kamus denen Arapça lûgati tercüme eden Asım Efendi) ve sonradan Muhbir gazetesinin ittihaz ettiği şive-i kitabettir. Vakıa bu nazım ve bu kitabet istenilen derecede beliğ ve tumturaklı görünmez ise ümmet-i Osmaniye ilerlediği sırada bunlara rağbet edilmediğinden oldukları halde kalmışlar, büyümemişlerdir. Hele bir kere rağbet o cihete dönsün, az vakit içinde ne şairler ne katipler yetişir ki akıllara hayret verir.
Velhasıl şi’r-i tabiî odur ki şair cüz’i bir mülahaza üzerine kalemi eline alıp irticâlen hazırlanmadan, işe doğduğu gibi kırk elli beyit nazmedebilmeli. Kitabet-i millîye odur ki eli kalem tutan zihnindeki muradını iyi kötü kağıt üstüne koymalı.
Her milletin şairleri ve hatta bizim çöğür şairlerimiz ansızın birçok şiir söylerler. Biz ise beş beyit bir gazeli dokuz ayda doğurur gibi söyleriz. Diğer milletlerde kübera (bilginler) hatta musannifler (mevcut bilgileri toplayıp eser yazanlar) bizzat eline kalem alıp mektup ve telifat yazmazlar. Belki yanlarındaki katiplerine ağızdan söylerler, onlar dahi yazarlar. Nitekim bizde dahi köy ağaları imamlara söyleyip yazdırırlar. Bu sebepten gerek muhaberat ve gerek telifat onlarda süratli ve sühuletli olur. Amma biz bir mektup yazdığımızda bir iki kere müsvedde yapıp temize çekmedikçe istediğimiz gibi olmadığından hem haberleşmelerimizde yavaşlık ve ağırlık ve hem de ifadelerimizde noksan ve rekaket (anlaşılmazlık) bulunur.
Bu fenalığı def için tabiata ittıba (tâbi olmak) etmeli.


BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
theMira
cHAKİ - avatarı
cHAKİ
Ziyaretçi
25 Eylül 2013       Mesaj #2
cHAKİ - avatarı
Ziyaretçi
Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i islamı bütün viraneler gördüm
Sponsorlu Bağlantılar

Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli'de
Felatun'u beğenmez anda çok divaneler gördüm

Huzur-ı gûşe-yi meyhaneyi ben görmedim gitti
Ne meclisler ne sahbâlar ne işrethaneler gördüm

Cihan namındaki bir maktel-i âma yolum düştü
Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm

Ziya değmez humarı keyfine meyhane-i dehrin
Bu işretgehte ben çok durmadım ammâ neler gördüm

Benzer Konular

24 Şubat 2017 / Ziyaretçi Cevaplanmış
21 Şubat 2010 / Misafir Soru-Cevap
8 Şubat 2020 / Safi Edebiyat tr
10 Haziran 2015 / Safi Müzik tr