Arama

Türkiye'nin Tarihi ve Kültürel Değerleri - Sayfa 2

Güncelleme: 6 Mayıs 2018 Gösterim: 286.498 Cevap: 15
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
9 Şubat 2006       Mesaj #11
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Mezarlar, Kümbetler, Türbeler


Sponsorlu Bağlantılar
Likya Kaya Mezarları (Demre)



Muğla ve Antalya civarındaki Likya kültürünü yansıtan kaya mezarları genellikle ev biçimindedir. Ön yüzde Grek tapınaklarının benzeri İyon sütünlarının taşıdığı üçgen alınlık ve küçük bir kapı bulunmaktadır. Ölüler, mezar odasındaki sekiler üzerine yatırılmaktaydı.

Herakles Lahdi



1958 yılında Konya-Beyşehir yolunun 60 kilometresindeki Tiberiopolis kenti kalıntılarında bulunmuştur. Roma dönemine, 220-260 yıllarına tarihlenmiştir. 2.50 x 1.30 m. boyutlarında ve 1.70 m. yüksekliğindedir. Dört cephesinde Herakles'in 12 işine ait rölyefler vardır. (Konya Arkeoloji Müzesi)

İskender Lahdi




Osman Hamdi Bey tarafından 1887 yılında Sayda'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunmuştur. İki uzun cephesinde Makedonya Kralı Büyük İskender'in Perslerle yaptığı savaşlara ilişkin rölyefler bulunduğu için "İskender Lahdi" adıyla tanımlanmıştır. Yüksekliği 2.12 m., uzunluğu 3.18 m. ve genişliği 1.67 m.'dir. Üçgen alınlıklı, çatı kapaklıdır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)

Ağlayan Kadınlar Lahdi



1887 yılında Sayda'da sabanla tarlasını süren bir köylü tarafından bulunmuş, Osman Hamdi Bey tarafından İstanbul'a getirilmiştir. Dünya lahitlerinin en önemlilerinden biridir. Hellenistik dönem eseridir. M.Ö. 360 yılında ölen Sayda Kralı Straton'a ait olduğu tahmin edilmektedir. Yüksekliği 2.97 m., uzunluğu 2.54 m., en 1.37 m.'dir. Lahdin üzerinde kralın ölümüne ağlayan kadınların ve cenaze kortejlerinin rölyefleri bulunmaktadır. Yapımında birden çok heykeltıraşın çalıştığı anlaşılmaktadır. (İstanbul Arkeoloji Müzesi)


Ahlat Mezarları



Bitlis'in Ahlat ilçesinin Meydanlık Mezarlığı XI-XV. yüzyıllara ait mezarların bulunduğu bir Açık Hava Müzesi'dir. Bezemeli anıtsal taşları ve sandukalarıyla bu mezarlar görkemli birer sanat eseridir.



Emir Bayındır Kümbeti



Bitlis'in Ahlat ilçesindedir. Akkoyunlu soyundan olup 1481 yılında ölen Melik Bayındır için yaptırılmıştır. Kitabesinde Bayındır Bey'in hayatı ve yaptığı işler anlatılmaktadır. İki katlıdır. Mimarisi ve taş bezemeleriyle görkemli bir görünüşe sahiptir.


Hüseyin Timur ve Bugatay Aka Kümbetleri



Bitlis'in Ahlat ilçesindedir. Hüseyin Timur kümbeti (önde), 1279 yılında ölen Emir Hüseyin Timur ve 1280'de ölen Esentekin Hatun'un mezarıdır. Arkadaki kümbet ise 1287 yılında ölen Akkoyunlu soyundan Bugatay Aka ve Şirin Hatun için yaptırılmıştır.


Hüdavend Hatun Kümbeti



Niğde'dir. Selçuklu Sultanı IV. Kılıçarslan'ın kızı Hüdavend Hatun için 1312 yılında yaptırılmıştır. Sekizgen planlı yapı içten kubbe, dıştan piramit çatı ile örtülüdür. Taş bezemeleriyle ünlüdür.


Mevlana Türbesi





Konya'nın Mevlevi Dergahı içindedir. İlk türbe Tebrizli Bedreddin tarafından 1274 yılında yapılmıştır. Eklemeler ve onarımlarla günümüze ulaşmıştır. Dört fil ayağı üzerine oturan türbe 25 m. yüksekliğindedir. Gövde ve külah turkuaz renkli çinilerle kaplıdır. Bu yüzden konik kubbeye "Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe)" denilmiştir. Türbenin içinde Mevlana'nın babasına, Mevlana'ya, eşi ve çocuklarına, akrabalarına ve postnişinlere ait 65 sanduka bulunmaktadır. Türbenin kalemişleri de çok değerlidir.




Yeşil Türbe



Bursa'da I. Mehmet'in yaptırdığı külliyenin içindedir. 1421 yılında Mimar Hacı İvaz Paşa tarafından yapılmıştır. Sekizgen planlı yapının dışı turkuaz renkli çinilerle kaplanmıştır. Türbenin içinde I. Mehmet'le ailesine ait 9 sanduka (mezar) bulunmaktadır. I. Mehmet'in sandukası, türbe iç duvarları ve mihrap, dönemin renkli sır tekniğinde en güzel çinileriyle bezenmiştir.Çiniler, Mehmet Mecnun adlı sanatçının eseridir.

Erzurum Üç Kümbetler



Üç Kümbetler'den sekiz köşeli plan üzerine oturtulmuş olanının Saltuklu Devleti'nin kurucusu Emir Saltuk'a ait olduğu tahmin edilmektedir. Tamamiyle kesme taştan yapılmış olan kümbetlerin diğer ikisinin ise kimlerin mezarı olduğu bilinmemektedir. Bunlar Türkler'e ait kümbetler arasında plan, malzeme ve süsleme yönünden ayrı bir önem taşımaktadır.

.
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:20 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
13 Şubat 2006       Mesaj #12
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Köprüler, Su Kemerleri, Sarnıçlar, Şadırvanlar

Malabadi Köprüsü
Sponsorlu Bağlantılar



Diyarbakır Silvan yakınlarında ve Batman çayı üzerindedir. Artuklular döneminde 1147 yılında Timurtaş bin İlgazi bin Artuk tarafından yaptırılmıştır. 7 m. eninde ve 150 m. uzunluğunda bir köprüdür. Yüksekliği, su seviyesinden kilit taşına değin 19 m.'dir. Renkli taşlarla inşa edilmiş, onarımlarla günümüze kadar ulaşmıştır.

Valens (Bozdoğan)



Kemeri İstanbul Saraçhane'dedir. Yapımına I. Constantinus döneminde (306-337) başlanmış, 378'de İmparator Valens tarafından tamamlanmıştır. Alibeyköy'den gelen içmesuyunu kente taşıyordu.İki sıra kemerden oluşmaktadır. Bir kilometre uzunlukta iken bugün 800 metrelik bir bölümü ayakta kalmıştır.

Yerebatan Sarayı (Sarnıcı)



İstanbul Sultanahmet Meydanı'ndadır. IV. Yüzyılda Bizans İmparatoru I. Constantinus tarafından yaptırılmış, Justinianus döneminde VI. Yüzyılda onarılıp genişletilmiştir. Suları, Cebeciköy kemeriyle Belgrat ormanlarından getiriliyordu. Uzunluğu 141, genişliği 73 m.'dir. İçinde 12 sıra halinde 5'er m. aralıkla 8 m. yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır.


Mağlova Kemeri



Mimar Sinan tarafından 1554-1562 yılları arasında İstanbul'da Alibey deresi vadisi üzerinde yapılmıştır. 1563'teki büyük sel felaketinde hasar gören kemerin onarımı 1564'te tamamlanmıştır. 36 m. yüksekliğinde ve 258m. uzunluğundadır. İki katlı kemerin alt katında 8 büyük, üst katında da 8 küçük gözü bulunmaktadır.


Uzun Kemer



İstanbul'da Kırkçeşme su tesislerinin en uzun kemeridir. 1554-1562 yılları arasında Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. 1563 yılındaki büyük sel felaketinden sonra onarılmıştır. 25 m. yüksekliğinde ve 711 m. uzunluğundadır. İki katlıdır. Alt katında 47, üst katında 50 gözü vardır


Kırık Kemer (Kovukkemer)



İstanbul'daki bu su kemeri, eski bir Roma su kemeri temeli üzerine Mimar Sinan tarafından 1554-1562 yılları arasında yapılmıştır. 35 m.yüksekliğinde ve 408 m. uzunluğunda bir su kemeridir.Bir katlı bölümünde 12, üç katlı asıl kemer bölümünün birinci katında 4, ikinci katında 10, üçüncü katında da 21 göz bulunmaktadır. Giriş bölümündeki 90 derecelik yön değişikliğinden dolayı 'Kırık Kemer' adıyla tanınmıştır.


Süleymaniye Camisi Maksemi



Caminin inşaat'inin son yıllarında, 1557'de Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. İstanbul'da Süleymaniye Camisi avlusundadur. Süleymaniye Camisi sularının dağıtımı bu maksemden yapılmaktadır.

Lüleburgaz Sokollu Mehmet Paşa Camisi Şadırvanı



Sokollu Mehmet Paşa tarafından 1539-1588 yılları arasında Mimar Sinan'a yaptırılan külliyenin cami avlusu içindedir.

Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:20 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
ahmetseydi - avatarı
ahmetseydi
VIP Je Taime
15 Şubat 2006       Mesaj #13
ahmetseydi - avatarı
VIP Je Taime
Çeşmeler, Sebiller, Selsebiller, Havuzlar
Sultanahmet Meydan Çeşmesi



İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın birinci kapısı önündeki meydandadır. III. Ahmet tarafından 1728-1729 yıllarında Kayserili Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır. Lale Devri'nin önemli yapıları arasındadır. 10 x 10 m. plan üzerine inşa edilmiştir. Her yüzünde birer çeşme, köşelerinde birer sebil bulunmaktadır. Mimarisi ve bezemeleriyle ünlüdür.

III. Ahmet Kütüphanesi Çeşmesi



Topkapı Sarayı'nın üçüncü avlusunda III. Ahmet Kütüphanesi'nin kapısı önündedir. 1719 yılında III. Ahmet tarafından yaptırılmıştır.

Mihrişan Sultan Meydan Çeşmesi



İstanbul'da Küçüksu'dadır. II. Mahmut tarafından 1806 yılında yaptırılmıştır


Osmanlı Öncesi İstanbul'da Su Tesisleri
İstanbul'un bilinen en eski su tesisleri: Roma İmparatorluğu dönemine tarihlenmektedir. Sahip oldukları kentlerde su tesislerine büyük önem veren Romalılar, Antik Byzantion / Konstantinopolis / İstanbul'da da geniş bir su şebekesi kurmuşlar; kendilerinden önceki uygarlıklarda olduğu gibi şehre anıtsallık ve hareket kazandıran çok katlı, sütunlu ve heykellerle süslü nympheumlara, hamamlara, evlere, saraylara su getiren yapıları inşaa etmişlerdir. Vitruvius, roma dönemi mimarlığı yapı tipleri ve inşaa tekniklerini anlattığı on kitaptan oluşan De Architecture adlı eserinin VIII. Kitabında Roma'daki su yapılarını (sukemerleri, kuyular, sarnıçlar, suterazileri), IX. ve X. Kitaplarda da su aletlerini (su saati, su orgu, su basma makinaları, su çarkı, su değirmeni, Ctesibius pompası) anlatırken Roma dönemi maksemlerinin, suyollarının, kanalların, büyük su toplama havuzlarının tanımlarını vermektedir.

Roma dönemi ile ilgili bilgi veren yayınlardan, şehre uzak kaynaklardan kanallarla taşınıp getirilen suların, yüksek yerlerdeki su toplama havuzlarında ve taksimlerde toplanarak ve kanallarla sarnıçlara, evlere ve çeşmelere dağıtıldığı anlaşılmaktadır. Strzygowski ve Forchheimer, İstanbul'un Bizans dönemi su yapılarını anlattıkları Die Byzantinischen Wasserbehalter von Konstantinopel (1893) adlı kitapta, Belgrad Ormanları'ndaki bendlerde toplanan suların bir boru hattı ile buradan alınıp Haliç'e akan iki derenin oluşturduğu vadiler üzerinden sukemerleri yoluyla taşınarak şehir sularında Eğrikapı'ya kadar geldiğini, buradan kente dağıtılmak üzere üç ayrı semtteki (Atpazarı, Yenibahçe, Ayasofya) taksimlere ulaştığını belirtmektedirler.

ROMA DÖNEMİ SU YAPITLARI

Sukemerleri / Aquaduct
Üstü kapalı su yollarından akan suyun seviyesini sabit tutarak vadiler üzerinden geçiren ve aynı yükseklikte bir noktaya akıtan, köprü şeklinde ayaklı kemerler üzerine yapılan su yapısıdır. İstanbul'da Roma döneminde yapılmış ve günümüze kalıntıları ulaşabilmiş IV. yy'a ait sukemerleri; Valens / Bozdoğan Kemeri (368), Ma'zulkemer, Karakemer, Turunçluk Kemeri'dir.

Suterazileri

Osmanlı döneminde su basıncını ayarlamaya ve suyu ölçerek dağıtmaya yarayan kule biçiminde yapılar olarak su dağıtım şebekesinde yerini alan suterazilerinin Roma dönemindeki biçim ve iç düzeneğine ait kesin bir bilgi yoktur. Romalı Vitruvius De Architectura'da, roma'daki su yapıları ile ilgili bilgi verdiği VIII. Kitap "Terazileme ve Terazileme Araçları" adlı V. bölümde, suyu konutlara ve kentlere taşıma yöntemlerini anlatırken, önce terazileme yönteminin geldiğini, terazilemenin suterazileri ve dioptrae, chorobates adlı araçlarla yapılabileceğini belirttikten sonra, bunların içinde en sağlıklı yöntemin chorobates adı verilen bir çeşit düz cetvel ile yapılan terazileme olduğundan sözetmekte ancak suterazileri hakkında ayrıntılı bilgi vermemektedir.

Maksemler

Şehre gelen suların ölçülerek dağıtımının yapıldığını yapılardır. Vitrivius, De Architectura VIII. Kitapta şehrin surlarına kadar getirilen suyolunun bir su hazinesine sularını boşalttığını, bu hazinenin yanına üç bölmeli bir havuz inşa edildiğini, su hazinesine gelen suların ayrı ayrı üç borudan üç bölmeli havuzun her teknesine aktığını, üç tekneden ortadakinin sularının borularla bütün şehrin havuzları ve çeşmelerine, yanlarındaki teknelerden birinin borularla hamamlara, diğer teknenin sularının ise evlere gittiğinden sözetmekle böylelikle, Roma dönemi maksemlerinin tanımlarını vermektedir. Roma dönemi İstanbul maksemleri ile ilgili en ayrıntılı bilgi veren kaynak, Özkan Ertuğrul "Bizans Dönemi İstanbul Su mimarisi" adlı doktora tezinde (1989), Roma'nın ardılı Bizans / doğu Roma İmparatorluğu döneminde şehre gelen suların Nympheum Maximum, Tezgahçılar Kubbesi Maksemi, Balık Maksemi, Sultanahmet Maksemi, Valens Maksemi ile şehre dağıtıldığını belitmektedir.

Kanallar

Suyun bir yerden başka bir yere taşınmasını sağlayan açık / kapalı kanallar açık ya da kapalı sarnıçlar arasındaki bağlantıyı kurmakta, çeşmeler ve evlere su taşımaktaydılar. Aynı zamanda sarnıçların fazla sularını aktarmalarını da sağlayan kanallardan günümüzde tespit edilebilenlerinin sayısı 23'tür. Su kanalları taş, kurşun veya pişmiş toprak malzemeden yapılmaktaydı. Vitrivius bunların içinde en sağlıklısının toprak borular olduğunu, kanal yatağına her yüz oyuk için bir inçin dörtte birinden az olmayan eğim verilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Büyük Su Toplama Havuzları, Kuyular ve Sarnıçlar

Vitrivius, sukemerleri kurulabilecek kaynaklar yoksa kuyular kazmak geriktiğini belirtmekte, ayrıca suların toplandığı iki veya üç bölmeli, suyun birinden diğerine süzdürme yoluyla temizliğinin yapıldığı büyük haznelerden (sarnıçlar) bahsetmektedir. Sözü edilen haznelerle ilgili verilen bilgiler, bu haznelerin Osmanlı döneminde kullanılan suyun dinlendirildiği çökertme havuzlara benzediğini düşündürmektedir. Sarnıçlarla ilgili bilgilerin bulunduğu kısımda anlatılan, işlev açısından sarnıçlarla da kesişen bu büyük haznelerin bir örneği, Topkapı Sarayı Birinci Avlusu'nda bulunan, girişi ise İkinci Avlu'dan olan dolab Ocağı'dır. Sarayın tüm suyunun tolandığı ve dağıtıldığı bir merkez olan bu büyük haznenin / kuyunun yapım tekniği Roma dönemi özellikleri göstermektedir. Yanına Osmanlı döneminde bir sarnıç eklenmiştir. İstanbul'da Bizans öncesi dönemden beş adet (Topkapı Sarayı - Birinci Avlu Dolab Ocağı, Topkapı Sarayı - İkinci Avlu Sarnıcın yanında, Topkapı Sarayı - Beşinci Avlu Fil Kapısı yanında, Manganlar Bölgesi'nde Hagia Maria Hodigitria Vaftizhanesi'nin yarım daire avlusunun merkezinde, Darphane Avlusu içinde): Bizans döneminden de iki adet (Topkapı Sarayı - İkinci Avlu Bab-üs Selam'dan mutfaklara giren ilk kapı önünde revak altında, topkapı Sarayı mutfak revakları önünde) kuyu tespit edilebilmiştir.
Kuyularla bağlantılı bir diğer Roma dönemi su yapı türü sarnıçlardır. Günümüze ulaşabilmiş bilinen sarnıçların en eskileri Roma'nın ardılı Bizans / Doğu roma İmparatorluğu dönemine tarihlenmektedir.
Vitrivius, VIII. Kitabının VI. Bölümü'nde "Su Kemerleri, Kuyular ve Sarnıçlar" başlığı altında sarnıçlarla ilgili "Zemin sert veya damarlar fazla derindeyse; su çatılardan veya yüksek yerlerden toplanarak signinum yapılmış sarnıçlarda biriktirilerek sağlanmalıdır" bilgisini vermektedir. Signinum'un nasıl yapılması konusunda verdiği bilgilerden bu işlemle suyun biriktirileceği haznenin iç yüzeyinde bir tür yalıtım oluşturmanın hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Bu yalıtımın amacının da suyun tadını ve berraklığını arttırmak olduğu Vitrivius'un şu satırlarından anlaşılmaktadır. "Bu tür yapılar, suyu birinden diğerine süzdürme yoluyla temizliğinin sağlanması için iki veya üç bölmeli olmalıdırlar: bu şekilde su çok daha sağlıklı ve tatlı olacaktır. Çünkü, çamurun çökebileceği bir yer olduğunda su berraklaşacak, kokusuz olacak ve tadını koruyacaktır: aksi durumda ise, tuz katılarak temizlenmesi gerekecektir."
Vitrivius'un bu satırlarından Roma dönemi sarnıçlarının suyun dinlendirildiği çökertme havuzları olarak da kullanıldığı sonucu çıkmaktadır.

Çeşmeler

Romalılar'ın ve Bizanslılar'ın günlük yaşantısında büyük önemi olan su ve su yapılarından günümüze çok fazla kalıntı ulaşmamış olsa da kaynaklardan, özellikle Romalılar döneminde zengin örneklerine rastlanan çoğunlukla sütunlu caddeler, forumlar gibi kentin siluetine katkıda bulunan noktalarda konumlandırılan nympheum / anıtsal çeşmelerin, Byzantion / İstanbul'da var olduğu anlaşılmaktadır. Genellikle İmparator Valens (364-378) tarafından 368'de yaptırıldığı kabul edilen kemerden gelen suyun ulaştığı Taurus Meydanı'nda (günümüzde İ.Ü. Merkez Binası yerinde) bulunan Nympheum Maximum bunlardan biridir. İlk uygulamaları Antik Yunan'a kadar inen ve kentin mamuya açık alanlarını hareketlendiren su anıtları olarak karşımıza çıkan, nympheumların (Anadoll 1997: 1357-58) yanısıra kaynaklardan zengin Roma ve Bizans evlerinin bahçelerinde anıtsal görünüşlü, kolonlu, heykellerle süslü, genellikle mermerden, kimi zaman bronz ve porfir örneklerine de rastlanan çeşmelerden söz edilmektedir. Bu çeşmelerin büyük çoğunluğu yıkılmış, tahrib olmuş, bir kısmı Osmanlı döneminde dönemin mimari beğenisi ve biçimine göre yenilenirken özgün karakterini kaybetmiş, bir kısmının da yerine zaman içinde yenileri yapılmıştır.
Roma dönemindeki su tesisleri ile ilgili günümüze kadar yapılan çalışmalar ve araştırmalar İstanbul'un bilinen ilk suyollarının 4 grupta toplandığını göstermektedir. İmparator Hadrian (117-138) döneminde nşaa edilen, şehrin batısından Sultanahmet Meydanı çevresine ulaşan suyolu, İstanbul'un bilinen ilk suyoludur. II. Theodosius (408-50) döneminde bu suyoluna ek yapılmıştır. Şehrin ikinci büyük suyolu İmparator Konstantin (324-337) döneminde inşaa edilen ve Istranca Dağları'ndan kente ulaşan suyoludur. Kaynaklarda Romalılar tarafından inşaa edilen en uzun suyolu olarak anılan 242 km. uzunluğundaki bu suyolu, Vize'nin 6 km. kadar batısından gelerek Edirnekapı'nın güneyinden şehre girmektedir.
İstanbul'un üçüncü önemli suyolu İmparator Valens döneminde yapılmıştır. Bu suyolu, günümüzde Şehzadebaşı'nda büyük kısmı ayakta olan kemerin üzerinden geçirilerek 373 yılında şehrin su gereksinimini karşılamıştır. İmparator Justinianus (527-65) ve V. Konstantinus dönemlerinde yenilenen, genişletilen Valens Suyolu: sarayları, Ahilleus Hamamı'nı ve Yerebatan Sarnıcı'nı besliyordu.
Belgrad Ormanı'ndan şehrin kuzeybatısına uzanan, Theodosius I tarafından inşaa edildiği sanılan suyolu, İstanbul'un dördüncü büyük suyoludur.
Kuruluşu İ.Ö. 800'lere kadar uzanan Roma İmparatorluğu, İ.S. 395'te Batı ve Doğu Roma olarak ikiye ayrılırken İmparatorluğun doğu kanadı XIX. yy tarihçilerinin Bizans olarak adlandırdıkları yeni bir mimari ve sanat anlayışına bürünmüş, kendilerine merkez olarak da yeni bir kenti Bizans / Konstantinopolis / İstanbul'u seçmiş, bu yeni başkent İ.S. VI. yy'dan sonra Antik Roma gelenekleri üzerine temellenen yeni ve farklı mimari biçimler sunmaya başlamıştır. Bu farklılıklar içerisinden kentin değişmeyen temel özelliklerinden birisi su ve su yapılarıdır.
Şehrin zamanla gelişmesi, nüfusunun artması su gereksiniminin artmasını da beraberinde getirmiş; önceleri kuyular, sarnıçlar ve şehir dışındaki su kaynaklarından sağlanan su, gereksinimi karşılayamaz hale gelince mevcut şebekelere ekler yapılarak suyolları, dağıtım şebekesi büyütülmüş, kimi zaman da yeni kaynaklardan şehre su getirilmiştir.
İstanbul'un Romalılar tarafından inşaa edilen suyollarına Bizans döneminde fazla ilave yapılmamış, V. Konstantinus Kopronymus (741-775), III. Romanos Argyros (1028-1034), I. Manuel Komnenos (1143-1180) tarafından yapılan onarımlarla yetinilmiştir. X. yy'a kadar düzgün bir su şebekesine sahip olan İstanbul'un Osmanlılar tarafından fethine kadar kuşatmalar, depremler ile su şebekesi kullanılamaz hale gelmiştir. Şehre su getiren suyolları, kuşatmalar ve depremler sonucu tahrip olmaya başlayınca Bizanslılar, daha ucuz ve güvenli bir sistem olan sarnıçlardan şehrin su gereksinimini sağlamayı tercih etmiş, Roma suyollarının büyük maliyet gerektiren onarımı yerine şehrin su gereksinimini surların dışından bağımsız hale getirmek için Roma döneminden beri var olan sarnıçları çoğaltmışlardır.
Tarihi yarımadanın değişik bölgelerinde ve sur dışında değişik boyutlarda örnekleri bulunan bu büyük su toplama ve dağıtım merkezlerinden kapalı olanlar şehrin ve büyük binaların su ihtiyacını karşılarken aynı zamanda engebeli bir arazi yapısı olan İstanbul'da üstlerinde yükselen binalara da yüksek ve düzgün bir platform oluşturuyorlardı.
Tamara Talbot Rice V. yy'dan önceki İstanbul / Konstantinopolis Evleri'ni tanımlarken, Roma Ostia yakınlarındaki zengin evlerine benzeyen avlulu Konstantinopolis Evleri'nin avlusunda ev halkının su gereksinimini karşıladığı bir kuyu ya da sarnıç olduğunu belirtmektedir.
Roma döneminden beri var olduğu anlaşılan sarnıçlar, büyük bir olasılıkla , Roma dönemi suyollarının daha önce de söz edildiği gibi çeşitli nedenlerle tahrip olmasından sonra kuşatmalar sırasında daha güvenli bir su sağlama sistemi olduğu için Bizanslılar tarafından yaygın biçimde kullanılmıştır. Özellikle IX. yy'dan sonra şehrin su gereksinimi eski suyollarına eklenen küçük isale / su şebekeleri ile su toplama hazneleri / sarnıçlardan sağlanmıştır.
VI. yy'da İmparator Justinianus, kente büyük sarnıçlar yaptırırken İmparator Hadrianus tarafından yaptırılan ve kentteki nympheumlar ile Büyük Saray'a su sağlayan Hadrianus Suyolu'na da tamir ettirmiştir.
İstanbul'un Roma ve Bizans dönemlerinde inşaa edilen su tesislerinden biri de ayazmalardır. Halkın su ihtiyacını karşılamak amacına hizmet etmeyen, yalnızca kutsal kabul edilen şifalı su kaynakları üzerine inşaa edilen bina anlamına gelen ayazmalar, halkın su gereksinimini karşılayan şehir suyu şebekesi içinde yer almazlardı.
Theodosius ve Justinianus Kanunları'nda yer alan su ile ilgili maddelerden İstanbul'un bu dönemlerde dışarıdan gelen su ile beslendiği anlaşılmakta, Justinianus Kanunları'nın 870-878 yıllarına ait redaksiyonunda (Prokhiron) bulunan suyollarının kullanılması konusundaki sert düzenlemeler açık ve kapalı kanalların temizliği ve bakımı ile ilgili özel hükümler ise şehrin su şebekesine verilen önemi göstermektedir.
Daha önce de söz edildiği gibi İstanbul'un Roma döneminde yapılan suyolları zaman, doğa şartları ve kuşatmalara bağlı olarak oldukça tahrip olmuş, özellikle 1204'teki Latin İstilası'ndan sonra neredeyse kullanılamayacak duruma gelen suyollarına, İstanbul Osmanlılar'ın eline geçtiğinde önemli onarım ve ilaveler yapılmıştır.

OSMANLI DÖNEMİNDE, İSTANBUL'DA SU TESİSLERİ VE OSMANLI SU TEŞKİLATI

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'un Fethi'nden sonraki günlerde oldukça kötü durumdaki mevcut suyollarının acele tamirini emretmiş, ayrıca Fatih suyolları, Turunçlu Suyolları, Şadırvan Suyolları, Mahmutpaşa Suyolları'nı inşa ettirmiştir. Geç Roma döneminden beri mevcut olduğu bilinen Kırkçeşme Tesisleri de bu arada onarılarak yenilenmiştir.
İstanbul'un tarih boyunca önemli sorunlarından biri olan, kentin büyümesine ve nüfus artışına bağlı olarak sürekli gündeme gelen su sorununun çözümü için, Osmanlılar değişik dönemlerde İstanbul'un var olan suyollarına ekler yapmış, İstanbul'un su sorunu köklü biçimde Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan tesislerle çözülmüştür. Osmanlılar'ın su tesislerinin yapımına kendilerinden önceki uygarlıklarda olduğu gibi büyük önem verdiğini Fatih döneminde ayrı bir Su Nezareti / Su Bakanlığı kurmalarından anlamak olasıdır.
Fatih'ten sonra oğlu Sultan II. Beyazid dönemi (1481-1512)'nde Bayezid suyolları olarak anılan suyolları, Yavuz Sultan Selim dönemi (1512-1520)'nde de çeşitli su tesisleri yapılmış olmasına karşın XVI. yy'a gelindiğinde İstanbul'un en önemli sorunlarından biri yine şehrin gereksinimini karşılayacak yeterli su olmayışıdır. Su sorununun çözümü için Kanuni Sultan Süleyman, Hassa Başmimari Mimar Sinan'ı görevlendirmiştir. Büyük bir olasılıkla dönemin Su Nazırı Hasan Ağa ile birlikte çalışan Mimar Sinan, Roma-Bizans döneminde ve fethinden sonra yapılmış olan suyollarını incelemiş, yeni kaynaklar araştırmıştır. 1554 yılında Kırkçeşme Tesisleri'nin inşaatına başlanmış, 1560'da bitirilmiştir. Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi H. 1815 numarada İstanbul'un Osmanlılar'ın eline geçişinden beri yapılan en kapsamlı su tesisi olan Kırkçeşme Tesisleri'ni gösteren tarihsiz bir kroki bulunmaktadır. 1620'den önce yapıldığı sanılan bu krokide, Kırkçeşme Tesisleri'nin Kovuk / Kırık Kemer, Uzun Kemer, Başhavuz, Cebeciköy Kemerleri'ne ait boyutlar ile su tesisi hakkında çeşitli bilgiler bulunmaktadır.
İstanbul'un Osmanlı dönemine ait, bir kısmı günümüzde de kullanılan su isale sistemleri 4 bölüme ayrılmaktadır:
1. Halkalı Suları / Cevâmi-i Şerife Suları (Birbirinden bağımsız 16 ayrı isaleden oluşan ve şehre kuzeybatıdan gelen bu hattın bir kısmı büyük bir olasılıkla Roma dönemine aittir.)
2. Kırkçeşme Suları (1554-1564)
3. Taksim Suları (1731-1839)
4. Diğer isaleler, Hamidiye, Kayışdağı Suları (1904-?).
Osmanlılar döneminde İstanbul şehrine hizmet eden bu suyolu hatları, seçilen kaynaklar ve oluşturulan bendlerden sukemerleri yardımı ile önce maslaklara, sonra sırası ile maksemlere suterazilerine ulaşırdı. Bu yolculuk kimi zaman mahalle çeşmelerinde kimi zaman da binalar ve bu binaların içinde yer alan özel çeşmelerde son bulunurdu. Suyun bu yolculuğunda çeşmelere gelene kadar izlediği yol boyunca yer alan Osmanlı su yapıları ve tesisleri şunlardır.
Bendler
Bend adı verilen açık su depoları, kaynak ve yağmur sularını toplamak için iki dağ yamacı arasına yapılın büyük kâgir duvarlardır. Gövde / Bend Duvarı, Açık Savak / Bendin yan taraflarında taşan suların akıp gitmesini sağlayan düzenek, Su Haznesi / Musluk Haznesi gibi bölümlerden oluşan Osmanlı dönemi İstanbul bendleri düz duvarlı (Karanlık Bend, Büyük Bend, Kirazlı Bend), dirsek duvarlı (Topuzlu Bend, Ayvat Bendi, Valide Bendi) ve kavis duvarlı (Yeni Bend) olmak üzere üç farklı tipte yapılmışlardır.
Sukemerleri

Roma döneminden beri şehre su getirmek için kullanılan bir sistem olan, suyun seviyesini kaybetmeden iki yüksek arazi arasındaki dere ve vadiden karşıya geçirmek ve aynı yükseklikte bir noktaya akıtabilmek için köprü şeklinde ayaklı kemerler üstüne yapılan suyollarıdır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde; İstanbul'a Belgrad Ormanları'ndan su getiren, kullanılamaz durumdaki eski Roma suyolu Mimar Sinan tarafından ekler ve katma sularla yeniden yapılandırılarak Kırkçeşme Tesisleri adını almıştır. Osmanlı dönemi İstanbulu'nun en önemli su tesislerinden biri olan bu tesis için Kovukkemer, Paşa Kemeri, Uzunkemer, Mağlova Kemeri, Güzelce Kemer gibi kimi anıtsal ölçekte 33 tane sukemeri yapılmıştır.

Havuzlar

Gelen suları toplayıp tasfiye eden ve ana galeriye sevk eden, çapları 2m ile 30 m arasında değişen, genellikle daire planlı, 2-20 m derinliğinde tek veya çift gözlü tesislerdir. Çift katlı örnekleri de vardır.

Maslaklar

Havuzlardan şehre giden ana galerilerin kollara ayrıldığı uygun noktalarda inşa edilen küçük hücrelerdir. Maksemler gibi lüleli taksim sandığı ile donatılmış olup, akan su miktarını tayin ve tesbite yararlardı. Kimi kaynaklarda taksim / maksemlerle karıştırılan maslakların özellikle şehir dışında olmalarıdır.

Maksemler

Şehre gelen suları şehir içindeki çeşme ve binalara dağıtmak için, su miktarını belirleyen lülelerden savak denilen tevzi / dağıtım teknelerine akıtan düzeneğe sahip, üstü kubbe veya tanoz ile örtülü bir binadan oluşan su hazneleridir. Yer üstünde (Taksim, Eyüp, Harbiye maksemleri gibi) ve yer altında (Hacı Osman Bayırı Maksemi gibi) olmak üzere iki tipte inşa edilmişlerdir.

Su Terazileri

Suların kaynağından gelirken yolda kaybettiği basıncı tekrar kazındırarak yüksek rakımlı mahallelere aynı basınçla dağıtan, 3-10 m yükseklikte kulelerdir. Aynı seviyeli yerlere su dağıtan bir çeşit maslak düzenindedirler.

Tersip / Çökertme Havuzları

Şehre gelen suların makseme gelmeden önce temizlenip dinlendirilmesi için yapılmış, birbirine geçen havuzlardan oluşan su tesisleridir. Su, bu havuzlarda dinlendirildikten sonra makseme gelerek taksim olunur.
Osmanlılar'da su ölçme sistemi de her çeşmeye giden suların belirlenmesi açısından önemliydi. Kaynaklarını vakıf suları (hayır için halkın kullanımına bağışlanmış sular), mülk suları(Sultan tarafından temlikname ile kullanımı şahsa bağışlanmış sular), miri sular / hassa suları / devlet suları gibi değişik statüdeki sulardan alan çeşmelere, belirlenen miktarda su verilmesine dikkat edilir, su ölçme işi lülelerle yapılırdı. Geniş ve uzun dikdörtgen şeklinde taştan bir sandığın üzerine savaklar-su toplama tekneleri düzenlenir, eksenleri su seviyesinden 96 mm aşağıda olan değişik çaplı kısa pirinç borular sandığın bir kenarına dik olarak yerleştirilir, iç yüzeyleri sandığın iç yüzü ile aynı olur borular iç çaplarına ve debilerine göra lüle, kamış, masura, çuvaldız, hilal gibi adlar alırlardı. En çok kullanılan ölçü birimi lüle; yuvarlak küre şeklinde, otuz dirhem (yaklaşık 96,50 gr) ağırlığındaki bir kurşunun içinden geçebileceği kadar bir delikten akan su miktarı olarak tanımlanmıştır.
Osmanlı su teşkilatı, daha öncede söz edildiği gibi Fatih döneminde kurulan, Su Nezareti'ne bağlı olarak; su nâzırı, suyolcuları, keşif memurları, korucular, çavuşlar, bend muhafızları, neccarlar, löküncüler ve şehir sakalarından oluşuyordu. Su Nezareti'nin başında bulunan Su Nâzırı öncelikle padişahın ve sarayın suyunu sağlardı. Ayrıca suların mahallelerden camilere, hamamlara, mahalle çeşmelerine düzenli akışının sağlanması, su tesisatının korunması ve bakımından sorumlu suyolcularına nezâret etmek, su sağlanması konularında mimarbaşı ile birlikte çalışmak Su Nâzırı'nın görevleri arasında idi. Su Nezâreti'nin temelini oluşturan Suyolcuları / Suyolcu Esnafı, suyolları ile maslakların tamiri, suların düzenli şekilde akması işleri ile ilgilenerek, su gelen ev, hamam vb yerlerden aylık onarım ücreti alırlardı. Suyolcuların çeşitli semtlerde koğuşları vardı. Sürekli burada bulunurlar ve nöbet tutarlar, herhangi bir aksaklıkta gerekli onarımı yaparlardı. Su Neareti'nde çalışan Neccarlar / dülgerler su tesislerinin marangozluk işlerini yapar, Löküncüler ise su künklerinin birleştiği ağızlardan su sızmaması için kireçle zeytinyağının karıştırılarak dövülmesinden elde edilen macunu kullanarak künklerin yalıtımını sağlardı.
Kelime anlamı olarak, Arapça kök ismi mübalağa yapılarak türetilmiş su veren, su taşıyan kişi anlamına gelen sakalar ise özellikle su şebekelerinin evler kadar ulaşamadığı dönemde ihtiyaç sahiplerine su taşıyan esnaf örgütü idi. Ayrıca Ayasofya'nın Şekerci kapısı karşısındaki Sakalar Çeşmesi'nin yanında koğuşları bulunan (Koçu 1958: 42) saraya bağlı sakalar, Yeniçeri sakaları vardı.
Şehir sakaları, atlı sakalar ve veya / arka sakaları olmak üzere ikiye ayrılırdı. Atlı sakalar atlarının yan taraflarında içine su doldurdukları saka meşki denilen deriden tulumları taşırlardı. Bu su kulumlarına kırba adı verilir ve ağızları meşin bir bağ ile bağlanırdı. Yaya sakaların ise 45-50 litre su alan kırbalarından başka necef tas ve kaseleri de bulunurdu. Her evin giriş kapısı yanında saka deliği diye adlandırılan taştan küçük tekneciler olurdu. Sakalar getirdiği suyu evin içine girmeden bu teknelere boşaltırlardı. Su bu tekneciğe bağlı borudan avludaki veya ev içindeki küplere dolardı. Su gereksinimi oldukça en büyük küplerden maşrapalar ile kullanılırdı. Kimi evlerde abdesthane ya da sofalara yapılan çeşmelerin duvara gömülü çömlek biçiminde küçük haznelerine yine aynı sitemle su doldurulur, oradan da bir boru ile musluğu su verilirdi.
Sakaların hangi çeşmelerden su alabilecekleri belli bir sisteme bağlıydı. Her çeşmeden su alacak saka belli olur, sayıları değişmez, ancak bir saka bu işten vazgeçerse, yeni bir saka onun yerine geçebilirdi. Çeşme vakfedenler eğer sakaların kendi çeşmelerinden su alıp satmalarını istemiyorlarsa, bunu çeşme vakfiyesinde veya kitabesinde belirtirlerdi. Sakaların devamlı su aldıkları çeşmeler ise saka çeşmesi olarak adlandırılırdı. Sakaların yanı sıra Osmanlı su teşkilatına sistemli bir şekilde dahil olmayan, yalnızca sevap kazanmak amacıyla atlı veya yaya olarak su dağıtan dervişler de bulunmakta idi.

İSTANBUL ÇEŞMELERİ

İstanbul'da hüküm süren hemen hemen her sultan, sadrazam, valide sultan ve diğer ileri gelenler Osmanlı kültüründe, sosyal yaşantısında ve mimarisinde önemli yer tutan; döneminin ekonomik, sosyal ve siyasi gücünün göstergesi birçok çeşme yaptırmışlardır.
Yaptırılış amaçlarına göre Vakıf Suları, Mülk Suları, Hassa Suları / Miri Sular gibi değişik adlar altında sınıflanan sulardan kaynaklarını alan bu çeşmeler kimi zaman kamuya açık kent mekânlarını biçimlendiren Osmanlı külliyelerinin bir parçası, kimi zaman da oda çeşmeleri gibi özel mekânları süsleyen, anlamlandıran döneminin mimari zevkini ve özelliklerini yansıtan birer gösterge olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Günümüze ulaşan kimi belgelerden Osmanlı yönetiminin, özellikle XVI. yy'da genellikle evlere su vermek yerine, mahalle çeşmelerine su götürmeyi yeğlediği anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım kendine özgü içedönük mahallelerin, cumbalı,ahşap evleri, çıkmazları, organik sokakları kadar çeşmelerinde mahalleyi biçimlendiren vazgeçilmez elemanlar olmasına neden olmuştur. İnsan ölçeğine uygun organik sokakların açıldığı "cami meydanı, kıraathane-çınar altı üçgeninin tamamlayıcı öğesi çeşme başları" diğer kentlerde olduğu gibi dönemin İstanbul'unda da birer küçük sosyal iletişim mekânıdır.

Hiçbir devirde suyu bol bir şehir olmayan İstanbul'un,XVI. ve daha sonraki yüzyıllarda su tesislerinin yenilenmesi ve geliştirilmesi ile bu anlayış değişmiş, evlere kadar su götürülmesi benimsenmiştir. Büyük konak ve yalılarda özel künklere sultanın izniyle getirilen mülk suları dışında halkın büyük çoğunluğu tüm su gereksinimini evinin bahçesindeki dolap, su kuyusu gibi yeraltı sularından, sarnıç gibi toplama suyundan ya da mahalle çeşmesinden taşınan sudan bağlardı. İstanbul halkının temel gereksinimlerinden en önemlisini karşılayan çeşmeler, mahallelinin kullanımına ve sakalara ait olmak üzere iki grupta toplanıyordu. Özellikle at sakalarının mahalle çeşmelerinden su almaları yasaklanmasına rağmen, kimi zaman bu yasağa uyulmadığından, kimi zaman da atlı sakalarla arkalıkla su taşıyan sakaların aynı çeşmeden su almaları yüzünden sık sık anlaşmazlıkların çıktığı belgelerden anlaşılmaktadır. Bu yüzden kimi çeşme kitabelerinde çeşmeyi yaptıran tarafından sakaların çeşmeden su alamayacakları belirtilmiştir. İstanbul halkının su gereksinimini karşılayan çeşmeler, kaynakları açısından ikiye ayrıılr.

1) Şahısların bulduğu veya sahibi olduğu, özel kaynaklardan (Vakıf Suları, Mülk Suları) yararlanan çeşmeler
2) Belgelerde Hassa Suları veya Miri Sular olarak anılan, yapım giderlerini devletin üstlendiği şehir şebekesinden yararlanan çeşmeler


Yüzyıllara göre yapı malzemesi, biçim ve üslup açısından değişimler gösteren çeşmelerin ana şeması;
  • Suyun depo edildiği, erken dönemlerde çeşme mimarisini etkileyen hazne (Kadırga Esma Sultan, Yeşilköy Abdülmecid Han çeşmelerinde olduğu gibi kimi örneklerde bu kısmın üzeri namazgâh olarak kullanılmıştır),
  • Üzerinde daima akan (salma) veya kesilebilen (burma) muslukların yer aldığı, genellikle ait olduğu dönemin mimari modasına uygun süslemelerle bezeli ve çoğunlukla kemerli bir niş içinde bulunan musluk taşı-ayna taşı
  • · Musluk-ayna taşı üzerinde çeşmeyi yaptıran hayırseverin, kimi zaman suyun cinsinin, çeşmenin yapılış tarihinin belirtildiği kitabe,
  • · Musluktan akan suların toplanıp aktığı çukur tekne-kurna ve teknenin iki tarafında bekleme şekillerinden oluşmaktadır.
Bu bölümler yüzyıllara göre değişen mimari modalar, şehircilik anlayışı ve beğenilere göre değişim göstermişlerdir. Kimi zaman sütun biçiminde (Çengelköy Ahmed Ağa Çeşmesi, 1854) başka devirlerde görülmeyen çeşmeler yapılırken kimi zaman bir yapı cephesi gibi tasarlanmış, kent siluetine katkıda bulunan çeşmeler (Yıldız Bezmiâlem Valide Sultan çeşmeleri) tasarlanmıştır. Osmanlı mimarlığında Batılı etkilerin görülmesi ile birlikte; ticari ve sosyal hayatın yoğun olduğu, şehircilik açısından önemli vista noktaları oluşturan, çoğunlukla külliyelerin yanında oluşmuş / oluşturulmuş meydanlara ya da tören alanı olarak önemi bulunan meydanlara / alanlara yapılmış; Batılı mimari modalara göre düzenlenmiş cepheleri Batılı benzerleri ile yarışan, Osmanlı mimarlığının çağdaşlığının dolayısı ile gücünün mimari alandaki göstergesi (Topkapı Sarayı bâb-ı Hümayun önündeki ve Üsküdar'daki III. Ahmed Çeşmeleri, Tophane II. Mahmud Çeşmesi, Maçka Bezmiâlem Valide Sultan Çeşmesi), kimi zaman da kenti oluşturan yapı toplulukları / külliyelerin birer parçası olarak, cephelere zenginlik katan İstanbul çeşmeleri Osmanlı mimarlık tarihindeki yerlerini almışlardır.

İstanbul çeşmelerinin yüzyıllar içindeki malzeme, biçim ve üslup değişimlerine koşut olarak yukarıda sözü edilen bölümlerindeki değişiminin temel özelliği; XV.- XVI. - XVII. yy'larda klasik kemer içinde sade bir ayna / musluk taşı, kitabe, tekne-sekileri ve su haznesinden oluşan cephe tasarımının XVIII. yy'da yerini, çeşitli dekoratif kemerlerin içinde güller, vazoda çiçekler, tabakta meyvelerle bezenmiş, Barok biçime uygun, istiridye kabuğu biçimindeki kemer içi süslemelere sahip, kitabe yeri cephe içinde bir bölüm oluşturan, kimi zaman üzerinde Barok üsluba uygun gölgelikler bulunan cephe tasarımına bırakmasıdır. XVIII. yy'la birlikte çeşme mimarisinde görülen diğer değişmeler; ilk örneklerine XVII. yy'da (Hatice Turhan Valide Sultan Çeşmesi ve Sebili, 1663) rastlanan sebil ve çeşmelerin birlikte tasarlandığı düzenlemelerin artması, bağımsız birer yapı olarak küçük köşk şeklindeki anıtsal meydan çeşmeleri (Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önünde III. Ahmed Çeşmesi vb)nin yapılmaya başlanmasıdır. XIX. yy'a gelindiğinde ise teknolojik gelişmeler sonucu çeşmelerin su haznesi gibi artık gerekli olmayan bölümlerinin bulunmadığı örnekler ve şehir siluetine katkıda bulunan, yapı cephesi gibi tasarlanmış örnekler görülmeye başlamıştır.
Erken devirlerde lülesinin devamlı su akan salma lüleli çeşmeler çoğunlukta iken, Kanuni döneminde Kırkçeşme Tesisleri'nin yapımı sırasında burma lülelerin yani muslukların konulması ile sokaklar çamurdan kurtarılmış ve suların ziyan olması engellenmiştir.
Yüzyıl başından beri çeşitli kaynaklarda farklı olarak sınıflandırılan İstanbul çeşmeleri bulundukları yerler ve yapılış amaçlarına göre değişiklikler göstermektedir. Kimi zaman Sürre-i Hümayun / Sürre Alayı'nın, ordunun ve kervanların durak noktalarına göre Ayrılık Çeşmesi (Sürre-i Hümayun'la hacca gidenleri, sefere çıkan orduyu veya kervanlarla kentten ayrılanı yakınları buraya kadar uğurlayıp bu noktadan ayrıldıkları için), Selâmi Çeşme (kentten ayrılanların / kente girenlerin durakladığı ve kenti selamladığı / selametlendiği ilk / son durak noktası olduğu için), kimi zaman bulunduğu bölgenin özelliğine göre Bostancı Çeşmesi (kente giriş ve çıkışları kontrol eden Bostancıbaşı'nın bulunduğu noktada olduğu için) kimi zaman da iki veya daha çok yüzünden su aktığı için biçimine göre Çatalçeşme gibi isimler alan Osmanlı dönemi İstanbul çeşmeleri, bu çalışmada bulundukları yerler ve yapılış amaçlarına göre aşağıdaki gibi gruplandırılmıştır.

Duvar Çeşmeleri

Cephesi bir yapı / avlu duvarı üzerinde bulunan çeşmelerdir. Bu çeşmelerin varsa hazneleri duvarın yüzünde yer alır. Tek yüzlü çeşmeler ya da cephe çeşmeleri olarak da adlandırılır XV. yy'dan XX. yy başına kadar çeşitli üsluplarda yapılmış örnekleri bulunmaktadır.

Köşe Çeşmeleri

Yapı / sokak köşelerinde yer alırlar. Erken dönemlerde çoğunlukla tek yüzlü daha sonraki dönemlerde iki ve üç yüzlü örnekleri bulunmaktadır. Kimi örneklerde iki sokağın kesiştiği köşe kırılmaya karşı belli bir yüksekliğe kadar pahlanmıştır (çalköşe). Duvar çeşmeleri gibi XV. yy'dan XX. yy'a yaygın biçimde kullanılan çeşme tipidir.

Meydan Çeşmeleri

Bağımsız bir yapı olarak önemli meydanlara ve tören alanlarına yapılan çeşmelerdir. XVIII. yy'dan itibaren Osmanlı mimarlığında görülmeye başlayan, aynı zamanda Osmanlı mimarlığında Batılılaşma olarak adlandırılan dönemin ilk temsilcileri sayılabilecek bu çeşmeler, genellikle dört yüzlü olarak tasarlanmışlardır. Kimi örnekler III. Ahmed'in Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önüne yaptırdığı anıtsal çevrede (1728) olduğu gibi köşelerde sebillerle zenginleştirilerek birer su köşkü şeklinde inşa edilmişlerdir. Tek (Boyacıköy, II. Mahmud Çeşmesi - 1837) ve iki yüzlü (Kabataş, Hekimoğlu Ali Paşa Meydan Çeşmesi - 1732; Azapkapı, Saliha Sultan Çeşmesi - 1732) örnekleri de bulunmaktadır.

Sebillerle Birlikte Tasarlanan Çeşmeler

Kaynaklarda gelip geçenlere su, şerbet, meyve suyu dağıtılan yapılar olarak tanımlanan sebillerin İstanbul'da bilinen en erken örneği 1496 tarihli Efdalzade Sebili'dir.
Sebil-çeşme kompozisyonunun ise İstanbul'da bilinen, günümüze ulaşabilmiş en eski örneği XVII. yy'a ait 1663 tarihli Hatice Turhan Valide Sultan Sebil ve Çeşmesi'dir. XVIII. yy'da bu tipin çok rağbet görmesi kimi araştırmacıların bu tipi XVIII. yy özelliği olarak yorumlamasına neden olmuştur.
Günümüze ulaşılabilmiş en erken örneğin XVII. yy'a ait olması bu tipin XVII. yy'da ortaya çıktığını kesin olarak göstermekteyse de, Hatice Turhan Valide Sultan örneğinin günümüze ulaşabilmiş tek örnek olması, bu tipin XVII. yy'da ne derece yaygın olduğu konusuna açıklık getirebilmeyi güçleştirmektedir.
XVII. yy'dan itibaren Osmanlı mimarlığında görülmeye başlayan, sebillerle birlikte tasarlanan çeşmelerin genel karakteristiği; sebili mimari kompozisyon olarak tamamlayan, sebilin iki (Hamidiye Sebili 1777, Koca Ragıp Paşa Sebili 1762) ya da tek yanında (Hatice Turhan Valide Sultan Sebili 1663, Sadeddin Efendi Sebili 1741, Damad İbrahim Paşa Sebili 1719) yer alan, sebille aynı tasarım özelliklerini taşıyan, çoğunlukla külliyenin ana giriş kapısı (Hasan Paşa Sebili 1745, Ahmediye Sebili 1721), ya da önemli sokaklara bakan köşeleri (Beşir Ağa Sebili 1745) gibi önemli kısımlarını vurgulayan, zenginleştiren, kent siluetine katkıda bulunan bağımsız anıtsal bir mimari kompozisyon oluşturmalarıdır.
XVIII. yy'la birlikte ortaya çıkan anıtsal meydan çeşmesi örneklerinde de sebillerin çeşme tasarımını zenginleştiren bir öğe olarak kullandıkları görülmektedir (Topkapı Sarayı Bâb-ı Hümayun önündeki III. Ahmed Meydan Çeşmesi 1728, Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi 1732).

Namazgâh Çeşmeleri

Genellikle kervanların konakladığı şehirlerarası menzil noktalarında, şehrin çevresindeki mesire yerlerinde bulunan namazgâhların yanında abdest almak, su içmek ve hayvanları sulamak için yapılan çeşmelerdir. Günümüze ulaşabilmiş altı su deposu ve çeşme, üstü namazgâh olan özel örnekleri de (Kadırga Esma Sultan Namazgâhlı Çeşmesi, Yeşilköy Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı-Abdülmecid Han Çeşmesi, Edirnekapı-Rami arasında Topçular'da Sadrazam Mehmed Paşa Çeşmesi) bulunan namazgâh çeşmeleri ve mimarileri ile ilgili ayrıntılı çok fazla bilgi ve belge olmamasına karşın, İstanbul'a ait suyolu haritaları ve gravürlerden İstanbul'a ait suyolu haritaları ve gravürlerden İstanbul'dan Gebze ve Edirne yönlerine uzanan menzil noktaları üzerinde yer alan namazgâh çeşmelerinin, insanları yağmur, kar ve güneşten koruyacak genişçe bir saçağa sahip, yalaklı şehiriçi çeşmeleri ile benzer mimari özelliklere sahip çeşmeler olduğu anlaşılmaktadır.
Namazgâh sofası / sofrası ile çeşmenin (Anadoluhisarı Çeşmesi XVII. yy. Kadırga Esma Sultan Çeşmesi 1779) ya da namazgâhın mihrabı ile çeşmenin birleştirildiği örnekleri (sur dışında, Edirnekapı Topkapı yolu kenarında Sulukule Kapısı karşısında Vezir Mehmed Paşa Çeşmesi 1589), bulunan İstanbul'un Namazgâh Çeşmeleri'nin çoğu günümüze ulaşamamıştır. Bilinenler; Edirne yönünde Atmeydanı Üçler Mevkisi Namazgâh Çeşmesi (1516), Bayrampaşa Çeşmebaşı Namazgâhı, Edirnekapı-Topkapı yolu kenarında Sulukule Kapısı karşısında Vezir Mehmed Paşa Namazgâh Çeşmesi (1589), Edirnekapı-Rami arasında Topçular'da Sadrazam Mehmed Paşa Namazgâh Çeşmesi (1617), Okmeydanı Namazgâh Çeşmesi, Maçka Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı yanındaki çeşme (1839), Yeşilköy Bezmiâlem Valide Sultan Namazgâhı-Sultan Abdülmecid Han Çeşmesi (1842), Gebze yönünde Suadiye Çatal Çeşme (1550), Anadoluhisarı Toplarönü Namazgâh Çeşmesi (XVII.yy), Beykoz Sultaniye Çayırı'nda Mehmed Bey Namazgâh Çeşmesi (1765); Haydarpaşa Ahmed Ağa Çeşmesi / Ayrılık Çeşmesi (1741), Kadıköy Selâmi Çeşme (1800), Bostancı Sultan II: Mahmud Han Namazgâh Çeşmesi (1831), Dudullu Adile Sultan Çeşmesi (1730-1891)'dir.
İstanbul'un özellikle Anadolu yakasındaki menzil noktalarına inşa edilen çeşmelerinin büyük bir bölümü yakın zamana kadar ayakta ve özgün konumlarında iken şehrin bu yöndeki gelişmesi süresince gerçekleştirilen imar faaliyetleri sırasında namazgâhları kaybolmuş, çeşmeler de Bostancı, II. Mahmud Han Çeşmesi; Haydarpaşa Ahmed Ağa Çeşmesi / Ayrılık Çeşmesi, Selâmi Çeşme örneklerinde olduğu gibi etrafını saran yapılar arasında sıkışıp kalmışlardır.

Oda Çeşmeleri

Saray, konak ve yalılarda temizlik, abdest almak, suyun huzur verici ve seslerin duyulmasını engelleyici özelliğinden yararlanmak için yapılan oda çeşmeleri, aynı zamanda devrinin mimari beğenisini yansıtan biçem ve formları ile iç mekânları zenginleştiren birer estetik mimari eleman olarak Osmanlı Çeşme Mimarlığı'ndaki yerlerini almışlardır.Miri Sular / Hassa Suları ve Mülk Suları'ndan beslenen oda çeşmeleri XV. yy'dan itibaren oda, sofa gibi değişik iç mekanlarda kullanılmıştır.

Sütun Çeşmeler

Osmanlı mimarlığında XVIII. yy'dan itibaren kentin cami avlusu, iskele meydanı gibi değişik noktalarında görülmeye başlanan özel bir çeşme tipi de Sütun Çeşmeler'dir. İlk örneği Kocamustafapaşa Camisi avlusundaki Hacı Beşir Ağa Çeşmesi (1737) olan sütun biçimindeki bu çeşmelerin üstlerinde devrin mimari beğenisini yansıtan, kimi örneklerde düz, kimi örneklerde stilize lahana biçiminde küresel bitimler bulunmaktadır, (Çengelköy Lahana Çeşmesi). Sütun çeşmeler aynı zamanda teknolojinin gelişmesi ile birlikte depo biçiminde büyük su haznelerine gerek kalmadığının yeni borular ve yeni sistemler sayesinde şehir şebeke suyunun çeşmeden doğrudan akıtılabildiğinin göstergesidir. Çoğunlukla XIX. yy'a tarihlenen bu çeşmeler büyük olasılıkla dönemin İstanbul'unu Avrupa kentlerine benzetme ideolojisi içinde önemli alan ve yapıları vurgulayan birer anıt heykel olarak tasarlanmış, XVIII. yy'ın aynı amaçla tasarlanmış farklı beğenileri yansıtan, dört yüzlü meydan çeşmelerinin rolünü üstlenmiş olmalarıdır. Günümüze ulaşabilen örneklerin büyük çoğunluğunun XIX. yy'a ait (Tarabya II. Mahmud Çeşmesi 1831, Kavacık Çeşmesi 1837) olması bu tipin XIX. yy'da yaygın olduğunu düşündürmektedir.

Selsebiller

Osmanlı yapılarının içinde, köşk / yalı bahçelerinde bir tür çeşme olarak tanımlanabilecek, mermerden büyük bir taş (Zank Taşı) üzerinde değişik kotlarda tas şeklinde düzenlenmiş küçük yalakların bulunduğu bu yalakların birinden diğerine dökülen suların aşağıdaki havuz veya kurnaya toplandığı dekoratif amaçlı yapılar selsebil olarak adlandırılmaktadır. Bu yapılar, su gereksinimin karşılanmasına yönelik yapılar olmayıp, Osmanlı Mimarlığı'nda mekânın zenginleştirilmesine katkıda bulunan mimari öğeler olarak kullanılmışlardır. İç mekânlarda tasarlananlar, oda çeşmeleri gibi suyun huzur verici ve seslerin duyulmasını engelleyici özelliğinden yararlanmanın yanı sıra, mekânı klimatize edici işleve de sahiptir. Köşk ve yalıların dış mekânlarında tasarlananlar ise, görsel ve diğer işlevsel özelliklerine ek olarak kuşların su gereksinimin karşılanmasına da hizmet etmektedirler.

Türküm Doğruyum Çalışkanım
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:21 Sebep: Resim Linkleri Yenilendi
ѕнσω мυѕт gσ ση ツ
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Eylül 2006       Mesaj #14
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Antik Şehirler

Alacahöyük


Alacahöyük, Çorum'un 45 km. güneyinde, Alaca İlçesi'nin 17 km. kuzeybatısında yer almakta olup, Boğazköy'e 34, Ankara'ya ise 210 km. uzaklıktaki Alacahöyük Köyü yerleşim alanı içerisindedir.





Höyük, bilim alemine ilk kez 1835 yılında W.C. Hamilton tarafından tanıtılmış olup, bu yıllardan itibaren höyük Orta Anadolu'yu ziyaret eden bilginlerin uğrak yeri olmuştur. 1861 yılında ise G. Perrot Anadolu gezisi sırasında höyüğe gelmiş ve kapının sağ ve solundaki dört köşe kulenin planı ile orthostatlardan birini açığa çıkarmışır. Perrot bu çalışmadan sonra bu kabartmaların hitit dönemine ait olduğunu da ilk olarak ileri süren kişi olmuştur.



Törensel Sembol
Tunç, Eski Tunç Çağı, M.Ö. 3. Binin ikinci yarısı,
Yüksekliği 34 cm. Anadolu Medeniyetleri Müzesi


Anadolu'nun tarihi coğrafyasında emeği büyük olan W. Ramsey de Wilson ile birlikte 1881 yılında höyüğü inceleyerek birkaç yeni kabartmayı daha önce bilinenlere eklemişlerdir. 1893 yılında ise E. Chantre Anadolu'ya geldiğinde ilk olarak höyüğe gelmiş ve o da sfenkslerin arasındaki dört köşe dehlizi ve onun gerisindeki ikinci kapıyı ve kapının sövelerini ortaya çıkarmıştır. Kabartmaların mülajını alan Chantre, kabartmaların konularına bakarak, Perrot gibi burasının bir saraydan ziyade mabet kapısı olabileceğini ileri sürmüştür. Sfenksli kapının güneyindeki aslanları da inceleyen Chantre bu kapılardan biri üzerinde yer alan yazının Frig yazısı olduğu görüşünü Ramsey'in yazısından sonra daha da kuvvetlendirmiştir.

Daha sonra 1906 yılından beri Boğazköy'de çalışan H. Winckler, Makridi Bey ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Halil Ethem Bey'in teklifi üzerine Höyük'te araştırma yapmaya karar vermişlerdir. 1907 yılında Makridi Bey sfenksli kapıda yaklaşık 15 gün süren bir çalışma yapmış, bu çalışma sonucunda kapı önünde birkaç yeni orthostat daha bulmuştur. Höyüğün birkaç yerinde sondaj çalışması yaptıktan sonra, höyüğün kuzey eteğindeki poterni (girişi) görerek bunu Boğazköy'deki poternle karşılaştırmıştır.

Höyük'te gerçek anlamda ilk sistemli kazılar, Cumhuriyet Döneminde Atatürk tarafından başlatılmıştır. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adına Hamit Zübeyr Koşay, Remzi Oğuz Arık ve Mahmut Akok gerçekleştirdiği ilk kazı çalışmaları 1983 yılına kadar sürdürülmüştür. Bu tarihten itibaren ara verilen kazılara 1997 yılında Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu tarafından tekrar başlanmıştır.



Törensel Sembol
Tunç, Eski Tunç Çağı, M.Ö. 3. Binyılın ikinci yarısı,
Yüksekliği 24 cm. Dövme ve dökme tekniğiyle yapılmıştır.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Yapılan araştırma ve kazılar sonucunda Alacahöyük'ün Kalkolitik Çağdan günümüze kadar kesintisiz olarak iskâna sahne olan höyükte 4 kültür katı tespit edilmiştir. Kalkolitik, Eski Tunç, Hitit ve Frig dönemlerini kapsayan bu katlar kendi aralarında 15 ayrı mimari tabakaya ayrılmaktadır. Buna göre;

Kalkolitik Çağ : M.Ö. 4000-3000 ana toprak üzerine 15-9 tabakada,
Eski Tunç Çağı : M.Ö. 3000-2000 8-5 tabakada,
Hitit Çağı : M.Ö. 1800-1200 4-2 tabakada,
Frig Çağı : M.Ö. 750'den itibaren 1. tabakada yer almaktadır.

Höyük'te Kalkolitik Dönemde gerçekleştirilen ilk iskân kuzey kısımları tepeciklerle korunan ve su seviyesinden yüksek bir konumda güneye bakan bir alan seçilerek gerçekleştirilmiş olup, bu yerleşme küçük bir köy durumundan ileriye gidememiştir. Bu dönemde mimari, taş temel ve ker***le örülen duvara dayanıyordu; çatı saz ve kamışla örtülerek, üzeri düz dam toprakla sıkıştırılıyordu.




Geyik Heykeli
Tunç, Eski Tunç Çağı, M.Ö. 3. Binyılın ikinci yarısı,
Yüksekliği 52.5 cm, Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Kalkolitik Dönemi takip eden ve 4 yapı katı ile temsil edilen Eski Tunç Çağı Alacahöyük'te 13 kral mezarı ile önem kazanmıştır. 5. ve 7. kata ait olduğu ileri sürülen mezarlar şehrin özel bir alanında yer almaktadır. Bunlar biçimleri bakımından Anadolu'nun ve hatta Önasya'nın eşsiz mezar örnekleri olarak nitelenebilir. Mezarlar yetişkin erkek ve kadınlara aittir. Bu mezarlara çocuk ve bebek gömülmemiştir. Ayrıca bu mezarlarda birden fazla gömüye de rastlanmamıştır. Orta Anadolu'daki diğer mezar tiplerinin aksine Alacahöyük'te hem mezarların hem de ölülerin istikametinde bir birlik vardır. Ölü hediyeleri Eski Tunç Çağında Ege ve Önasya'da bilinenlerin en zengini ve çeşitlisidir. Bunların arasında bugüne kadar benzerlerine diğer kültür bölgelerinde rastlanmayan güneş kursları, geyik ve boğa heykelleri, süs eşyaları, kama, kılıç, balta gibi savaş aletleri ile pişmiş toprak, taş, altın, gümüş, tunç, bakır ve elektrondan yapılmış eserler de vardır. Eski Tunç Çağında Alacahöyük'ün mimari sistemi, Anadolu'nun özgün yapı tekniğine dayanmaktadır; bu tekniğe göre yapılan taş temelli, ker*** duvarlı, düz tavanlı, sıvalı taban ve toprak çatılıdır.

Alacahöyük'ün şu an görülebilir kısmını oluşturan Hitit tabakaları üç yapı katından oluşmaktadır. Bu dönemde, 250 m. çapında daireye yakın şekildeki höyüğün kenarında bir savunma sistemi oluşturulmuş olup, savunma sistemi üzerinde şehre girişi sağlayan iki ana kapının varlığı tespit edilmiştir. Bunlardan biri güneydoğudaki sfenksli kapı, diğeri höyüğün batısındaki kapıdır.




Kadeh
Altın, Eski Tunç Çağı, M.Ö. 3. Binyılın ikinci yarısı,
Yüksekliği 13.9 cm, Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Höyük'te olası şehrin dinsel kapısını oluşturan güneydoğudaki sfenksli kapıda, iki sfenks yer almaktadır. İki metreden yüksek olan ve monolit taş lentoları üzerine yontulmuş olan sfenks protomlarında başlar dikkati çekmektedir. Dışarı taşkın şişkin gövdeli sfenksler ayrık ve kısa bacaklar üzerinde durmaktadır. Doğu tarafındaki sfenksin iç yüzünde pençelerinde tavşan taşıyan çift başlı kartal bulunmaktadır.

Sfenksli kapının doğu ve batısında yer alan kulelerin altında bulunan kabartmalar alçak kabartma tekniğiyle işlenmiş, ayrıntılar plastik olarak verilmiştir. Batı kulesi orthostatlarının hemen hemen hepsi tüm bir friz olarak izlenir. Bu kısımda altta kült-libasyon konularının ve üst sırada ise av sahnelerinin betimlendiği görülmektedir. Fırtına tanrısı onuruna kutlanan ve Hitit dini metinlerinden de bilinen bayram törenlerinde başrahip ve rahibesi olan kral ve kraliçe burada boğa karşısında dua pozisyonunda gösterilmiş, bunu izleyen kabartmalarda ise törenin diğer bölümleri betimlenmiştir. Doğu kulesindeki kabartmalarda oturan tanrıça önünde dua eden şahıslar yer almaktadır; bunlar kült törenlerinin devam ettiğini göstermektedirler



Gaga Ağızlı Kap
Altın, Eski Tunç Çağı, M.Ö. 3. Binyılın ikinci yarısı,
Yüksekliği 14.3 cm, Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Sfenksli kapıdan içeri girip, giriş kompleksini geçtikten sonra sağ tarafta "Mabet-Saray" olarak adlandırılan büyük bir Hitit yapısının temelleri görülmektedir. Bu yapı, çeşitli depo odaları ve diğer komplekslerden oluşmaktadır.




Çatalhöyük


Çatalhöyük, Konya'nın Çumra İlçesi sınırlarında olup, ilçenin 10 km. doğusunda yer almaktadır. Höyük, farklı yükseklikte iki tepe düzü olan bir tepe şeklindedir. Bu iki yükseltisi nedeniyle çatal sıfatını almıştır. Çatalhöyük 1958 yılında J. Mellaart tarafından keşfedilmiş, 1961-1963 ve 1965 yıllarında kazısı yapılmıştır. Yüksek tepenin batı yamacında yapılan araştırmalar neticesinde, 13 yapı katı açığa çıkarılmıştır. En erken yerleşim katı (1) ise M.Ö. 5500 yıllarına tarihlenmektedir. Stil kritiği yolu ile yapılan bu tarihleme, C 14 metodu ile de doğrulanmış bulunmaktadır. İlk yerleşme, ilk ev mimarisi ve ilk kutsal yapılara ait özgün buluntuları ile insanlık tarihine ışık tutan bir merkezdir.

Çatalhöyük'teki yerleşimin, yani şehirciliğin en iyi bilinen dönemi 7. ve 11. katlardadır. Dörtgen duvarlı evlerin duvarları birbirine bitişiktir. Ortak duvar yoktur, her evin kendi müstakil duvarı vardır. Evler ayrı ayrı planlanmış ve ihtiyaç duyulunca yanına başka bir ev yapılmıştır. Evlerin bitişik duvarları nedeniyle şehirde sokaklar mevcut değildir. Ulaşım düz damlar üzerinden olmaktadır. Şehri sınırlayan ve koruyan sur duvarları niteliğinde herhangi bir buluntuya rastlanmamıştır. Bina yapımında kullanılan malzeme ker***, ağaç ve kamıştır. Evlerin temel derinlikleri azdır. Duvarlar arasında ağaç dikmeler vardır. Bu dikmeler üzerine gelen kirişler düz tavanı taşımaktadır. Tavan üst örtüsü kamış üzerine sıkıştırılmış kil topraktır. Evler tek katlı olup, eve giriş damda açılan bir delikten merdivenle olmaktadır. Her ev bir oda ve bir depodan oluşur. Odaların içinde dörtgen ocaklar, duvarların ön kısımlarında taban döşemesinden yüksekliği 10-30 cm. arasında değişen sekiler ve duvar içinde dörtgen nişler bulunmaktadır. Duvarlar sıvalıdır, sıva üzeri beyaza boyandıktan sonra sarı, kırmızı ve siyah tonlarda resimler yapılmıştır. Kutsal odalar diğer odalara nazaran daha büyüktür. Bu evlerin içindeki duvar resimleri yanında ise orijinal boğa başı, koç başı ve geyik başlarının sıkıştırılmış kil ile konserve edilmiş trofeleri duvarlara aplike edilmiştir. Bunların yanında rölyef halinde insan figürleri ile hayvan figürleri de görünmektedir. Çatalhöyük'te duvar resimleri en erken 10. en geç 11. tabakada bulunmuştur. En güzel ve gelişmişleri ise 7. ve 5. tabakalara aittir. Bu resimler paleolitik insanın mağara duvarlarına yaptığı resimlerin bir gelenek olarak devamıdır. İnanç olarak avın bereketi için yapılan resimlerdir. Geç döneme doğru duvar resimlerinde ev sahnelerinin azaldığı ve kuş motifleri ile geometrik desenlerin ortaya çıktığı görülür.

Duvarlara resmedilmiş olan akbabalar tarafından parçalanan başsız insan figürlerinin ölü gömme adetleri ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Akbabalar tarafından et kısmı yenerek temizlenen kemikler toparlanarak hasırlardan yapılmış bir örtüye sarılır ve ev içindeki şekillerin altına gömülürdü. Şekiller altında yapılan araştırmalarda çok sayıda iskelet ortaya çıkarılmıştır. Ölü hediyesi olarak kemikten yapılmış aletler, renkli taşlar, kesici aletlerden taştan baltalar, deniz kabuğundan yapılmış boncuklar konmuştur. Çatalhöyük kazısında ele geçen heykelcikler bize ana tanrıça kültürünün (tapınma) başlangıcı ve zamanın inançları hakkında özgün bilgiler vermektedir. Pişmiş toprak ve taştan yapılmış bu heykelcikler 5 ila 15 cm. arasında değişen büyüklüktedir. Şişman, iri göğüslü, büyük kalçalı ve zaman zaman doğum yapar vaziyette tasvir edilmişlerdir. Bu özellikleri bolluk ve bereketi temsil etmeleri nedeniyledir. Çatalhöyük'te ele geçen alet ve malzemelerin hemen hepsi taş, pişmiş toprak, baltalar, sığ tabaklar, yüksek kabartma bereket tanrıçası motifleri ile süs eşyası olarak kullanılan bilezik ve kolyelerdir. Pişmiş topraktan iri taneli hamura sahip, çarksız siyah ve kiremit renkli kaplar ve çanaklar bulunmuştur. Ayrıca ana tanrıça ve mukaddes hayvan figürü de pişmiş topraktan yapılmıştır. Kemikten yapılmış kesici ve delici aletler ile obsidyenden yapılmış mızrak ve ok uçları Çatalhöyük'te kullanılan en önemli malzemelerdir.

Çatalhöyük'te 1996 yılına kadar kazı yapılmamış; bu yıldan itibaren İngiliz Arkeoloji Enstitüsü tarafından Ian Hodder başkanlığında kazılara devam edilmiştir. Kazı buluntuları Konya Arkeoloji Müzesi'ndedir. Bunların bir kısmı teşhir edilmiş, diğerleri ise depolarda koruma altına alınmış durumdadır.



Osmaniye-Karatepe Hitit Kalesi


Karatepe-Aslantaş; Adana (bugün Osmaniye) İli, Kadirli İlçesi sınırlarında M.Ö. 8. yüzyılda, yani Geç Hitit Çağında, kendisini Adana Ovası hükümdarı olarak tanıtan Asativatas tarafından, kuzeydeki vahşi kavimlere karşı bir sınır kalesi olarak kurulmuş, Asativadaya diye adlandırılmıştır. Kalenin batısında, güney ovalardan Orta Anadolu yaylasına geçit veren bir kervan yolu, doğusunda Ceyhan Irmağı (Pyramos), bugün ise Aslantaş baraj gölü yer almaktadır. Yüksek kulelerle donatılmış T-biçimli anıtsal iki kapı binası kale içine açılıyordu. İki kule arasından, üstü açık bir geçitten sonra bir eşiğin arkasında bazalttan mil yatakları içinde dönen anıtsal ahşap bir kapı aşılarak bir sahanlığa, bunun yanında iki yan odaya, gene sahanlıktan da kale içine giriliyordu. Güneybatı kapı binasının iç tarafındaki kutsal alanda çifte boğa kaidesi üstünde Fırtına Tanrısı'nın boy heykeli yer alıyordu. Kapı binalarının iç duvarları bazalt bloklara işlenmiş arslanlar, sfenksler, yazıtlar ile günün inanç ve yaşayışını sergileyen kabartmalardan oluşan duvar kaplamaları ile donatılmıştır.Bugüne kadar bilinen Fenike ve Hiyelogrif (Luvca) yazı sistemlerindeki en uzun çift dilli metin birer kere her iki kapı binasına; Fenikece 3. bir örneği de kutsal heykel üzerine işlenmiştir. Böylelikle, Fenike metninin okunabilmesi sayesinde, henüz tam anlamıyla çözümlenmemiş olan, Anadolu'da M.Ö.2.bin yılının başlarına kadar geri giden hiyerogliflerin nihai çözümüne olanak sağlayan bir anahtar ele geçmiş oldu. İşte bu yüzdendir ki Karatepe-Aslantaş yazıtları Mısır hiyerogliflerinin okunmasını sağlayan ünlü Rosetta taşına benzetilmiş, uluslararası bir üne kavuşmuştur. M.Ö. 2. bin yılda Anadolu'ya hakim olan, başkenti bugünkü Boğazköy (tarihsel Hattuşaş) olan Hitit İmparatorluğu M.Ö. 1200 yıllarında "deniz kavimleri" baskını sonucunda parçalanıp dağıldıktan sonra, Torosların güneyinde Malatya, Sakçagözü, Maraş, Kargamış, Zincirli gibi bazı krallıklar kurulmuş, bunlar daha sonra, çeşitli aşamalarda Asurluların eline geçmiş yağmalanmışlardır. Asativatas'ın hükümdarlığı işte bu döneme rastlar. Kurduğu kale de büyük olasılıkla Asurlular tarafından M.Ö. 720 sıralarında Salmanasar V, ya da M.Ö. 680 yıllarında Asarhaddon tarafından yakılıp yıkılmış ve terkedilmiştir.


Astivatas'ın Seslenişi




Ben gerçekten Asativatas'ım
Güneşimin adamı, Fırtına Tanrısı'nın kulu
Avariku'sun büyük kıldığı, Adanava hükümdarı
Beni Fırtına Tanrısı Adanava kentine ana ve baba yaptı ve Adanava kentini ben geliştirdim
Ve Adanava ülkesini genişlettim, hem gün batısına, hem de gün doğusuna doğru.
Ve benim günümde Adanava kentine refah,tokluk, rahatlık tattırdım, ve Pahara depolarını doldurdum
Ata at kattım, kalkana kalkan orduya ordu kattım, herşey Fırtına Tanrısı ve Tanrılar için,
çalımlıların çalımını kırdım.
Ülkede kötü olanları ülke dışına attım
Kendime bey konakları kurdum, soyumu rahata kavuşturdum ve baba tahtına oturdum, bütün krallarla barış kurdum.
Krallar da beni ata bildiler, adaletim, bilgeliğim, ve iyi yüreğim için.
Bütün sınırlarımda güçlü kaleler kurdum, kötü kişilerin, çete başlarının bulunduğu sınırlarda;
Mopsos evine boyun eğmeyenlerin hepsini ben , Asativatas, ayağımın altına aldım.
Buralardaki kaleleri yok ettim, kaleler kurdum ki Adanavalılar rahat ve huzur içinde yaşaya.
Gün batısına doğru benden önceki kralların alt edemediği güçlü ülkeleri alt ettim.
Ben Asativatas, bunları alt ettim, kendime kul ettim ve onları ülkemin gündoğusuna doğru, sınırlarımın içine yerleştirdim.
Ve günümde Adanava sınırlarını gün batısına, gerekse gün doğusuna doğru genişlettim.
Öyle ki, önceleri korkulan yerlerde, erkeklerin yola gitmekten korktukları ıssız yollarda, günümde kadınlar kirmen eğirerek dolaşmaktadır.
Ve benim günümde bolluk, tokluk, rahat ve huzur vardı.
Ve Adanava ve Adanava ülkesi huzur içinde yaşıyordu.
Ve bu kaleyi kurdum ve ona Asativadaya adını vurdum,
Fırtına Tanrısı ve tanrılar beni buna yönelttiler, ta ki bu kale Adana ovasının ve Mopsos evinin koruyucusu olsun.
Günümde Adana ovası topraklarında bolluk ve huzur vardı,
Adanava'lılardan günümde kılıçtan geçen kimse olmadı.
Ve ben bu kaleyi kurdum, ona Asativadaya adını vurdum.
Oraya Fırtına Tanrısı'nı yerleştirdim ve ona kurbanlar adadım; yılda bir öküz, çift sürme zamanı bir koyun, güzün bir koyun adadım.
Fırtına Tanrısını takdis ettim, bana uzun günler, sayısız yıllar ve bütün kralların üstünde büyük bir güç bahşetti.
Ve bu ülkeye yerleşen halk öküz, sürü, bolluk ve içkiye sahip oldu, dölleri bol oldu, Fırtına Tanrısı ve tanrılar sayesinde.
Asativatas'a ve Mopsos evine kulluk ettiler.
Ve eğer krallar arasında bir kral, prensler arasında bir prens, hatırı sayılır bir insan Asativatasan'ın adını bu kapıdan siler, buraya başka bir ad yazar, bunun ötesinde bu kente göz diker ve Asativatas'ın yaptırdığı bu kapıyı yıkar, yerine başka bir kapı yapar ve ona kendi adını vurursa, aç gözlülük, kin ya da hakaret amacıyla bu kapıyı yıkarsa, o zaman Gök Tanrısı, Yer Tanrısı ve Evrenin Güneşi ve bütün tanrıların gelen kuşakları bu kralı, bu prensi ya da hatırı sayılır kişiyi yeryüzünden sileceklerdir.
Yalnızca Asativatas'ın adı ölümsüzdür, sonsuza dek,
Güneşin ve Ayın adı gibi.




Kültepe Örenyeri


Kayseri-Sivas karayolunun 20. km.sinde yolun 2 km. kuzeyindedir. Yüksekliği 22 m. çapı 50 metreyi bulan bir höyük tepe ile onun etrafını çeviren "Karum" adı verilen aşağı şehirden ibarettir.
1948 yılından beri Prof. Dr. Tahsin Özgüç başkanlığındaki heyet tarafından sistemli olarak kazılmaktadır. Kazılarda höyükteki en eski yerleşimin Geç Katolik Çağ (M.Ö.300-2500) olduğu, onu Eski Tunç Hitit, Frig, Hellenistik-Roma çağlarının takip ettiği tespit edilmiştir.
Karum sahası; höyüğün doğu ve güneydoğu eteklerini çevirmektedir. M.Ö. 1950-1650 yıllarında Anadolu'ya ticaret maksadıyla gelen Assurlu tüccarlar tarafından iskân edilmiştir. Höyük ve Karum alanında açığa çıkarılan büyük dinsel ve resmi yapılar, evler, dükkanlar ve atölyelere ait mimari kalıntılar açık hava müzesi olarak sergilenmektedir.
Soğanlı Örenyeri
Kayseri-Adana karayolu üzerinde bulunan Yeşilhisar İlçesi'ne bağlı, ilçeye 15 km. mesafede Soğanlı Köyü'nün içindedir.
Ürgüp, Göreme, Ihlara ve Zelve vadilerinin benzeri doğal oluşum ile kaya kilise ve mağaralarının, bugünkü köy evleriyle iç içe girdiği bir yerleşim yeridir.
IV. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığın Kappadokya'daki merkezlerinden biri olmuş, VII. ve VIII. yüzyıllarda önemini sürdürmüştür.
Elliye yakın kaya kilise ve mağarası bulunduğu anlaşılmakla beraber, ancak Balıklı Gök, Tokalı, Karabaş, Yılanlı, Kubbeli, Geyikli ve St. Barbe kiliseleri gezilebilmektedir. Bu kiliselerin hepsinde de İsa ve havarilerini konu alan freskler bulunmaktadır.
VIII. ve XIII. yüzyılda Kappadokya bölgesinde yapılan kilise (şapel) ve manastırlardan en ilginç plan ve görünüşe sahip olanları Soğanlı'dadır. Ayrıca Soğanlı'nın eski halkı da kayalara oyulan ev ve barınaklarda yaşamıştır.
Halen Kappadokya bölgesinde dini amaçlı binlerce kaya olukları ve sivil amaçlı kaya yerleşimleri bulunmaktadır. Bu oyuklardan 600 kadarı Soğanlı ve Erdemli köylerindedir. Soğanlı Kayseri'den 80 km., Göreme ve Ürgüp'ten 70 km., Derinkuyu ve Doğanlı yeraltı şehrinden 35 km. uzaklıktadır.
Soğanlı yer hareketleri sırasında çökmelere uğramış ve çöken yerler sel suları ile daha da derinleşmiş; burada uçurumları olan derin vadiler meydana gelmiştir.
Yer hareketleri ve erozyon sonucu ortaya çıkan en ilginç doğa manzarası masa biçimli dağlardır. Masa biçimli tepeler ve kubbeli kaya kiliseleri Kappadokya'dan başka bir yerde görülmeyen kültür ve doğa varlıklarıdır.
Soğanlı kaya kilisesinin duvarları değişik renklerle boyanmış durumdadır ve üzerine resimler yapılmıştır. Ayrıca bu kiliseler içinde ve bazı kaya oluklarında dini resimlerin yasaklandığı ikonoklastik döneme ait tek renkli geometrik motifler ve haç resimleri bulunmaktadır.
Duvar resimlerindeki konular İncil'den alınmıştır. İsa peygamberin doğumu, vaftiz edilişi, mahkemesi, mucizeleri, çarmıha gerilişi, Hz. Meryem'in başından geçen olaylar, at üzerinde Kudüs'e gidişi ve azizlere ait freksler vardır.
Soğanlı kiliseleri arasında Tokalı, Gök, Karabaş, Canavar, Meryem Ana, St. Barbe ve Geyikli kiliseleri en fazla ilgi çeken ve gezilen yerlerdir.
Kültepe-Kaniş-Karum Örenyeri
Kayseri Müzesi'ndeki eserlerin kaynağını temsil eden Kültepe, eski ismiyle Kaniş, Kayseri'nin 21 km. kuzeydoğusunda eski Kayseri-Sivas; Kayseri-Malatya anayolu üzerindedir. Kültepe, biri yerlilerin oturduğu höyükten, öteki aşağı şehir veya Asur'lu tüccarların yerleştiği Karum alanından oluşmuştur. Höyüğün çapı 500 m., ova seviyesinden yüksekliği 20 m. dir. Tepeyi dört yanından aşağı şehir/Karum çevirmiştir. Karum, üç yönünde düz ova şeklinde görülmekle beraber, doğu yönü ova seviyesinden 1.5-2.5 m. lik bir yüksekliğe sahiptir. Çapı 2 km.yi bulan Karum, höyük ve ortasındaki kalesi sağlam birer sur ile çevrilidir.
Kültepe, araştırmacıların dikkatini 1881 den sonra çekmiştir. O zamana kadar benzerlerine rastlanmamış olan çivi yazılı tabletler müzelere akıyordu. 1893 ve 1894'de E. Chantre, 1906'da H. Wickler, H. Grothe yaptıkları kazılarda tabletlerin bulunduğu yeri tespit edemediler. B. Hrozny 1925'te tesadüfen, tabletlerin çıkarıldığı yeri ve dolayısıyla Asur Ticaret Kolonileri'nin merkezini/Karum'u keşfetti.
1948 yılında Türk Tarih Kurumu ve Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü adına höyükte ve Karum'da başlatılmış olan sistemli kazılar, kesintisiz olarak sürdürülmektedir.
Eski dünyanın ünlü ticaret merkezi Karum Kaniş'te sonuncusu iki safhalı olmak üzere (la-b), dört yapı katı vardır (I-IV). Günümüzden dörtbin yıl önce Kuzey Mezopotamyalı/Asurlu tüccarların Anadolu'da kurdukları aşağı yukarı yüzelli sene süren bu uluslararası ticaret ilişkileri döneminde, Anadolu Mezopotamya'nın eski uygarlığına açılmış, onlardan yazıyı öğrenmiş, kültür seviyesini yükseltmişti. II. ve I. katlarında keşfedilen eski Asur dilinde yazılmış çivi yazılı tabletler, Anadolu ile Asur arasında sürdürülen ticaret hakkında detaylı bilgilerin yanı sıra, borç alıp-verme, faiz, evlenme-boşanma, veraset, esir ticareti, mahkeme kararları ve yerli beylerle yapılan yazışmalar hakkında da canlı bilgiler vermektedir. Bunlar arasında, daha az sayıda, edebi metinler ve okul temrin metinleri de bulunmaktadır. Anadolu'yu tarih aydınlığına bu vesikalar kavuşturmuştur. Bunlar Anadolu'nun en eski yazılı belgeleridir. Anadolu tarihi burada başlamıştır. Kaniş'in en önemli özelliği budur. Kültepe-Kaniş Anadolu'daki bu ticaret sisteminin baş şehridir. Aynı zamanda Kaniş Krallığı'nın da merkezidir. I. ve II. katlar arkeoloji, filoloji ve şehircilik bakımından en zengin ve en önemli olanlarıdır. Bu iki şehrin birbirinden taş döşeli sokaklarla ayrılan büyük mahalleleri, tam planlarıyla açığa çıkarılmıştır. Eski dünyanın ayrı dilleri konuşan bu iki ülkesinin temsilcileri bu şehirlerde yan yana yaşamışlardır. Onların planları açıkça belli olan evleri, arşivleri, atölyeleri, depoları, dükkanları gün ışığına çıkarılmıştır. İki katlı evlerin çoğunda oturma odaları, arşiv ve kiler/depolar bir birinden ayrılmış durumdadır. Her iki şehir de çıkan bir yangın sonucunda yok olmuştur.
Hitit kültürü ve sanatı, eski Babil sanatını temsil eden Asurlularla yerlilerin karışmasından meydana gelmiş bir sanattır. Hitit sanat üslubunun Eski Hitit Krallığı (1650) kurulmadan önce geliştiğini kanıtlayan buluntuların, -damga mühürlerin, kurşun, tunç, fildişi, gümüş kadın ve erkek tanrı heykelciklerinin- sayısı az değildir. Bunlar arasında eski Babil tesirini gösteren heykelciklerin yanı sıra Kuzey Suriye'den ithal edilmiş fayans heykelcikleri de vardır. Bu, uluslararası bir ticaret merkezinde beklenmesi gereken bir özelliktir.
Hitit seramik sanatı, Kültepe'de teknik ve şekil açısından en yüksek noktasına erişmiştir. Seramiğin bir bölümü günlük işlerde kullanılmaya uygun değildir. Onlar törenlerde ve özel durumlarda kullanılmış olmalıdır.
Kültepe ustaları topraktan hayvan şeklinde içki kapları yapmakta usta idiler. Ayakta duran, yatan, diz çökmüş durumda tasvir edilmiş bu içki kaplarının yanında, hayvan başı şeklinde olanları da vardır. Bu kutsal hayvan biçimli kaplar, kıymetli madenlerden yapılmış olanların taklididir. En çok rastlanan ritonlar; aslan, boğa, antilop, kartal biçimli olanlardır.
İçine tabletlerin konulduğu pişmiş topraktan, mühür baskılı binlerce zarf bulunmuştur. Mühür ve baskıları sosyal yapıya uygun olarak çeşitli üsluplardadır. Her iki katta da üslupların gelişimini izlemek ve bunları kronolojik biçimde göstermek mümkündür.
Silindir baskıların büyük çoğunluğu ikinci kattadır. Bu çağda Mezopotamya ile kurulan sıkı ilişkiler, Anadolu'da da silindir mühür kullanımını yaygınlaştırmıştır. Bu çağ mühürleri; 1. Eski Babil, 2. Eski Asur, 3. Eski Suriye, 4. Eski Anadolu üsluplarına ayrılır. II. kattaki silindir mühür baskılarının çoğu eski Asur üslubundadır.
Eski Anadolu üslubu, Mezopotamya düşünce tarzının Anadolu'ya yerleşmesinden sonra olgunlaşmıştır. Hitit sanatının kaynağını oluşturan bu üslup dini, mitolojik, savaş ve av sahnelerinden oluşur. Mitolojik sahnelerde Mezopotamyalı Anadolulu unsurlar yan yana görülmektedir.
I. katında çivi yazılı tabletlerde görülen değişiklikler, mühürlerde de tespit edilmektedir. Bu çağın üslupları II. kattakilerden farklıdır. Ayrıca tabletler de mühürlenmeye başlanmıştır.
Anadolu üslubunu taşıyan mühürler iki türlüdür:
1. Geleneğe bağlı kalanlar.
2. Eski Hitit mühürleri.

Damga şeklindeki eski Hitit mühürlerinin konularını dini sahneler, karışık varlıklar, heraldik kartallar, hayvanlar ve yıldızlı simgeler oluşturmaktadır. Bu çağda Asur ile ticaret bağları çok zayıflamış; yerli özellikler artmış ve yerli krallar güçlenmiştir. Anadolu birliğe doğru gitmektedir.
II. Kat M.Ö. 1920-1840; I. katı 1798-1740 yılları arasına tarihlenmiştir. II. ile I. arasında 50-60 yıllık bir boşluk vardır. Kültepe Höyüğü'nün Roma-Hellenistik, Greco-Pers ve özellikle Tabal ülkesinin bir şehri olarak önemini Geç-Hitit Döneminde de koruduğu anlaşılmıştır. Kalede Kaniş Kralı Varşama'nın sarayı keşfedilmiştir. Sarayın büyük bir kısmı tahrip edilmiş olmasına rağmen zemin katın 50 odası ve arşiv vesikalarından bir kısmı açığa çıkarılmıştır. I. katı ile çağdaş olan saray, altındaki II. kat sarayının enkazı üstüne kurulmuştur. Saray eski Babil modasına göre inşa edilmiştir.
Tepede bu çağın altındaki Eski Tunç Çağının son ve orta safhaları geniş bir alanda tetkik edilmiştir. Kültepe'nin bu dönemi Sümer, Akad sonrası, Akad çağları ile çağdaştır. Kuzey Suriye ve Mezopotamya'dan bölgenin tipik seramiği, altın, mücevherat, Akad sonrasına özgü silindir mühürler ithal edilmiştir. Bunlar Anadolu Mezopotamya ilişkilerinin Asur Ticaret Kolonileri Çağından çok daha önceleri başladığını kanıtlamaktadır.



Hattusaş




Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri, Çorum İli'nin 82 km. güneybatısında yer almakta olup Ankara'ya uzaklığı ise 208 km'dir. Hitit devletinin eski çekirdek bölgesinin merkezinde bulunan Boğazköy (Hattuşaş) örenyeri Budaközü Çayı vadisinin güney ucunda, ovadan 300 m. yükseklikteki sayısız kaya kütleleri ve dağ yamaçlarının bölünmesiyle çevrili olarak kuzey ve batıda derin yamaçlarla sınırlandırılmıştır. Şehir kuzeye doğru açık olup kuzey kısmı dışında diğer kısımları surla çevrilidir.

Hattuşaş örenyeri ilk kez 1834 yılında Charles Texier tarafından gezilmiş ve dünyaya tanıtılmıştır. Bu kalıntılarla Hitit devleti arasında ilk kez bir bağ kuran kişi Sayce'tır. Bu zamana kadar Hitit'lerin merkezinin Suriye olduğu sanılmaktaydı. 1882'de Carl Human, Otto Puchstein ile Boğazköy'e birlikte gelmiş ve ilk kez toplu bir plan çalışması yapmıştır. Halen Pergamon Müzesinde bulunan Yazılıkaya'nın kalıplarını da çıkarmışlardır. E. Chantre ilk test kazısını 1893-1894'te gerçekleştirmiş, 1905 yılında ise Makridi ve H. Winckler Boğazköy'ü gezmişler ve 1917 yılına kadar devam eden kazı çalışmalarını yürütmüşlerdir. 1932 yılında ise Alman Arkeoloji Enstitüsü adına Kurt Bittel tarafından başlanılan sistemli kazılara II. Dünya savaşı sırasında bir süre ara verildikten sonra, yeniden başlanmış ve 1978 yılına kadar çalışmalar aralıksız sürdürülmüştür. 1978 yılından 1993 yılına kadar Dr. Peter Neve başkanlığında yürütülen kazı çalışmalarını, 1994 yılından itibaren Dr. Jurgen Seeher üstlenmiştir.

Boğazköy (Hattuşaş) örenyerinde M.Ö. III. binden itibaren yerleşim görülmektedir. Bu dönemdeki küçük ve müstahkem yerleşmenin Büyükkale ve çevresinde olduğu tespit edilmiştir. M.Ö. 19. ve 18. yüzyıllarda Aşağı Şehir'de Asur Ticaret Kolonileri Çağı yerleşmeleri görülmektedir ve şehrin adına ilk kez bu çağa ait yazılı belgelerde rastlanmıştır.


Boğazköy (Hattuşaş) Sfenski

Kalker, M.Ö. 14-13. Yüzyıl, Yüksekliği 2.58 m, Boğazköy güney kapısının say yanındaki sfenks olup Almanya'da Berlin Müzesin'nde sergilenmektedir.

Hattuşaş'taki ilk gelişme dönemi büyük bir yangınla sona ermiştir; bu yangının sorumlusu Kuşşara kralı Anitta olmalıdır. Belgelere göre hemen bu tahripten sonra yaklaşık M.Ö. 1700 yıllarında yeniden yerleşime açılan Hattuşaş 1600'lerde Hitit devletinin başkenti olmuştur; kurucusu tıpkı Anitta gibi Kuşşara kökenli olan I. Hattuşili'dir.

Hattuşaş başkent olduktan sonra şehrin gelişmesinin en uç noktasında anıtsal bir yapılaşmayla karşılaşılmaktadır; 2 km. genişliğindeki şehir saray, tapınak ve mahalleleriyle M.Ö 13. yüzyıldaki haline kavuşmuştur. Hattuşaş'ın ikinci gelişme döneminde imparatorluğun son yıllarında hem içte hem de dışta üç önemli Hitit kralı etkin olmuştur. Bunlar III. Hattuşili, oğlu IV. Tudhalia ve onun oğlu II. Şuppiluliuma'dır. II. Şuppiluliuma'nın son dönemlerinde (M.Ö. 1190) ekonomik sıkıntılar ve iç karışıklıklar nedeniyle yıkılan Hitit devletinden sonra Boğazköy 4 yüzyıl boyunca terk edilmiştir. Daha sonra buraya Frigyalılar (M.Ö. 8. yy. ortaları) yerleşmiştir. Hellenistik ve Roma Döneminde (M.Ö. 3. - M.S. 3. yy.) Hattuşaş küçük surla çevrili bir beylik merkezi, Bizans Döneminde ise bir köy durumundadır


Boğa Ritonları


Pişmiş topraktan törensel içki kapları, Eski Hitit Dönemi,
M.Ö. 16. yüzyıl, Yükseklikleri 90 cm.,
Fırtına tanrısının iki boğasını simgelemektedir.
Anadolu Medeniyetleri Müzesi

Hattuşaş'ın "Yukarı Şehir" olarak bilinen kesimi 1 km² den daha büyük bir yüzölçüme sahip, eğimli bir arazidir. Bu alan M.Ö. 13. yüzyılda Geç İmparatorluk Çağında şehrin gelişmesine sahne olmuştur. Yukarı Şehir'in geniş bir bölümü yalnızca tapınak ve kutsal alanlardan oluşmaktadır. Yukarı Şehir geniş bir kavis halinde onu güneyden çeviren bir surla donatılmış olup, sur üzerinde 5 kapı mevcuttur. Şehir surunun en güney ucunda ve kentin en yüksek noktasında bastion ile sfenksli kapı yer almaktadır. Diğer dört kapıdan güney surunun doğu ve batı ucunda karşılıklı Kral Kapısı ve Aslanlı Kapı yer almaktadır.

Yukarı Şehir'de görülen yapılaşma üç evrelidir. Birinci evre ilk surların inşaatı ile çağdaştır. İkinci evre, surlarda görülen ilk tahribattan sonraki yeniden yapım ve tapınak kentinin son biçimini almış olması ile belli olan evredir. Son evrede ise mevcut yapılarda görülen tadilat ve tamiratlar dışında dinsel amaçlar dışında bir yeni yapılaşma başlamıştır. Yukarı Şehir'de "Mabedler Mahallesi" olarak bilinen alan sfenksli kapıdan; Nişantepe ve Sarıkale'ye kadar uzanır. Bu alanda çeşitli evrelere ait bir çok tapınak açığa çıkarılmıştır. Tapınak planlarının genel karakteri, bir orta avludan girilen ve birer dar ön mekân ile derin ana mekânlardan oluşan kült odaları grubunun yapıyı biçimlendirmesidir.
Tapınaklarda ele geçen malzemeler beş gruba ayrılmaktadır.



1- Seramikler,
2- Aletler,
3- Silahlar,
4- Kült objeleri,
5- Yazılı belgeler.

Yukarı Şehir'in girişinde, Büyükkale'nin hemen önünde yer alan Nişantepe ve Güneykale'de Hitit sonrası yapılaşmalar dikkat çekicidir ve bu M.Ö. 7-6. yüzyıla tarihlenen Frig yerleşmesidir. Hitit Döneminde bu alan topoğrafyaya göre üç bölümde incelenir:

Büyükkale'nin güneyindeki geçit (viaduct), Yukarı Şehir'e giden yolun iki tarafında ve Nişantepe'nin kuzeyinde önceden yerleşilen plato ile Güneykale'nin yerleşim alanı.


Kadeş antlaşması Çivi Yazılı Tablet



Pişmiş toprak, M.Ö. 13. yüzyıl, 13.8x17.6x5.1 cm. ve
9.2x4x2.7 cm., Hitit Kralı 3. Hattuşili ile Mısır Firavunu 2. Ramses arasında M.Ö. 1280-1269 yılları arasında yapılan dünyanın ilk yazılı antlaşmasından iki parça. İstanbul Arkeoloji Müzesi

Kuzey ve güney binası dışında önemli bir yapı da Batı Binası ve Saray Arşividir. Büyük bir yangınla tahrip olmuş binanın yamaçta iki bodrum katı olduğu düşünülmektedir. Bu iki bodrum katında yaklaşık 3300 adet bulla ve 30 çivi yazılı tablet bulunmuştur. Bullaların 2/3'ü büyük kral mühürleri taşımakta ve kronolojik listeye göre I. Şuppiluliuma'dan Hattuşaş'ın son kralı ve onun torunu II. Şuppiluliuma'ya kadar kralları temsil etmektedir. Kral mühürleri yanında kraliçe mühürleri de açığa çıkarılmıştır.

Güneykale'deki yapılaşma ise II. Şuppiluliuma tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu alanda geniş bir gölet ile üç ayrı noktasında üç yapı mevcuttur. Oda 1 ve 2 olarak adlandırılan ve ayakta duran iki yapıdan oda 2, göletin kuzey köşesinin batısında yer alır. Tek mekânlı olan bu oda içe doğru daralarak küçülen parabol biçimli bir kubbeye sahiptir. Oda 1'de ise in situ olarak az kalıntı ele geçmiştir. Oda 2'nin duvarlarının üçü de kabartmalarla bezelidir. Karşı duvardaki ana tasvirde sola dönmüş, uzun elbiseli bir figür vardır. Yuvarlak başlığı üstünde kanatlı bir güneş kursu bulunmakta, sol elinde litus, sağ elinde ise ankh motifini tutmaktadır. Doğu duvarında Şuppiluliuma'ya ait kabartma vardır. Karşısındaki batı duvarında ise hiyeroglif kitabe yer almaktadır.
Son düzenleyen Safi; 2 Şubat 2016 19:27
Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Kasım 2012       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
istanbulun kültürel tarihi,
İstanbulun kültürel özellikleri

İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, üç büyük imparatorluğuna başkentlik yapan ve beş büyük kültürün yaşam alanı bulduğu İstanbul tarihi yaramadanın dışına taşmış üç ili kapsayacak önemli bir büyük bir coğrafya üzerinde hizmet vermektedir.

Bir megapol şehri belediyesi olarak iktisadi ve sosyal hayata kattığı bir anlam yanında tarihi topografyanın vermekte olduğu büyük bir tarihi misyonu da beraberinde taşımaktadır.
Mezopotamya’ya hayat veren nasıl Nil ise İstanbul’a hayat veren Haliç’in en önemli kıyı noktasında kurulmuş kentimizin yeni bin yılda dünya şehirlilik ve Türk kültür ruhuna renk katmaktadır.

Yukarıda belirtildiği gibi bütün bu benzersiz özelliklere sahip başkentler şehri İstanbul sahip olduğu turizm sektöründen hak ettiği ilgiyi görememekte ve belli bir turizm getirisini de sahip bulunamamaktadır.

Çek Cumhuriyeti’nin sadece bir mevsim Prag şehrinden turizm gelirinin 25 milyon dolar olduğunu göz önüne alırsak bu rakkamların İstanbul’la kıyas edildiğinde İstanbul kentinin sahip olduğu potansiyel karşısında çok küçük bir oran olduğunu görmekteyiz.

Fakat İstanbul’un sahip olduğu kültürel ve tarihi ve de mimari mirasının sağlıklı bir şekilde tanıyamamanın getirdiği belirsizlik içerisinde bu rakkamların altında bir seviye göstermektedir.

Sahip olduğu benzersiz topografyası yüzyıllardır farklı kültürlerin, toplumların ve bireylerin hayat alanı bulduğu bir dünya kenti, yeryüzü cenneti; İstanbul halen üç büyük medeniyetin yükseldiği büyük bir coğrafya üzerine kurulu bir mega kenttir.

İstanbul, hayat tarzı, eğlence anlayışı ve değerleri ile bugün sahip olduğu tarihi mirasıyla gelecek tarihin bir kültür terkibidir.

Bir medeniyetler kenti İstanbul, dinler toprağı olarak da tarihteki yerini ayrı bir değerde de korumuştur. Kutsal dinler kenti Kudüs kadar önemli olan İstanbul bir o kadar da özgürce iç içe geçmiş değerleriyle birlikteliğin yaşandığı armoni şehirdir.

İmparatorluklar kenti olması sebebi ile mimariden; musikiye ortak paydaların hiçbir dünya şehrinde görülemeyeceği bir şekilde kültürel mübadeleyi başarabilmiş tek kenttir. İstanbul’da yaşayan medeniyet dokusunun en önemli yüzlerinden biri, İbrahimi dinlerin ve bu üç büyük kültürün yaşandığı yer olması ve bunlara ait kolların ve mezheplerin bir arada barınabilmesidir.

İstanbul, hiçbir imparatorluk kentinin sahip olamayacağı bir şekilde dini ve kültürel değerlerin bir araya gelebildiği ve de bunların sığınabildiği bir kent olmuştur.

Sığınmacılar kenti İstanbul; Hazar Yahudilerinin (Karaim, Karayların) özgürlük bulduğu Doğu Roma'nın İstanbul'una engizisyon vahşetinden kaçarak sığındığı Osmanlı İstanbul'undaki Sefarad Yahudilerinden, Gregoryen Ermenilerin baskılarına karşın Patriklik verilerek koruma altına alınan Osmanlı Katolik ve Protestan Ermenilerine, Üsküdar'ın en güzel noktasında Aziz Mahmud Hüdai Tekkesi eteklerinde uzanan Bülbül Deresi'ndeki Sabataycı Mezarlığından, Nazi zulmünden kaçarak genç Cumhuriyetin İstanbul'una sığınan Alman Yahudilerine değin uzanan sığınmacıların kentidir. Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Bosna, Çeçenistan, Rusya, Arnavutluk ve İran’dan savaşlar ve baskılardan kaçıp sığınanların ilk yeridir iki binli yıllarda İstanbul.

Hoşgörü ve diyalog gibi kelimelerle yüzeysel ifadelerle açıklanamayacak kültürel mübadelelerin ve değerlerin paylaşıldığı yüzyılları aşan bir birlikte yaşamanın başarı ile devam ettiği bir dünya kenti İstanbul, eksik kalan bu yönü ile tanıtılmalıdır.

Yaşayan medeniyet dokusunun en önemli göstergeleri hiç kuşkusuz bir çok dini hayatın kendi özgün varlıklarını yine kendilerine özgü mimari ve kültürel tarzları olan farklı ibadethane ve meskenlerinde tarihten günümüze kadar kesintisiz biçimde sürdürmekte olmalarıyla anlamlandırılır.

İstanbul’da yüzyıllardır Hristiyanların kiliseleri, Musevilerin sinagogları ve Müslümanların camileri aynı gök kubbenin altında ve bu kent ikliminde varlıklarını sürdürmektedir. Söz konusu bu eserlerin insanlığın medeniyet tarihi açısından taşıdığı özellikler sadece farklı dinlerin bir arada yaşamasından ibaret değildir.

Coğrafi konumun kendisine sağlamış olduğu ticari, kültürel özellikler e ayrıcalıklar nedeni ile Bizans ve Osmanlı dönemlerinde Doğu ile Batı dünyasının birbirini tanıdığı, ticari ve kültürel geçişlerin sağlandığı nokta olma özelliğini yüzyıllar boyunca bünyesinde barındıran İstanbul’un mistik dünyası dinler tarihinde de ayrıcalıklı bir yere sahiptir.

İstanbul’un kültürel mirengi noktalarından önemli bir bölümünü oluşturan bu değerler, tarihinde sahip olabileceğinden çok daha büyük bir nüfus ve iskan karmaşası içerisinde yaşayan 2000’li yıllara bir dünya kenti olan İstanbul günümüzün yıkıcı ve de değiştirici vandalizimiyle bilinçsizce tahrip edilmektedir.

Dünya toplumları ve devletler birbirlerini diyalog ve hoşgörü ortamlarına çağırıda bulunur iken bin yıllardır taşıdığı tarihi mirası içerisinde birlikte yaşamayı kusursuzca başarabilmiş bu coğrafyanın insanı olarak kendimizi yeteri kadar ifade edemediğimiz ortadadır.

Gravür, minyatür ve fotoğraflarda görülen, şehrengiz ve surname tipi Osmanlı kaynaklarında ifade edilen bu güzellikleri yeniden eski ihtişamıyla diriltmek mümkün değildir.

Fakat halen mevcut olan teşvik ve özendirmelere gerek duyulmadan var olan birlikte yaşama başarımızı toplumun aynaları olan ibadethanelerde, musikide ve onun mistik dünyasındaki ortak inanış ve de arayış ritüellerindeki yaşanırlığı değin tek dünya kentidir istanbul….

Osmanlı İstanbul’u; kendinden önceki medeniyetlerin mirasına sahiplenmiş onların mevcut eserlerini koruyarak şehre hakim tepelere, kubbe ve minareleri ile kendi kültürünü inşa ederken, kendi yaşama biçimi olan özgürlüğü ülkesinin başkenti yapmıştır.

Dinler ve dindarlar şehri İstanbul; Ortodoks, Katolik, Protestan, Süryani, Keldani, Gregoryan gibi hristiyanlar; Romanyod, Sefarad, Karaim, Eskanazim gibi yahudiler, bütün İslam tarikatları, Cizvitler, Fransiskenler, Dominikenler, Karmelitler İslam İstanbul’un hoşgörüsü sayesinde rahatça yaşayabilmiş, ibadethanelerini ve okullarını inşa etmişler ve halen de mevcudiyetlerini korumaktadırlar.

Kadınlar kenti İstanbul: Dinler toprağı olması yanında İstanbul kendine has bir ayrıcalığı ile bir "kadınlar şehridir" de.

Sanat ve sanatkârın korucusu Roma'nın bu başkenti İstanbul’da bu görevi Bizans’ın soylu kadınları üstlenmiştir.

Ayasofya'nın inşasında maddi katkılarda bulunan imparotice Zeo ile şehrin en önemli manastırlarından Pantakrator manastır kilisesi'ni (Zeyrek Camii) inşaatını başlatan kraliçe Eirene Doğu Roma başkentine hizmeti geçmiş kadınlardan sadece bazıları olarak İstanbul'un tarihinde yer alırken,

Osmanlı döneminde de kadınların gizliden gizliye yarışına sahne olan İstanbul Haseki Sultan, Mihrişah Valide Sultan, Şah Sultan, Bezm-i âlem Vâlide Sultan, Nur Bânu Sultan v.s.nin yaptırdığı cami, çeşme, su yolu, sebil, mektep, hastane ve imaret gibi birçok hayır amaçlı yapı ve külliyeler ile kuşatılmıştır.
Tarihi yarımadayı on üç kısma bölüp de mahalleleri birbirlerinden ayıran o küçük surlar kaldırıp, artık büyük surların da dışına çıkarıp şehri özgürleştiren, Boğaziçi kültürünün oluşumunda ve medeniyetinin gelişmesini sağlayan İstanbul kadınları olmuştur.

Bir mega kenti olarak İstanbul; tarih boyunca coğrafyası, mimari güzelliği ve florası ile ünlü İstanbul kenti, artık içerisinde barındırdığı nüfusu ve sahip olduğu ekonomik gücü ile kendinden söz ettirmektedir.

Eski kent, yeni değerlere açılmaktadır.

Yeni ekonomik değerlerin, yeni dinlerin, yeni dünya görüşlerinin hayat bulduğu ama eski coğrafya üzerinde eski birlikte yaşama içerisinde zenginleşen yeni insan çeşitlemeleriyle. İki binli yılların dünyasında yeni bir merkez olarak gözdeliğini yetirmemiş kendisini yenilemiş yeni yüzyılın eski bir mega kenti olarak yerini alan bir İstanbul panoraması..
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
6 Mayıs 2018       Mesaj #16
Avatarı yok
Yasaklı

Karun Hazinelerinin Sergilenmesi Amacıyla Başlatılan Müze Projesi Tamamlandı!


Ad:  thumbs_b_c_1b5326c6777a43d2e3cf7db696d7b9fe.jpg
Gösterim: 257
Boyut:  135.8 KB
Milattan önce 560-546 yıllarında yaşayan Lidya Kralı Kroisos'a (Karun) ait olan ve aralarında daha önce iki kez çalınarak yurt dışına kaçırılan Kanatlı Denizatı Broşu'nun da yer aldığı 432 parça paha biçilemez eserden oluşan Karun Hazineleri, bu aydan itibaren Uşak'taki modern müzesinde sergilenecek.

İçerisinde değişik dönemlere ait 2 bin 500'e yakın tarihi eserin yer aldığı ve yaklaşık 16 milyon liraya mal olan modern müzenin 14 bin 500 metrekare kapalı bir alana sahip olduğu belirtildi. Karun Hazinelerinin en değerli parçası olarak bilinen ve daha önce iki kez çalınarak yurt dışına kaçırılan "Kanatlı Denizatı Broşu'nun"kentin turizmine önemli katkı sağlayacağı düşünülüyor.

1965-1966 ve 1968 yıllarında tarihi eser kaçakçıları tarafından çıkarıldıktan sonra yurt dışına kaçırılan, New York'taki Metropolitan Müzesi'nde 1985 yılında sergilenmeye başlanan 432 parçalık Karun Hazineleri koleksiyonu, hukuk mücadelesinin ardından 1993 yılında Türkiye'ye getirilmişti.

Kaynak: AA Bilim Teknoloji / Kültür Sanat (6 Mayıs 2018)

Benzer Konular

10 Aralık 2012 / Misafir Soru-Cevap
18 Temmuz 2012 / Misafir Cevaplanmış
26 Mart 2013 / Misafir Soru-Cevap
31 Ekim 2011 / Ziyaretçi Soru-Cevap
5 Nisan 2014 / Ziyaretçi Soru-Cevap