Arama

Uzay Hakkında Araştırmalar, Makaleler - Sayfa 2

Güncelleme: 5 Ekim 2018 Gösterim: 152.556 Cevap: 146
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
17 Ocak 2010       Mesaj #11
Avatarı yok
Yasaklı
Uzaybilim : Uzayın Derinliklerine Doğru 30 Yıllık Arayış
Önce Voyager 2 uzayda yol almaya başladı, hemen ardından Voyager 1 de ayrı bir rotada keşif yolculuğuna koyuldu. İnsan ırkının biyolojik ve kültürel özelliklerinden örnekler ve işaretler taşıyan Voyager projesinin amacı, evrende bulunabilecek başka uygarlıklara mesaj götürmek ve onlarla teması sağlamaktı.
Sponsorlu Bağlantılar

Voyager'lar bugüne kadar uzayda 13 milyar kilometre yol yaptı ve dünyaya eşi benzeri olmayan görüntüler yolladı.

İnsansız Voyager araçlarıyla bugüne kadar çekilen ve yayımlandığı gün herkesi hayran bırakan en çarpıcı fotoğraf, tam 4 milyar kilometre uzaktan çekilmiş Dünya manzarasıydı. Uzaybilimciler kadar filozof ve sanatçıları da çarpan bu karede sevgili Dünya'mız engin bir karanlık içinde yüzen küçük bir nokta olarak görünüyordu. Fotoğrafa "Pale Blue Dot" - Solgun Mavi Nokta - adı verildi

Pale Blue Dot - Solgun Mavi Nokta-Fotoğrafın ortasında belli belirsiz görülen benek: Biz orada yaşıyoruz.

Amerikalı astronom ve yazar Cari Sağan, bu görüntüden aldığı ilhamla yazdığı kitapta şöyle diyordu: "Orası, işte burası. Evimiz. Bizim evimiz. Tanıdığınız herkes, sevdiğiniz herkes, adını işittiğimiz herkes, yaşamış ya da yaşayan herkes orada... güneş ışığına asılı kalmış bu toz zerreciğinin üstünde."

Uzaya önce Voyager 2, 20 Ağustos 1977'de fırlatıldı; hemen ardından da, 5 Eylül'de, Voyager 1 yola koyuldu. Kağıt üstünde 5 yıl süreceği öngörülen görevin temel amacı Jüpiter ve Satürn'e daha yakından bakıp onlar hakkında bilgi toplamaktı. Ancak 1979-1989 arasında iki araç toplam 48 ay ve 4 gezegeni inceledi, fotoğrafladı.

Bunlar o güne kadar elde edilen en çok, en detaylı ve en doğru bilgilerdi. Voyager kardeşlerin yolculuğu orada bitmedi, uzayın derinliklerine doğru süzülmeye devam ettiler.

Bugün Voyager 1, Güneş Sistemi'mizin dışına çıkmış durumda ve Dünya'dan en uzak insan yapımı cihaz unvanına sahip. Kardeşi Voyager 2 de şu sıralar Güneş Sistemi'nin en dış katmanı olan rüzgârlı heliosheath'i geçmek üzere ve yılın sonuna doğru dış uzaya çıkması bekleniyor. Bu uzaklık, Plüton gezegeninin Dünya'mıza olan uzaklığının yaklaşık üç katına denk geliyor.

İki araç da Dünya'daki NASA takip merkezine sinyal yollamaya devam ediyorlar. Gereksinim duydukları enerjiyi de içlerindeki minik nükleer santrallerden alıyorlar. Bu nükleer enerji hücrelerinin her biri yaklaşık 300 watt enerji üretiyor.

JÜPİTER YAKINDAN GÖRÜLDÜ
Voyager görevinin en çarpıcı anlarından biri de 1979'da Jüpiter'in çok yakınından geçmesiydi. Çektikleri 52 bin kare fotoğraf sayesinde gezegenin üstünde bulunan ve Büyük Kırmızı Nokta adı verilen dev fırtına yakından izlendi, Jüpiter'in uydularından biri olan IO'nun yüzeyinde aktif halde bir volkanın bulunduğu görüldü. Voyager 1 Kasım 1980'de, Voyager 2 ise Ağustos 1981'de Satürn'e yaklaştı. Bugün Satürn'ün halkaları hakkında bilinenlerin çoğu Voyager'ların çektiği fotoğraflar sayesinde elde edildi.

Voyager 2 yolculuğuna Uranüs ve Neptün istikametinde devam etti. Uranüs'ün beş büyük uydusunu incelemenin yanında, daha önce tespit edilememiş 10 yeni uydu ile birlikte gezegenin son derece güçlü bir manyetik çekim alanına sahip olduğunu keşfetti. Araç sonraki durağı olan Neptün'ün kuzey kutbunun 4,400 kilometre üstünden geçerek, o güne kadar bir gezegene en çok yaklaşan araç oldu.

Voyager'ların bugün yıldızlararası uzayda yolculuklarına başladıkları tahmin ediliyor. Her birinde 12 inç (30cm) çapında, altın kaplı bakır diskler bulunuyor. Bu disklerin üzerindeki kayıtlar, 1970'lerde geçerli olduğu üzere, aynı bir plak gibi iğneyle çalınabiliyor.

Kayıtlı veriler arasında Dünya'dan görüntüler, rüzgâr, gök gürültüsü, kuş, balina ve diğer hayvanların ses kayıtları, J. Sebastian Bach ve Chuck Berry gibi farklı müzisyenlerden örnekler bulunuyor.

Disklere kaydedilen mesajlar 1970'de bir bilim adamı heyeti tarafından belirlenmişti ve Cari Sağan da heyetin üyelerindendi. 55 dilde selamlaşma ifadeleri ile Sagan'in altı yaşındaki oğlunun dillendirdiği ve 'dünya çocukları adına uzaydaki diğer yaşam formlarına iyilik dileyen' mesajı da disklerde yer aldı.

Voyager'ların ilk gezegenler arası sisteme yaklaşması yaklaşık 40 bin yıl alacak. Dolayısıyla onlar tarafından gönderilebilecek mesaj ve fotoğrafların Dünya'ya ulaşıp ulaşmayacağı, ulaşırsa bile o zamanki Dünya'nın nasıl bir şey olacağını bilmenin imkanı yok.

Ancak, Sagan'in dediği gibi, "Kozmik okyanusa bıraktığımız bu mesaj şişeleri, gezegenimizdeki yaşamın sürekliliği konusunda umutlarımızı güçlendiriyor."

Kaynak: NASA, Independent, CNN / Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:33
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
9 Şubat 2010       Mesaj #12
Avatarı yok
Yasaklı
Büyük kütleli yıldızların yaşamları, Büyük Patlama'dan bu yana yaşanan en büyük patlamalarla son buluyor. Ve araştırmacılar artık, ölen güneşlerin şifresini çözüyordur.

Sponsorlu Bağlantılar
Stan Woosley, ilk gençlik yıllarından beri kimyasal elementleri seviyor ve bir şeyleri havaya uçurmaya bayılıyor. Çocukluk yıllarını, 1950'lerin sonlarında Teksas'ta (ABD) geçiren Woosley, 'Potasyum nitrat, potasyum perklorat ve potasyum permanganatla birçok farklı şeyi karıştırarak elde edilebilecek herşeyi yaptım,' diyor. Woosley, patlayıcı karışımlarını Fort Worth'taki (Teksas, ABD) bir golf sahasında test ediyordu. Denemelerini, 'Kavanozun kapağını sıkıca kapatıp olabildiğince hızla uzaklaşırdım' diye özetliyor.

Günümüzde California Üniversitesi'nde (Santa Cruz, ABD) gökbilimci olarak görev yapan Woosley artık daha büyük (çok daha büyük)patlamalarla uğraşıyor. Evrenin oluştuğu dönemden beri meydana gelen en güçlü patlamaların bazılarını, süpernovaları (yıldızların ölümünü) inceliyor.

Bu patlamalar, hemen her saniye, genellikle insanın hayal dahi edemeyeceği kadar uzak galaksilerde, yüz milyarlarca yıldız parlaklığında ve genişleyip soğuması aylarca süren ateş topları olarak meydana geliyor. Gezegenimize yakın bölgelerde çok sık oluşmadıkları için şanslıyız. İçinde bulunduğumuz galaksideki son süpernova 1604'te patladı. Gece gökyüzünde Jüpiter'in parlaklığına rakip olan bu patlama, gökbiliminin öncülerinden Johannes Kepler tarafından büyük bir dikkatle izlenmişti.

Böylesine uzakta meydana gelmelerine rağmen süpernovalar insan bedenini doğrudan etkiliyor. Hücrelerimizdeki karbon, havadaki oksijen, bilgisayar çipleri ve kayalardaki silisyum, kanımızdaki ve makinelerdeki demir, yani hidrojen ve helyumdan ağır olan atomların hemen hepsi, evrenin ilk dönemlerinde meydana gelen yıldızların içinde oluştu ve milyarlarca yıl önce patladıklarında tüm evrene saçıldılar.

Gökbilimciler, onlarca yıldır, insanoğlunun kökenlerini anlamak amacıyla (ve bazı durumlarda da sadece patlamalara karşı duyulan meraktan hareketle) milyonlarca yıl boyunca huzurla parıldayan yıldızların nasıl olup da aniden patladıklarını anlamaya çalışıyor.

Son dönemlerde iki önemli keşif yapıldı. Biri, uzayın derinliklerinden gelen ve Dünya'ya ulaşan yüksek enerjili gama ışını patlamalarına ilişkin bir bilgi. Gökbilimciler, onlarca yıldır, bu patlamaların kökeninin ne olabileceği üzerinde düşünüyordu ve uzay araçları yakın dönemlerde yanıtın ortaya çıkması yönünde ikna edici kanıtlar sunarak tartışmaya son noktayı koydu. Bu yanıt, Woosley tarafından on yılı aşkın bir süre önce ortaya atılan görüşle örtüşüyordu: Birçok gama ışını patlaması, asıl patlamadan dakikalar önce süpernovalardan yayılan erken uyarı sinyalleridir.

Bu bağlantı bir diğer gizeme, asıl patlamaya doğru ilerleyen olaylara bir bakış sunuyor. Araştırmacılar bu konuda da ilerleme kaydetti. Yanıt için gökyüzü yerine süpernovaların bilgisayarda üretilen modellemelerini izleyen bazı araştırmacılar son felaketi tetikleyenin ne olduğunu bulmuş olabileceklerini düşünüyor. Yap bozun eksik kalan parçası, hayal edilemeyecek kadar güçlü yankılar (yıldızların son gösterileri) olabilir.

Gökbilimcilerin, genellikle gökcisimlerini onlar yok olmadan incelemek gibi bir aceleleri yoktur. Ama bugünlerde yüzlerce gökbilimci acil bir durum olduğunda göreve çağrılan doktorlar gibi zamanında işlerinin başında olabilmek için, cep telefonları ve çağrı cihazlarını yanlarından ayırmıyor. Tümü, Swift adlı uzay aracından gelecek bir sinyali bekliyor.

2004'te fırlatılan Swift, gama ışınları için gökyüzünü tarıyor. Bir patlama saptadığında, merkeze odaklanmak ve geriye kalan ışığı tam olarak belirlemek için teleskoplarını gama ışınlarının kaynağına doğru çeviriyor.

Ayrıca yeryüzünde bekleyen ve daha büyük teleskoplarla daha yakından gözlem yapabilen gökbilimcilere de çağrı gönderiyor.

Swift, 18 Şubat 2006'da, Koç takımyıldızı doğrultusunda bir yerlerden gama ışını geldiğini saptadı. Uydu, üç dakika içinde patlamanın yerini belirlemiş ve dünyaya uyarı sinyali göndermişti. İki gün sonra Arizona'da (ABD) bir telekoskobun başındaki gökbilimciler patlamanın genelde olduğundan çok daha yakın bir yerde, yakındaki, küçük bir galakside olduğunu saptadılar.

Gökbilimciler daha önce patlamalar ve süpernovalar arasındaki bağlantının izini sürmüşlerdi. Ama bu patlama çok yakındaydı ve Swift tarafından çok hızlı bir biçimde saptanmıştı. Araştırmacılar bunun, gama ışını patlamalarının, patlayan bir yıldızın sahneye koyduğu gösterinin ilk sahnesi olduğu konusundaki kuşkularını doğrulayacağını umuyordu.

18 Şubat'taki bu patlama, genelde olduğundan çok daha uzun, her zamanki birkaç saniyenin aksine yarım saatten fazla süren bir gama ve x-ışını selinin ardından görünür ve kızılötesi bölgelerde ışınımda bulundu. Patlamadan geriye kalan bu ışık izleyen üç gün içinde sönmeye başladı ve ardından sahneye süpernova çıktı.

Şili'nin kuzeyindeki Çok Büyük Teleskop'la gözlem yapan gökbilimciler patlamadan geriye kalan ışığı izlerken bir parlama olduğunu fark ettiler. Yıldız, gama ışını patlamasından bir iki dakika sonra patlamıştı ama enerjisinin çoğu görünmeyen, morötesi ışınlar ve x-ışınları biçimindeydi. Görünür ışık daha yavaş parlamıştı ve şimdi, sonunda, patlamadan geriye kalan ışığı bastırıyordu. Gökbilimciler bir gama ışını patlamasının süpernovaya dönüşmesini baştan sona ilk kez izliyorlardı

Kaynak:National Geographic

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:33
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Nisan 2010       Mesaj #13
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay nedir? Uzay, boşluk mudur? Uzay nasıl eğrilebilir? Uzayın eğriliği ile kastedilen nedir?
Einstein, evrenin geometrisinde yanıldığımızı anladı. Örneğin iki paralel ışığın uzayda hiç kesişmeden gideceğini sanırız. Çünkü Öklid geometrisinin sonsuz düzleminde paralel çizgiler kesişmez. Doğrunun iki nokta arasındaki en küçük uzaklık olduğunu söyleriz.

Bir zamanlar insanoğlu, Dünya' nın düz olduğunu düşünürdü. Bugün Dünya' nın yuvarlak olduğunu biliyoruz. İzmir ile New York arasındaki uzaklık düz bir yol değil, bir çember yayıdır. Dünya söz konusu edildiğinde bile Öklid geometrisi geçerli değildir. Ekvator' un iki noktasından Kuzey Kutbu' na çizilen dev üçgenin iç açıları toplamı 180 derece değildir; daha büyük bir derecedir. Dünya üzerinde dev bir çember çizilse, çevresi ile yarıçapı arasındaki oran klasik değer "pi sayısı"ndan küçük çıkar. Çünkü bu dev çember bir düzlemde değildir. Dünya' nın yuvarlaklığından kimse şüphe etmez. Fakat insanoğlu bu gerçeği, Dünya' dan ayrılıp ona uzaktan bakarak bulmamıştır. Bu, Dünya' da dururken de, kolayca gözlenen olayların uygun matematiksel açıklaması ile rahatça anlaşılabilir. Einstein de astronomik gerçekleri dikkate alarak yeni bir evren modeli ortaya attı.

Öklid geometrisi, bir çekim alanı içinde geçerli değildir. Çekim alanında doğruların, düzlemlerin anlamı olsa bile pek basittir. Işık bile çekim alanı içinden geçerken düz bir çizgi üzerinde gitmez. Çünkü çekim alanının geometrisi, içinde doğru bulunmayan bir geometridir. Işığın çizebileceği en kısa yol bir eğri, ya da alanın geomettrik yapısının belirlediği büyük bir çemberdir. Bir çekim alanının yapısını düşen cismin kütlesi ve hızı belirler. Bir bütün olarak evrenin geometrik yapısına biçim veren de evrende bulunan maddelerin toplamı olmalıdır.Evrende her madde toplanmasına karşılık uzay-zaman sürekliliğinde bir biçim bozulması vardır. Her gök cismi, her galaksi uzay-zamanda, bölgesel bozukluklar meydana getirir; denizdeki adaların çevresinde görülen çalkantılar gibi. Madde toplanması ne kadar yoğun olursa, bunun sonucu olan uzay-zaman eğrilmesi o kadar büyük olur. Sonuç olarak tüm uzay-zaman süreklisi bir bütün eğridir. Evrendeki hesaplanamaz madde kütlelerinin oluşturduğu biçim bozukluklarının yerleşmesi, sürekliliğin büyük bir kozmik eğri halinde kendi üzerine kapanmasına yol açar. Bu nedenle Einstein evreni Öklid' inkinden ayrıdır ve sonsuz değildir.Yerde sürünen bir solucan Dünya' yı düz ve sonsuz görür. Bunun gibi yerdeki bir insana bir ışın düz çizgi üzerinde sonsuza gidiyormuş gibi görünebilir. Einstein evreninde doğrular yoktur; yalnız büyük çemberler vardır. Uzay sonsuz değildir, fakat sınırsızdır.

(Evren ve Einstein s: 110-115)
Einstein evreninde yüz milyonlarca ateş halinde yıldızı ve hesaplanamayacak ölçüde seyrek gaz, soğuk demir, taş ve kozmik toz sistemlerini tutan milyarlarca galaksiyi içine alacak büyüklüktedir. Bu evrende, saniyede 300 bin kilometre hızla uzayda yola çıkan bir Güneş ışını, büyük bir kozmik çember çizecek ve 200 milyar yıldan biraz sonra kaynağına dönecektir

( Evren ve Einstein s:117)
Bununla birlikte Einstein, kendi evren bilimini geliştirirken, yıllarca sonra açıklanan astronomi olayını bilmiyordu. Yıldızların ve galaksilerin hareketlerini rastgele sayıyordu. Einstein, evreni durgun saydı. Oysa evren genişliyordu. Bütün galaksiler, sistemli olarak bizimkinden uzaklaşıyor. Bu sonuç o kadar önemlidir ki, bunun nasıl ortaya konulabildiğini göstermek yararlı olacaktır.

Oldukça yakın galaksilerin uzaklığının belirtilebilmesi onların içinde iyi bilinen çeşitli örnek yıldızların tanınması yolu ile olur. Bu yıldızlar için değişme devrelerinin, onların kendi öz aydınlatma miktarı ile belli olduğu bilinmektedir. Bu uzaklıkların, elverişli bir şekilde bulunabildiğini söylememize olanak sağlayan başka yöntemler de vardır ki, bunların sonuçları, oldukça iyi sayılabilecek derecede diğer yöntemlerin sonuçları ile çakışırlar.

Galaksilerin hızlarını, bunların görünür ışıktaki ışımalarını çözümleyerek de belirlemek olanaklıdır.
Şimdi herkes, evren ve zamanın kendisinin, büyük patlamada bir başlangıcı olduğunu düşünüyor. Ve Hawking, sitemini şöyle dile getiriyor: "Bu , birkaç değişik kararsız taneciğin keşfinden çok daha önemli olmakla birlikte, Nobel Ödülleri ile değerlendirilebilmiş bir buluş değildir" (s: 28)
İki karadelik çarpışır ve birleşirse, sonunda ortaya çıkan karadeliğin alanı, baştaki karadeliklerin alanlarının toplamından daha büyüktür. Bu durum, termodinamiğin ikinci yasasına göre, entropinin davranışına çok benzemektedir. Entropi, hiç azalmaz ve tüm sistemin entropisi, onu oluşturan parçaların entropileri toplamından büyüktür. Bir karadeliğin kütlesindeki değişme, onun olay ufkunun alanın da değişmeye, açısal momentumundaki değişmeye ve elektrik yükündeki değişmeye bağlıdır. Bir karadeliğin uzay ufkunun her yerinde yüzey gravitesi aynıdır. Bu benzerlikten cesaret alan Bekenstein 1972' de olay ufku alanının belli bir katının karadeliğin entropisi olduğunu ileri sürdü. "Lakin bu teklif tutarlı değildi. Eğer karadelikler, olay ufkuyla orantılı bir entropiye sahip olsalardı, yüzey gravitesiyle de orantılı, sıfırdan farklı bir sıcaklıkları olurdu. Karadeliğin, kendi sıcaklığından daha düşük sıcaklıktaki bir termal ışınımla temasta olduğunu düşünelim. Karadelik, ışınımın bir kısmını yutarken dışarıya birşey gönderemeyecektir. Zira klasik kurama göre, karadelikten bir şey çıkamaz.Bu durumda, alçak sıcaklıktaki termal ışınımdan, yüksek sıcaklıktaki karadeliğe ısı iletilmiş olacaktır. Bu ise, genelleştirilmiş ikinci yasaya aykırıdır. Çünkü termal ışınımdan entropi kaybı, karadelik entropisindeki artmadan daha büyük olurdu. Lakin, bundan sonraki konuşmamda göreceğimiz gibi, karadeliklerin, tama da termal özellikte bir ışınım yaydıkları keşfedilince, tutarlılık yeniden sağlandı. Bu sırf bir tesadüf veya bir yaklaşım sonucu olamayacak kadar güzel bir sonuçtur. Böylece karadeliklerin gerçekten bir iç gravitasyonal entropisi olduğu anlaşılıyordur. Göstereceğimiz gibi bu, bir karadeliğin basit olmayan topolojisi ile ilgilidir. İç entropinin anlamı, graviteni çoğunlukla kuantum kuramıyla ilgili olanın dışında, ek bir belirsizlik düzeyi ortaya çıkarmasıdır. Bu nedenle, "Tanrı zar atmaz" dediğinde, Einstein yanılıyordu. karadelikler dikkate alındığında, Tanrının zar atmakla kalmayıp, bazen zarları görülemeyecek yerlere de atarak bizi şaşırttığı görülmektedir." (Uzay ve Zamanın Doğası s: 34-35 )

Gravitenin hiç olmazsa normal durumlarda, daima çekici olduğunu gördük. Eğer gravite elektrodinamikteki gibi bazen çekici, bazen de itici olsaydı, on üzeri kırk kere(10 40) daha zayıf olduğu için onu hiç fark edemezdik. Ancak, gravitenin daima aynı işareti taşıması nedeniyle, bizimle Dünya gibi iki makroskobik cismin taneciklerinin arasındaki gravitasyonal kuvvetler, bizim hissedeceğimiz ölçüde bir kuvvet toplamına yol açar. Gravitenin çekici olması, onun evrendeki maddeyi yıldız ve galaksi gibi cisimler oluşturmak üzere bir araya getirecek şekilde davranacağı manasına gelir. Daha fazla sıkışmaya karşı madde, yıldızlarda termal basınç ile galaksilerde de iç hareketler ve dönmelerle bir süre direnir. Ama en sonunda ısı veya açısal momentum dışarı taşınacak ve cisim büzülmeye başlayacaktır. Eğer kütle, Güneş' in kütlesinin bir buçuk katından küçükse, elektron veya nötronların dejenerasyon basıncı nedenle büzülme durabilir. Cisim de buna göre bir beyaz cüce veya bir nötron yıldızı haline yerleşir. Fakat, kütle bu limitten büyükse, büzülmeyi durdurabilecek bir şey yoktur. Belirli bir kritik büyüklüğe kadar küçülünce, onun yüzeyindeki gravitasyonal alan o kadar kuvvetli olacaktır ki, ışık konileri içeri doğru kıvrılacaktır. Bunun size dört boyutlu bir resmini çizmek isterdim. Fakat, hükümet tasarrufları, Cambridge Üniversitesini ancak iki boyutlu ekranlarla yetinmeye zorluyor. Bu nedenle zamanı düşey doğrultuda üç uzay doğrultusunun ikisini perspektif olarak gösterdim.

"Uzay-zamanın, içinden sonsuza kaçmanın mümkün olmadığı bölgesine karadelik denir. Bunun sınırı olay ufku adını alır. Olay ufku, sonsuza kaçamayan ışık ışınlarının oluşturduğu bir boş yüzeydir. Saçsızlık teoremleri, bir cisim karadelik oluşturacak şekilde çökerken büyük miktarda enformasyonun kaybolduğunu gösteriyor. Daha önceleri, bu enformasyon kaybı önem taşımıyordu. Çünkü Çökmekte olan bir cisimle ilgili bilgilerin karadelik içinde kaldığı düşünülüyordu. karadelik dışında bulunan bir gözlemci için çöken cismin nasıl bir şey olduğunu belirlemek çık zordur. Ama klasik kuramda bu ilke olarak olanaklı görülüyordu. Gözlemci, çökmekte olan cismi gerçekte hiç gözden kaybetmeyecektir. Buna rağmen o yavaşlayacak ve olay ufkuna yaklaştıkça daha da kararacaktır. Fakat gözlemci hala onun hangi maddeden yapıldığını ve kütlesinin nasıl dağıldığını görebilecektir. Kuantum kuramı bunun hepsini değiştirmiştir. Önce, çöken cisim olay ufkunu geçmeden önce sadece sınırlı bir miktarda foton gönderecektir. Bunlar, çöken cisim hakkında tüm bilgiyi taşımaya yetmeyecektir. Bunun anlamı, kuantum kuramına göre, dışarıdaki bir gözlemci için, çöken cismin durumunu ölçmenin mümkün olmadığıdır. Bunun çok önemli olmadığı, çünkü dışardaki bir kişi ölçemese de enformasyonun hala karadelik içinde olduğu düşünülebilir. Fakat işte burada, kuantum kuramının ikinci etkisi ortaya çıkıyor. Dediğim gibi, kuantum kuramı karadelikleri ışıtır ve kütle kaybettirir. En sonunda bunlar tamamen yok olurken, içlerindeki tüm enformasyonu da birlikte götürürler. Bu enformasyonun gerçekten de kaybolduğu ve başka bir şekilde geri gelemeyeceği lehinde argümanlar vereceğim. Bu enformasyon kaybı, fiziğe, kuantum mekaniği ile ilgili olanın dışında ve onun üzerinde, yeni belirsizlik düzeyi katmaktadır."

1973 yılında bu olayı ilk defa incelediğim zaman, çökme sırasında bir emisyon patlaması olacağını, fakat ondan sonra tanecik oluşturulmasının duracağını ve geride gerçekten siyah bir kara cisim kalacağını bulmayı umuyordum. Fakat büyü şaşkınlıkla, çökme sırasındaki bir patlamadan sonra geriye, sabit hızda bir tanecik oluşumu ve emisyon kaldığını buldum.(s:56) Bir süredir, kuvvetli bir elektrik alanında pozitif ve negatif elektrik yükü taşıyan tanecik çifti oluşturulduğu bilinmektedir.(s:67) Karadelikler, elektrik yükü de taşıyabildiği için, bunların da çift oluşturulabileceği düşünülebilir. Lakin bunun miktarı, elekton-pozitron çiftleri ile karşılaştırıldığında çok küçük bulunacaktır. Zira, kütle bölü yük oranı on üzeri yirmi defa daha büyüktür. Bu şu demekti: karadelik çiftleri oluşturmak üzere önemli bir ihtimal belirmesinden çok daha önce, herhangi bir elektrik alanı, elektron-pozitron çiftleri oluşumu ile nötralize olacaktır. Bunun yanında, magnetik yüklü karadelik çözümleri de vardır. Magnetik yüklü tanecik olmadığı için, böyle karadelikler, gravitasyonel çökme ile oluşturulamazlar. Fakat bunların, kuvvetli bir magnetik alanda çiftler şeklinde oluşturulabileceği düşünülebilir. Bu durumda adi tanecikler magnetik yük taşımadığı için, adi tanecik oluşması ile arada bir rekabet yoktur. "Bu nedenle, magnetik yüklü bir karadelik çifti oluşturulabilecek kadar büyük bir ihtimal olabilmesi için, magnetik alan yeter derecede kuvvetli olabilir.

Kaynak:Uzay ve Zamanın Doğası,69
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:34
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
23 Nisan 2010       Mesaj #14
Avatarı yok
Yasaklı
Satürn, boyutça küçük ama gökcismi sayısını gözönüne aldığımızda büyük bir Güneş sistemine benzer. Çevresindeki muhteşem halkalar ve bu halkarın içinde ve dışında dolanan 56 uydusu ile dev bir Güneş sistemi. Bu uyduların içinde sadece Titan bizim Ay'ımızdan büyüktür, diğerleri daha küçüktür

1789 yılında keşfedilen Enceladus, çapı 500 km olan ve gezegenin kalın E halkası içinde bulunan ilginç bir uydudur. Yüzey yapısı nedeniyle üzerine düşen güneş ışığının tamamını yansııtır. Yaklaşık 1.37 günde bir gezegenin çevresinde dolanan Enceladus tam bir küre şeklinde değildir.

Çatlaklar nasıl oluşuyor sorusuna bilim adamlarının yanıtı gecikmedi. 2004 yılının yaz mevsiminde Satürn'e ulaşan Cassini uzay aracı gezegeni ve uydularını yakından inceleme olanağı elde etti. Cassini bir çok bilimsel gözlem aracı taşıyordu. 2005 Temmuz ayında Cassini Encladus'un yüzeyinin 175 km yakınından geçti. bu geçiş sırasında uydunun güney kutup bölgesinin ayrıntılı fotoğrafını çekerken diğer gözlem aletleri de uydu üzerinde yoğunlaşmıştı. Uzay aracı birçok küçük buz parçaları ile karşılaşırken yüzeyde çok iri buz parçalarının da varlığını saptadı. Üstelik bu iri buz parçaları yeni oluşmuştu.

Satürn ve Enceladus'a yakın iki büyük uydu olan Tethys ve dione'nin bu küçük uyduya uyguladığı tedirginlik etkileri sonucu ortaya çıkan ısı, tamamen donmuş olan uydunun iç yapısındaki buzları erittiğini ve buharlaşan gazın basıncı ile sıcak suyun gayzerler vasıtasıyla yüzeye püskürdüğünü ve hemen o anda yüzeyin soğuk olmasından dolayı donduğunu ileri sürdüler. Gerçekten Cassini'deki yüzey sıcaklığını ölçen aygıtlar tam o çatlaklardaki sıcaklığın daha yüksek olduğunu gösteriyordu. Resimdeki sicakliklar Kelvin olarak verilmiştir, onları bildiğimiz sıcaklık birimine dönüştürmek için kullanacağımız formül 0K derecenin -273 C derecesine eşit olduğudur. Yani 80K, -193C'ye ve 91K ise -182C'ye karşıt gelir. Bu ise çatlaklarda gayzer olduğunun açık kanıtıydı.

İçeriden püsküren buhar ve sıcak su yüzeye çıktığında buz parçaları olarak uyduyu terkettiği yine Cassini uzay aracı tarafından kanıtlandı. Bu buz parçaları E-halkasının temel yapı taşlarını oluşturuyordu. Bu halka içinde dolaşan diğer uydular, yani Tethys, Mimas, Dione ve Rhea halkalardaki bu buz parçalarını yakalayarak yüzey şekillerinin daha parlak gözükmesine neden olmaktadır. Bu sayede güneş ışığını yansıtma oranları normale göre daha fazla olmaktadır.

Enceladus hemen hemen sadece su buharından oluşmuş ince de olsa bir atmosfere sahiptir. Bu ise donmuş yüzeyin hemen altında sıvı suyun bulunduğunun bir göstergesidir. Bu atmosferde yine gayzerler dolayısıyla içerden yüzeye çıkan su buharı ile meydana gelmektedir. Cassini üzerindeki optik ve kırmızıötesi tayfçekerin yaptığı gözlemler yüzey ve atmosferin %99.9'unun sudan oluştuğunu gösterdi. geri kalan elementler ise karbon ve azottu. Bazı bilim adamlarına göre yaşamın temel taşını oluşturan tüm kimyasallar Enceladus'da bulunmaktadır. Yaşamın oluşması için bu uydu, Jüpiter'in Europa uydusundan çok daha elverişli olduğu anlaşılmıştır.

Bu ilginç uydunun genel özelliklerini NASA ve Wikipedia sayfalarından, Cassini'nin bu uydu ile ilgili çektiği fotoğrafları NASA'nın Cassini sayfasından, yapılan bilimsel araştırmaların sonuçlarını ise BBC, SpaceFlight ve CNN sayfalarından çok daha ayrıntılı öğrenebilirsiniz.

Kaynak:Tübitak(TUG)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:34
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
29 Nisan 2010       Mesaj #15
Avatarı yok
Yasaklı
The New York Times gazetesinin 12 Nisan 2003 tarihli sayısında, ünlü astrofizikçi Paul Davies'in "Çok Evrenin Kısa Tarihi" (A Brief History of the Multiverse) başlıklı bir yazısı yayınlandı
Davies, materyalist düşünürlerin, evrendeki hassas tasarım karşısında sığındıkları son argüman olan "belki sonsuz sayıda evren vardır ve bunlardan biri olan bizim evrenimiz tesadüfen yaşama uygun olmuştur" iddiasını savunmaya çalışıyordu.

Önce materyalistlerin neden böyle bir argüman geliştirdiklerini kısaca belirtmek gerekir: Binlerce yıldan beri İlahi dinler ve Allah'ın varlığını kabul eden felsefeler, evrende bir amaç ve tasarım bulunduğunu savunmuşlar, materyalistler (yani madde dışında bir şeyin bulunmadığını iddia edenler ise) böylesine bir amacın ve tasarımın varlığını reddetmişlerdi. Ancak 20. yüzyıldaki bir dizi astronomik ve fiziksel bulgu, evrendeki tasarımın reddedilemeyecek kadar belirgin olduğunu ortaya çıkardı. Bu bulgular, evrenin başlangıç anındaki Büyük Patlama'nın hızından evrendeki dört temel kuvvetin şiddetlerine, elementlerin yapısından içinde bulunduğumuz Güneş Sistemi'nin yapısına kadar her şeyde, tüm değişkenlerin "tam olması gerektiği gibi" olduğunu gösterdi. Bilim adamlarının 70'li yıllarda "İnsani İlke" (Anthropic Principle) diye tanımlayarak açıkladıkları bu büyük keşif, materyalistlerin asırlardır savunageldikleri "evrende amaç ve tasarım yoktur" tezini açıkça çürütüyordu.

Paul Davies de The New York Times'daki yazısında bu gerçeği özetlemekte ve gösterdiği doğal sonucu, yani Allah'ın varlığını itiraf etmektedir:
Doğa neden bu kadar akıllıca, hatta denebilir ki kuşku uyandıracak derecede, yaşama uyumludur? Fizik kanunları yaşamı ve bilinci neden bu kadar korumaktadırlar, neden yaşanabilir bir evren yapmak için işbirliği içindedirler? Neredeyse bir Büyük Tasarımcı tüm bunları belirlemiş gibidir.

Dikkat edilirse Davies evrendeki tasarımın Allah'ın varlığına delil olduğunu kabul etmekle birlikte, bu açık gerçeği reddetmektedir. Ve evrendeki tasarımın kaynağını açıklamak için, materyalistlerin başta da belirttiğimiz gibi son sığınağı olan "çok evren" (multiverse) teorisine sığınmaktadır.

Çok Evren Teorisi
Bu teoriye göre, içinde yaşadığımız evren, aslında çok daha büyük bir "çok evren"i oluşturan neredeyse sayısız evrenden biri olabilir. Bu kadar çok evren içinde bir veya bir kaç tanesinin yaşam için uyumlu olması ise, materyalistlere göre, normal bir durumdur.

Peki bu teoriyi destekleyecek herhangi bir bilimsel kanıt var mıdır?
Önce sorunun cevabını verelim: Hayır, yoktur. Bu, sadece bir spekülasyondan, öylesine ortaya atılmış bir senaryodan ibarettir.
Paul Davies'in makalesinin ilginç yönü ise, okuyuculara, sanki çok evren teorisini destekleyen çok önemli kanıtlar varmış gibi bir izlenim vermeye çalışmasıdır. Yazının, gazetenin spotunda yayınlanan özeti tam bu amaca yöneliktir:

Çoklu evrenler veya çoklu gerçeklikler fikri asırlardır var. Ama buna dair bilimsel kanıtlar yeni.
Bu giriş cümlelerini gören okuyucular, eğer yazının tümünü okumazlarsa, çok evren teorisinin gerçekten somut bilimsel kanıtlarla desteklendiğini ve Davies'in de yazısında bunlardan söz ettiğini sanabilirler. Oysa aksine, ortada böyle bir kanıt yoktur ve nitekim Davies de eğer var olsalar, sözünü etmekten büyük zevk duyacağı ? sözkonusu "yeni bilimsel kanıtlara" dair tek bir kelime dahi etmemektedir.

Aksine, Davies yazısında sözkonusu çok evren teorisinin bir spekülasyon olduğunu kabul etmeye varan itiraflarda bulunmaktadır. Davies'e göre, çok evren teorisine, "hayal etme yoluyla" yoluyla varılmaktadır. Dahası, bu teoriye giderken "inandırıcılık bir sınıra dayanmakta" ve "giderek daha fazla inanca dayalı bir kabullenme yapılmaktadır."

Kısacası, Davies'in ve diğer tüm materyalistlerin çok evren teorisine olan ilgileri, bilimsel kanıtlardan değil, kişisel tercihlerinden kaynaklanmaktadır. Bu kişisel tercihin çıkış noktası ise, evrenin bir Yaratıcı'nın eseri olduğunu kabul etmeyi istememeleridir. Paul Davies yazısında bunu da belirtmekte ve "Allah bunu bu şekilde yarattı" şeklindeki bir açıklamanın bir bilim adamı için "tatmin edici" olmadığını ileri sürmektedir

Materyalist Bilimin Amacı
Söz konusu "tatmin olup olmama" durumu, aslında materyalist bilimin çıkış noktasıdır. Bu bilim anlayışı, Allah'ın varlığını inkar ederek evreni ve doğayı açıklamayı kendisine amaç olarak edinmiştir, çünkü bu bilim anlayışınının mimarları, Allah'ın varlığını kabul etmeyi istememektedirler. Benjamin Wiker'ın Moral Darwinism: How We Became Hedonists (Ahlaki Darwinizm: Nasıl Hedonistler Haline Geldik) adlı önemli kitabında detaylıca gözler önüne serdiği gibi, Epikür'den başlayarak Charles Darwin'e ve günümüz materyalistlerine uzanan "Allah'ın varlığını gözardı eden bir bilim kurma" çabasının ardında, hep bu niyet vardır. Materyalistler, bilimin kendisi öyle gerektirdiği için değil, dünya görüşleri ve felsefeleri öyle gerektirdiği için, Allah'ın varlığını göz ardı eden bilimsel teoriler geliştirmeye ve bunları umutsuzca kanıtlamaya çalışmaktadırlar.

Bilimin kendisi ise, materyalistlerin gözardı etmek istedikleri gerçeği ısrarla ve güçlü bir biçimde ortaya koymaktadır: Evren, onu yoktan yaratmış ve düzenlemiş bulunan Yaratıcı'nın kanıtları ile doludur.

Allah'ın Varlığının Kanıtları

Bu gerçeği reddetmek için ileri sürülen teorilerden biri olan çok evren teorisi, kuşkusuz çürüktür. Öncelikle bu teorinin bilimsel bir kanıtı olmayışı, Davies'in de kabul ettiği gibi, onu temelsiz bir inanç düzeyine indirmektedir. Bu durumda materyalistlerin "siz Allah'ın evreni yarattığına, biz de çok evrenlerin varlığına inanıyoruz" gibi bir itiraz öne sürmeleri, yani bir tür "eşitlik" durumu olduğunu ileri sürmeleri de aldatıcıdır. Çünkü;

1) Evrendeki tasarımı, bilinçli bir tasarımcının varlığı ile açıklamak doğru olandır. Bir heykel gördüğünüzde, bir bunu bir heykeltraşın varlığı ile açıklarsınız. "Tüm evrende sayılamayacak kadar taş olduğuna göre, bu taş da işte böyle tesadüfen şekillenmiş" gibi bir argüman, elbette akılcı değildir. "Occam's Razor" adı verilen ve bir konuyu açıklamada en dolaysız izahın kabul edilmesi gerektiğini bildiren mantık kuralı uyarınca, evrendeki hassas dengelerin kökeni için de tesadüf değil tasarım açıklaması tercih edilmelidir.

2) Allah'ın varlığının evrendeki hassas denge ve tasarımın ötesinde, daha pek çok bilimsel kanıtı vardır. Paul Davies, diğer materyalistler gibi, canlıların kökeni meselesinin Darwinizm'le çözüldüğünü sanıyor veya bunu varsayarak avunuyor olabilir. Oysa Darwinizm artık çürük bir teoridir ve canlıların kökeninde bilinçli bir tasarım bulunduğu somut kanıtlarla ispatlanmaktadır. Bu durum Allah'ın hem evreni kusursuz bir denge ve tasarımla yarattığını, hem de yarattığı bu evrene müdahale ettiğini bilimsel açıdan göstermektedir.

3) Allah'ın varlığının, pozitif bilimlerin ötesinde daha pek çok kanıtı vardır. İnsan psikolojisi, ruhun varlığının kanıtları, Kutsal kitaplar, son Kutsal kitap olan Kuran'daki mucizevi bilgiler gibi daha pek çok farklı alandan gelen bulgular, Allah'ın varlığını, insanları yarattığını ve onlara din yoluyla gerçekleri gösterdiğini göstermektedir.

Materyalistler ise, giderek daha da güçlü bir biçimde önlerine çıkan bu kanıtlar karşısında yeni spekülasyonlar üretmekten başka bir çözüm bulamamaktadırlar. Yazısına "çok evren teorisinin yeni kanıtlarından" söz ederek başlayan, ama tek bir kanıt bile gösteremeyen Paul Davies gibi...

Davies'in yapması gereken, evreninin kökeni hakkındaki bilimsel bulguları bir kez daha değerlendirmesi, ancak bunu yaparken, kendi materyalist önyargıları açısından "tatmin edici" bir sonuç bulmak için değil, yalın gerçeği bulmak için düşünmesidir. O zaman şimdiye dek defalarca yanına gelip de geri döndüğü yaratılış gerçeğini görebilir, kendisinin ve tüm insanların Yaratıcısı olan Yüce Allah'ın varlığını kavrayabilir.

Kaynak:Bilgiler Dünyası
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:35
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
3 Mayıs 2010       Mesaj #16
Avatarı yok
Yasaklı
Kozmos adı verilen ve enerji ile maddenin iç içe olduğu büyük alan içerisinde,belkide küçük bir pirinç tanesi kadar yer kaplamıyoruz
Kozmos içerisinde yer alan Dünya gezegeninde yaşayan bizler,uzayı ve uzay ile ilgili bağlantılı olarak enerji-madde dönüşümlerini ne kadar biliyoruz?Bu soru ve sorulara ait türev ve integral sorular birbiri ardınca gelebilir,tarih boyunca da gelmiştir.4 element vardır diyerek insanları yanlış yönlendiren bilim anlayışından,günümüzdeki modern bilime ulaşıncaya kadar çok mesafe katedilmiş ve bu günün biliminin neredeyse yılda ikiye katlandığına şahit olmakta;bu da daha katedecek çok mesafemizin olduğuna tanıklık etmektedir.

Konumun başlığından ve giriş bölümünden anlayacağınız üzere,yazımı enerji-madde-uzay konularında yoğunlaştırmak istedim.”Madde vardan yok,yoktan var olmaz.”Bu kanun ile beraber;”enerji maddenin sadeleştirilmiş halidir”hipotezini bir araya getirdiğimiz zaman,enerjinin korunum yasasınıda bulmuş oluruz.Yani “enerji vardan yok,yoktan var olmaz.”Madem ki madde vardan yok,yoktan var olmuyorsa ve enerji dediğimiz mefhumda maddenin türevi diyebileceğimiz niteliğe sahipse;enerjinin korunumu yasasınıda bulmuş oluruz.Bana diyebilirsiniz ki;bunlar bulunmuş bilimsel gerçekler,o zaman niye bunlar üzerine eğiliyorsunuz?Ama keşfedilen Amerika’yı tekrar keşfetmemek için Amerika’nın nerede olduğunu bilmek kadar nasıl gidileceğini de bilmek önemlidir.İşte,bilinen bir yasa ile bir hipotezin nasıl iç içe getirileceğini bilmezsek,bilimde yol kat edemeyiz.Bu nedenden dolayı,oluşturacağımız hipotez ve teorileri hangi gerçekler üzerine oturtmamız gerektiğini bilmeliyiz ki,oluşacak mantıksal süreç doğru işlesin.

Peki bu kanunlar gerçeği ile konumuzun ne ilgisi var?? Konumuz bir enerji şekli olan,hem de yüksek bir enerji şekli olan kozmik ışınlar olunca,yukarıda ki tanımlamaların önemi ortaya çıkar.Bu enerji şekli,elektromanyetik spektrumda yer alır ve hem de enerjinin en yoğun olduğu bölümde,yani en sağ kısımda bulunur.Elektromanyetik spektrumun en sağ kısmında dalga boyu en küçük ve en küçük olduğu için en aktif harekete sahip,bunların yanında frekansı çok büyük olduğu için enerji düzeyi yüksek olan kozmik ışınlar yer almaktadır.Spektrumun tamamında olduğu gibi kozmik ışınlarda maddenin sadeleştirilmiş hali olup,normal şartlar altında üretilmesi mümkün değildir.Kozmik ışınların üretildiği merkezler ya süpernovalar,ya nötron yıldızları ya da atarca yıldızları olup;bunların tespiti ancak çok hassas aletler sayesinde olmaktadır.

Kozmik ışınların insan doğasındaki etkileri tam bilinmemekle beraber,insanı olumsuz etkilediği ve insanda mutasyona neden olabilecek etkilere sahip oldukları tahmin edilmektedir.Öyle ki,küresel ısınma ile söz konusu olan güneş ışınlarının insanda meydana getireceği tahribatın büyüklüğü;kozmik ışınların meydana getireceği tahribat yanında devede kulak gibi kalmakta;bu da bize kozmik ışınların ne kadar büyük enerji yumakları olduğunu göstermektedir.

Güneşten gelecek zararlı ışınlar mor ötesi ışınlar olup bunlar kozmik ışınların yanında çok basit denilebilecek etkiye sahiptir.Ancak süpernova ve diğer dev yıldızların bizden olan uzaklıkları nedeniyle etki azalmakta ve bu nedenden dolayı da etkiyi fazla hissetmemekteyiz.Ama ileriki dönem içerisinde yakın bir bölgede süpernova patlaması gerçekleşecek olursa bu insanlık için büyük tehlikelere neden olacaktır.

Kaynak:Bilimnet
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:36
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
5 Mayıs 2010       Mesaj #17
Avatarı yok
Yasaklı
Göklerdeki Düzen
Elementler, atomlarının yapısıyla birbirinden ayrılırlar. Bir hidrojen atomunu demirden ayıran fark, hidrojenin proton ve elektron sayısının 1, demirinkinin ise 26 olmasıdır.

İşin önemli olan yönü, elementleri birbirine dönüştürmenin doğal Dünya koşullarında imkansız oluşudur. Çünkü bir elementin bir başka elemente dönüşmesi için, çekirdeğindeki proton sayısının değişmesi gerekir. Oysa protonlar, evrendeki en büyük fiziksel güç olan güçlü nükleer kuvvet tarafından birbirlerine bağlanırlar ve ancak "nükleer" reaksiyonlarla yerlerinden oynatılabilirler. Fakat doğal dünya şartlarında gerçekleşen reaksiyonların hepsi, elektron alışverişlerine dayanan ve çekirdeği etkilemeyen kimyasal reaksiyonlardır.

Simya, Ortaçağ'da çok popüler olmuş bir uğraşıdır. Simyacılar, üstte belirttiğimiz gerçeği bilmedikleri için, hep elementleri birbirine dönüştürme hayalleri kurmuşlar, demir gibi METAlleri altına çevirmek için uğraşmışlardır. Oysa simya dünya koşullarında imkansızdır. Çünkü elementlerin birbirine dönüşümü, ancak çok yüksek ısılarda gerçekleşir.Gereken bu ısı o kadar yüksektir ki, sadece yıldızlarda bulunur.

Simya Merkezleri: Kırmızı Devler
Elementleri birbirine dönüştürmek için gereken ısı, yaklaşık 10 milyon derecedir. Bu yüzden gerçek anlamda bir "simya", sadece yıldızlarda gerçekleşir. Bizim Güneşimiz gibi orta büyüklükte yıldızlarda sürekli olarak hidrojen helyuma çevrilmekte ve böylece yüksek enerji açığa çıkmaktadır.

Şimdi belirttiğimiz bu temel kimya bilgilerini düşünerek Big Bang sonrasını hatırlayalım. Big Bang'den sonra evrende sadece hidrojen ve helyum atomlarının ortaya çıktığını belirtmiştik. Astronomlar, bu atomlardan oluşan dev bulutların, özel olarak ayarlanmış koşulların etkisiyle sıkışarak Güneş tipi yıldızları oluşturduklarını öne sürerler. Ama bu durumda bile evren yine iki tür elementten oluşan ölü bir gaz yığını olmaya devam edecektir. Bir başka işlemin, bu iki gazı daha ağır elementlere çevirmesi gerekmektedir.
Bu ağır elementlerin üretim merkezleri, kırmızı devlerdir, yani Güneş'ten ortalama 50 kat daha büyük olan devasa yıldızlar.

Kırmızı devler, Güneş tipi normal yıldızlardan çok daha sıcaktırlar ve bu nedenle de normal yıldızların yapamadığı bir şey yaparlar: Helyum atomlarını karbon atomlarına dönüştürürler. Ama bu dönüşüm pek öyle basit bir şekilde gerçekleşmez. Amerikalı astronom Greenstein'in ifadesiyle "bu yıldızların derinliklerinde çok olağanüstü bir işlem gerçekleşmektedir."(1)
Helyumun atom ağırlığı 2'dir; yani çekirdeğinde 2 proton yer alır. Karbonun atom ağırlığı ise 6'dır; yani 6 protonu vardır. Kırmızı devlerin olağanüstü sıcaklıkları içinde, üç helyum atomu biraraya gelir ve bir karbon atomu oluşturur. Bu, Big Bang'den sonra evrenin ağır elementlere kavuşmasını sağlayan en temel "simya" sürecidir.

Ancak bir noktayı hemen belirtmek gerekir. Helyum atomları, yan yana geldiklerinde birbirleriyle mıknatıs gibi birleşen maddeler değildirler. Hele üç tanesinin yan yana gelip bir anda tek bir karbon atomu oluşturmaları imkansız gibidir. Peki o zaman karbon nasıl üretilir?
İki aşamalı bir işlemle. Önce iki helyum atomu birbiriyle birleşir ve böylece ortaya dört protona ve dört nötrona sahip bir "ara formül" çıkar. Üçüncü bir helyum da bu ara formüle eklendiğinde, ortaya altı protonlu ve altı nötronlu karbon atomu çıkmış olur.

Bu ara formüle "berilyum" denir. Kızıl devlerde ortaya çıkan berilyum, dört protondan ve dört nötrondan oluşmaktadır. Ancak bu berilyum, berilyumun Dünya'da bulunan normal yapısından farklıdır. Periyodik tabloda yer alan normal berilyum, fazladan bir nötrona sahiptir.Kırmızı devlerin içinde oluşan berilyum ise farklı bir versiyondur. Buna kimya dilinde "izotop" denir.

Konuyu inceleyen fizikçileri uzun yıllar boyunca şaşkınlığa düşüren nokta ise, kırmızı devlerin içinde oluşan bu berilyum izotopunun anormal derecede kararsız olmasıdır. O kadar kararsızdır ki, oluştuktan tam 0.000000000000001 saniye sonra parçalanmaktadır! Peki ama nasıl olmaktadır da, oluştuğu anda yok olan bu berilyum izotopu, yanına bir tane helyumun tesadüfen gelip kendisiyle birleşmesiyle karbona dönüşmektedir? Bu, tesadüfen üst üste geldiklerinde 0.000000000000001 saniye içinde birbirini fırlatan iki tuğlanın üzerine bir üçüncü tuğlanın daha eklenmesi ve bu şekilde ortaya bir inşaat çıkması gibi imkansız bir şeydir. Peki ama bu iş kızıl devlerde nasıl olmaktadır? Bu sorunun cevabını yıllar boyunca dünyanın tüm fizikçileri merak ettiler. Kimse bir cevap bulamadı. Bu konuya ilk kez ışık tutan kişi ise, Amerikalı astrofizikçi Edwin Salpeter oldu. Salpeter ilk kez bu sorunu "rezonans" kavramıyla açıkladı..

Kaynak:Biltek
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:36
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
9 Mayıs 2010       Mesaj #18
Avatarı yok
Yasaklı
Dev Yıldız Patlamaları Süpernovalar
Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla uzayın dört bir yanına dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir.

Evrende yeni sistemlerin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığı düşünülen süpernovalar, astronomların tahminine göre maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarıyor. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıkları, evrenin başka köşelerinde birikerek yeni yıldızları ya da yıldız sistemlerini oluşturuyor. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. ( Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, İstanbul: Global Yayıncılık, Ağustos 1999 )

Süpernovaların Yaydığı Uzay Tozları
Uzaydan atmosfere sağanak halinde yağan ve yıllık toplam ağırlığı 15.000.000 tonu bulan uzay tozları toprağa mikroskobik boyutta tanecikler olarak düşer. Bu tanecikler kutup buzullarına hatta deniz diplerindeki tortullara kadar sızar. Sigara dumanını oluşturan katı parçacıklar büyüklüğünde olan ve milimetreden küçük dalga boylarında ışıyan uzay tozu parçacıklarının önemli bir bölümü gerçekte zararsızdır.

Dünyamıza bozulmadan ulaşabilen bu mikroskobik maddenin laboratuvar analizleri bilim için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü Güneş Sistemimizin en eski kütlesini içeren bu maddenin analizinden elde edilen bulgular, Güneş'in ve diğer gezegenlerin bundan 4,5 milyar yıl önce oluştukları ilkel bulut hakkında detaylı bilgi vermektedir.

Cardiff Üniversitesi ve Edinburgh Kraliyet Gözlemevi üyesi bilim adamları, bu alanda bir devrim olarak kabul edilen SCUBA adlı gözlem aracını kullanarak, uzay tozu araştırmaları konusunda önemli adımlar attılar. Bu çalışmalarda, " uzay tozu " olarak adlandırılan ve birçok yıldız ile birlikte Dünya benzeri gezegenlerin de oluşumunu sağlayan parçacıkların kaynağının süpernovalar olabileceğine dair ipucu elde edildi. Çalışmaya katılan Dr. Loretta Dunne, açıklamasında; "Uzay tozunun nereden kaynaklandığı sorusunun yanıtı, gezegenlerin kaynağının ne olduğunun da yanıtıdır. Üzerinde yaşadığımız Dünya da aslında, uzay tozu parçacıklarının yoğun miktarlarda bir araya gelmiş bir biçimidir. Bugüne kadar da bu tozun kaynağı hakkında emin değildik" dedi.

Bilim adamları, SCUBA'yı kullanarak, Dünya'dan 11 bin ışık yılı uzaklıktaki "Cassiopeia A" adlı süpernovayı gözlemlediler. Süpernovaların bu tozun kaynağı olduğu daha önce de tahmin ediliyordu, ancak bu son çalışmayla, Güneş'ten 30 kat büyük bir yıldızın patlamasıyla oluşan "Cassiopeia A" süpernovasının, yoğun biçimde uzay tozu yaydığı belirlendi. Dunne, " eğer tüm süpernovalar Cassiopeia A'nın yaydığı miktarda uzay tozu yayıyorsa, bu parçacıkların kaynağının süpernovalar olduğunu söyleyebiliriz" dedi.

İlk bakışta önemi pek anlaşılamayan süpernova patlamalarının gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olduklarını Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle anlatır:

Uzaklıktaki Hassas Denge
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı.

Michael Denton'un süpernovalarla ilgili bu tespiti aslında evrenin bütünü için geçerlidir. En büyük kozmik olaylardan atoma kadar herşeyde son derece hassas ölçülerle kurulmuş bir düzen mevcuttur. Açıktır ki böylesine kusursuz bir yapı, şuursuz atomların biraraya gelmek için aldıkları bir kararın veya kör tesadüflerin sonucu olamaz. Gerçek olan, üstün bir ilmin gözler önüne serildiği evren, herşeyi bilen ve herşeye güç yetiren Rabbimiz'in eseridir. Bu gerçeği Allah Kuran'da şu şekilde bildirir:

"Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir." (Bakara Suresi. 117)

"O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)'ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir." (Mülk Suresi. 3-4)

Ay'dan Daha Parlak Bir Yıldız
Milattan sonra 1054 yılının 4 Temmuz gecesi, Çin İmparatorluğu'nun astronomları, gökyüzünde çok dikkat çekici bir olayın gerçekleştiğini gözlemlediler. Gökyüzünde aniden çok parlak bir yıldız ortaya çıktı. Yıldız o kadar parlaktı ki, ışığı gündüzleri bile kolaylıkla fark edilebiliyor, gece ise neredeyse Ay'dan daha parlak görünüyordu.
Çinli astronomların gördükleri ve kaydettikleri bu olay, evrendeki en ilginç astronomik oluşumlardan biriydi aslında. Bu bir "süpernova"ydı.

Kaynak:Bilgiler Dünyası (Güncel Makaleler)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:37
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
27 Mayıs 2010       Mesaj #19
Avatarı yok
Yasaklı
Eğri Uzay Zamanın Anlamı
Einstein 1905 ve 1915 yıllarında ortaya attığı özel ve genel görelilik kuramlarıyla doğaya, maddeye, uzaya ve zamana farklı bir bakış açısı getirdi. Onun bu buluşlarıyla; belki de fizik, felsefe dalında en Önemli sınavını veriyordu. Birbiriyle İlintili olan bu kuramlara göre; hareket eden saatler yavaşlayabiliyor, cetvellerin boyları kısalıyor cisimlerin kütleleri, hızları dolayısıyla artabiliyordu. Einstein'ın yeni denklemleri Newton’un koyduğu klasik anlayışa, ancak ışık hızından çok küçük hızlarda uygunluk göstermekteydi.

Einstein, hep saatlere, cetvellere ve gözlemcilere bağlı olmayan evrensel bir çekim kuramı hayal ederdi ve Allah'ın, kendine bir keçi inadı ile İyi koku alan bir burun verdiğini söylerdi. Gerçek şu ki; O'nun bu özellikleri amacına ulaştırmıştı.

Genel görelilik kuramı, kütle çekiminin nasıl islediğini anlatır. Ama bunu yaparken; hiçbir zaman çekimi bir kuvvet olarak düşünmez. Bunun yerine, cisimlerin çevresindeki çekim alanlarının, uzay ve zamanın bükülmesi sonucu oluştuğunu söyler. Cisimler, içerdikleri kütlelerine oranla uzayda çukurluklar oluşturur. Ve zamanın akışını yavaşlatır. Ancak uzayın derinliklerinde, tüm çekim kaynaklarından uzakta, uzay ve zaman tam anlamıyla düzdür. Çekim alanının gücü arttıkça uzay-zaman eğriliği de artış gösterir. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Madde uzay-zamanın nasıl eğileceğini, uzay-zaman da maddenin nasıl davranacağını belirler.

Uzay-zaman düşüncesine somut bir örnek olarak sunu verebiliriz: Ilık bir yaz gecesi uzaya baktığınızı düşünün. Binlerce yıldız, gözlerinizin önüne serilmiştir. Bize en yakın yıldızlardan olan Sirius'a gözlerimizi kaydırdığımızı hayal edelim. Sirius, güneş sistemine yaklaşık 8,5 ışık yılı uzaklıktadır. Bu ise; o yıldızdan çıkan bir ışık ışınının gözümüze ancak 8,5 yıl sonra ulaşabildiğini bize anlatır. Yani yıldıza bakmakla onun 8,5 yıl önceki halini görmekteyiz. Ya 250 milyon ışık yılı uzaklıktaki bir galaksiyi gözlemlediğimizi düşünsek? Tahmin edersiniz ki; galaksinin yeryüzünde dinazorların hüküm sürdüğü devirlerdeki görüntüsünü algılarız.

Sonuç olarak, yıldızlara bakmakla uzayın zamandan ayrı düşünülemeyeceğini kavrarız. Çünkü, gökyüzünü incelerken, aslında evrenin geçmişine bakmaktayız. İşte. birbirinden ayrı olarak düşünmediğimiz bu dört boyutlu anlayışa (en, boy,yükseklik, zaman) uzay-zaman denir. Nasıl, bir cetvel uzunluğu ölçüyorsa ; kolumuzdaki saat de zaman yönünde uzaklığı ölçer.

Einstein, kuramın matematiksel ispatı yanında bir de deney önerdi. O'na göre Güneş de ışığı belli bir oranda saptamalıydı. 1919'da bir Güneş tutulması esnasında, uzaydaki konumu önceden bilinen bir yıldız üzerinde gözlem yapıldı. Gerçekten de. yıldızın ışığı Güneş'in yanından geçerken: uzay-zaman eğriliği nedeniyle önceki konumundan daha açıkta görülüyordu. Gözlem sonunda elde edilen sayılar da teorik hesaplarla bulunana yakındı. 60 yıl boyunca tekrarlanan diğer deneyler de Einstein'i haklı çıkardı. Günümüzde de çok hassas aletler yardımıyla, uzayda yapılacak bir deney düşünülüyor. Dünyanın dönme ekseninin bulunduğu düzlem üzerine, yaklaşık 640 km yüksekliğe yerleştirilecek GP-B kütle çekim aracı en hassas uzay-zaman gözlemini yapacak.

Görelilik kuramı, uzayın eğriliğine bağlı olarak zamanın da akışının yavaşlayacağını belirtir. Uzayda, eğim ne kadar fazlaysa o bölgede aynı oranda. zaman yavaş işler. Eğimin en fazla olduğu yerler de gök cisimlerinin merkezleridir. Merkezden uzaklık arttıkça zamanın büzülmesi de azalır. Çok katlı bir binanın zemin katı ile en üst katı arasındaki zaman farkı ilk defa 1960'da ölçülebildi. Günümüzde ise, en hassas saatler olan atom saatleriyle yapılan çeşitli deneyler de bu ilkeyi destekledi.

Kaynak:Bilimnet
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:37
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
30 Mayıs 2010       Mesaj #20
Avatarı yok
Yasaklı
Güneş Olayları Nasıl Oluşuyor?
Dünyadaki yaşam için vazgeçilmez bu enerji kaynağı saniyede 4.0x10E23 kilowatt enerji üreten mucizevi bir enerji makinasıdır. Güneş evrendeki milyonlarca benzeri gibi orta büyüklükte bir yıldızdır, sadece bir saniye içerisinde gönderdiği bu enerji miktarı eğer biriktirilebilseydi ve önümüzdeki 9 milyon yıl boyunca A.B.D. aynı oranda enerjiyi tüketmeye devam etseydi bu ülkenin hiç bir enerji sorunu olmayacaktı. Güneşin ürettiği enerjinin kaynağı nükleer füzyondur. Güneş, merkezindeki hidrojenin füzyonu için, bu bölgesindeki yoğunluktan ve yüksek sıcaklıktan yararlanmaktadır. Ürün olarak da gözlediğimiz enerjiyi ve helyumu üretmektedir. Merkezde üretilen enerjinin, yüksek yoğunluk ve Güneşin devasa boyutları nedeniyle yüzeye ulaşması için milyonlarca yıl geçmekte, bu süreç içerisinde sayısız soğurma ve yeniden ışınım mekanizmaları çalışmaktadır.

Güneş üzerinde gözlenen aktif bölgelerin gelişimi, bu bölgelerde ortaya çıkan güneş lekeleri (Sunspots), güneş patlamaları (Solar Flares) ve patlamalarla ilişkili olaylar, korona, koronal delikler (Coronal Holes), koronal kütle atımları ( Coronal Mass Ejections), parçacık olayları (Solar Proton Events), yüksek enerjili parçacıkları ortaya çıkaran fiziksel süreçler, patlama oluşum kuramları, geniş ölçekli magnetik alanlar, güneş çevrimleri ve uzun dönemli aktivite değişimleri, patlama olaylarının önceden tahmininde yararlı olacak kısa dönemli aktivite değişimleri, güneş dünya etkileşmesi, bu doğal laboratuvarın güneş fizikçilerine sunduğu çalışma konularının bir kısmıdır

Güneş Lekeleri (Sunspots)

Güneş üzerinde görülen en ilgi çekici olaylardan biri de güneş lekeleridir. Güneş lekeleri güneş yüzeyi üzerinde yoğunlaşan magnetik alanlardır. Siyah bölgeler olarak görülen bu lekeler geçici olaylardır. Orta büyüklükte bir güneş lekesi aşağı yukarı dünya kadar büyüktür. Güneş üzerinde olşan bu lekeler günler, hatta haftalar boyunca izlendikten sonra yok olurlar. Lekeler, şiddetli magnetik alanlar güneş yüzeyinde belirdiğinde ortaya çıkarlar. Bulundukları alanın sıcaklığını 6000°C den 4200°C ye kadar düşürürler, bu nedenle lekenin bulunduğu alan çevresine göre daha koyu bir bölge olarak görülür. Güneş lekesinin merkezindeki siyah alan umbra olarak isimlendirilir, bu kısımda magnetik alan şiddeti en yüksek değerindedir. Umbranın çevresindeki daha açık, görülen gri bölge de penumbra olarak adlandırılır. Dünyadan gözlendiğinde lekelerin güneş yüzeyi ile birlikte bir tam dolanımları ortalama 27 gün sürmektedir. Güneş ekvatoru civarında görülen lekeler kutuplar civarında görülenlerden daha hızlı dolanım hızına sahiptirler. Güneş lekelerinin magnetik alan yapısı ne kadar karmaşıksa patlama (flare) üretme olasılıkları da o kadar yüksektir. 300 yıl süresince güneş lekelerinin sayısı ortalama 11 yıllık dönemler halinde düzenli olarak artmış ve azalmıştır. En son güneş aktivitesi maksimumu 1989, minimumu da 1996 yılında gerçekleşmiştir.

Koronal Delikler (Coronal Holes)
Koronal delikler, güneşin X-ışınlarında gözlenmesi sırasında geniş kara delikler halinde görülen, aylar hatta yıllarca sürebilen değişken güneş olaylarıdır. Bu delikler güneş yüzeyi üzerindeki tek kutuplu geniş magnetik alan hücrelerinin bulunduğu yerlerde yer alırlar. Bu hücreden yükselen magnetik alan çizgileri güneş sisteminin içinde çok uzaklara kadar uzanır. Güneş rüzgarı, bu açık magnetik alan çizgileri boyunca çok yüksek hızlarda gezegenler arası ortamda akmaktadır. Koronal delikler leke aktivitesi çevrimine tam uymayan bir dağılıma sahiptirler. Leke maksimumunun ardından gelen yıllarda daha fazla sayıda gözlenirler. Bu delikler aktivite çevriminin bütün evrelerinde, güneşin kuzey ve güney kutuplarında sürekli olarak görülürler.

Güneş Patlamaları (Solar Flares)
Enerji salınımı bakımından güneş yüzeyi üzerinde meydana gelen en şiddetli olaylardan biri gecici enerji boşalmaları olarak tanımlayabileceğimiz güneş patlamalarıdır. Patlamalar, yerden yapılan görsel bölge gözlemlerinde güneş üzerinde parlak alanlar olarak, radyo bölgede yapılan gözlemlerde ise ani gürültü artışları (Radio Bursts) olarak gözlenirler. Yaşam süreleri bir kaç dakika ile bir kaç saat arasında değişir. Bunlar güneş sistemimizde gözlenen, en şiddetli patlama olaylarıdır. Hiroşima'ya atılan bombanın yaklaşık 40 milyon katı bir enerjiye sahiptirler. Çok güçlü magnetik alanların parçalanmaları ve yeniden birleşmeleri patlamaların oluşması için gerekli olan ilk enerji kaynağını oluşturur. Gamma ışınım, X-ışınım, görsel ışınım ve radyo ışınım gibi elektromagnetik spektrumun hemen hemen her dalga boyunda ışınımda bulunurlar.

Prominanslar (Prominences)
Güneş diski üzerinde bulunduklarında koyu filamentler olarak görülen güneş prominansları, güneş yüzeyinden yükselen magnetik alanların taşıdığı sakin bulutlar görünümündeki güneş maddesidir. Bir çok sakin prominans yaşam sürelerinin belirli bir evresinde aktivite göstererek, uzaya önemli miktarda güneş maddesi bırakır.

Koronal Kütle Atımları (Coronal Mass Ejections)
Güneş atmosferinin en dış katmanı korona çok güçlü magnetik alanlarla yapılanmıştır. Kapalı bir yapıya sahip olan bu magnetik alanlar, genellikle güneş leke gruplarının üzerinde gelişen olaylarla birdenbire açık duruma geçebilirler. Şiddetle gelişen bu olaylar sırasında ivmelenen güneş maddesinin hızı güneşin çekim alanından kurtulmak için gerekli hıza (618 km/s) eriştiği andan itibaren koronal kütle atımı başlar. Büyük koronal kütle atımları sırasında atılan güneş maddesi 10E16 gram mertebesindedir. Bu aniden gelişen çok şiddetli patlama sırasında söz konusu madde 700-1000 km/s lik hızlarla ivmelenir. Yüklü parçacıklardan oluşmuş olan bu güneş maddesi yolu üzerindeki gezegenlere ve uzay araçlarına çarpmak üzere hızla gezegenlerarası ortama yayılır. Koronal kütle atımları genellikle bağımsız gelişen olaylar olmakla birlikte zaman zaman da güneş patlamaları sırasında gözlenirler.

Kaynak:Fenomen
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:38

Benzer Konular

5 Ağustos 2018 / nötrino Uzay Bilimleri
25 Kasım 2016 / Hi-LaL Çevre Bilimleri
21 Şubat 2015 / _PaPiLLoN_ Biyoloji
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet