Arama

Uzay Hakkında Araştırmalar, Makaleler - Sayfa 5

Güncelleme: 5 Ekim 2018 Gösterim: 152.538 Cevap: 146
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
21 Ağustos 2010       Mesaj #41
Avatarı yok
Yasaklı
Boş Uzay, Boş Değildir
Eski boşluk fikri yani boş uzay, hiçbir şey olmama fikri değişmiştir. 1930’lar ve 1940’larda göreceli kuantum alan teorisinin bulunmasından sonra, fizikçiler yeni bir boşluk kavramına geldiler, o da boşluğun boş olmayıp tersine doluluk olduğudur.
Sponsorlu Bağlantılar

Boşluk yani boş uzay, aslında kendiliğinden yaratılan veya yok edilen parçacıklar ve anti-parçacıklardan oluşmaktadır. Fizikçilerin keşfetmiş oldukları veya keşfedecekleri tüm kuanta boşluk olan mahşerde yaratılmakta veya yok edilmektedir. John A.Wheeler’in dediği gibi “ Hiç bir nokta şundan daha merkezi değildir, boş uzay boş değildir. Bu en şiddetli fiziğin bulunduğu yerdir “. Boşluk fiziğin tamamıdır, varolmuş olan veya varolabilecek olan her şey halihazırda potansiyel olarak orada uzayın hiçbirşeyliğindedir.

Uzayın boş görünmesinin tek nedeni, tüm kuantanın bu büyük yaradılış ve yok edilişinin çok kısa süreler ve uzaklıklarda yer almasından ileri gelmektedir. Büyük uzaklıklarda boşluk, tıpkı bir jet uçağıyla yeterince yüksekten üzerinden uçulduğunda, oldukça düzgün görünen bir okyanus gibi sakin ve düzgün görünür. Fakat okyanusun yüzeyinde, küçük bir bot içinde, ona yakın olunca, deniz yüksek ve büyük dalgalarla dalgalanır durumda olabilir. Benzer şekilde, yakından bakılınca, boşluk da, kuantanın yaradılış ve yok edilişiyle dalgalanır. Atomlar düzeyinde bakarken bile, kuantanın bu boşluk dalgalanmaları son derece küçük, fakat gözlemlenebilir durumdadır, eğer daha da küçük noktalara bakılabilseydi, boşluk tüm kuantanın çalkalandığı bir deniz gibi görünecekti.

Bu konuda Tao’cu öğreti şöyle demektedir: “ Boşluğu salt hiçlik ile karıştırmak yanlıştır. Hiçlik varlığın tersidir ve ikisi de maddeler düzeninde yerlerini alırlar. Buna karşın boşluk her ikisinin de ötesinde bulunur, veya daha doğrusu, o varolmanın veya varolmamanın anlamlı kavramlar olmasının sona erdiği bir yüksek gerçeklik seviyesinin ışığında her ikisidir “.

Genel görecelik kuramında, Einstein, tek biçimli olmayan şekilde hareket etmekte olan iki gözlemci (örneğin, bir gözlemci hızlanan bir uzay gemisinde, diğeri yer çekimi olmayan uzayda yüzer durumda) tarafından yapılan uzay ve zaman ölçümleriyle ilgili yasaları bulmuştur. Bu yasaların değerlendirilmesi, Einstein’ı, Euclid geometrisinden eğri uzayın geometrisi olan Riemann’ın eğri-uzay geometrisine götürdü (örneğin Euclides geometrisinde üçgenin iç açıları toplamı 180 derece olmasına karşın bu geometride üçgenin iç açıları toplamı 180 dereceden farklıdır). Birbirinden çok farklı diye kabul edilen uzay ve zaman kavramları da böylece görecelik fiziği yardımıyla birleştirilmiş olmaktadır.

Görünürde birbirinden ayrı, yalıtılmış ve bağımsız olan varlıkların bir üst boyutta bütünselleşmesini tecrübe edebilmek için illa da görecelik kuramına gerek yoktur. Bu bütünselleşme, bir boyuttan iki boyuta ve iki boyuttan da üç boyuta geçildiğinde aynen yaşanabilmektedir.

Görecelik kuramının dört boyutlu dünyası, modern fizikte, karşıt ve bağdaşmaz gibi gözüken kavramların aslında aynı gerçekliğin farklı görüntüleri olduklarını gösteren tek örnek değildir. Böyle bir karşıtlık birleşmesinin belki de en ünlü örneği, atom fiziğinde kullanılan parçacık ve dalga kavramları ile ilgilidir.

Kaynak: Sonsuz us

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:53
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
23 Ağustos 2010       Mesaj #42
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay Araştırmaları
İnsanoğlunun daha ilk çağlardan beri süregelen merakı, düşünen ve araştırmacı yapısı hemen her konuda olduğu gibi uzayıda araştırma ve inceleme yapmasına neden olmaktadır. Günümüzde NASA (National Aeronautics and Space Administration, Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi olarak tercüme edilebilir), ESA (the European Space Agency, Avrupa Uzay Ajansı) gibi kuruluşların yanı sıra Rusya, Japonya, Kanada, Çin gibi ülkelerde uzay araştırmalarında öncülük yapmaktadır.
Sponsorlu Bağlantılar

Uzay araştırmalarının başlıca nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1.Güneş sistemimizin araştırılıp incelenmesi, gezegenlerin yapısı!
2.Dünya dışında yaşam olasılığının araştırılması!
3. Galaksiler, yıldızlar, karadelikler ve diğer uzay yapıtaşlarının incelenmesi!

Uzayın araştırılmasında daha onlarca neden sayılabilir. Ayrıca uzay araştırmaları; tıp, fizik, kimya, biyoloji, endüstri gibi diğer alanlara da çok önemli katkılar yapmaktadır.

Uzay Araştırmaları Tarihi
İnsanoğlunun uzay serüveni, Sovyetler Birliği’nin, 4 Ekim 1957′de Dünya’nın ilk yapay uydusu Sputnik-1′i uzaya göndermesiyle başladı. Sputnik-1, Dünya’dan 224 km yukarıda bazı bilimsel deneyler yapmak için fırlatılmıştı.

Sputnik-1′in ardından, uzaya ilk insanlı uçuşu yine Sovyetler gerçekleştirdi. 1961 yılında Yuri Gagarin, Vostok-1 adlı kapsül ile, Dünya’nın etrafını 1 kez dolandı. Sovyetler’in bu önemli başarıları karşısında ABD, o zamanlar daha yeni filizlenen uzay yarışında öncülük şansını yitirmişti. Ancak, 20 Haziran 1969′da Apollo-11 uçuşu ile ABD, Ay’a ilk kez insan indirmeyi başararak tarihe geçecek ve uzay araştırmaları alanında önemli adımların neredeyse tek odağı haline gelecekti.

İnsanoğlunun yaşadığı Dünya’ya “tepeden” bakmaya başladığı o tarihlerden bu yana, uzay araştırmaları ve uzaydan araştırmalar çok hızlı bir gelişim gösterdi; uzay teknolojilerinde ardı ardına devrimler yaşandı. Bir zamanlar yalnızca bilimsel merakın bir ürünü gibi görünen bu çalışmalar, bugün günlük yaşamın vazgeçilmez öğeleri haline geldi. Belki daha da önemlisi, felsefi görüşümüzü kökünden etkiledi. Artık evreni, her türlü etnik ve dinsel şovenizmden uzak, bir “dünya vatandaşı” duyarlılığıyla algılamaya başladık. Carl Sagan’ın deyişiyle “Merkezi ve kuruluş amacı biz olmayıp, enginlikte ve sonsuzlukta kaybolmuş minnacık; yüzlerce milyar galaksi ve milyarlarca trilyon yıldızla bezenmiş bir kozmik okyanusta dönüp dolaşan bir Dünya” üzerinde yaşadığımızı farkettik. İnsanoğlunun gözünü gökyüzüne çevirmesiyle başlayan bu süreç, uzayın kendisi gibi sonu olmayan bir serüvene benziyor. Uzay araştırmalarında kullanılan ve gün geçtikçe daha da güçlenen teknik donanım ve artan bilgi birikimi de bu serüvende insanoğlunun en büyük yardımcısı. Gelecek yüzyılın araştırmacıları hiç kuşku yok ki, uzay araştırmaları üzerine yoğunlaşacaklar. Bu araştırmaların temelini oluşturan, disiplinlerarası yatay çalışmalar, projeler, çalışma ve düşünce sistemleri de bu doğrultuda gelişecek.

Bilimin tüm disiplinlerinin bir arada bulunmasını gerektiren uzay araştırmaları büyük organizasyonlarla yürütülüyor. Bunlar arasında en önemlisi hiç kuşkusuz Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi-NASA. Önemli adımlara imza atmayı ve bunu iyi bir reklamla dünyaya duyurmayı hep başarmış olan NASA, uzay serüvenlerinin “Baş Oyuncu”su! Sovyetler ise, her ne kadar uzay çalışmalarının başını çekmiş ve uzay yarışında adı ABD ile birlikte anılmış olsa da bugün bu alanda öncü rolü oynamaktan biraz uzak görünüyor.

Günümüzde uzay araştırmaları bu iki ülkeyle sınırlı değil artık. Japonya, Kanada gibi gelişmiş ülkelerin bireysel çalışmalarının yanı sıra, adını son yıllarda sıkça duymaya başladığımız bir başka büyük organizasyon daha var: ESA. Uzay araştırmalarına oldukça iddialı başlayan ve görece daha genç bir organizasyon olan ESA, çokuluslu yapılanmasıyla da farklı bir ekolü temsil ediyor.

Kısa adı ESA (European Space Agency) olan Avrupa Uzay Ajansı, 14′ü kıta Avrupa ülkesi (Almanya, Avusturya, Belçika, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya ve Norveç) biri de kısmi işbirliği (Kanada) olmak üzere 15 ülkenin hükümetler düzeyinde üyesi olduğu bir Avrupa kuruluşu. ESA, Avrupa’da bulunan iki eski Avrupa Uzay Organizasyonu, ESRO (European Space Research Organization) ile ELDO’nun (European Organization for the Development and Construction of Space Vehicle Launchers) birleşmesiyle 1975 yılında kurulmuş bir organizasyon. Çekirdeğini oluşturan bu iki kuruluşun yükümlülüklerini ve haklarını elinde tutan ESA, temel olarak, uzay bilimleri (gezegenler, uzay boşluğu, Güneş, ısı, enerji, göktaşları, yıldız sistemleri, uzay fiziği, astronomi vb.), yeryüzü gözlemleri (enerji, su, maden ve mineral kaynaklarının araştırılması), telekomünikasyon (uydu haberleşmesi, GPS), uzay taşıyıcıları (uydu fırlatma sistemleri, araştırma uyduları), mikroçekim ve uluslararası uzay istasyonu gibi alanlarda çalışmalarını sürdürüyor.

Uzay bilimi tek bir disiplin değil; Güneş ve gezegen araştırmalarından astrofiziğe dek uzanan geniş çaplı ve birbiriyle sıkı ilişki içinde olması gereken disiplinleri kapsıyor. Uzayı ve evreni araştırırken yakın çevremizi, gezegenleri ve her şeyden önemlisi Dünya’yı farklı bir açıdan inceliyor.

Uzay araştırmaları, diğer deneysel bilimlerle karşılaştırılmayacak büyük kısıtlamalarla karşı karşıyadır. Göktaşları, Ay ve yakın gezegenler dışındaki hiçbir gökcismine ulaşılamadığı için, çoğu kez yalnızca gökcisimlerinden yayılan yada yansıyan ışınımlarla yetinmek gerekir. Yer’ in kendi ekseni ve güneş çevresinde dönen, yalpalayan ve nutasyon hareketi yapan bir gözlem yeri olması da ek güçlükler doğurur. Ancak, gözlem araçlarını atmosferin dışına taşıyarak ya da gözlem aracının Yer’ in dönüşünün etkisini dengeleyecek biçimde hareket etmesini sağlayarak, bu tür güçlükler bir ölçüde yenilebilmektedir. Gökcisimleri ile ilgili çalışmalar çoğu zaman, ölçümleri de içeren gözlemlerden ve kuramsal araştırmalardan oluşur.

Kaynak: uzaysitesi

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:53
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Ağustos 2010       Mesaj #43
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay Teknolojisi
Uzay araçlarını genelde iki gruba ayırırız:
* İnsanlı uzay araçları
* İnsansız uzay araçları

Bunlarda girdikleri yörüngelere göre üçe ayrılırlar:
* Yer etrafında yörüngeye girecek olanlar!
* Ay çevresinde yörüngeye girecek olanlar ya da Ay’a inecek olanlar!
* Gezegen yörüngelerine girecek olanlar ya da Güneş çevresinde dolananlar!

İnsansız uzay araçlarının Yer’i terk ettikten sonra geri dönmelerine gerek yoktur. Ancak insanlı olanların yere dönmeleri gerekmektedir. Bu nedenle içlerinde insan metabolizması için gerekli olan donanımın bulunması gerekmektedir. Başka bir sınıflama da amaca göre sınıflamadır. Buna göre:
* Bilimsel amaçlı uydular (genelde tek bir uydudan oluşurlar)
* Hizmet amaçlı uydular (birden fazla uydunun ortak çalışması vardır, örneğin, meteoroloji uyduları, haberleşme uyduları bu türdendir)
* Askeri amaçlı uydular (erken uyarı sistemleriyle donatılmış aynı zamanda askeri haberleşme amacıyla kullanılırlar)
* Casus uyduları, yapıları, amaçları, ömürleri saklı tutulan, düşman topraklarını gözleyen uydular
İmha uyduları, askeri uyduların bir cinsidir. Düşmana ait bir askeri veya casus uyduyu işlemez hale getirmek için fırlatılan uydulardır. Bir bomba olarak düşünülebilir.

Yer Çevresinde Yörüngeye Giren Uydular

Bu tür uydular genellikle insansızdır. Şu anda yer yörüngesi etrafında binlerce uydu bulunmaktadır. Uydu bir merkezi cisim etrafında (yer, gezegen, güneş gibi) eliptik veya dairesel yörüngeye girmek üzere imal edilmiş araçlardır. İçlerinde ve dışlarında yapacakları işe göre uygun aletlerle donatılmıştır. Kabaca bir uydunun yapısı incelenirse, şu kısımlardan oluştuğu görülür:

1. Uyduların Dışı: Uydunun dış kısımları gümüş veya altın bir baraka ile kaplanmıştır (özellikle tüm haberleşme uyduları, iç gezegenlere gönderilen uydular ve ay modülleri). Bu tabakanın en belirgin özelliği yansıtıcı olmasıdır. Güneş ışınları yansıtılarak uydunun ısınması engellenmiş olur. İkinci neden ise özellikle altının iyi bir iletken olmasıdır. Yer yörüngeli uyduların büyük bir kısmı Van Allen manyetik kuşakları içersinde bulunurlar. Bu kuşaklar güneşten ya da yıldızlar arası ortamdan gelen yüklü parçacıkları hapsederek, kutup ışımasına neden olurlar. Bu parçacıkların oluşturdukları elektrik alan uydudaki elektronik aletlerin çalışmasını engeller. Altın barak oluşan elektriği toplamaya yarar. Özellikle haberleşme uydularının anten bağlantıları bile altın barak ile kaplanmıştır. Üçüncü bir neden ise mikron büyüklüğündeki asteroidlerin uydunun iç kısımlarına zarar vermesini engellemek içindir.

2. Haberleşme Sistemleri: Eğer uydu ölçüm yapıyorsa, örneğin astronomik amaçlı ise yıldızları, gezegenleri, güneşi ya da derin uzayı inceliyor demektir. Ölçümleri radyo sinyalleri ile yeryüzüne ulaştırıyordur. Uydudaki bilgi yerdeki belli istasyonlara belirli zamanlarda aktarılır. Haberleşme uyduları ise yeryüzünün belli bir bölgesinden gelen sinyalleri diğer tarafa aktarırlar (devletler ve kıtalar arası telefon konuşması, TV yayını vs.). Bu tür uydulara yansıtıcı uydular denir. Bunun dışında uydu ile bizzat haberleşmeyi sağlayan sistemler vardır. Bu sistemler yardımı ile uydunun yeri, enerji durumu, hızı tespit edilir. Ona görede gerekli yörünge düzeltmeleri yapılır.

3. Bilgisayar ve Veri Toplama Sistemleri: Dedektörler, radyo antenleri, teleskoplar, kameralar vs.

4. Güç Kaynakları: Güç kaynağı bir uydunun en önemli kısmıdır. Uydu üzerindeki elektronik ve mekanik donanımı çalıştırmak için enerjiye ihtiyaç vardır. Bu enerji ya imalat sırasında kendisine yüklenmiş piller (doldurulmuş pil veya atom pilleri) vasıtasıyla karşılanır. Ya da uydu enerjisini dış ortamdan tedarik eder. Dış ortamdan (Güneş’ten) enerji güneş panelleri ya da güneş pilleri yardımıyla sağlanır. Bu tür elde edilen enerji elektronik aksam için gereklidir. Bunun dışında uyduların yörünge düzeltmelerinde belli bir eksoz hızı elde etmek için itme kuvvetine ihtiyaçları vardır. Bu tür enerjiler genellikle imalat sırasında uyduya yüklenir (yanıcı ve yakıcı sıvı yakıtlar) ya da uzay mekikleri vasıtasıyla yörüngede yakıt nakli yapılır.

5. Pozisyon Belirleme ve Sabitleme Üniteleri: Uydular güneş ışınlarından korunmak için kendi eksenleri etrafında dönerler. Bu dönme düzgün olmak zorundadır ve daima kontrol edilir. Belli bir yıldıza kilitlenme için uydunun pozisyonu çok önemlidir. Ayrıca astroid veya yörüngedeki bir uydu artığı ile çarpışma uydunun kontrolden çıkmasına neden olabilir.

Kutup Yörüngeli Uydular
Bu tür uydular, yeryüzünün boylam çizgilerine paralel olarak dolanırlar. Yer küresi döndüğü için devamlı olarak yeryüzünün farklı bölgelerini gözlerler. Genelde Yer’in iyonosfer tabakası, kutup bölgeleri, okyanuslardaki akıntılar, erozyon, tarımsal ürünlerin tesbiti, yeryüzünün fotoğrafının çekilmesi, askeri bölgelerdeki hareketlilik, maden ve petrol yataklarının tesbiti gibi, yer küresine ait bilgi toplama işleri bu tür yörüngeli uydular vasıtasıyla yapılırlar. Bazı meteoroloji uyduları da kutup yörüngeli olarak atılabilmektedir. Alçak yörünge uydularıdır ve dolanma periyotları kısadır.

Ekvatoral Uydular
Yer’in ekvator düzlemine paralel ve o düzlem içinde dolanan uydulardır. Yörüngelerinin en öte noktası yaklaşık olarak 36000 km, peryodları da 24 saat civarındadır. Bu nedenle yeryüzünden bakıldıklarında sabit görünürler ve ampul uydu diye adlandırılırlar. Göz ile bakıldığında yıldız sanılabilirler. Haberleşme amacıyla atılan uydular, erken uyarı askeri uyduları, meteoroloji uyduları bu tür uydulardır. Yaşam süreleri daha uzundur.

Rasgele Uydular

Genellikle yörüngeleri yer ekvatoruyla belli bir açı yapan uydulardır. Çoğunlukla haberleşme ve meteoroloji uydularıdırlar.

İnsanlı Uydular

İlk insan taşıyan uydu Sovyetler Birliği’nin 12 Nisan 1961 de fırlattığı Vostok-1 uydusudur. Böylece Sovyetler Birliği içinde insan bulunan bir uyduya tam bir dönüş yaptırmayı başarmışlardır. Uzaya çıkan bu ilk insanın adı Yuri Gagarin idi. Sovyetler daha sonraları da uzaya gönderdikleri uyduları karaya indirmeyi başarmışlardır. İnme olayı, uydu atmosfere girdikten sonra, atmosferin alt kademelerinde paraşüt açarak sağlanmıştır. Halbuki bugün bile ABD paraşütle karaya uydu dönüşü yapamamaktadır. Bunun için uzay mekiği teknolojisini geliştirmiştir. Sovyetler Birliği’nin Vostok, Salyut, Soyuz serileri ile ABD’nin Mercury ve Gemini serilerine ait uydular insanlı ya da canlı yük (deney hayvanları) serilerdir. Uydunun yeryüzüne dönen canlı taşıyan kapsül kısmı son derece ısıya dayanıklı bir koruyucu ile kaplanmıştır. Bunun nedeni atmosfere girdiğinde sürtünmeden dolayı kapsülün erimesini önlemektir (yıldız kayması olayını düşününüz).

Kaynak: uzaysitesi (03 Mart 2009)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:54
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
4 Eylül 2010       Mesaj #44
Avatarı yok
Yasaklı
İngiliz evrenbilimci, Profesör Stephen Hawking'e göre 'Evren'in yaradılışına ilişkin teorilerde Tanrı'ya gerek kalmadı'
İngiliz evrenbilimci, Profesör Stephen Hawking'e göre 'Evren'in yaradılışına ilişkin teorilerde Tanrı'ya yer yok.'

Hawking, yeni kitabında Big Bang - Büyük Patlama'nın fizik yasalarının kaçınılmaz sonucu olduğu saptamasını yapıyor ve Evren'in hiçten varolabileceğini söylüyor.

BBC'nin İngiliz gazetelerinden derlediği habere göre Hawking, “Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır” diye yazıyor.

Ünlü fizikçi, geçmişte bir yaratıcıya inanmanın, bilimle çelişmeyeceğini savunmuştu.
Hawking, 1988'de çok satan kitabı "A Brief History of Time - Zamanın Kısa Tarihi"nde Evren'in yaradılışında Tanrı'nın rol oynamış olabileceği yolundaki görüşlere yer vermiş ve "Eğer bütün bir teori kurabilirsek bu insan mantığının nihai zaferi olacaktır. Hem bu sayede Tanrı'nın aklını da anlayabiliriz" demişti.

Ancak Times gazetesinde bazı bölümleri yayımlanan "The Grand Design - Büyük Tasarım" kitabında Evren'in başlangıcını izah etmek için Tanrı'ya başvurmaya ihtiyaç olmadığı görüşünü dile getiriyor.

Gezegenlerin Yörüngeleri

Stephen Hawking, yayımlanmak üzere olan son kitabında İngiliz fizikçi ve matematikçi Sir Isaac Newton'ın teorilerini çürütmeye çalışıyor.
Newton, Evren'in bir kaos sonucu oluşamayacağını ve Tanrı tarafından tasarlanmış olması gerektiğini söylemişti.
Isaac Newton, bir seferinde "Yerçekimi gezegenlerin nasıl hareket ettiklerini açıklıyor, gezegenleri neyin yörüngeye soktuğunu değil... Her şeyi Tanrı yönetir" demişti.
İngiliz fizikçi ise "Yerçekimi diye bir yasa olduğu için, Evren kendi kendisini hiçten yaratabilir ve yaratmaya devam edecektir" diyerek bizim varlığımızın, evrenin varlığının ve hiçbir yerine, birşey olmasının sebebinin kendiliğinden yaratılış olduğunu savunuyor.

Hawking'in Amerikalı fizikçi Leonard Mlodinow ile ortaklaşa yazdığı kitabı "The Grand Design", İngiltere'de 9 Eylül'de piyasaya sürülüyor.
**Nasıl ki Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirdi, yeni fizik teorileri de evrenin oluşumu konusunda yaratıcının rolünü gereksiz kılmıştır” diye yazıyor.**
**İngiliz fizikçi ise "Yerçekimi diye bir yasa olduğu için, Evren kendi kendisini hiçten yaratabilir ve yaratmaya devam edecektir" diyerek bizim varlığımızın, evrenin varlığının ve hiçbir yerine, birşey olmasının sebebinin kendiliğinden yaratılış olduğunu savunuyor.**

Yorum:Hawkingin bu ifadesine bakılırsa,kendisi iyice tıkanmış gibi görünüyordur Hiçbir şey kendiliğinden varolamaz mutlaka bir sebebe ihtiyaç duyar Sonuçta yerçekimi adı verilen yasayı da yaratan bir yaratıcı vardır Darwinizm biyolojideki yaratıcı ihtiyacını sona erdirmiş falan değildir Bilakis tam tersine darwin ve darwinizm yaradılış konusunda (türlerin benzerliği) tamamen tıkanma noktasına gelmiş ve bir yaratıcının bunları dizayn ettiği fikrini kabullenmişlerdir

Kaynak:Ntvmsnbc(03 Eylül 2010 Cuma/TSİ:09:12)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:55
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
11 Eylül 2010       Mesaj #45
Avatarı yok
Yasaklı
Türk uzay programı gösterişe değil, ulusal çıkarlara ve bilime katkı amacına yönelmelidir!
"Sakın ha uzaya bir Türk gönderme hevesine kapılmayın. Bu çok pahalı ve çok gereksiz bir iş olur. Sizin en verimli olarak yapabileceğiniz şey robotik sistemler geliştirmeğe ve bunların yazılımlarını üretmeğe yönelmeniz olacaktır."

16 Aralık 2003 tarihinde bu yılki Kentin Konferansını veren dünyaca ünlü jeolog Prof. Wasserburg, 25 Aralık tarihinde bir konferans da Hava Harp Okulu'nda verdi. Konferansının başlığı, "Bilim Kurgu Bilimi: Spekülasyon, Dürtü ve Gerçek Buluş" idi. Bu konferansında Prof. Wasserburg 19. yüzyıldan itibaren insanoğlunun uzayın keşfi için bilim kurgu alanında neler düşlediğini anlattı, Jules Verne'den, kendi çocukluğunda popüler olan Buck Rogers gibi çizgi romanlardan örnekler verdi ve bunları gerçek uzay uçuşları başlayınca karşılaşılan gerçeklerle karşılaştırdı

Vermek istediği mesaj, toplumda bilim kurgunun ve onun oluşturduğu dürtünün önemini vurgulamak, ancak hayal gücünün tek başına gerçek keşifler yapmaya yetmediğini, mutlaka gözlemin de hayal gücünün ortaya attığı varsayımları ve yaratıcı fikirleri kontrol etmesi gerektiğini göstermekti. Kendi çocukluğunda nelerin hayal edildiğini, ancak gerçekle karşılaşılınca ne büyük sürprizlerin ortaya çıktığını vurguladı. Bu sürprizlerin de daha sonra ne tür dürtüler ortaya çıkarttıklarını, hayal gücüne ne gibi yeni genişleme alanları oluşturduklarını anlatarak ABD'de uzay programlarının şimdi nasıl planlandıklarına değindi.

Prof. Wasserburg'un konferansını dinleyen Harbiyeliler ve subaylar konferanstan sonra çok güzel, konunun püf noktasına dokunan sorular sordular. Bu soruların bazıları Türkiye'nin, Türk Hava Kuvvetleri'nin girişimiyle başlatılan uzay programında ne gibi öncelikleri olması gerektiğini gündeme getirdi.

Bu noktada Wasserburg ABD'de ve diğer bazı "süper güçlerde" uzay programı ile ilgili yapılan hatalardan bahsetti. "ABD", dedi, "insanlı uzay uçuşları ve uzayda yaşam arama aşkına diğer programları gündemden kaldırdı. O kadar ki, haberleşme uydularımız için Avrupalılardan uçuş zamanı satın alma durumuna düştük. Hâlbuki insanlı uçuşların net getirisi, insansız uçuşlara kıyasla çok düşüktür. Uzayda son zamanlarda en önemli keşifler robotik sistemlerle donatılmış insansız uçuşlar sayesinde gerçekleştirilmiştir. Şimdi de bir uzayda yaşam arama hevesi başladı. ABD'de tüm diğer programlar bu programa feda ediliyor. Hâlbuki bu büyük ve çok pahalı bir yanlıştır. Öncelik, her şeyden önce, kâinatı oluşturan malzemenin köken ve evrimini anlamakta olmalıdır. Bunu anlamadan, rastlanılan bir yaşam izini anlamak bile olanaksız olabilir."

Wasserburg daha sonra Türkiye'nin uzay araştırmalarındaki rolünün ne olabileceğine değindi. "Sakın ha uzaya bir Türk gönderme hevesine kapılmayın" dedi. "Bu çok pahalı ve çok gereksiz bir iş olur. Sizin en verimli olarak yapabileceğiniz şey robotik sistemler geliştirmeğe ve bunların yazılımlarını üretmeğe yönelmeniz olacaktır. Bu hem Türkiye'de büyük eksikliğini gördüğüm teknoloji üretiminde önünüze yeni ufuklar ve yeni iş imkânları açacak, araştırma kurumlarınızı ve sanayinizi kamçılayacak ve sonunda hem uluslararası bilime bir şeyler katabileceksiniz, hem kendi savunmanıza hem de ihracatınıza önemli katkılar yapabileceksiniz. Biz bunun tersini yaptık ve şimdi ağır bir fatura ödüyoruz.

Columbia'nın başına gelen önceden tahmin edilemeyecek bir şey değildi. Ama biz gösteriş uğruna pek yanlış işler yaptık. Bunun kavgasını ben kendi ülkemde yıllardır veriyorum. Türk uzay programı gösterişe değil, ulusal çıkarlara ve bilime katkı amacına yönelmelidir."

Wasserburg'a soru cevap kısmının sonunda Hava Harp Okulu komutanı Hv. Plt. Tümg. Şevket Dingiloğlu tarafından bir anı madalyası sunuldu. İkinci Dünya Savaşında gönüllü piyade eri olarak çarpışmış olan ve onbaşı rütbesiyle terhis olduğunu söyleyen 77 yaşındaki Wasserburg, komutandan madalyasını Harbiyelilerin tüm salonu inleten alkışları arasında çakı gibi bir asker selamıyla aldı. Türkiye'nin uzay çalışmalarında kendinden öncekilerin yanlışlarından ders alması çok mühimdir.

ABD'nin, Rusya'nın veya Çin'in her yaptığını doğru sanmak bize pek pahalıya mal olabilir. Yapılacak iş kendimizden önce yapılanları geniş bir bilgi çerçevesi içerisinde eleştirel bir şekilde gözden geçirmektir. Yeşilköy'de sorulan sorular genç Harbiyelilerin bu mesajı iyi aldıklarını gösteriyordu

Kaynak:Bilimbilmek(Şengör, A. M. Celal., "Türkiye uzay çalışmalarında neler yapmalı?", Cumhuriyet Bilim Teknik Dergisi, Zümrütten Akisler Köşesi, 17 Ocak 2004.)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:55
Baragyal - avatarı
Baragyal
VIP Siner, Siz’û ve Mâze
11 Eylül 2010       Mesaj #46
Baragyal - avatarı
VIP Siner, Siz’û ve Mâze
Ben BİLİNMEYEN CİSİMLERİN insan olduğu konusunda açıkcası şüphem var, bunu da size şöyle açıklayayım;
Ben burdan bir varsayım ortaya koymak istiyorum ve bu insanların belki de o zmnlarda uzayı keşfedip orada bir yaşam ortamı oluşturmuş olmaları ve dünyada büyük bir doğal afet oluşarak [ ki dünyanın 7 harikasından sadece piramidler ayakta kalabilmiştir, diğerleri belirlenemeyen sebeplerle zarara uğrayarak parçalanmış bozulmuşlardır ] dünyadaki birçok şeyin yok olup bu insanların da uzaya kaçmış olmaları ve insanların yeniden 0 teknolojiyle tekrar başlamış olabilme ihtimali var. Bu insanlar bizden çok ileri teknolojide olup sürekli gelip dünyayı inceliyor olabilirler mi?
Ben son cümlelerinizi dikkate alıyorum.
Bence insanoğlu son sürat''tamı tamına maddeciliğin oluşturduğu bir yaşamın'' içinde yol alıyor ve müthiş bir materyalist hayat yaşıyoruz.Belkide insanoğlu bir zamanlar hikayelerde anlatıldığı yada hayallerde düşünüldüğü gibi mistik bir yaşam sürüyordu.Ve zamanın bir anında ne olduysa maddeciliğe geçiş oldu.Biliyorum yorumlarım belkide çok uçuk ama olmayan bir şeyi hayal etmek insanın yaratılışında olmamalı,yani cennetteki meyvelerin dünya diliyle örneklendirip anlatılması gibi...Bilmiyorum ve bu bilinmezlik canımı fena sıkıyor.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:56
Korkma ! Bilesinki, Atın İyisine Doru Yiğidin İyisine Deli Derler.. ŞEYH EDEP ALİ....
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
17 Eylül 2010       Mesaj #47
Avatarı yok
Yasaklı
Güneş'in Yok Olmasını Engelleyen Mucize
Dev bir nükleer reaktör olan Güneş'in içindeki reaksiyonlarda büyük bir enerji açığa çıkmaktadır. İnsan hayatının devamı için temel kaynak olan Güneş'te meydana gelen bu reaksiyonlarda oluşabilecek en ufak bir sapma Güneş'in sönmesine ya da birkaç saniye içinde havaya uçmasına neden olacaktır. Böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi Güneş'teki bu işlemlerin mucizevi bir hassasiyetle tasarlanmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Güneş'i ve Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim gücü" ile gezegenin "merkez-kaç kuvveti" arasındaki dengede saklıdır. Güneş büyük çekim gücü ile tüm gezegenleri çeker, gezegenlerin dönmesinden kaynaklanan merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimin etkisi azalır ve muhteşem bir denge oluşur. Eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Ama bunların hiçbiri olmaz ve tüm gezegenler kendi yörüngelerinde yol alırlar. Çünkü Allah'ın ayette bildirdiği gibi, "Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Yasin suresi, 40)

Güneş, dev bir nükleer reaktördür. Güneş'in içinde sürekli olarak hidrojen atomları helyuma dönüştürülür ve bu işlemler neticesinde ısı ve ışık açığa çıkar. Güneş'teki bu nükleer reaksiyon, insan hayatı için zorunludur. Dünya'ya ulaşan ısı ve ışığın açığa çıkması içinse dört hidrojenin birleşip bir hidrojene dönüşmesi gerekir.

Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alan hidrojen, evrendeki en basit elementtir. Helyumun çekirdeğinde ise iki proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem, dört hidrojenin birleşmesiyle bir helyum elementinin oluşmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır. (Harun Yahya, Evrenin Yaratılışı, İstanbul: Global Yayıncılık)

Ancak, dört hidrojen atomunun biraraya gelip bir anda helyuma dönüşmesi mümkün değildir. Bunun için, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana gelir. Bu ara formüle "dötron" adı verilir. Sonra da iki dötronun birleşmesiyle bir helyum çekirdeği oluşur.

En Güçlü Nükleer Kuvvet
Şimdi asıl soruyu sorabiliriz. Peki, iki ayrı atom çekirdeğini birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvete "güçlü nükleer kuvvet" denir. Güçlü nükleer kuvvet, evrendeki en büyük nükleer kuvvettir. Bu kuvvet yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha güçlüdür. Bu güç sayesinde iki hidrojen çekirdeği birbirine yapışabilmektedir.

Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet, bu işi yapmak için tam gereken miktardadır. Güçlü nükleer kuvvet eğer şu anda sahip olduğu değerinden biraz bile daha zayıf olsaydı, iki hidrojen çekirdeği birleşemezdi. Yan yana gelen iki proton, hemen birbirlerini iter, böylece Güneş'teki nükleer reaksiyon başlamadan biterdi. Yani Güneş hiç var olmazdı. Ünlü bilimadamı George Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir zaman yanmayacaktı" diye açıklar

Güneş'teki Dengeli Reaksiyon
Peki acaba güçlü nükleer kuvvet birazcık daha güçlü olsa ne olurdu? O zaman da bir proton ve bir nötrondan oluşan dötron değil, iki protonlu di-proton meydana gelirdi. Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok etkili bir yakıt haline gelirdi. Bu öyle bir yakıt olurdu ki, Güneş ve ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçardı. Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğar birkaç saniye içinde kömür haline gelirdi. Ama yüce Yaratıcımız olan Allah'ın rahmeti sayesinde güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam olması gereken düzeydedir ve Güneş dengeli bir reaksiyon gerçekleştirir yani "yavaş yavaş" yanar.

Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu ayarlamada bir sapma olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok olurlardı. Allah, Güneş'i insanın yaşamı için özel bir şekilde yaratmıştır ve bunu Kuran'daki "Güneş ve Ay, belli bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) ifadesiyle bizlere bildirmiştir.

Tüm evreni yoktan var edip, sonra da onu dilediği biçimde tasarlayıp düzenleyen tek güç alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah, gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratmış sonra da ona belli bir düzen vermiştir. Evrendeki cisimlerin mucizevi dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları, Allah'ın yaratışındaki kusursuzluğu gösteren delillerden biridir. Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)

Kaynak:Bilgilerdünyası
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:56
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Eylül 2010       Mesaj #48
Avatarı yok
Yasaklı
Güneş ve Nötrino'ların Gizemi
Güneş çekirdeğindeki termonükleer reaksiyondan yayılması gereken nötrino parçacıklarının deneysel olarak bulunamaması 1980'li yılların başında güneşin enerji kaynağı hakkında bilim adamlarını kararsız bıraktı. Güneş bu denli güçlü enerjisini nükleer reaksiyon sonucu elde etmiyorsa bu enerjinin kaynağı neydi?

1967 yılında Alman fizikçi Hans Bathe'ye güneşteki termonükleer reaksiyonlar üzerinde çalışması için Nobel Fizik ödülü vermeyi kararlaştıran İsveç Bilim Akademisi üyeleri ödüllendirdikleri bu çalışmanın 1945 yılında gene kendilerince verilen bir ödülün konusu yüzünden temellerinden sarsılacağını düşünemezlerdi.

Yarının bilim tarihi yazarlarını belki bir çelişki içine sürükleyebilecek bu olay Einstein'in izafiyet Teorisini açıkladığı günlerden başlar.

İngiliz astronom ve fizikçisi Sir Arthur S. Eddington İzafiyet Teorisine dayanarak Güneşin enerjisinin termonükleer reaksiyonlardan kaynaklandığını ileri sürdü.

Güneş enerjisinin kaynağı, insanın doğa karşısında bilinçlenmeye başladığı günden beri ilgisini çekmişti. Çoğunlukla sıcak ülkelerde bu ilgi o kadar ileri gitmişti ki, insanlar Güneşi tanrılaştırmışlardı. Mısır, Sümer, Yunan, Inka ve Japon dinlerinde ve Budizmde Güneş tanrısal bir varlıktı.

Güneşin sonsuz enerjisinin kaynağını arayanlar en bilimsel ve basit bir şekilde Einstein'in kütleyi enerji eşdeğeri şeklinde açıklayan izafiyet Teorisinde buluyorlardı.

Sir Eddington ömrünün son otuz yılını bu konu üzerinde çalışmaya ayırmasına rağmen onun ölümünden 2-3 yıl önce aynı konuda çalışmaya başlayan Alman Fikzikçi Hans Bethe 1967 yılında Nobel Fizik ödülünü alacak kadar başarılı oldu.

Bethe'nin Güneş modelinde,Ortada çapı Güneşinkinin 1/4'ü büyüklüğünde olan bir çekirdek mevcuttur. Bu çekirdek bölgesinde dört hidrojen atomu termonükleer reaksiyonla bir helyum atomu şekline dönüşür. Dört hidrojen atomunun kütlesiyle bir helyum atomunun kütlesi arasında 4.735x10(-26) gr fark vardır. İşte bu fark izafiyet Teorisinde açıklanan E=mc2 eşitliğine göre enerjiye çevrilir. Bu hesaba göre her saniyede Güneş çekirdeğinde 4 milyon ton Hidrojen, Helyum haline dönüşür. Ancak bu rakamlardan endişe edilecek bir şey yoktur. Güneşte daha 4 milyar yıl bu dengeyi devam ettirebilecek hidrojen mevcuttur.

Çekirdekte ısı 15 milyon derece, basınç ise 250 milyon atmosfer olması gerekir. Güneş çekirdeğinde oluşan enerji gamma ışınları halinde Güneyin yüzüne doğru akarken çarpışan atomlar nedeniyle bu enerji başta X ışınlarına, mor ötesi ışınlara ve nihayet görünür ışık haline dönüşür. Bu sıcaklıkta madde plazma halinde olduğundan atomun içindeki elemanlar birbirleriyle olan ilişkilerini kaybetmiş durumdadırlar. Yüzeye doğru soğuyan atom çekirdekleri başıboş dolaşan elektronları etraflarında toplayarak yaklaşık 6000 ( C )° de gazlardan oluşan güneş yüzeyini yani ışınküreyi oluştururlar. Işınküre, yeryüzünden baktığımız zaman Güneşin gördüğümüz yüzeyidir. Bu yüzey üzerinde "granülasyon" denilen enerji çıkış noktaları, "Güneş lekeleri" denilen elektromanyetik fırtınalar ve bunlara bağlı alev fışkırmaları Dünyadan gözlenen olaylardır.

Güneş yüzeyinin üzerindeki renkküre tabakası çok yüksek ısıda ince bir tabakadır. Her iki tarafı kendinden soğuk olmasına rağmen bu tabakadaki yüksek ısı yıllarca termodinamik yasaları ile açıklanamadı hatta bir çok yerde bu Güneş modeline gölge düşürdü. Günümüzde artık bu yüksek ısının Güneş yüzeyindeki enerji çıkış noktalarında oluşan süpersonik ses enerjisinin ısıya dönüşmesi olduğu anlaşılmıştır.

Taç tabakası ise Güneşin dışa doğru uzanan kısmıdır. Şekli Güneş aktivitesine bağlı olarak değişir ve yer yer büyük magnetik alanlar oluşturur. Bir gaz kütlesi diye nitelendirebileceğimiz Taç tabakasındaki gazlar güneşten belirli bir mesafe kadar uzaklaşınca artık Güneşin çekim gücü tarafından tutulamazlar. Bu kez diğer gezegen ve gök cisimlerinin çekimine girerek Güneşten bu gök cisimlerine doğru akan ve adına "Güneş Rüzgarı" denilen akımı oluştururlar İşte son yıllara kadar başka bir alternatifi düşünülemeyen ve tartışılmayan Güneş modeli buydu. Ancak bu modeli sarsacak ilk fikirler 1931 yılında daha Güneşin termonükleer enerji hesaplanmadan ortaya çıktı.

isviçreli fizikçi Wolfgang Pauli beta ışımasındaki enerji dengesini kurduğu zaman adına Nötrino denilen kütlesiz fakat ışık hızına giden parçacıkların da yayılması gerektiğini teorik olarak ispat etti. Bu parçacıkların diğer bir özelliği de maddenin içinden sanki boş evrende gidermiş gibi geçebilmesiydi.

Fizikçiler bu buluştan son derece memnundular çünkü nükleer ayrışmada açıkta kalan enerji dengesi tekrar kuruluyor ve termodinamik yasalar gene geçerli hale geliyordu. Wolfgang Pauli'nin bu çalışmaları 1945 yılında Nobel Fizik ödülünü aldı.

Wolfgang Pauli oluşturduğu teorik nötrino hayaletinin, birgün gerçekleşebileceğini düşünmemişti bile... Ama 1954 yılında Amerika'da Prookhaven ve Avrupa'daki Cern reaktörlerindeki araştırmalarda beta ışınımından nötrino demetleri elde edildi. Güneşte meydana gelen termonükleer reaksiyonda da nötrinoların oluşması gerekiyordu.

Nötrinolar ışık hızında hareket ederek madde içinden geçme özelliğine sahip olduklarından Cüneş çekirdeğinde üretildikleri andan sekiz dakika kadar sonra yeryüzüne erişmeleri gerekmekteydi. Şu halde yeryüzünde bir anda erişen nötrinoları saymak suretiyle yapılacak bir genelleme o andan sekiz dakika evvel çekirdekteki termonükleer reaksiyonun gücü hakkında bilgi verebilecekti.

Güneşten gelen nötrinolar nasıl yakalanabilecekti? Nötrinolar maddeyi tanımadan yeryüzünün bir tarafından girip öbür tarafından çıkabllıyorlardı. Amerika'da Brookhaven Labora*tuarının parça hızlandırıcısında elde edilen nötrinolar üzerinde yapılan deneylerde klor atomu içeren bir sıvı kütlesinin belli bir oranda nötrino tuttuğu belirlendi. Klor atomları nötrinoları bünyelerine alarak A37 denilen Argon gazının bir izotopuna dönüşüyorlardı. Bundan sonra argon gazını tanıyabilmek çok kolaydı.
Amerikalı uzmanlar Brookhaven'deki deneyler ve hesaplara dayanarak C2H2CL4 formülündeki klor molekülü bakımından zengin bir temizlik suyunu nötrino tutucu olarak seçtiler.

Adı karbon tetra kloretilen olan bu sıvı içinde nötrinonun klor atomuna çarpma olasılığı saptandı. Diğer önemli bir nokta da karbon tetra kloretilenin uzaydan gelen kozmik ışınlardan korunması gereğiydi. Bunun için deney yeri olarak 1500 m. derinlikte Güney Dakota'da bir altın madeni ocağı seçildi. Buraya konan 390.000 litre hacminde nötrino tutucu temizlik suyu ile çalışmalar başladı.

Sonuç herkesi, şaşırtacak nitelikteydi. İki günde ancak bir tek nötrino tutulabiliyordu. Deneye üç yılı aşkın bir süre devam edildi. Tutulan nötrinolar yok denecek kadar az sayıda idi. Alınan sonuç ya deneylerde yanlışlık olduğu, ya bilinmeyen bir nedenle nötrinoların yok olduğu, ya da Güneşte Termonükleer Reaksiyon Olmadığı şeklinde yorumlanabilirdi.Ortada bilimsel bir skandal vardı. Ya duruma bir yorum bulunmalı veya Güneşin bu güne kadar benimsenen modeli değişmeliydi. Bilim adamlarının tepkisi başlıca üç grupta toplandı.

*Birinci grup eski Güneş modelini kabul ediyor, nötrinoların Güneşle Dünya arasındaki seyahatlerinde şekil değiştirerek tanınmayacak yani yeryüzünde tutulmayacak bir hale geldiğini iddia ediyorlardı.

Eski Güneş modelini korumakta ısrar eden bir başka grup da Güneşin çekirdeğinde oluşan termonükleer enerjinin Güneş yüzüne erişmesinin binlerce yıl aldığını kanıtladılar. Onlara göre Güneş enerjisini yitirmiş, çekirdek artık enerji yayınlamıyordu Ancak bu durumun yüzeye çıkması binlerce yıl alacaktı.

*ikinci grup bilim adamları, modeli tamamiyle değiştiriyorlardı. Yeni model çalışmasında Nötrino sorunu yanındaki ikinci bir sorunun da yanıtlanması gerekiyordu.

Bu ikinci sorun 1975 de ortaya çıkmıştı. Amerikalı bir araştırma ekibi Güneşin çapının 5 dakikalık periyotlarla 4 ila 8 kilometre genişleyip daraldığını saptadı. Aynı olay ingiliz ve Sovyet bilim adamları tarafından da gözlendi.

iki sorunu da yanıtlayan yeni modele göre Güneş, çekirdeğindeki basınç düşüşü nedeniyle büzülmekte olup bu büzülme enerji kaynağı haline gelmektedir.

*Üçüncü grup bilim adamları herhangi bir karar vermeden önce daha başka deneyler yapma gereğini savunuyorlardı.

Sovyet bilim adamları Kafkaslarda Baksan Kanyonunda yaptıkları nötrino tutucusu ile 6 ay kadar çalışmadan sonra ancak Dünyaya erişen 10 adet nötrino bulabilmişti. Sistemin hatalı olabileceği göz önüne alınarak yeni nötrino tuzakları projelendirildi. Projelerden birinin uygulamaya geçmesi için 50 ton Callium'a gereksinme vardı Bu miktar günümüze kadar olan Dünya Gallium üretiminden fazlaydı.

Şu anda üçüncü grup bilim adamları yeni nötrino tuzaklarının yapılmasını dört gözle bekliyorlar. Rusya'da dağlar altında 40 milyon litre hacminde, Donbasta tuz madeninde ve İtalyan Alplerinde nötrino tutucuları inşa edilmektedir

Bugüne kadar alınan sonuçlar karar vermek için çok erken olmasına rağmen 1967 de Nobel ödülünü kazanan Bathe Güneş modelinin geçerliğine şüpheyle bakılmaktadır. Hiç olmazsa bu model esaslı olarak gözden geçirilecektir.

Her araştırma ve her sonucun karşımıza getireceği hakikat değişmeyecektir. Her yeni buluş ve her yeni bilgi insanlığın önüne yeni sorunlar çıkaracaktır

Kaynak:Enginbilim(Yük.Müh. Aydın SEZGİNER.Nötrino Muamması.Bilim ve Teknik.Mart.1981.sayı.160)
Yararlanılan Diğer Kaynaklar:Büktaş, Bülent, Güneş Enerjisi İnsanlığın Hizmetin de Bilim ve Teknik Eylül 1979, Tübitak, Ankara Meydan Larousse, "Güneş", "Eddington", "Pauli", "Nötrino" kelimeleri, Meydan yayınevi, İstanbul 1971. Bray, R.J and Loughhead, RE. , Why Study the Sun? Sun World, August 1978, Victoria, Avusturalya Lennard Bickel, Güneşimiz: Yaşadığımız Yıldız, Bilim ve Teknik Ocak 1977, Tübitak, Ankara Rubin, Vera, C Stars, Galaxies, Cosmos: The Past Decade, The New Decade, Scence, Vol: 209 No. 4452, Washington DC. 1980 Denisov, Roman, An Impending Scandal in Astrophysics? Sputnik, May 1980, Novosti Pr ss Agency, Moskow
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:57
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
5 Ekim 2010       Mesaj #49
Avatarı yok
Yasaklı
Ölü Yıldızlar
Gökbilimciler NASA'nın chandra X-1 Işını uzay teleskobunun görüntülediği bir süpernova kalıntısı üzerinde yaptıkları bir otopsiyle 22.000 yıl önce ömrünü sonlandıran bir dev yıldızın son anlarına ışık tuttular G292.0+1.8 olarak tanımlanan kalıntı şimdiye kadar gökadamız samanyolunda büyük miktarda oksijen içerdiği belirlenen üçüncü süpernova kalıntısı.kalıntı oksijenin yanısıra yıldızın patlamadan önce sentezlemiş olduğu,neon ve silisyum gibi elementlerde içeriyordur.Değişik enerji bantlarında alınmış X ışını görüntülerini inceleyen araştırmacılar patlamanın simetrik olmadığı sonucunu çıkardılar.Örneğin mavi(silisyum ve kükürt)ve yeşil(magnezyum)renkler sağ üstte daha belirginken ,oksijenin varlığını gösteren sarı ve turuncu sol altta daha baskındır

Tabii bütün bu renkler teleskoptan gelen sayısal verilere göre bilgisayarlarca yapay olarak oluşturuluyordur.Bu elementler değişik sıcaklıklarda ışıma yaptıklarından kalıntının sağ üst tarafında sıcaklığın daha yüksek olduğu ortaya çıkıyordur.kalıntının merkezinin biraz altında ve solda patlayan yıldızın 15-20 km boyuta kadar sıkışmış merkezi olan ve güneşimizinkinden daha fazla kütle içeren bir nötron yıldızı bulunuyordur.Bu nötron yıldızlarının özel bir türü olan ve düzenli aralıklarla X ışınları yada radyo dalga atımları yapan bir atarcadır.Nötron yıldızının başta kalıntının merkezinde olması gerektiğine işaret eden gökbilimciler asimetrik patlamanın yol açtığı geri tepmeyle şimdi görünen yerine itilmiş olabileceğini düşünüyorlar Görüntüyü soldan sağa kateden beyaz kuşağınsa yıldızın patlamadan önce şiddetli rüzgarıyla uzaya savurduğu madde olduğu sanılıyor.

Kaynak:Tübitak NASA Basın Bülteni (23 Ekim 2007)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:57
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
26 Ekim 2010       Mesaj #50
Avatarı yok
Yasaklı
Orion Kuşağı
Hubble Uzay Teleskobu'nun bulanık görüntü özünün,düzenlenen olağanüstü başarılı bir uzay seferiyle düzeltilmesiyle birlikte astronomi araştırmaları için yeni bir dönem başlamış oldu. 29 Aralık 1993 tarihinde, gökyüzünün en parlak bulutsusu olan Orion Bulutsusu'nu araştırmak üzere yönlendirilen Hubble, bulutsuyla ilgili birçok gizemin ortaya çıkarılmasını sağladı.

Yıldızlar da bizler gibi doğar, yaşar, yaşlanır ve ölürler. Yıldızları oluşturan hammadde ise, yıldızlararası boşlukta bulunan gaz ve tozdur. Bu gaz ve tozun daha yoğun bulunduğu bölgelere ise bulutsu ismi verilir. Bulutsular, evrendeki temel madde olan hidrojenin dışında, daha ağır elementleri de içerirler. Bu ağır elementler, daha önce yıldızların içinde üretilmişler ve bir süpernova patlaması ya da diğer nedenlerle uzaya savrulmuşlardır. Yani bu olayı, çok büyük bir ölçekte gerçekleşen bir geri kazanım olarak düşünebiliriz.

Yıldızları oluşturan bu yoğun gaz ve toz bulutları, çok düşük sıcaklıklarda olmalarından dolayı, karanlık bulutsu olarak adlandırılılar. Tipik bir karanlık bulutsu, birkaç bin Güneş kütleseni içerir ve yaklaşık 30 ışık yılı çapında (1 ışık yılı yaklaşık 10 trilyon kilometredir) bir hacim kaplar.

Bulutsunun içerisindeki madde, yaklaşık %74 hidrojen, %25 helyum, ve %1 daha ağır elementlerden oluşur. Kızılötesi dalgaboyunda yapılan gözlemler, böyle bir bulutsunun sıcaklığının yaklaşık 10 Kelvin (-263°C) olduğunu gösteriyor. Bulutsunun bu kadar soğuk olması, içerisindeki atomların çok yavaş hareket etmeleri demektir.

Eğer, herhangi bir şekilde, bulutsunun içerisindeki bir gaz ve toz yığını, çevresindeki maddeden daha yoğun bir hale gelirse, kütle çekiminin etkisiyle, bu yığınla birlikte, çevresindeki madde de sıkışmaya başlar. Sıkışmanın etkisiyle giderek yoğunlaşan gaz ve toz bulutunun merkezindeki sıcaklık kritik değere ulaştıktan sonra (10 milyon Kelvin) nükleer füzyon başlar.

Bu sırada, hidrojen atomları, helyum atomlarına dönüşürken, büyük miktarlarda enerji serbest kalır. Merkezden kaynaklanan bu enerji, içeriden dışarıya doğru bir basınç yaratarak, bulutun daha fazla sıkışmasını engeller. Yeni bir yıldız doğmuştur. Bu nükleer fırının etrafını saran gaz ve toz bulutu ise açısal hızından dolayı bir disk halini alır. Daha sonra, bu madde, yıldızdan kaynaklanan yoğun ışınımın yarattığı basınçtan dolayı uzaklaşarak yeniden yıldızlararası boşluğa dağılır ve içerisideki parlayan kütle açığa çıkar.

Kışın, kuzey yarımkürede gökyüzünün en parlak ve belki de en romantik takımyıldızı olan Orion, binlerce yıldır gözlemciler için ilgi çekici bir hedef olmuştur. M.Ö. 2000 yıllarında Yunanlılar, takımyıldızı oluşturan yıldızları birleştirmiş ve bunun bir avcıya benzediğine karar vermişlerdir. Orion bulutsusu avcının belini temsil eden üç yıldızın altında, avcının kılıcını oluşturan üç ışıklı noktadan ikincisi olarak göze çarpar.

Bulutsu, gaz ve toz karışımı yapısıyla, 56 trilyon kilometre uzunluğunda bir alan boyunca yayılmaktadır ve içerisindeki genç yıldızlar sayesinde parlamaktadır. Bir yıldızın rengi sıcaklığına bağlıdır. Güneş, sarı renkli ortalama bir yıldız olup, yüzey sıcaklığı 5800°C'dir. Avcı'nın sol dizini oluşturan Rigel, mavi-beyaz renkli bir yıldızdır ve yaklaşık 10000°C'de parlamaktadır.

Rigel gibi büyük kütleli, sıcak yıldızlar yakıtlarını çok hızlı yaktıkları için kısa sürede kendilerini tüketirler. Büyük kütleli yıldızlar yaşamlarının son evrelerinde helyumu karbona, karbonu da demire dönüştürürler. Daha sonra bunlar, yaşlı ve şişman Betelgeuse gibi kırmızı dev haline gelirler.

Avcının sağ omuzunda yer alan Betelgeuse soğuktur; yüzeyindeki sıcaklık sadece 3000°C'dir. Bir yıldızın içindeki nükleer fırın söndüğü zaman, çekim kuvveti yıldızın çökmesine ve büzülmesine neden olur. Bu hızlı büzülmeden dolayı serbest kalan enerji, büyük bir patlamayla sonuçlanır ve bir "süpernova" olarak ortaya çıkar. Patlama eğer bir gaz ve toz bulutunun yakınında gerçekleşirse, şok dalgaları bu bulutu sıkıştırıp yoğunlaşmasını sağlayabilir ve yıldız oluşum döngüsü böylece sürüp gider.

Hubble'la yapılan ilk gözlemler, Orion'la ilgili gizemin ortaya çıkarılacağı konusunda oldukça ümit vermiştir. Hubble'ın ilk görüntüleri, bilinmeyen bir dizi parlak cisimle doludur. Dağınık bir şekilde yerleşmiş bu düzensiz noktaların, aynı Galileo'nun, teleskobundaki mercekte bulunan hava kabarcıklarını Jüpiter'in uyduları zannetmesi gibi, önceleri teleskobun optik alıcılarındaki bozukluktan kaynaklandığı düşünülmüştür.

Houston Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdüren ve yaklaşık 30 yıldır Orion Bulutsusu üzerinde çalışan Robert O'Dell, bu cisimlerin, genç yıldızların etrafında dolaşan; gaz ve toz karışımı içeren gezegen sistemleri olabileceğine karar vermiştir. Eğer O'Dell haklıysa, evrenin başka bir yerinde yaşam bulunması olasılığı artıyor demektir. Çünkü sadece gezegenler, DNA oluşumu ve çoğalması için gerekli yoğunluğa sahiptir ve bilindiği kadarıyla yaşam için uygun sıcaklıklar sadece gezegenlerde bulunur.

Robert O'Dell, Hubble'la yapılan gözlemlerde hiçbir yanıltıcı cisme rastlanmadığını, Orion'u olduğu gibi gözlemlediklerini ancak beklenmedik bazı bulgularla karşılaştıklarını belirtiyor. Bulutsunun merkezinin bir bölümüne yapılan ilk sağlıklı gözlem sonucunda 110 yıldız ortaya çıkarıldı ve bir sürprizle karşılaşıldı. Bunların 56'sı ince ve küresel bir bulut katmanıyla çevriliydi. Daha önce belirlenen parlak nesneler bu çatlak görünüşlü cisimlerdi.

O'Dell, bunlardan başka, teleskobun keskin gözünün bile farkedemediği, yakın yıldızların az miktarda aydınlattığı birkaç cisim daha gözlemlemeyi başardı. Bulutlar her ne şekilde açıklanırsa açıklansın, bunların içinde bulunan yıldızlar (ve tüm diğer yıldızlar) Orion'daki gaz moleküllerinden Güneş Sistemi'mizdeki gezegenlere kadar tüm maddelerin asıl kaynağını oluşturur.

Galaksimizin sarmal kolları içinde dağılmış pek çok yıldız toplulukları olmasına rağmen, hiçbiri Orion Bulutsusu kadar "canlı" değildir. Bize uzaklığı yaklaşık 1500 ışık yılı olduğu halde, kışın çıplak gözle bile gökyüzünde kolaylıkla farkedilebilir. Galileo, 1610 yılında teleskobunu Orion Takımyıldızı'na çevirdiğinde bulutsuyu nasıl olduysa farketmedi. Aynı yıl, bir amatör astronom olan Fransız hakim Nicolas Claude Fabri de Peiresc, Galileo'dan aldığı bir teleskopla bulutsuyu keşfetti.

Bir teleskoptan bakıldığında, bulutsu renksizmiş gibi görünür çünkü içerdiği azot ve hidrojenden dolayı kırmızı renkli olan dış kısımlar parlak olmadığı için gözlerimiz tarafından algılanamaz. Bulutsu, aslında çoğunlukla hidrojenden oluşmuş olup daha az miktarda olmak üzere helyum, karbon, azot ve oksijen içeren sıcak ve parlayan bir gaz bulutudur. Bu gaz bulutu kendisinden daha geniş ve karanlık bir gaz ve toz bulutunun içinde bulunur.

Su ve karbonmonoksit de dahil onlarca sayıda molekülün varlığı, bu gaz ve toz bulutunun yıldızların oluştuğu maddeyle yüklü olduğunu gösteriyor. Bulutsunun aydınlık kısmının topografyası oldukça düzensizdir. İçerdiği sıcak gazlardan gelen morötesi ışınlar özellikle moleküler bulutun ince olduğu yerlerde bulutsunun genişlemesine yol açmaktadır.

Orion'a baktığımızda aynı bizim Güneş Sistemi'mizin de bir zamanlar içinde yeraldığına benzer bir "yıldız fabrikası" görüyoruz. Orion Bulutsusu'ndaki yıldızların çoğunluğu, 300,000 ile 1 milyon yaşındadır ve genç olanları genellikle kırmızı renkli ve küçük kütlelidir. Bir kıyaslama yapacak olursak, bizim ortayaşlı Güneş'imiz 4.5 milyar yaşındadır.

Trapezium olarak adlandırılan dört büyük kütleli yıldız bu yıldız fabrikasının çarpan kalbini oluşturuyor. En büyükleri olan Teta 1C, Güneş'ten 20 kat daha fazla kütleye sahiptir ve 100,000 kere daha parlaktır. Bu yıldız tek başına bütün bulutsuyu aydınlatabilir.

Trapezium'u oluşturan ve bir milyon yaşından daha yaşlı olmadıkları tahmin edilen yıldızlardan kaynaklanan morötesi ışınlar, çevrelerinde bulunan maddenin gökkuşağı renklerinde parlamasına yol açmaktadır. Trapezium'un dışında, bu yıldız fabrikası, oluşumlarının değişik aşamalarında olan yaklaşık 70,000 yıldız daha içermektedir.

Bulutsu, bu haliyle, gökadamızdaki bilinen en yoğun yıldız kümelerinden birisine sahiptir. 1995 baharında, uzay teleskobu yönünü dört defa daha Orion Bulutsusu'na çevirdi ve 15 farklı bölgesinin değişik fotoğraflarını çekti. Uzun çalışmalar sonucunda bu görüntüler birleştirilerek bulutsunun tutarlı bir görüntüsü elde edilebildi.

O'Dell'in söylediğine göre, bulutsu oldukça karmaşık ve şiddet dolu bir yer. Şok dalgaları, Orion Bulutsusu'nun son gizemlerinden birisidir. Astronomlar, şok dalgalarına, yeni oluşan yıldızlardan fışkıran gazların sebep olduğuna inanıyorlar. Gaz fışkırmalarının, yıldız oluşturan gaz bulutundaki manyetik alandan kaynaklandığı düşünülüyor.

Bulut, kütle çekimi sayesinde sıkıştıkça, manyetik alan da bir miktar sıkışıyor ama belirli bir yere kadar sıkışıyor. Bu sınıra ulaştığında, manyetik enerji dönen kütlenin dışına taşmaya başlıyor ve yolu boyunca gaz parçacıklarının çok yüksek hızlara ulaşmasına sebep oluyor.

Manyetik enerjinin dışarı taşması için en uygun yer ise kutuplar. Bu nedenle, bu fışkırmalar yeni doğan yıldızların manyetik kutupların yerlerini gösteriyor olabilir. Eğer, şok dalgaları, yeni doğmuş yıldızlardaki aktif kuvvetlerin varlığı anlamına geliyorsa, bu yıldızların çevresindeki gaz ve tozdan oluşan diskler gezegenlerin oluşumuna dair en büyük kanıttır. Bu disklerin incelenmesi bize, Güneş Sistemi'mizin nasıl oluştuğu konusunda bilgi verebilir.

Bu gaz ve tozlardan oluşan diskler Immanuel Kant'ın, 1755 yılında ortaya attığı hipotezini doğruluyor gibi görülüyor. Hipoteze göre, dönen gaz bulutu bir merkezde sıkışır ve yıldız oluşumunu sağlar. Arta kalan maddeler ise dönmeye devam ederek gezegenleri oluşturur. Yıldızları çevreleyen diskler genellikle küresel değil düzdürler. (Eğer bir bulutsu, gezegen oluşturacaksa, dönüyor olmak zorundadır ve döndükçe de bir disk halini alır.)

Bu disklerden bazıları dairesel görünürler, çünkü cismin görünüşü bakış açısına göre değişir. Diğerleri ise damla şeklindedir. Bunun nedeni, maddenin, Trapezium Yıldızlarından kaynaklanan güçlü yıldız rüzgarları tarafından üflenmesidir. Bazı diskler Güneş Sistemi'mize oranla çok daha büyüktür. Bir tanesinin çapı Güneş Sistemi'ninkinin yaklaşık 7.5 katıdır. Merkezinde ise bizim Güneş'imizin üçte biri kütleye sahip kırmızı ve sönük bir yıldız vardır. Çevrelerinde disklere sahip olan yıldızların pek çoğu muhtemelen kendi gezegenlerini oluşturacaklar.

Henüz yıldızlar çok genç oldukları için, yıldızlardan herhangi birinin çevresinde gezegen sistemine rastlanmadı. Ancak, benzer çalışmalar gökadamızda pek çok yerde gezegenlerin olma ihitimalini kuvvetlendiriyor. Şimdiye kadar, binlerce yıldızın aynı anda ve çok büyük kümeler içinde doğdukları düşünülüyordu. Fakat Arizona'daki Kitt Peak Ulusal Gözlemevi'ndeki astronomlar yeni kızılötesi teleskoplarını Orion Bulutsusu'ndaki bir bölgeye çevirdiklerinde sadece 10-15 yıldızın bulunduğu kümelerde de yıldızların oluşabildiğini gözlemlediler.

Bizim gökadamız Samanyolu'nda birçok yıldız bu şekilde oluşuyor olabilir. Gözlenen yıldızların hemen hemen hepsi gaz ve tozdan oluşan bir diske sahiptir ve herbiri bizim Güneş Sistemi'mize benzer bir sistem olabilirler.

Kaynak:Bilgiliknet
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:57

Benzer Konular

5 Ağustos 2018 / nötrino Uzay Bilimleri
25 Kasım 2016 / Hi-LaL Çevre Bilimleri
21 Şubat 2015 / _PaPiLLoN_ Biyoloji
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet