Arama

Uzay Hakkında Araştırmalar, Makaleler - Sayfa 7

Güncelleme: 5 Ekim 2018 Gösterim: 152.201 Cevap: 146
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
13 Mayıs 2011       Mesaj #61
Avatarı yok
Yasaklı
Gökadanın da Yamyamı Olur mu?
“İlk Defa Başka Bir Galakside Bir Gezegen Keşfedildi” veya “Samanyolu Dışında Gezegen Keşfedildi”başlıklı bilimsel bir Haberin içeriğini okuduğunuzda bulunan gezegenin bizim Samanyolu'nun içindeki bir yıldızın çevresinde döndüğünü,daha ileri gittiğinizde ise bu yıldızın başka bir gökadada oluştuğunu anlıyorsunuz. Daha sonra o gökada ile Samanyolu'nun çarpışması sonucu yıldız artık bizim gökadamızın üyesi oluyor. Neden bu yıldızı yemiş bizim Samanyolu da ona yamyam diyorlar? Peki Samanyolu kaç tane gökada ile çarpışmış olabilir, gökbilimciler bunu nasıl anlıyorlar, merak etmediniz mi?
Sponsorlu Bağlantılar

Gözlenebilir evrende 170 milyar gökada olduğu istatistik olarak ortaya konuluyor. Gökadaların çoğunun çapı 3000 ila 300 000 ışık yılı (IY) arasında ve birbirlerinden milyonlarca IY uzaklıkta. Gökadalar arasındaki uzayda, yoğunluğu bir metreküpte bir atomdan az olacak şekilde çok ince bir gaz var. Gökadaların büyük çoğunluğu kümeler halinde bulunuyor, daha büyük gruplar ise süperküme olarak bilinir. Süperküme gökadalar şimdilik konumuzun dışında. Konumuzun dışında olan diğer bir olgu ise bu gökadaların kütlelerinin %90'nın kara madde olması.

Gökyüzünde gördüğümüz ve Samanyolu adını verdiğimiz parlak kuşağın çok sayıda yıldızdan oluştuğunu tarih de İbn-i Heysem (965 - 1040) ve El-Biruni (973 – 1051) gibi bilim insanları söylemişlerse de Galileo teleskobu ile bunu kanıtlamıştır. Bugün biliyoruz ki gökyüzünde gördüğümüz tüm yıldızlar Samanyolu gökadasının birer üyesi. İçinde yaklaşık olarak 200 milyardan fazla yıldız barındıran bu gökada spiral yapıdadır ve ekseni çevresinde dönme hızı saniyede 250 km'dir. Samanyolu saniyede yaklaşık 600 km hızla Suyılanı takımyıldızı doğrultusunda hareket etmektedir. Bu hızı düşündüğümüzde Dünyamızın günde 52 milyon km yol katettiğini anlarız. Ne denli hızlı giden bir uzay aracının üzerindeyiz bir düşünsenize. Güneş sistemimiz, çapı 100 bin IY olan Samanyolu'nun merkezinden 28 bin IY uzaklıktadır.

“Yerel Grup” adı verilen gökada kümesi, içinde bizim Samanyolunu barındıran kümedir. Bu küme yaklaşık 30 gökada barındırır ve kütle merkezi Samanyolu ile Andromeda gökadası arasındadır. Grubun diğer üyeleri bu iki gökadadan oluşan alt grupdan çekimsel olarak ayrılırlar. Kümenin çapı yaklaşık 10 milyon IY'dır. Toplam kütlesi 1.29 trilyon Güneş kütlesidir. Yerel grup, Virgo süper gökada kümesinin bir üyesidir. Bu grup içinde kütlesi en büyük olan iki gökada Samanyolu ve Andromeda'dır ve her ikisi de spiral yapıdadır. Her iki gökadanın da uydu gökadaları vardır aynı Jüpiter'in uyduları olduğu gibi. Samanyolu'nun uydu gökadalarını gösteren çizelgeye bakıldığında 14 tane uydu gökadası olduğu görülür, henüz gözlenmiş ama tüm gökbilimcilerden onay almamış 10 tane daha var üstelik.

Bu kadar girişten sonra son olarak cüce gökadanın tanımına bakalım. 30 milyardan daha az yıldız barındıran gökadalara cüce diyoruz. Nedeni ise normal gökadalar çok daha fazla yıldız içerir, örneğin bizim gökadamız en az 200 milyar yıldıza sahip. Cüce gökadalar içinde en iyi örnek 30 milyar yıldız barındıran Büyük Magellan Bulutudur. Ne yazık ki sadece güney yarımkürede yaşayanlar bu güzel uydu gökadayı görebiliyorlar, bizler değil.

Bir gökada kümesi içinde hareket eden gökadalar birbirleri ile çarpışabilirler veya çekimsel olarak etkileşirler. Bu etkileşim sırasında yollarına devam edecek momentumları olmazsa çarpışma gerçekleşir. Bugün evrende bol miktarda çarpışan gökada görüntüleri olduğu için de astrofiziğin sıcak konularından biridir. Bu durumun gökadaların evriminde çok önemli süreç olduğu bugün anlaşılmaktadır. Gökadaların oluşumu ve evrimi diğer yandan yıldız oluşumu ile yakından ilgilidir. İki büyük gökada çarpıştığında genellikle eliptik bir gökada haline geliyor ama en önemlisi birleşmiş gökada içinde yıldız oluşum süreci birdenbire ivmeleniyor. Bu tür çarpışmaların oranı şu anda 100 gökadada 3-4 iken evrenin ilk oluştuğu zamanlanda bu oran çok daha yüksekti.

İkinci bir çarpışma da büyük bir gökadanın cüce gökadalar ile çarpışmasıdır. Bu durumda büyük gökada şeklini falan değiştirmez, çarpışan cüce gökadanın yıldızlarını asimile eder, yani özelliklerini değiştirerek kendi yıldızlarına benzetir. İşte o zaman diyoruz ki bu büyük gökada cücenin yıldızlarını yer yani yamyamlık yapar. Yamyam gökada kavramı buradan geliyor. Peki bizim gökadamız yamyam mı? Hem de bildiğimiz en iyisi, daha doğrusu onun içinde yaşadığımız için bunu çok iyi biliyoruz. Gökbilimciler bunu nasıl anlıyor? Şu anda bol şekilde robotik teleskoplar var, tüm gökyüzünün çeşitli süzgeçler ile fotoğrafını çekiyorlar ve gökbilimciler bunları inceliyorlar.

Bir grup yıldızın uzay hızlarını incelediklerinde onların Samanyolu yıldızları gibi hareket etmediklerini görüyorlar. Konuya ayrıntılı eğildiklerinde bir şerit halinde Samanyolu gökadasının düzlemine dik doğrultuda hareket ettikleri ortaya çıkıyor. İşte bunlara yıldız akıntıları adı verilmiştir. Bir cüce gökadanın yıldızları Samanyolu gökadasının çekim kuvveti ile dağılmış ve onları yine gökada merkezi çevresinde bir yörüngeye oturmuş halini gözlüyoruz. Daha sonra bu yabancıdan gelen yıldızların Samanyolunun yıldızları gibi davranacağını biliyoruz. Gökbilimciler büyük gökadaların çevrelerindeki cüce gökadaları yutarak büyüdüklerine inanıyorlar. Bu süreç evrenin ilk zamanlarında çok daha hızlıydı.


Çizelge 2'ye bakıldığında bugüne kadar saptanan yıldız akıntılarının adları ve özellikleri görülebilir. Şu anda Samanyolu ile Büyük ve Küçük Magellan bulutları arasında yamyamlık sürüyor. Bu cüce gökadalardan hidrojen gazı yay şeklinde Samanyoluna akmakta ve bu durum gözlemsel olarak kanıtlanmaktadır. Uzun zamandır devam eden bu akıntı sonucu çok yakın gelecekte bu bulutların yıldızları da Samanyoluna akmaya başlayacaktır. Yıldız akıntılarını daha iyi anlamak ve Samanyolu çavresindeki yörüngeleri için yukarıdaki resme dikkatli bakınız. Bu tür yörüngelerde sadece yutulan cüce gezegenler değil yaşlı küresel kümeler de var. Büyük gökadalar çarpışmalarının en iyi örneği ise şu anda bizden 2.2 milyon IY uzaklıktaki Andromeda gökadasının saatde 400-500 bin km hızla bize yaklaşmakta oluşu, gökbilimcilerin hesaplamalarına göre 3-4 milyar yıl sonra Samanyolu ile çarpışacaklar.

y25C425B1ld25C425B1z2Bakinti2

Şerit halinde gözlenen yıldız akımlarının hareket yönlerinin normal yıldızlardan nasıl farklı olduğunu yörüngelerine bakınca anlıyoruz.

HIP 13044 yıldızı ve çevresinde dolanan HIP 13044b gezegeni 1999 yılında bulunan Helmi yıldız akıntısının bir üyesiydi. HIP 13044 yıldızı şu anda varolmayan bir cüce gökadada meydana geldi, oluşurken gezegeni de beraberdi ve daha sonra yamyam Samanyolu bu cüce gökadayı yedi bitirdi ve şimdi artık onun bir yıldızı.

Kaynak:Uzay ve Astronomi(22 Aralık 2010)

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:04
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
24 Mayıs 2011       Mesaj #62
Avatarı yok
Yasaklı
Gezgin-1 Güneş Sistemi Sınırında
NASA’nın Gezgin 1 (Voyager 1) uzay aracı 33 yıllık yolculuğunun ardından Güneş Sistemi’ndeki güneş rüzgarlarının etkisini kaybettiği en uzak noktaya ulaştı.
Sponsorlu Bağlantılar
Gezgin 1 aracı şu an Güneş’ten 17.4 milyar km uzaklıkta bulunuyor. Bilim insanları bu bölgedeki güneş rüzgarı ile yıldızlararası bölgede yıldızlardan kaynaklanan rüzgarın karşılaştığını düşünüyor.
Aracın vardığı yer güneş sisteminin son bölgesi olması nedeniyle bir dönüm noktası olma özelliğini taşıyor. Yani şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı bir araç ilk kez güneş sisteminin son noktasına ulaştı.
Kaliforniya Enstitüsü ve Teknolojisi’nden Gezgin görevinden sorumlu ekipten Ed Stone: “Güneş rüzgarının ulaştığı son noktayı geçtik. Bu da Gezgin 1’in şu anda yıldızlararası boşluğa daha yakın olduğunu gösteriyor” diyor.
Güneşimiz, Güneş Sistemi’nin çevresini bir balon gibi saran ve adına heliosfer denilen yüklü parçacıklarla dolu bölgeye kadar etkir. Şok dalgasıyla ses hızından daha yüksek bir rüzgarın etkisiyle fırlayan parçacıklar etkinin geçtiği bölgeye kadar ulaşır. Bu noktada güneş rüzgarı önemli ölçüde yavaşlar ve heliosfere ulaşır.

5 Eylül 1977 tarihinde fırlatılan Gezgin 1 Aralık 2004’te heliosfere ulaştı. Bilim insanları buradaki Güneş rüzgarının hızını anlayabilmek amacıyla araçtaki Düşük Enerji Yüklü parçacık Aleti’nden gelen verileri kullandılar. Araştırmacılar, Gezgin 1’in dış yüzüne çarpan parçacıkların hızının aracın hızına eşit olduğunu anladıklarında güneş rüzgarının etkisinin artık hissedilmediğini anladılar. Gezgin 1 geçtiğimiz Haziran ayında Güneş’ten yaklaşık 17 milyar km uzaklıktaydı.

Bilim insanları bölgedeki güneş rüzgarının hızının değişken olduğunu bildiklerinden dört ay boyunca ölçümler aldılar. Ölçümlere göre güneş rüzgarının hızı aracın aldığı yola göre yılda saniyede 20 km azalarak Ağustos 2007’de saniyede 60 km’ye kadar düştü. Geçtiğimiz Haziran ayından bu yana da ölçülen hız sıfır oldu.

Bilim insanları Gezgin 1’in henüz heliosfer ötesi (heliosheath) bölgesine girmemiş olduğunu düşünüyor. Yıldızlararası uzaya doğru geçişte sıcak parçacıkların sayısı azalırken soğuk parçacıkların sayısında artış gözlenir. Bilim insanları heliosferin yapısıyla ilgili verileri kullanarak Gezgin 1’in bu bölgeden ne zaman çıkabileceğini hesapladılar. Buna göre araç 4 yıl içinde bölgeyi terk edecek.

Atina’daki Uygulamalı Fizik Laboratuarı ve Atina Akademisi’nden Tom Krimigis: “Bilimin gerçekleri ile Gezgin 1’in gerçekleri arasında bir çıkmazda olduğumuz görünüyor. Bu nedenle modellerimizi yeniden yapmak zorundayız” diyor.

Gezgin 1’in ikiz kardeşi olan Gezgin 2 ise 20 Ağustos 1977’de fırlatıldı. Araç şu anda 14.2 milyar km uzaklıkta bulunuyor. İki araç farklı yörüngelerde ve farklı hızlarda yollarına devam ediyorlar. Gezgin 2’nin hızı saniyede 15 km iken Gezgin 1 saniyede 17 km’lik bir hıza sahip. Önümüzdeki birkaç yıl içinde Gezgin 2’yi, Gezgin 1’in karşılaştığı olgular bekliyor olacak.

Kavramlar Hakkında
Şok Sınırı (Termination Shock): Güneş’ten milyarlarca km uzağa dek uzanan güneş rüzgarıyla üflenen elektrik yüklü gaz akışının sınırladığı yerdir. Bu rüzgar saniyede 300 ile 700 km arasında değişen bir hızla hareketlidir. Yıldızlararası rüzgarın etkisinin hissedildiği bu noktada güneş rüzgarının hızı düşmeye başlar.
Heliosfer (Heliosphere): Güneş’ten yayılan rüzgar gezegen yörüngelerini de geçerek geniş bir kabarcık oluşturur. Bu kabarcık uzayda Güneş ile birlikte hareket eder.
Heliosfer Kırsalı (Heliosheath): Heliosferin dış bölgesidir. Gezgin Güneş’ten 14 milyar km uzaklıktayken bu bölgeye girdi. Bu uzaklık Dünya-Güneş uzaklığının 94 katıdır.
Bu bölgede güneş rüzgarı ile yıldızlararası uzaydan gelen yıldız rüzgarları ilk kez karşılaşır.
Heliosfer Sonu (Heliopause): Bu sınır noktasında güneş rüzgarıyla yıldız rüzgarları arasında basınç dengelenmiştir.Gezgin bu bölgeyi de geçince artık yıldızlararası uzayda olacak.
Yay şoku (Bow shock): Bir dere içindeki kayanın önünde oluşan suyun etkisi gibi yıldızlararası uzayda oluşan yay şeklindeki şok formu.

Kaynak:NASA-JPL(Türkçe Çeviri:Astronomidiyarı)

BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:04
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
7 Haziran 2011       Mesaj #63
Avatarı yok
Yasaklı
APEX Uzak Evrendeki Yıldız Fabrikalarının İlk Kez Yakın Plan Fotoğrafını Çekti
Gökbilimciler şanslı bir keşifle APEX teleskobu sayesinde ilk kez çok uzak bir gökadanın yıldız oluşum bölgelerinin parlaklığını ve büyüklüğünü doğrudan ölçtüler. Gözlenen gökada çok uzakta bulunuyor, ve ışığının bize ulaşması çok zaman alıyor, bu nedenle 10 milyar yıl önceki halini görüyoruz. Kozmik bir “kütleçekim merceği” gökadayı büyütüyor, aksi takdirde imkansız olan yakın plan bir görüntüsünü veriyor bize. Bu şanslı fırsat daha genç gökadalardan yüz kat daha hızlı üretilen yıldız doğumevleriyle, Evren’in erken dönemlerindeki gökadaların yoğun ve dinamik yıldız oluşum yaşamını gözler önüne sermektedir. Bu araştırma Nature dergisinde yayınlandı.

Atacama Kaşifi Deneyi (APEX) teleskobuyla ışığın milimetre altı dalgaboylarında büyük kütleli bir gökada kümesini [1] gözleyen gökbilimciler kümeden daha uzakta bulunan ve bu dalgaboylarında nadir görülen bir parlaklıkta olan yeni ve çok uzak bir gökada keşfettiler. Yıldız ışığının kozmik toz parçaçıklarını ısıtması gökadayı çok parlak hale getirmekteydi. Bu yeni gökadaya SMM J2135-0102 adı verildi.

“Beklenmeyen bir konumda bu kadar şaşırtıcı parlaklıkta bir nesnenin bulunması bizi şaşkına çevirdi. Hemen ardından bunun daha önce bilinmeyen ve daha yakın gökada kümesi tarafından büyütülen daha uzakta bir gökada olduğunun farkına vardık,” diyor ESO’dan takımın bir üyesi Carlos De Breuck. De Breuck Şili’deki And dağlarında 5000 m yükseklikteki Chajnantor platosunda bulunan APEX teleskobuyla gözlem yapıyordu.

Yeni gökada SMM J2135-0102 ön planda bulunan büyük kütleli gökada kümesi nedeniyle çok parlak görünmektedir. Bu kümenin çok büyük miktardaki kütlesi daha uzaktaki gökadanın ışığını eğerek, bir kütleçekimsel mercek gibi davranmaktadır [2]. Bir teleskopla bakınca uzak gökadayı büyütmekte ve daha parlak hale getirmektedir. Küme ve uzak gökadanın raslantı sonucu bu şekilde sıralanması, daha arkadaki nesnenin 32 kat daha parlak hale gelmesine neden olmaktadır.

“Bu şekilde bir büyütme, ışığının bize ulaşması için 10 milyar yıl geçmesi gereken çok uzaktaki bir gökada için bile, benzeri görülmemiş detayları göz önüne sermektedir,” diye açıklıyor Durham Üniversitesi’nden keşfi haber veren makalenin başyazarı Mark Swinbank. “Milimetre-altı Dizge teleskobuyla takip eden gözlemlerde, gökada içinde yıldızların oluştuğu bulutları büyük bir hassasiyette inceleme imkanı bulduk.”

Büyütme gökadadaki yıldız-oluşum bulutlarının, sadece birkaç yüz ışıkyılı ölçeğinde olmaları, neredeyse kendi Samanyolu gökadamızın dev bulutlarının boyutlarıyla kıyaslanacak kadar ayırt edilebilmeleri anlamına gelmektedir. Bu seviyedeki detayı kütleçim merceği yardımı olmadan görebilmek için APEX ile aynı bölgede şu anda yapım aşamasında olan ALMA (Atacama Büyük Milimetre/milimetre-altı Dizgesi) gibi geleceğin teleskoplarına ihtiyaç vardır. Bunun yanısıra bu şanslı keşif gökbilimcilere bir kaç yıl içinde mümkün hale gelecek olan bilimin eşsiz bir önizlemesini sunmuştur.

Boyut olarak Samanyolu’ndakilere benzeyen bu “yıldız fabrikaları”nın yüz kat daha parlak olmaları bu gökadaların yaşamlarının erken dönemlerinde yıldız oluşumunun bize uzay ve zamanda daha yakın olan tipik gökadalardan çok daha dinamik olduğu izlenimini vermektedir. Birçok yönden bulutlar daha çok erken Evren’deki yıldız oluşum bulutlarının en yoğun merkezlerine benzer görünmektedirler.

“SMM J2135-0102′nin yılda yaklaşık 250 Güneş’e eşit oranda yıldız ürettiğini tahmin ediyoruz,” diyor de Breuck. “Gökadanın büyük toz bulutlarındaki yıldız oluşumu yakın Evren’dekilere benzemiyor, fakat gözlemlerimiz çok uzaktaki bu gökadalarda yıldız doğumlarını anlayabilmek için yakın gökadalardaki en yoğun benzer yıldız doğumevlerinin altında yatan fiziği kullanabileceğimizi de öne sürmektedir.”

Kaynak:Uzaybilimleri-Nature(24 Eylül 2010)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:05
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
18 Temmuz 2011       Mesaj #64
Avatarı yok
Yasaklı
Uzay Çalışmalarının Düşündürdükleri
21 Nisan 1961'de Rus kozmonot Yuri Gagarin Vostok aracıyla uzaya çıkan ilk insan oldu. Aradan geçen kırk yıl zarfında NASA misyonları çerçevesinde Ay'a birkaç defa ayak basıldı, aletli bilimsel deneyler yapıldı, dünyadan kumanda edilen kalıcı ölçüm cihazları yerleştirildi, toprak ve kaya örnekleri getirildi. Sovyetler Birliği tarafından Mir uzay istasyonu kuruldu ve çeşitli ülkelerden bazı bilim adamları aylarca, bazıları bir yıldan fazla süreyle burada kaldı. Uzay bilimci astronot ve kozmonotlar birçok defa uzay yürüyüşü yaptılar. Mars'a insanlı uzay yolculuğu konuşulmaya başlandı. Çeşitli ülkeler tarafından telekomünikasyon, meteoroloji, tarım, arkeoloji, jeodezi gibi bilimsel amaçlı sivil ve askerî insansız uzay araçları ve uydular yörüngeye bırakıldı. Dünya atmosferinin yolaçtığı handikapları aşmak için Kâinat'ın derinliklerine uzaydan gözlem yapacak Hubble uzay teleskobu yukarıya gönderildi.

Bu arada soğuk savaş bitti. ABD ve Rusya'nın uzay programları bazı değişikliklere uğradı. Masraflı uzay çalışmalarının yükünü ABD, Rusya, Avrupa başta olmak üzere bu konuya ilgi duyan ülkeler birlikte paylaşma eğilimi göstermeye başladı. ABD'nin öncülüğünde dünya yörüngesinde başlatılan ve hâlen devam eden Uluslararası Uzay İstasyonu Alfa'nın inşasına çeşitli ülkeler belli yüzdelerle katılıyorlar.

Peki ama, özellikle gelişmiş ülkeler uzaya neden bu kadar ilgi duyuyor? Uzay çalışmaları salt araştırma konularının ötesinde bir amaç da taşıyor mu? En azından, bunların sembolik bir mânâsı var mı? Tarım, meteoroloji, jeodezi ve haberleşme gibi doğrudan yararı görülen uydu çalışmaları bir yana bırakılacak olursa, uzay araştırmalarına önemli bütçeler ayrılması, alınan sonuçlara değiyor mu? Mir uzay istasyonu örneğinde görüldüğü gibi, Dünya'nın koruyucu atmosfer tabakasının ve manyetik kalkanının dışında, uzaydaki çekimsiz ortamda aylarca, yıllarca kalmak insanın beden ve akıl sağlığını, psikolojisini nasıl etkiliyor? Mars'a yapılacak insanlı uzay yolculuğu ne gibi mahzurlar taşıyor?

Bu sorular uzun zamandan beri tartışılıyor ve bizim gibi, olan biteni sadece dışarıdan seyretmekle yetinen, Alfa Uzay İstasyonu projesine bile katılma cesareti gösteremeyen ülkeler için belki ilk bakışta pek önem arzetmiyor. Fakat uzay, Mars yolculuğu gibi tartışmaya açık projeler bir yana, hem oraya hâkim olanların dünya dengelerinde oynayacağı rol, hem de kozmik anlamda bizim dünya görüşümüz için büyük önem arzediyor.

Uzaydaki İnsanın Sınırları
Yer: Mir Uzay İstasyonu, Tarih: 25 Haziran 1997
Malzeme taşıyan insansız bir destek gemisi Dünya'dan ayrılır ve Mir uzay istasyonuna doğru yol alır. O günlerde Mir'in kumandanı Vasily Tsibliyev ümitsiz bir hâlet-i ruhiye içindedir; gelen modülü yanaştırmaya çalışır. Mir'deki diğer iki personel, Amerikalı astronot Mike Foale ve Rus kozmonot Sasha Lazutkin bilmektedir ki, kumandanları Tsibliyev bitmiş tükenmiş vaziyettedir. Zihin sağlığı dört aydan daha fazla bir zamandan beri bu garip araç içinde yaşamanın verdiği stresle bozulmuştur. Mir'in neredeyse bütün dış kaplamasını yiyip bitiren bir yangınla karşılaşmıştır. Çok yorucu tamirat günleri bezdirmiştir. Yine bir Amerikalı olan Foale'in selefi Jerry Linenger'le ağız kavgası yapmıştır; ayrıca uyku düzeni de bozulmuş durumdadır. Dünya'dan durumu idare etmeye çalışan Rus psikologlar Tsibliyev'in yıpranmış, sinir hastası olmuş ve çöküntüye girmiş olduğu düşüncesindedirler.

Destek gemisi görüş alanına girdiğinde birdenbire herkes geminin rotadan çıkmış olduğunu farkeder. Tsibliyev kontrol panelinde durumu düzeltmeye çabalar, fakat roket saniyeler zarfında Mir'in Spektr modülüne çarpar. Çok kıymetli oksijen uzay boşluğuna dağılmaya başlar. Lazutkin Spektr'da meydana gelen deliği tıkamak için atılırken Foale Mir'in kaçış modülünü çalıştırır. Kontrol panelinin başındaki Tsibliyev batan bir geminin kaptanı gibi sersemlemiş vaziyettedir; Dünya'daki yer kontrol istasyonuna haber gönderir: "Herşey iyi gidiyordu. Destek gemisinin durduk yerde neden hızlanmaya başladığını bilmiyorum. Problemi gidermeyi başaramadım." Neyse ki durum hayatî tehlike arzetmediğinden, hemen Dünya'ya dönmeleri gerekmez.

Amerikan Millî Havacılık ve Uzay Dairesi, NASA, uzay aracını kullanırken soğukkanlılığını asla kaybetmeyen elemanları seçse ve meselâ Apollo 13 ekibinin kurtarılmasında görüldüğü gibi, aracın ihtiyat kısımları için bile karbon dioksid filtresi tasarlayan dâhi mühendisler çalıştırsa da, NASA'nın tecrübeleri de üçten fazla astronotu birlikte iki haftadan daha fazla süreyle uzaya bırakamayacak kadar sınırlı. Mars misyonu gibi uzun mesafeli uzay yolculukları konusunda ise NASA şöyle düşünüyor: Artık bizim için önemli olan sadece "doğru malzeme" değil. Mars'a ulaşabilecek gelişmiş bir uzay aracı tasarlayıp inşa etmek işin sadece başlangıç kısmını oluşturuyor. Esas mesele, astronotların psikolojik analizini yapabilen ve onları çıldırmaktan koruyan küçük bir bilgisayar tasarlamaktır. Aslında bu hiçbir zaman yeterli olmayacak bir tedbirdir.

Mars yolculuğuyla ilgili uyarıların büyük kısmı Mir uzay istasyonunda aylarca kalan astronotlardan geliyor. Mir'e 1995'de giden ilk Amerikalı astronot Norm Thagard yerine getirdiği misyonun en zorlu kısmının psikolojik sıkıntılar olduğunu belirtiyor. 1996'da altı ay süreyle Mir'de kalan bayan astronot Shannon W. Lucid, uzun süreli uzay uçuşları için önemli olan hususun çok gelişmiş bir teknolojiyle uzay aracı inşa etmek değil, birlikte çalışabilecek bir mürettebat seçmek olduğunu vurguluyor.

Son Mir astronotu Andy Thomas ise, aylarca küçük bir mekana hapsolmuş durumda kalan bir astronot grubunun psikolojik problemlerini çözmek için yoğun çaba gösterilmediği takdirde, "misyonun başarısızlığa uğrayacağını" söylüyor. Rus kozmonot Valery Ryumin de "eğer iki insanı iki aylığına bir kabin içine hapsederseniz, cinayet için gereken şartları sağlamış olursunuz" diyor. Bir psikolog olan NASA'nın uzay tıp bölümü yöneticisi Mark Shepanek, "ailenizle birlikte, aylar sürecek bir yurt içi seyahate çıktığınızı varsayın" diyor. "Aracınızdan çıkamıyorsunuz, hatta pencerelerini bile açamıyorsunuz. Banyonuz ve yiyecekleriniz aracınızın içinde. Yol boyunca vuku bulabilecek problemleri düşünün!"

Tabii ki bir Mars yolculuğu çok daha uzun ve daha gerilimli olacak. Toplamı üç yıl civarında bir zaman alacak olan misyonun dokuzar ayı gidiş ve gelişte, bir buçuk yılı ise Mars yüzeyindeki çalışmalarda geçecek. Buradaki "aile" kırklı ellili yaşlarda bulunan bilim adamları ve pilotlardan oluşacak (bunlar, astronotluk için en uygun ortalama yaşlar). Mürettebatın kaç kişiden oluşacağı konusundaki en yaygın tahmin "yedi" olarak beliriyor. Uzay gemisi bir arabadan büyük olacak fakat Boeing 747'den daha büyük değil; kaldı ki, aracın büyük kısmı yakıt, erzak ve diğer levazımata ayrılacak. Astronotlar kırmızı gezegene ayak bastıktan sonra bir parça gezinme imkânı bulacaklar, fakat bu, deniz kenarındaki yürüyüşler gibi olmayacak. Temiz hava yok, açık havada yemek yok. Ayrıca astronotların birbirlerinden uzaklaşmaları da mümkün değil. Kemik ve kas erimesinden dolayı, sözgelimi ayağı kırılan bir astronot ne yapacak? Kırığın düzelmesi Dünya'daki gibi mümkün olacak mı?

Mars astronotları Ay'ı geçer geçmez en uzun yolculuğa çıkmış insanlar olacaklar. Kırmızı gezegene indiklerinde ise Dünya'dan 398 milyon kilometre kadar uzaklaşmış olacaklar. Bu daha önce tecrübe edilmemiş bir uzaklık. Meselâ burada Thomas'ın Mir'deyken favori eğlencesi olan Dünya'nın değişen yüzlerini seyretmek gibi bir şansları olmayacak. "Orada sadece simsiyah bir boşluk olacak. Görülecek bir Dünya olmayacak. Sadece bir benek." Bu arada, haberleşmedeki gecikme 40 dakika kadar olacak ve astronotların aileleri hakkında tek bilgi alma yolu elektronik posta ve sesli haberleşme olacak. Ev özlemleri had safhaya ulaşacak. "Mir'deyken biliyorduk ki, birkaç saat içinde Dünya'ya inebilirdik." diyor Thomas, "fakat onlar için böyle birşey sözkonusu olmayacak."

Bu streslerle başa çıkmanın anahtar faktörlerinden biri, ekip üyelerinin birbirlerinden olabildiğince farklı olmasıdır. OPS-Alaska şirketinden sosyolog Marilyn Dudley-Rowley yakın zamanda hem Rus ve Amerikan uzay uçuşlarını hem de Antarktik ve Arktik bölgelerde gerçekleştirilen bilimsel keşif gezilerini incelemeye aldı. Dudley-Rowley yaptığı analizde, benzer kişilerden oluşan gruplarda heterojen gruplara göre daha fazla problem çıktığını belirledi. Uzun mesafeli yolculuklarda farklı özgeçmişlere sahip kişilerin benzer geçmişe sahip olanlara göre birbirlerine anlatacak daha fazla şeyleri oluyor. Thomas, Mir'deyken kendisinde ekip arkadaşlarından Rus kültürü ve dilini öğrenme arzusu uyandığını söylüyor.

Baylor College of Medicine'den JoAnna Wood Antarktika'daki dört araştırma istasyonunda çalışan grupları her yıl inceliyor. Ekip üyeleri standart hâle getirilmiş uzun bir kişilik testiyle haftalık anketleri cevaplandırıyorlar. Sorulardan bazıları, "Takım arkadaşlarınız sizin düşüncelerinizi ne ölçüde dinliyor?" veya "Bazı veya bütün ekip üyelerinden dolayı kendinizi yorgun hissettiğiniz oluyor mu?" şeklinde. Wood'un çalışması ideal bir Mars ekibinin farklı kişiliklerden oluşması gerektiğini ortaya koyuyor: "Bir kriz durumunda sorumluluk alabilecek kâbiliyette en az bir (fakat birden fazla da değil) kişi düşündüm. Ekip üyelerinin duygusal ihtiyaçlarına göz kulak olacak, yapısı itibariyle herkesin danışabileceği bir kişi düşündüm. Her bir üyenin bu özellikleri taşımasını istemiyorum.

Aksi takdirde kimse birşey yapamaz." Wood, Mars ekibindeki her ferdin hayata mizahî açıdan bakabilen, nükteden anlayan kişiler olması gerektiğini düşünüyor: "Yolculuk sürprizlerle dolu olacak. Dolayısıyla, kesin beklentileri olan kişiler işi şakaya vurma yeteneği gösteremezler."

Antarktika gruplarındaki davranışları inceleyen California Üniversitesi'nden (San Diego) tıbbî antropolog Lawrence Palinkas da aynı düşüncede: "Ünlü ve dışa dönük kişiler sessiz, kanaatkâr ve kendisiyle barışık kişiliklere göre depresyona ve ruh sıkıntısına çok daha eğilimlidirler." Palinkas'ın araştırma sonuçları, NASA'nın geçmişte uyguladığı "ideal test pilotu" arama düşüncesinin Mars yolculuğu için geçerli olmayacağını gösteriyor.

Bu misyonda herşeyi karmaşık hâle getiren önemli bir psikolojik faktör daha var: ölüm korkusu. 1997'de Mir'de bulunan astronot David Wolf şunları söylüyor: "Aracınızın sizi uzay boşluğundan ayıran çeperlerinin ne kadar da ince olduğunun akla gelmesi zor değildir." NASA'nın uzay psikolojisi çalışmalarında koordinasyona yardımcı olan Pennsylvania Üniversitesi'nden psikolog David Dinges ise, "Ölüm endişesi her durumda herkes için strese yolaçabilen psikolojik bir sebeptir" diyor. Bir Mars yolculuğunda uzay kapsülüne meteor çarpmasından oksijen tankında patlama olmasına, güneş panellerinin iyi çalışmamasından uzay yürüyüşü yapan astronotun hayatî tehlikeyle karşılaşmasına, hatta bir kalp krizine kadar, ölümü hatırlatan birçok acil durum sözkonusu olabilir. Peki bir astronot geç belirti veren bir hastalığa yakalanırsa veya orta yaşta beklenmedik bir manik-depresyon gelirse ne olur? Uzay gemisinde, Uluslararası Uzay İstasyonu gibi bir eczahane bulunacak fakat bu yeterli mi? Dengesi bozulmuş bir astronot misyonun geri kalan kısmında nasıl götürülecek?

İronik olan husus, astronotların akıl sağlığını korumaya yönelik nihaî tedbirin bir bilgisayar programı olarak düşünülmesidir. Aslında insan ruhunun ve şuuraltının derinliklerinde uzman psikiyatristlerin bile çözemediği karmaşık dalgalanmalar ve çözümsüzlükler olduğu biliniyor. Yine de Dartmouth Üniversitesi'nden fizyolog Jay Buckey ve klinik psikologu James Carter NASA için, her astronotun zihin sağlığını izleyen, kullanılacak ilaçlarla ilgili tavsiyelerde bulunan ve tedaviye yönelik uygulamaları planlayan bir program hazırladılar. Uzayda önemsiz sayılabilecek zihnî problemler bile tehlike arzedebildiğinden, program hemen cevap verebilme kâbiliyetinde olmalıdır. Gemide tedavi için birisi bulunsa bile, o da ekip üyeleri gibi aynı streslerle karşı karşıya kalabilir.

Dinges, astronotların psikolojik durumları hakkında ipucu veren belirtileri bir psikologun okuyabilmesi gerektiğini söylüyor. Bilgisayarlar kan basıncı, kalp ritmi, ter bezi faaliyeti ve solunum gibi doğrudan ipuçlarını hâlen izleyebiliyor. Araştırmacılar tükürükteki kortizol hormonu seviyesini ölçerek stresin kontrol edilebildiğini keşfetmiş bulunuyorlar. NASA önümüzdeki yıllarda, depresyon, anksiyete, tükenmişlik ve hatta hafif sinir rahatsızlıklarının işaretçisi durumundaki hormon ve proteinleri araştıracak.

Dinges, Pennsylvania Üniversitesi'nden bilgisayar bilimcisi Dmitris Metaxas ile birlikte bilgisayarlara insan çehresinde hiddet, üzüntü, sinir hâli ve diğer duyguları tanımayı öğretiyor. Dinges bilgisayara belli bir işaret dilini daha önce öğretmiş. Her insanın işaret dili hafif farklılıklar gösterdiğinden, her insanın çehresi duyguları biraz farklı şekilde kaydediyor. Yine de bunun bir sınırı var; insanın ruhunda çok küçük nüanslarla ve anlık olarak meydana gelen, arka arkaya gelip geçen, fakat daha sonra davranışlara önemli yansıması olan değişimler tecrübeli uzmanlar tarafından bile peşinen tam anlaşılamazken, bunları bir bilgisayarın anlamlandırması mümkün değildir.

Dinges insan gibi konuşma terapisi yapacak bir bilgisayar hazırlamanın iki zorluğu olduğunu söylüyor: birincisi, her ne kadar dili gerçekten anlamasa da, bilgisayarın anlıyormuş gibi görünmek zorunda olmasıdır. Söylenenler karmaşık olsa bile, birisi mantıksız birşey söyleyinceye kadar bilgisayar zeki görünebilir, fakat sonra bu yürümez. Çünkü esas problem insanın mantıklı konuştuğu durumlardan ziyade, ses tonundaki küçük değişimlerle kendini belli eden kinayeli veya mantıksız sözler söylemeye başlamasıyla ortaya çıkmaktadır. Bunların bilgisayara öğretilmesi ise imkânsız derecede zordur. İkinci zorluk, terapist bilgisayarı, astronotların nazarında güvenilir gözükmesi için zâhiren "duyguları olan" birisi gibi göstermektir.

Her ne kadar araştırmalar insanların bilgisayarları duyguları olan varlıklar gibi kabul edebileceklerini gösteriyorsa da, sinirlerin gerildiği veya duyguların boşalma ihtiyacı duyduğu belli bir andan sonra makinenin insandan tekme yemesi işten bile değildir. Sonuçta insanı bu dünyada sebepler planında ancak bir insan (o da belli bir dereceye kadar) anlayabilir, çok iyi anlasa bile, onun da ne ölçüde yardımcı olacağı belli değildir.

NASA'dan psikiyatrist Flynn bilgisayarların uygulayacağı duygu tedavisini astronotların kabul edeceğine pek inanmıyor, fakat "en azından mümkün olabilir" diyor ve ekliyor: "Zaman zaman hepimiz güvensizlik duygularımızı askıya alırız. Sinemaya gitmemizin sebebi de budur. Tabii ki, bu gerçek bir tedavi değildir ve mevcut problemi de gidermeyecektir." Fakat birçok psikolog ne sinemanın ne de bilgisayarın ilaçla uyutma anlamına gelmediğini ve esas meselenin de mevcut problem olmadığını söylüyor. Onlara göre Tsibliyev annesi veya babasıyla olan ilişkilerinin hayat boyu onu sıkmasından dolayı Mir'de tükenmiş değildir. Mir'de içine düştüğü kötü durum, evinden uzakta dar bir yere hoşlanmadığı bir astronotla tıkılıp kalmasından ve sürekli ölüm tehdidi altında yaşamasından dolayıdır.

Aslında insanın ruh ve kalp tarafını sağlıklı şekilde keşfetmesini sağlayacak enstrümanlara sahip olmayan Batı dünyasında bilim ve teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, bu konulardaki problemler çözümsüz kalmaya mahkum gözükmektedir. Meselâ biz tecrübeyle biliriz ki, bizim dünyamızda insanın Yaratıcı'nın emirlerine inanarak ve uyarak anne-babasına karşı hayat boyu saygı ve vefa hisleriyle dolu yaşaması, onları üzmemesi, sürekli dualarını alması Allah'ın rahmet ve inayetini celbeden, dolayısıyla kişide itminan hâsıl eden, zor zamanlarında ona güç veren bir durumdur. İnsanın hayattaki bütün bağları sağlıklı ve güçlü olmaları nisbetinde hayır ve bereket sebebi iken, özellikle yakın çevresine ve diğer insanlara şefkat kanatlarını açamayan insanların yalnızlığa mahkûm oldukları görülmektedir.

Uzay Programlarının Hedefi
Sonuçta, "Bütün bunları yapmaya değer mi?", "Mars'a gidilmese ne olur?" gibi kamuoyunun soracağı yalın soruların cevabını vermek aslında NASA için çok kolay değil. Mars misyonu bir yana, pratik faydası olacağına inanılan Alfa Uzay İstasyonu için bile benzer sorular sorulabilir. Alfa projesinde önemli yeri olan Avrupa Uzay Ajansı (ESA)'nın en güçlü üyesi Fransa'da yüksek sesle sorulan bazı sorular şunlar: "Yıllardan beri yukarıda yapılan deneyler, edinilen tecrübeler neye hizmet etti ve edecek?", "Alfa İstasyonu uzayın fethi için ne getirecek?", "Hükümetler başımızın 500 kilometre üstünde neyin peşinde?", "Bugün istasyon inşa etmek ve uzaya insan göndermeyi sürdürmek haklılığı ortaya konmuş bir hareket midir?", "1982'den Mir'in emekliye ayrıldığı 2001'e kadar kalp-damar fizyolojisi, sinir sistemi, embriyon gelişimi, yerçekimsiz ortam, akışkanlar fiziği ve kompleks sistemler mekaniği gibi konularda deneylerin yapıldığı bu misyonların sonunda ne elde edildi?".

Fransa'nın 1996'da Rusya'ya 16 milyon dolar civarında bir para ödeyerek Mir'e iki haftalık bir çalışma için gönderdiği Fransız astronot Claudie André-Deshaye, "Alfa esas olarak stratejik ve politik sebeplere dayanmaktadır" diyor. Avrupa Uzay Ajansı'nın Fransız yöneticilerinden Roger Bonnet ise "Alfa projesi bilim için bir ideal değil" diyor ve ekliyor: "Uluslararası bir işbirliğinin sonucu olan projenin nihaî gayesi özellikle siyasidir". Fransa Millî Uzay İncelemeleri Merkezi'nden Richard Bonneville, "Uzay İstasyonu siyasidir; bilim ise İstasyon'u, oradaki programların bir anlam kazanması için kullanacaktır. Çünkü tek başına bilimsel bir deney uzayda Dünya'ya göre on kat, uzay programı çerçevesinde yapıldığında ise yüz kat daha pahalıya mâlolmaktadır. Programın bütününe göre deneyler mütevazi kalmaktadır" itirafında bulunuyor.

Avrupa Uzay Ajansı başlangıçtaki toplam tutarı 100 milyon doları bulan Alfa projesine katılma gerekçelerini dört sayfalık bir raporla açıklarken, İstasyon'un uzayda komple bir bilim enstitüsü olacağını, bilimsel ve teknolojik araştırma çalışmaları, ayrıca Dünya ve diğer gök cisimleri üzerinde yapılacak gözlemler için bir üs görevi göreceğini belirtiyordu. Fakat Alfa bunun için ideal bir araç gibi gözükmüyor. Çünkü Dünya'ya çok yakın; yeryüzünden yansıyan kızıl ötesi ışıma, gün ve gecenin birbirini takip etmesi gözlem şartlarını bozan iki önemli sıkıntı kaynağını oluşturuyor.

Astronotların çok rahat kalabilecekleri bir yer de değil. Sürekli olarak cihazların çalışması, ayrıca astronotların hareketleri ve hava akımları bile titreşime yolaçıyor ve bu da malzemelerin katılaşma fiziği için bir engel teşkil ediyor. İstasyon'un metalürji açısından pek bir şey vâdetmeyeceği de uzun zaman önce anlaşılmıştı. Her ne kadar çekimsiz ortam bizim yeryüzünde gerçekleştiremediğimiz hafif ve aynı zamanda dayanıklı alaşımları yapmamıza imkân verse de, bu çok marjinal kalıyor ve gerçekçi değil, çünkü çok pahalıya mâloluyor. Akışkanlar fiziği çalışmalarının da dünya için bir faydası yok; bu konuda Mir'de yapılan deneyler Alfa'nın havalandırma ve hayat destek sistemlerinin daha iyi yapılması için yol gösterici olacak sadece. Sonuçta bilim Ay'ı fetheden Apollo misyonlarında olduğu gibi, Alfa Uzay İstasyonu'nda da ikinci sınıf yolcu statüsünü koruyor.

Soğuk savaş döneminde doğmuş olan uzay endüstrisi bugün şartlar değişmiş olduğundan, deyim yerindeyse, kendisine yeni bir varlık sebebi icat etmeye çalışıyor. Bunu da artık uluslararası işbirliğiyle yapabiliyor. Uluslararası Uzay İstasyonu, Alfa, önce inşa ediliyor, ardından, "nasıl olsa bunun bir şekilde faydasını görürüz" deniyor (veya bu çok da önemsenmiyor). Her ne kadar ABD Füze Kalkanı projesinin gerekliliğini hararetle savunsa ve son terör olaylarından sonra uzay ağırlıklı savunma ve güvenlik politikalarında haklı olduğunu vurgulama fırsatı yakalamış olsa da, Uzay İstasyonu ve Mars yolculuğu gibi pahalı projelerin çok fazla inandırıcı olmadığı görülüyor.

Dünyamız Ne Kadar Emniyetli Bir Sığınakmış!
İnsan, üstünde koruyucu bir atmosfer ve manyetosfer tabakasının, altında sağlam bir zeminin ve yerçekiminin, çevresinde havanın ve suyun bulunmadığı uzay boşluğunda, doğru dürüst beslenemediği, sindirim sisteminin iyi çalışmadığı, kemik ve kaslarının eridiği, günde ortalama 8 defa göğüs röntgeni çekilmiş gibi radyasyona maruz kaldığı, akciğerlerinde daha fazla aerosol birikiminin görüldüğü, yerçekimi olmadığından beyin ve şuur fonksiyonlarındaki karışıklığın görme illüzyonlarına yolaçtığı, vücuttaki akışkanların göğüs ve baş kısmına hücum ettiği, boyun damarlarının şiştiği, kendi içinde fazla sıvı hisseden vücudunun bunları dışarıya atarken istenmediği halde kalsiyum, kan plazması ve elektrolitleri de kaybettiği, kırmızı kan hücresi üretiminin azaldığı, kansızlığın başladığı, bacaklarının kısaldığı, böbreklerinde taş oluşumunun hızlandığı, uyumak için bile kendisini bir yere bağlama gereği duyduğu, geniş bir mekan imkânı sunmayan küçük bir uzay istasyonu veya uzay aracı içinde seyahat etmeyi göze alıyor, karşılaştığı bütün bu handikapları aşmak için arayışa giriyor ve sonuçta yeni teknolojiler geliştiriyor.

İçine sürekli olarak belli oranda oksijen gazı verilen, solunum sırasında bırakılan karbondioksid gazını tutan, misafirlerine dünya ile sesli ve görüntülü haberleşme imkânı sağlayan, elektriğini büyük oranda güneş panelleriyle temin eden, dünya çevresindeki yörüngesinde saatte 27 bin kilometre hızla dönen, acil durumlarda Dünya'ya dönmek için yedeğinde küçük kaçış kapsülü bulunduran bir uzay aracı yapmak insan için gerçekten önemli bir başarı olarak kabul edilebilir. İnsanın Kâinat'ta kendisine musahhar kılınan madde ve kanunları keşfedip kullanarak geliştirdiği bir teknoloji bu.

Diğer yandan, bir uzay aracında beş-altı kişiyle birlikte aylarca yolalmak, yol arkadaşlarıyla arasındaki fıtrat uyuşmazlıklarını problem hâline getirmek, sürekli ölüm korkusu ve dünyaya dönememe endişesi duymak, Dünya'dakinden çok farklı ve bıktırıcı bir diyete mahkum kalmak...vs. Böyle zor bir imtihandan geçmek de kolay değil. Bunun gerçekten gerekip gerekmediği de tartışılabilir. Fakat planlama aşamasında bile açıkça görülen ve planlayıcıların da görmesi gereken hakikat şu ki, dünyamız ne kadar da geniş, rahat ve mucizevî bir ev! Ne kadar emniyetli, korunaklı, harika bir yurt! Ne kadar çeşitli ve zengin bir hayat ve hesaba gelmez nimetler var burada! Ve neden uzay gemisinde korkular duyuyoruz da, koca dünya gemisinde korkuları aklımıza bile getirmeden güven duygusuyla yaşıyoruz? Uzay çalışmalarından bu gibi dersler de alıyor mu acaba işin içindeki insanlar, kurumlar ve toplumlar? İlmi ve kudreti heryere hâkim olan, çok Merhametli ve Yüce bir Yaratıcı'nın insana ne denli halim ve lütufkâr davrandığı hakikatini ilim yoluyla bu kadar açık görebilme, hissedebilme şansını değerlendirebiliyorlar mı acaba?

Yıllarca anlatılan anekdotun tersine, Rus kozmonot Yuri Gagarin'in uzaydaki ilk seyahatten döndüğünde "Yaratıcı'nın kudretini gördüm" anlamında bir ifade kullandığını aktarıyor Muhammed Kutup. Fakat daha sonra âmirleri Gagarin'den bunu tekzip eden bir beyanda bulunmasını istiyorlar. Soğuk savaşın sona ermesiyle eski Sovyetler'i daha yakından inceleme fırsatı bulan bazı bilim tarihçileri de Gagarin'in kozmonotluğu bırakmak ve sivil pilotluğa geçmek istediğini, yetkililerin buna izin vermediğini, Gagarin'in genç yaşta ölümünün de uçaktan aşağıya atılması sonucu olduğunu belirtiyorlar. Keşke uzay çalışmaları Yüce Yaratıcı'nın ilim ve kudretini daha farklı bir açıdan müşahade etme şansı bulan insanları insafa getirse.

İnsanlık bugün ulaşmış olduğumuz aşamadan sonra tabii ki uzayı terketmeyecek. Hedefi ne olursa olsun, birçok ülke kendisine uzayda daha fazla ve etkili bir yer edinmeye çalışacak. Temennimiz odur ki, bütün bu gayretler insanların yararına, dünyanın barışına ve toplumların birbirlerini daha iyi tanıyıp dostluk kurmalarına hizmet etsin, ve bu sürece, Yaratıcı'ya inanma hususunda ihsan nimetine erdirilmiş, iyi niyetli, derinlikli ilim adamları öncülük etsin. Bir başka deyişle, Yüce Beyan'ın birçok yerinde karşılaştığımız "Göklerde ve Yer'de ne varsa Allah'ındır!" ifadesi karşısında ürperen, "Kullarından Allah'a karşı gerçek anlamda ancak ilim adamları haşyet duyar" ifadesiyle burnunun direği sızlayan ve ağlayarak secdeye kapanan vicdanlar...

ABD, Mars çalışmalarıyla hedefinin Güneş sistemindeki gezegenlerin ve bir bütün olarak sistemin oluşum şartlarını anlamak olduğunu açıklamıştı. Fakat 1997 Temmuz ayı ortalarında NASA, 2011 yılı için öngörmüş olduğu insanlı Mars misyonunu iptal ettiğini, mevcut teknolojinin böyle bir çalışma için henüz yeterli olmadığını duyurdu. Fakat sonraki yıllarda gerek Mars yüzeyindeki araçların tespitleri, gerekse alınan fotoğraflar kırmızı gezegende hayat emaresi olduğu şeklinde değerlendirilince 2000'lerin başında NASA'yı yine insanlı Mars yolculuğunun heyecanı sardı.

Uzayda İnsan Sağlığı Sorunu
ABD eski başkanlarından Bush Nisan 1990'da, otuz yıla kadar astronotların Amerikan bayrağını Mars üzerine dikeceklerini öngörürken, herhalde, bir ay önce AAAS'ın (Amerikan Bilimde İlerleme Derneği) New Orleans'daki yıllık kongresinde uzayda insan sağlığı konusunu tartışmış olan tıp uzmanlarının vardığı sonuçlardan haberdar değildi. Uzayda insan sağlığı açısından tehlike arzeden faktörler şu şekilde belirlenmişti :

a) Kozmik Radyasyon

Yerküre'yi kozmik etkilerden bir kalkan gibi koruyan manyetosfer ve atmosferin dışına çıkılmasından dolayı maruz kalınan kozmik radyasyon, insan sağlığı açısından tehlike arzeden birçok rahatsızlığı beraberinde getiriyor ve, Bush'un gösterdiği, siyasî iddia yanı ağır basan bu hedefin önüne ciddi engeller koyuyordu. Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Francis Moore'a göre, uzaydaki radyasyon, astronotlar eğer yeterli ölçüde korunmazsa kanser riskini artırabilmekte ve ciddi hastalıklara yolaçmaktadır. Güneş patlamaları gibi beklenmedik olaylardan korunmak için gereken etkin kalkanlar henüz yapılmamıştır. NASA'dan Franck Martin ise, esas problemin Mars olduğunu belirtmektedir: "Neresinden baksanız, en hızlı yolculuk sekiz ay alacaktır.

Bu sırada bir güneş patlaması sonucu astronotun aldığı yüksek enerjili tanecik radyasyonunun dozu onaltı saatin sonunda 10 rem'i geçecektir. Oysa bugün amerikan hükümetinin kabul ettiği sınır yılda 0,5 rem, nükleer tesislerde çalışanlar için ise 5 rem'dir." Sonuçta, astronotların uzaydaki radyasyona karşı korunmasını sağlayacak bir çözüme henüz ABD bile yakın değil.

Kozmik radyasyonun etkisini anlamak için NASA, uzay şartlarında yaklaşık altı yıl tuttuğu 12 milyon domates tohumunu bir üniversite programı çerçevesinde 4 milyon öğrenciye dağıttığında radyasyonun yolaçtığı endişe doğrulanmış oldu. Oklahoma Üniversitesi'nin hazırladığı bir raporda, bu tohumların toksik olabileceğinin ve bu örneklerden elde edilmiş farklı domates jenerasyonları üzerinde sürdürülen deneyleri durdurmak gerektiğinin altı çiziliyordu. Aslında bazı mutasyonlar ikinci veya üçüncü nesil ürünlerde ortaya çıkmalıydı. Fakat buna rağmen altıbin üniversite hocası daha ilk nesil tohumlarla ilgili olarak NASA'ya şüphelerini rapor ettiler.

Aşırı dozda kozmik radyasyona maruz kalma dışında Mars yolculuğunun diğer önemli handikapları çekimsiz ortamda uzun süre bulunma, uzun bir yolculuk yapma, asteroid ve meteorit yağmuruna maruz kalma riskinin yüksek olduğu (Mars ile Jüpiter arasındaki asteroid kuşağının hemen yakınında bulunan) bir gezegene gitme, şeklinde sıralanabilir.

b) Çekimsiz Ortam

Çekimsiz ortamın insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri önemlidir. Uzay yolculuklarında gerek uykusuzluk, gerekse diğer sağlık problemleri açısından astronotların başına gelecekleri yüzyıllar önce tahmin eden Kepler, onların narkoz ve afyon yardımıyla uyumalarını tavsiye ediyordu. Gerçekten de uyuşturucular uzay çağının başlamasıyla birlikte kullanılmaya başladı. Sovyet uzay gemisi Soyuz 29'da geçirilen hayata dair 1979 tarihli bir raporda, Vladimir Kovalenok ve Aleksandır Ivantchenkov'un bu ihtiyacı hissettiklerini görüyoruz : "Progress adlı yörünge modülünden malzemeleri boşaltmak ve sistemi çalışır halde tutmak vakitlerinin büyük kısmını alıyordu. Fakat sürekli çalışıp yorulmalarına rağmen Kovalenok ve Ivantchenkov uykuya dalamıyordu. Ivantchenkov peynir takviyesi Proress'e ulaşıncaya kadar kilo kaybetti; kulak ağrıları vardı ve bunu alkollü bir içecek yardımıyla tedavi ediyordu. Her ikisi de migrenden çekiyorlardı, ta ki, havalandırma sisteminde büyük bir bahar temizliği yapmaya karar verinceye kadar".

Aralık 1988'de Vladimir Titov ve Musa Manarov uzayda 366 gün süren bir yolculuktan sonra Dünya'ya geri döndüklerinde, kas liflerinin zayıflamış, kemiklerinin de daha kırılgan bir hal almış olduğu görüldü. Her iki kozmonutun boyu birkaç santimetre uzamıştı ve ayak bilekleri % 15 oranında küçülmüştü.

Astronotların sağlığına dair detaylı (tıbbi) raporların rahatça elde edilememesinden dolayı mikrogravitenin (uzaydaki sıfıra yakın yerçekiminin) memeliler üzerindeki etkisini değerlendiren raporlara gözatmak gerekmektedir. 1987 Ekim ayında, uzaydaki bir sovyet uydusunda geçen sadece oniki günden sonra öğreniyoruz ki: "Farelerin kol kemiği % 40 daha kırılgan hale geldi ve omurgalarının sertliği % 27 oranında azaldı. Kas lifleri arasında sıvı birikti. Kalp kasındaki mitokondri bozulmuştu ve kasların boyu kısalmıştı. Kandaki antikor ve lenfosit T oranı değişmiş, bu durum bağışıklık sistemini zayıflatmıştı. Kolesterol ve trigliserid düzeyleri artmış, buna karşılık testislerin boyu ve sperm üretme hacmi azalmıştı."

Uzay programları için titizlikle seçilmelerine ve uzun süreli ön hazırlıklara tâbi tutulmalarına rağmen bazı astronotların, fiziksel zayıflama sebebiyle vaktinden önce Dünya'ya dönmek zorunda kalmaları, uzun süreli insanlı uzay misyonlarının o kadar kolay gerçekleştirilemeyeceğini gösteriyor.

1982'de Salyut 7'nin yeni komutanı Yuri Malichev uzaydan griple dönmüş ve dahası, uzay aracında bir kalp rahatsızlığı geçirdiği anlaşılmıştı. 1985 sonbaharına gelindiğinde ise, meslektaşları tarafından kayıtsız, yorgun, işine hiçbir ilgi göstermeyen ve saatler boyu pencereden dışarıya sabit nazarlarla bakan bir kişi olarak tanımlanmıştı.

Aynı dönemde, Victor Savinyk ve Alexandre Volkov, yerdeki kontrol ekibine fizik kondisyonlarında bozulma olduğunu bildirmişlerdi. Yer ekibi görevin derhal sona erdirilmesini emretti. İstasyonu terkeden ve dönüş aracına geçen üç kozmonot dünyaya döndüler ve 21 Kasım'da kar altında paraşütle iniş yaptılar. Vladimir Vassioutine acilen hastaneye kaldırıldı.

Bir başka kozmonot Alexandre Laveikine'in 1987'de Mir uzay istasyonundan getirilip tıbbî gözetim altına sokulması gerekti.

Görünüşte uzay yolculuğundan sıkıntı duymamış gibi görünen astronotlar bile sedye üzerinde hastaneye taşındılar, çünkü hiçbiri ayakta duracak halde değildi. Kapsülden çıktıklarında eğer ayakta durmaya çalışsalardı hemen baygın düşeceklerdi. Hastanede günlerce, hatta haftalarca doktor ve psikologların gözetiminde tedavi gördüler.

Ağustos 1988'de, kozmonot Anatole Levtchenko'nun Mir yörünge istasyonundaki misyonunu takiben sekiz aydan daha kısa bir zaman sonra ölmesi, doktorların ifadelerine rağmen, diğer astronotların sağlıklarıyla ilgili olarak beraberinde bazı şüpheleri getirdi :

Doktorlar Levtchenko'nun ölümünün, onun uzay misyonuyla hiçbir şekilde ilgili olmadığını ileri sürdüler. Onlara göre, kozmonotun dönüşünde yapılan analizler, onun uzay ortamına rahatlıkla adapte olduğunu gösteriyordu. Resmi olarak belirtilen ölümüne yol açan ağır hastalık izleyen günlerde beyin tümörüne dönüşmüştü. Ne olursa olsun, bu tümör belirlenmeseydi bile, Levtchenko'nun yirmi yıllık deneme pilotluğu ve kozmonotluk kariyeri sırasında düzenli olarak tutulan detaylı sağlık raporlarına rağmen şu soru sorulmaya değerdi: Sovyet uzay programında belirlenmemiş sağlık problemlerinden muzdarip başka kozmonotlar var mıydı? Tabii, bu sorunun cevabının 1990 öncesi Sovyetler Birliği'nde bulunması mümkün değildi. Fakat bu sorun sadece Sovyet Mars programı için değil, MİR ve gelecekteki uzay yörünge istasyonları için de ciddi sonuçlar doğurabilecektir.

Eğer Levtchenko'nun 1987 Aralık ayındaki istikameti MİR değil de Mars olsaydı, kozmonot yolculuk sırasında ölecek ve bu da muhtemelen misyonun başarısız kalmasına sebep olacaktı. Aynı şekilde eğer Malichev, Vassioutine ve Laveikine'nin hedefi Mars olsaydı, uzayın şartlarına uyum konusunda yaşadıkları güçlükler felakete yol açacaktı.

Sonuçta, öngörülen insanlı Mars misyonları bugün için tehlikeli projeler olmaktan öteye gidememektedir. Tıbbi raporların gösterdiği gibi, astronotların sağlığı uzayda geçen dört-altı aydan sonra çok bozulmaktadır. Bu şekilde en az sekiz ay sürecek bir yolculuktan sonra astronotlar Mars'a indiklerinde en azından fiziksel durumları oldukça kötü olacaktır. Oraya varınca, ne kendilerini sedye üstüne yatırıp hastaneye götürecek bir sağlık ekibi, ne de yolculuk sonrası bir ev istirahatı imkanı bulamayacaklar. Haftalar, hatta aylar boyunca çok elverişsiz bir ortamda çalışmak zorunda kalacaklar ve yine sekiz ay sürecek bir başka zahmetli yolculuk için gemilerine binerek hareket etmek zorunda kalacaklar. Tabii herşey yolunda giderse. Eğer aksi olursa, yani ölümle sonuçlanabilecek bir durumla karşılaşılırsa, özellikle Amerikan kamuoyunun bu sonuca nasıl bir tepki göstereceğini, bunun Beyaz Saray'ı ve NASA'yı nasıl güç durumda bırakacağını tahmin etmek zor değil.

Diğer Sorunlar

Uzay yolculukları sırasında başka problemlerle de karşılaşılabilecektir. Bilim-kurgu yazarlarının, Rus araştırmacıların ve NASA'nın ciddi olarak üzerinde durmayı ihmal ettiği bu problemlerin başında, özellikle çok gelişmiş teknoloji ürünü ekipmanların amortismanı sorunu gelmektedir. Bugün Rus uzay istasyonu MİR'de bulunan cihazların yarısının çalışmadığını ve istasyondaki elemanların bilimsel deneyler yapmak yerine, vakitlerinin büyük kısmını, bozulan malzemeleri tamir etmekle geçirdiğini öğreniyoruz.

Amerika'nın insanlı Mars projesinden vazgeçmesinin altında böyle bir saikin yatması kuvvetle muhtemeldir. Zaten uzayın imajı, Mars'ta hayat olabileceği fikrini yeniden gündeme getiren muhtemel bakteri fosillerinin keşfine ve Pathfinder misyonuna kadar ABD'de değer kaybediyordu. 1989'da New Scientist dergisinin gerçekleştirdiği bir anket, nüfusun sadece % 3'ünün uzayın keşfini İkinci Dünya Savaşı'ndan beri en büyük bilimsel başarı olarak gördüğünü ortaya koyuyordu (bu oran 1985'de % 17 idi).

Bilimsel araştırma fonlarının tahsisiyle ilgili olarak ise, yaklaşık aynı oranda insan uzayın keşfinin öncelikli olması gerektiğini düşünüyordu ; bu, dört yılda % 5'lik bir ilgi azalması demekti. Ankete katılanların % 38'i, uzay araştırmalarına yönlendirilen bütçenin azaltılması veya sınırlandırılması gerektiğini savunuyordu. Oxford Üniversitesi dış incelemeler bölümünden bir ekip benzer sonuçlar elde etti: kendilerine soru sorulanların % 43'ü, hükümetin bu alanda çok fazla para harcadığını düşünüyordu. Sadece Milli Savunma için yapılan silahlanma sahasındaki araştırmalar yüksek bir meblağ tutuyor.

ABD'de uzay uçuşlarına karşı olan kitle muhtemelen fazla kalabalık değil, fakat yine de, paranın havaya savrulduğu gibi genel bir hoşnutsuzluk gözleniyor. Sözkonusu miktarlar astronomik rakamlara ulaşıyor. Mart 1990'da NASA, Mars misyonunun otuz yılda 541 milyar dolar tutacağını hesaplamıştı. Kongre'nin bir yıllık bütçeyi oylaması ve izleyen yılları reddetmesi muhtemeldi. Fakat aradan geçen zaman zarfında NASA bir engelle karşılaşmadı. Özellikle 1984'de Antarktika'da bulunan ve Mars'tan geldiği sanılan meteoritler üzerinde 1996 yılında yapılan elektron mikroskobu çalışmaları sırasında fosilleşmiş bakteri kalıntılarına benzeyen yapılara rastlanmasından sonra, Mars misyonları için ek ödenek çıkartılması teklifi Kongre'den ve yönetimden hemen destek gördü.

Getirilen tenkidlere karşı her ne kadar NASA, Mars projesinin maliyetinin fert başına düşen ortalama millî gelirden sadece birkaç sent götürdüğünü söyleyerek kendisini savunsa da, bu hesap mantığı doğru gözükmüyor. Çünkü gelir düzeyi ortalamanın çok altında olan, hatta hiçbir geliri bulunmayan on milyonlarca işsiz ve evsiz Amerikan vatandaşının problemlerine kalıcı çözümler getirme açısından uzay projeleri için ayrılan milyarlarca dolar önem arzediyor.

İnsanlı uçuşlara muhalefet ne sadece daha iyi bir ev sahibi olmak isteyenlerden, ne de politikacılardan geliyor; uzaya insan gönderilmesini bilimsel bakımdan haklı kılacak pek az argüman olduğunu düşünen bilim camiası da giderek karşı çıkıyor. Buna karşılık Mars misyonları dünyadaki bazı temel araştırmalara ayrılan fonların azaltılmasına yol açıyor.

Avrupa Uzay Ajansı (ESA) tarafından 1986'da Strasbourg'da düzenlenen, Avrupalı altı astronotun katıldığı insanlı uçuşlar konusundaki bir sempozyum öncesinde, Fransız Bilim Akademisi'nin uzay araştırma komisyonu, lafı gevelemeden sarfettiği bir rapor yayımladı. Komisyon şunları söılüyordu : Avrupa ülkelerinin tasarladığı insanlı uçuşların temel gerekçesi, tamamen Avrupa'ya ait araçlarla uzaya insan gönderebilecek güce sahip olduğunu göstermektir...

Bazı gözlemler uzayda gerçekleştirilen deneylere bağlı olmasına rağmen, raporda, çoğu zaman bu gözlemlerin dünyada laboratuvar şartlarında veya otomatize bilgi düzenleyicileri kullanılarak mükemmelen yapılabileceği belirtiliyordu. Ayrıca uydular, oldukça elverişsiz bir ortamda yörüngede hareketi yaptıklarından, bunların korunmasıyla ilgili olarak insanların ne yapabileceği de yeniden sorgulanmaktadır.

Bu bilgilerden sonra ortaya iç açıcı bir durum çıkmıyor. Gerçekte, astronomik miktarlara varan ve devlet bütçelerini zorlayan paraları insanların daha temel meselelerini gidermek veya bu sorunlarla ilgili uzun vadeli araştırmalarda değerlendirmek yerine kuru bir iddianın ispatlanması adına harcamak, bilimin ne ölçüde politize edilebileceğini gösteren çarpıcı örnekler olarak karşımızda duruyor.

Kaynaklar;
- Gimpel J., (1992) - La fin de l'avenir. Seuil, Paris.
- Weed, W.S., 2001 - Can we go to Mars without going crazı? Discover, Maı.
- Henarejos, P., 1996 - L'homme doit-il abandonner l'espace? Science & Vie, Août.
- Lucid, S.W., 1998 - Six months on Mir. Scientific American, Maı.
- Wassersug, R.J., 1999 - Life without gravitı. Nature, vol 401, October.
- Clarke, A., 2001 - Beıond gravitı. National Geographic, Januarı.
- Long, M.E., 2001 - Surviving in space. National Geographic, Januarı.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:06
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
22 Temmuz 2011       Mesaj #65
Avatarı yok
Yasaklı
Gezegenlere ve Ay'a İnmek İçin Yapılan Uzay Araçları
Bazı uzay araçları gezegenin yanından geçmek ya da çevresinde bir yörüngeye oturmak için değil, gezegene ya da Ay'a inmek için yapılmıştır. İlk araçlardan bazılarına, gezegen yüzeyine çarpmadan önce yavaşlamadıklarından ya da yavaşlamaları yeterli olmadığından, "sert inişli araçlar"denirdi. Bunlardan Ranger'lar, hiç frenleme girişiminde bulunmadan resim çekerek Ay'a yaklaşıp, yüzeye çarpmışlardı. Luna 9 ve Luna 13 gibi araçlarsa, Ay yüzeyine iyice yaklaşıncaya kadar ters roketlerini ateşleyip, yüzeyin hemen üstünde roketleri durdurarak, aracı düşmeye bırakma yoluyla bir tür kaba iniş yaptılar. Top biçimindeki bir kapsülün içinde bulunan değerli aygıtlar, yere çarpmadan hemen önce kapsülden fırlatılarak, hem kırılmaları önlenmiş, hem de aracın biraz ötesinde yüzeye yerleşmeleri sağlanmıştı.

1966-1967 yıllarında Ay'a inen beş Surveyor aracında, daha ileri bir yöntemden yararlanıldı. Bu araçlarda, ana ters roket aracı yavaşlatırken, verniye roketleri aracın konumunu denetliyordu. Ana roket daha sonra atılıyor ve verniye roketleri aracın yumuşak iniş yapmasını sağlıyordu. Bu yöntemde en önemli parçaları, radarlı bir Altımetre'ye bağlı olan otomatik denetim aygıtı ile Doppler ilkesine göre çalışan ve aracın yüzeyden yüksekliğini, hızını belirleyen hız algılayıcısı oluşturuyordu (bu işlemin yerden yönetilmesi, radyo sinyallerinin Ay'dan. Dünya'ya gelip geri dönmesi için gereken iki buçuk saniyelik gecikme yüzünden güçtü). Daha sonraki araçlara (Luna 16 gibi) Ay yüzeyinden örnek toplamaya yarayan sondalar takıldı. Örnekler alındıktan sonra aracın üst parçası, alttaki parçayı rampa gibi kullanarak havalanıp, Dünya'ya dönüyordu.

Bir başka yenilik de, insansız ay otomobili Lunokhod'dur. Yumuşak iniş yapan araçlarla taşınan bu otomobiller, Ay yüzeyinde, Dünya'dan yönetilerek hareket eder. Lunokhod'lar, Ay toprağının çözümlenmesi için X ışını tayfölçeri, Dünya'ya aracın nereye gittiğini gösteren ve ayrıntılı resimler gönderen X ışınlı teleskoplar ve televizyon kameralarıyla donatılmıştır.

Ay'da atmosfer bulunmamasına karşılık, Merih'te ince, Venüs'te ise kalın bir atmosfer tabakası vardır. Bu atmosferlerden yararlanarak, aracı inişte yavaşlatmak ve böylece daha az yakıt tüketmek olasıdır. Sözgelimi, 1976 yılında Merih'e inen Viking adlı araç, roketle yavaşladıktan sonra, paraşütle alçalmakta. daha sonra gene roketler yardımıyla yere inmektedir. Son aşamada kullanılan roketlerin tepki ağızlarına, gezegen yüzeyinin aşındırılmaması için, çok sayıda delik açılmıştır. Aracın temel görevi, indiği bölgede yaşam izleri aramak olduğundan, bu önlem büyük önem taşır.

Venüs çevresinin yoğun bir atmosferle kaplı olması, ortaya önemli sorunlar çıkarır. Venüs yüzeyinde atmosfer basıncı, Dünya'dakinin 90 katı kadardır. Ayrıca, sıcaklık yaklaşık 475°C'tır ve çok güçlü atmosfer hareketleri vardır. Gönderilen araçlar yüzeye ulaşamadıklarından, her araç bir öncekinden daha yüksek basınca dayanacak biçimde yapılmış, en sonunda Venera 7, paraşütle çok sert bir iniş yapıp, 23 dakika süreyle çok zayıf sinyaller göndermeyi başarmıştır. Venera'nın inişinde roketle frenleme yapılmadığından, araç, bir sıcak gaz akımına kapılarak çarpmıştır.

Kaynak:Bilim, Teknoloji ve İcatlar Ansiklopedisi(7.Cilt/Sayfa:2249-2251)
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:06
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
24 Temmuz 2011       Mesaj #66
Avatarı yok
Yasaklı
İnsansız Uzay Araçları Hangi Görevler için Yapıldı?
Uzay araçları, Ay'a ya da gezegenlere yapılan uzun yolculuklarda insanlara düşen görevleri yerine getirdiklerinden, en karmaşık robotlardan sayılabilirler. Dünya çevresinde bulunan bir uydu'nun başlıca görevi bazı ölçümler yapıp fotoğraflar çekerek, bunları Dünya'ya göndermektir. Ayrıca uzay aracının,dünya'dan çok uzaklarda duyarlı manevralar yapabilmesi gerekir. Ay'a, Merih'e, Venüs'e, Merkür'e, Jüpiter'e ve Satürn'e uzay araçları gönderilmiş, bunlar, söz konusu yerlerdeki koşulları incelemek için Güneş çevresinde yörüngeler çizmişlerdir.

Yapımı: Uzay araçları, gidecekleri yere ve yerine getirecekleri görevlere göre yapılırlar. Bütün uzay araçları ile uydularda, yalın bir taşıyıcı yapı bulunur. Deneyler ve yolculuk için gerekli sistemler, bu yapının çevresine yerleştirilir. Aynı sınıftan bütün uzay araçlarının, sözgelimi Merkür, Venüs ve Merih'e gönderilen Mariner'lerin temel özellikleri birbirine benzer.Güneş yakınında enerji, sorun olmaktan çıkar.

Güneş pilleri, birkaç yıl yeterli olacak miktarda elektrik üretebilirler. Buna karşılık, Merih'e ve daha uzağa gidecek olan araçların alabildiği güneş enerjisi çok düşüktür.

Jüpiter ile Satürn'e yollanmak için hazırlanan Pioneer tipi araçlarda, güneş pilleri kullanılmamıştır. Bunun nedeni, güneş enerjisinin Satürn çevresinde, Dünya çevresindekinin yaklaşık yüzde biri kadar olmasıdır. Bu yüzden Pioneer'ler, plütonyum -238 izotop'unun radyoaktif bozunmasıyla ısı üreten, termonükleer jeneratörlerle donatılmıştır. Söz konusu jeneratörler, 130 watt güç sağlarlar. Ancak bu güç zamanla azalır.

Bilimsel aygıtları bu jeneratörlerden gelen ışınımdan koruma amacıyla, güç birimleri, aygıtların bulun-"duğu yerden dışarı doğru uzanan çubukların ucuna yerleştirilir. Uzay araçlarında, bilgi toplayan belirli aygıtların, sözgelimi magnetometre'lerin, başka aygıtlardan etkilenmemesi için, bu türden taşıyıcı çubuklar kullanılır.

Uzay araçlarının bir başka belirgin özelliği de telemetri antenleridir. Vericilerin gücü genellikle çok düşük (birkaç watt kadar) olduğundan, vericiden en yüksek verimi sağlamak için, sinyallerin Dünya'ya dar bir demet halinde gönderilmesini sağlayan çukur ayna biçimli yansıtıcılar kullanılır. Pioneer 10 ve ll'de 2,7 metre çapındaki yansıtıcılar, bütün aracı kaplar.

Asıl sinyal demetinin tam olarak Dünya'ya yönelmediği durumlarda sinyalleri göndermeye yarayan, düşük verimli bir «çubuk Aracın, antenlerini ve öteki aygıtlarını belirli bir doğrultuya yöneltebilmesi için, dengelenmesi gerekir. Bu amaçla uzay araçlarında, dönü dengelemesinden ve üç eksenli dengelemeden yararlanılır.

Dönü dengelemesinde araç, uzaya gönderilmeden hemen Önce rampada döndürülmeye başlanır. Böylece uzayda da cayroskop gibi aynı doğrultuda dönmeyi sürdürür. Ancak, hızlı resimlerin çekilmesini ve farklı doğrultularda birkaç deneyin yapılmasını gerektiren durumlarda, bu yöntem elverişli değildir. Bu yüzden, uzay araçlarının çoğunda, üç eksenli dengeleme yöntemi gerekir. Uzayda bulunan bir araç, roketi ateşleninceye kadar, Güneş'in çevresinde kepler yasalarına uygun biçimde bir elips çizer. Yörüngeyi değiştiren roket durunca, araç yeni yörüngesinde hareketi sürdürür. Aracın yörüngesi bilindiği zaman, rota düzeltme manevraları duyarlı biçimde denetlenir ve dikkatli hesaplarla, tüm yolculuk boyunca yalnızca bir tek düzeltme işlemi yeterli olur.

Kaynak:Bilim, Teknoloji ve İcatlar Ansiklopedisi(7.Cilt/Sayfa:2247-2249)
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:07
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
28 Temmuz 2011       Mesaj #67
Avatarı yok
Yasaklı
Hurda Uçaklar Uydu Fırlatmada Kullanılacak
Türk Hava Kuvvetleri’nin de envanterinde olup yıllar önce hizmetten kalkan F-104 uçakları özel bir ABD firması tarafından küçük uyduların fırlatmasında kullanılmak üzere yeniden göklere çıkacak. “Starfighter” olarak bilinen F-104 uçakları, jet uçakları arasında yüksek hız ve yüksek ivmeleri ile ünlenmişti. Mach 2,2 hızı, 100 bin ft (30.000 m) yüksekliğe çıkabilmesi ve daha önemlisi 7g ivme sağlayabilmesi bu uçaklara insanlı roket ünvanı verilmesine yol açmıştı. 7g ivme bir insanın kendi ağırlığının 7 katı ağırlık hissetmesidir ve sağlıklı bir insanın bile eğitimden geçmemişse dayanamayacağı bir ivmedir. F-104 uçakları bir müddet NASA’da astronot eğitimi için de kullanılmıştır.

Eski bir F-104 pilotu ve birkaç F-104 sahibi olan Rick Svetkoff ABD’deki Kennedy Uzay Merkezinde hangar kiralayarak uçaklarını bu kez araştırma ve ticari amaçlarla kullanım için hazırlamakta. Kendisi halen F-104’lerde uçmaya devam eden Svetkoff 2007’de bu amaçla ilk hazırlık uçuşlarına başlamış. Planları arasında üstü atmosfer araştırmaları, roket parçaları için denemeler, ve uzaya küçük uydu fırlatma yanında, parayla stratosfere yolcu taşımak da var.

Svetkoff yeni nesil girişimcilerden biri olarak, havacılık ve uzay alanında yerleşik kurum ve kişilerce düşünülmeyen bir fikir sahibi. Kalıpları kırıp bu alanı daha geniş çevreler açmalıyız diyor. Bu uçaklar yerden 23000 ft (7000 m) yüksekliğe birçok roketten daha çabuk ulaşabiliyor diyen Svetkoff bu özelliğin birçok araştırmacı ve macera meraklısı için çok çekici olduğunu söylüyor.

İşletmede oldukları dört yıldır firma, gösteri uçuşları yanında, mikrogravite deneyleri, bir uydu kamerası dahil, çeşitli uydu altsistemleri ve cihazları için dayanıklılık uçuşları yapmış. Planlanan yeni araştırma görevleri arasında insan tepkileri, uydu parçaları, uzay trafiği, ve küçük uyduların alçak yörüngelere fırlatılması var. Herhangi bir uydunun fırlatılması hep uzun hazırlıklar gerektirmiştir. Büyük roketlerin ve yakıtlarının üretimi ve fırlatmaya hazırlanması aylar alır.

Eğer F-104 uçaklarla fırlatma yapılabilirse kısa sürede, örneğin bir gün içinde, küçük bir uydu yörüngeye konabilecektir. Bu amaçla füze geliştirilmiştir bile. Uzunluğu 6 metreye yakın ve ağırlığı 400 kg kadar olan bu füzenin bir nanouyduyu alçak Dünya yörüngesine sokabileceği hesaplanmıştır. Nanouyduların ağırlıkları 10 kg ve altındadır. Füzeyi fırlatabilmek için uçağın 60.000 ft (18.000 m) yükseklikte uçması gerekecektir. Bu yükseklik birçok yolcu uçağının çıktığı yüksekliğin 2 katıdır.

Yüksek performanslı jet uçaklarıyla çalışan bu ilk özel firma, NASA ile ve ABD Havacılık Dairesi FAA ile yakın ilişkiler içinde ve onların kontrolu altında çalışmalarını sürdürmektedir. Svetkoff bu çalışmalarıyla NASA tarih yazarken bizim de para kazanmamız gerekiyor diye konuşmakta.

Kaynak : Spaceref (13 Temmuz 2011)
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:07
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
14 Kasım 2011       Mesaj #68
Avatarı yok
Yasaklı
WISE Küçük Nesneler Taramasını Bitirdi
NASA’nın WISE aracına ait NEOWISE görevi olan güneş sistemindeki küçük nesneler, asteroidler ve kuyrukluyıldız taraması tamamlandıGörev önceden bilinmeyen 20 kuyrukluyıldız, Mars-Jüpiter arasında 33 000’den fazla asteroid ve 134 Dünya’ya yakın nesnelerin (NEOs) keşfi ile tamamlandı. NEOs gurubu içine Güneş çevresinde dolanıp Dünya’nın 45 milyon km kadar yakınına gelebilen asteroidler ve kuyrukluyıldızlar girer.

NEOWISE, Aralık 2009’da başlayan Geniş Alan Kızılötesi Taraması’na (Wide-field Infrared Survey Explorer, kısaca WISE) ait bir görevdir. Araçla bugüne kadar içinde Dünya’ya yakın asteroid ve kuyrukluyıldızlardan uzak gökadalara kadar 2.7 milyon görüntü elde edildi.

NASA’nın NEO Gözlem Programı’ndan Lindley Johnson: “NEOWISE yardımıyla bir yıl içinde NEOS ve güneş sistemindeki diğer küçük cisimler kataloğumuzdaki veri sayısı arttı” diyor.

Şimdi NEOWISE ana asteroid kuşağını tam olarak taradığı için WISE uyku moduna geçti. Gelecekte tekrar çalıştırılabilecek olan araç Dünya çevresindeki yörüngesinde beklemeye alındı.

Yeni asteroidler ve kuyrukluyıldızların keşfine ek olarak NEOWISE önceden tesbit edilmiş ana kuşak nesnelerinin varlığını da onaylamış oldu. Sadece bir yıl içinde yaklaşık 500 000 bilinen nesneden 153 000’ninin kayalık bir yapıda olduğunu gözledi. Bunlardan 33 000’i NEOWISE ile keşfedildi.

NEOWISE 2000’i asteroid olmak üzere Jüpiter yörüngesinde dolanan 100’lerce NEOs ve 100 dolayında kuyrukluyıldız olduğunu da keşfetti.

Bu gözlemler nesnelerin boyutları ve yüzey yapılarının belirlenmesi için kullanılacak. Görünür ışık bir nesnenin ne kadar güneş ışığını yansıttığını, kızılötesi ise doğrudan nesnenin boyutları hakkında bilgi verir. Bu iki görsel gözlem birleştirilerek nesnelerin özellikleri ortaya çıkarılabilir.

Tüm göğün taraması WISE’nin Dünya yörüngesinde dönerken asteroidlerin Güneş çevresinde dönmesi nedeniyle uzun sürmüştür. Araç birkaç tur yaptıktan sonra ancak tüm nesnelerin içinde olduğu veriye ulaşılabiliyor.

Tüm WISE verileri ile NEOWISE verileri birleştirildiğinde ayrıca sönük yıldızların yani kahverengi cücelerin keşfi de gerçekleşecek. Bu gözlemler bize en yakın yıldız olan Proxima Centauri’den daha yakında olabilecek kahverengi cüceleri de ortaya çıkarabilir. Aynı şekilde bu gözlemler dış güneş sistemimizde gizlenen bir gaz devini de keşfedebilir.

Kaynak:NASA-WISE(Çeviri:Astronomi Diyarı)
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:07
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
21 Aralık 2011       Mesaj #69
Avatarı yok
Yasaklı
Tarihte Uzay Senaryoları
Thomas Dick adındaki İskoç bir papaz, Evren'in haddinden fazla iskân edildiğini öne sürecek kadar ileri gitmişti. Bu din adamı popüler bir kitabında, Evren'de yaklaşık 2,5 milyar gezegende, canlıların yaşadığını öne sürmüştü. Bundan çok kısa bir süre sonra 1875 yılında, "New York Sun" adlı saygın bir gazetede, tüm zamanların "en büyük keşfinden" bahsediliyordu. Yeni geliştirilmiş teleskoplarla, astronomlar sözde ayda yaşayan olağanüstü canlıları görmüşlerdi. Ayda yaşayan canlılar, Gazete'nin tarifine göre, 1,20 m büyüklüğünde, kızıl saçlı ve kanatlıydılar.

Tabii çok geçmeden bunun sadece hayali bir haber olduğu anlaşılmıştı. Fakat insanların, Evren'de başka canlıların yaşadıklarına inanmaya her an hazır oldukları, daha sonraki yıllardaki, hayali Mars insanlarıyla iyice ortaya çıkmıştı.

İtalyan astronom Giovanni Schiaparelli'nin komşu gezegenlerde gördüğü geometrik yapıları, yapay kanallar olarak açıklamasından sonra, Mars Haritası büyük bir sansasyon oluşturmuş ve Mars insanlarının varlığına inananlar birdenbire çoğalıvermişti.

Yazar H. G. Wells'in 1897 yılında yayımlanan bilim kurgu romanı, Marslıların Dünya'ya büyük bir saldırı düzenleyerek, Dünyalıları köleleştirmesini konu almaktaydı. Bu senaryo insanları öylesine derinden etkilemişti ki, 1938 yılında Orson Welles'in benzer konulu bir piyesi, New York Radyosu'nda yayınlandığında, binlerce insan şehri terketmişti.

Daha 50'li yılların ortasında UFO hikâyelerinin babası olarak bilinen Pole George Adamski, Venüs'e yaptığı uzay gezisini anlatarak binlerce yandaş toplamıştı. Venüslüler, sözde 1000 yıl yaşayabiliyorlardı ve gezegenlerinde her şey otomatikleştiği için, günde yalnızca iki saat çalışmaları yeterliydi.

Aynı tarihlerde ölçüm aygıtlarıyla çalışmaya başlayan astronomlar, Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin veya mikroorganizmaların yaşadıklarına dair kanıtlar bulmuşlardı.

Ve Gerçekler
Ne var ki altmışlı ve yetmişli yıllarda kanıtların doğru olmadığı ortaya çıktı. Daha gelişkin gözlem sondalarıyla yapılan incelemeler sonucunda, Mars'ın adeta steril bir buz kütlesi, Venüs'ün ise madeni ergitebilecek sıcaklıkta olduğu anlaşıldı.

Daha üç yıl önce NASA araştırmacılarının bir basın toplantısında yaptıkları bir açıklamaya göre, Dünya'mızın dışında yaşamın izlerine rastlanmıştı. Kanıt olarak bir zamanlar Mars'tan koparak Evren'de yuvarlanan ve bundan 13.000 yıl önce Antarktik Bölgesi'ne düşen bir göktaşını göstermişlerdi.

Patates büyüklüğündeki bu taşın içinde, bilim adamları, bakterilerin fosilleşmiş kalıntılarını bulmuşlardı. Bir süre önce ise, NASA araştırmacıları 1911 yılında Mısır'da bulunan bir Mars taşında da, mikroorganizmalara ait izlerin bulunduğunu açıkladılar. Fakat olaya şüpheli yaklaşan jeologlar, mikroorganizmaların Dünya'ya ait olabileceğini savundular.

Belki de Mars ve Venüs gibi komşu gezegenlerde, primitif bitkilerin yaşadığı düşüncesi hatalıydı. Ancak, Güneş Sistemi'nde yaşam belirtileri olmadığını söylemek için henüz erken.

Kaynak:GençBilim
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:08
Avatarı yok
nötrino
Yasaklı
1 Ocak 2012       Mesaj #70
Avatarı yok
Yasaklı
Evrende 600 Yeni Gizem
NASA’nin Fermi ekibi, 2 hafta kadar önce LAT (Large Area Telescope) teleskobu ile yapılan tarama sonucunda evrendeki gama ışını kaynakları ikinci kataloğunu açıkladı.Katalogda yer alan 1873 gama ışın kaynağının 600 kadarının ne olduğu şimdilik tam bir bilinmezlik oluşturuyor. Bunun nedeni bu ışınların geldiği yerlerde görünür veya bilinir bir gök cisminin bulunmaması.

Gama ışınları evrende görülen çok yüksek şiddette enerji kaynaklarını haber verir. Karadelikler veya patlamakta olan süper kütleli yıldızlar gibi büyük enerji kaynaklarından gelen süper enerjili elektromanyetik dalgalardır. Gama ışınlarını algılayabilmek için özel düzenekli teleskoplar gerekir. Bunların da çözünürlükleri optik teleskoplar kadar olamamaktadır.

Katalogdaki yeni kaynakların yaklaşık üçte ikisinin, pulsar veya balazar gibi bilinen gök cisimlerinden geldiği kuvvetle tahmin edilmektedir. Diğer üçte birinin ise hangi gök cismi ile ilgili oldukları şu anda tam bir gizem perdesi arkasında kalıyor. Bir spekülasyon bunların karanlık maddeden geldiği yolunda.

Karanlık madde, adından da belli olacağı üzere, görünmüyor, ışık saçmıyor, ışık yansıtmıyor, ama kendisini çekim kuvveti ile gösteriyor. Buna karşılık evrendeki çekim kütlesinin % 85’ini oluşturuyor. Fakat belki de karanlık madde kendisini gama ışınları olarak gösteriyor olabilir.

Bazı astronomlar iki karanlık madde ve antimadde parçacığının çarpışması ile birbirlerini yok ederken yoğun gama ışınları yayacağını öne sürmektedir. Eğer bu doğruysa Fermi ekibi belki de ilk kez karanlık maddeyi dolaylı da olsa “görebilen” ekip olmuştur.

Gizemli gama ışığı kaynakları için başka bir muhtemel açıklama çarpışan gökadalar olabilir. Böyle bir çarpışmada ortaya çıkabilecek süper şok dalgalarının hızlandıracağı parçacıklar, gama ışınları üretebilir. Ya da gökada merkezlerindeki süper karadeliklerle ilgili bilinen veya henüz bilinmeyen bir doğal olay durumu açıklayabilir.

Fermi ekibi gizemli gama kaynaklarını izlemeyi sürdürecek. Şu ana kadar toplanan verilerin kesin sonuçlara ulaşmak için yetersiz olduğu düşünülmektedir. Fermi her 3 saatte bir gökyüzünü taramakta ve yeni verileri gama ışınları veritabanına eklemektedir. Eninde sonunda acaba bu kaynakları bilinen olaylarla mı? açıklayacağız, yoksa karanlık maddeyi bulduk mu? diyeceğiz. Bu sorunun yanıtı belki de çok uzakta değildir.

Kaynak: NASA/Science (04 Kasım 2011)
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 4 Ekim 2017 02:08

Benzer Konular

5 Ağustos 2018 / nötrino Uzay Bilimleri
25 Kasım 2016 / Hi-LaL Çevre Bilimleri
21 Şubat 2015 / _PaPiLLoN_ Biyoloji
10 Nisan 2018 / Muhabbetci Müslümanlık/İslamiyet